Anlaşılmayı istemek; anlamayı öğrenmekten geçiyor;
ne büyük yol ve yolculuk..
ANLAŞILAMIYORUM
Akşam saati
yaklaşırken işyerine arkadaşım geldi. Hani nasıl derler; suratından düşen bin
parça…
Ardı ardına bir
hafta istikrar içinde yaşayamadığımız hayatlarımız; belki de böyle sallana
sallana, sarsılar sarsıla en iyiye yol açacağız…
Arkadaşım, dokunsan
ağlayacak durumdaydı. Fincanda çay söyleyerek başladım işe. Kurtarıcı olmaktan
öte sohbet etmek; güzel şey kırılma anlarında. Belki de insanın en bezgin
anlarında esas sağım işi yapılır; ürün verir; yaşamın kendisine dokunur; bütün hissiyatıyla.
Arkadaşıma ne oldu;
deyince, şehsi bir olaydan çok genel bir sıkkınlığı anlatmaya çalıştı. Bütün
konuşmalarının merkezinde “ Beni Anlamıyorlar” , “ Hiç Kimse Beni Anlamıyor”
şikâyetini adeta perçinleyerek tekrarladı.
Hep peşinde koştuğumuz
şey anlaşılmaktır. Bunun yanında kabul görmek… El üstünde tutulmak… Yani,
önemsenmek; tam olarak anlaşılmasak da, insan önemsendiği zaman; yani yeterince
“haklısın” diyen varsa; aslında esas ANLAŞILMAMAK o zaman başlıyor.
Yanılgılar,
saplantılar ve ileride büyük bir hayal kırıklığı yaşatacak övgüler, alkışlar
insanı en güzel zamanlarında; yaşın kemale erdiği, onurlu, erdemli bir yaşam
keyfi süreceği zaman yalnız bırakmaz.
Örnek vermek
gerekirse; yaşamını sert karakterli, bol apoletli, kariyerli geçiren insanların
hazin sonu böyledir. Kırılmalar, kırgınlıklar çöker üstüne; yaşarken, beden
ölmemişken.
İşte tam da bu
yüzden anlaşılmamak önemlidir. Size niçin? Sorusunu sorduruyorsa daha da
önemlidir… Niçin anlaşılmıyoruz? Bizi anlayacak olanlardan ne bekliyoruz? Kıyamet
gibi popülerlik, yani birkaç kelimeyle konuşmak yayılırken; yaygınlaşmışken
anlaşılmıyorum demek; tam da safdillik olacak.
Bir eşeğin bile
taşıyacağı yük belliyken, insanın anlaşılması için, karşısında ki anlama
becerisi insanları iyi tanıması gerekmez mi? İnsanın gözü, kulağı sadece önde
ve yanlarda olmadığı öteden beri bilinir.
Algılarımız; sezgi,
görgü, bilgi, deneyimle yoğrulmuşsa; gözlerimiz, kulaklarımız bedenimizin her
yerindedir. Tıpkı çok iyi donanımlı savaş uçağı gibi; radarları açıktır.
Menzili, hedefi veya koruma kabiliyetini bilir.
Anlaşılmayı hak eden
insan; aydın insansa, uygarlığın yalnız çocuğu olmayı da hak etmiştir. Zordur
işi. Ama oldukça keyifli, heyecanlıdır. Evrenin fısıltıları her şekilde üzerine
yağmaya başlar.
Anlaşılma isteği olan
insan; anlamayı da çözer. Çiftçinin dilini de, işçinin terini de, esnafın nazik
beklentilerini de bilir. İlk önce o anlar; kolay gelsin, bol kazançlar, deyip
onların önemsemelerini saygın bir şekilde yerine getirir.
Bilin ki anlaşılmaya
başlamışsınızdır; sessizce, ağır ağır; ama ileriye dönük…
Fazıl Hüsnü Dağlarca
fizik öğretmeni tarafından oldukça sevilen bir öğrencidir. Onun dersinde
hocanın gözünün içine baka baka şiir yazarmış. Hoca da onu amma çalışkan
öğrenci diye ayrı bir severmiş. Çünkü Fazıl Hüsnü Dağlarca, anlattıklarını not
tutuyor sanıyormuş.
Fizik öğretmenleri
yani namı diğer Gos Baba çok iyi bir öğretmen olmasına rağmen; dersini
öğretmek, öğrencilerini yarınlara hazırlamak için oldukça uğraş veriyormuş.
Öğrencilerin Gos Baba
dedikleri fizik öğretmeni kızdığı öğrenciye, demir hokkayı tutar şöyle
seslenirmiş;
“ Şimdi cism-i sakili
kafana fırlatırım.”
Anlaşılmak,
anlattığını anlamaları için neler yapılmadı bu diyarda. Hem de iyi bilinen öğretmenler,
imamlar, anneler, babalar. Dövdüler, sövdüler, falakaya yatırdılar. Eskiden
karakola gidip de sopa yemeyen yoktu.
Niçin? Hepsi
anlaşılmak için mi?
Hayır! Yeterince
eğitim, uzağı görme, dönüşüm yaşayıp kentli olmadığımız için…
Uzağı görmek, sadece bilim insanının işi değildir. Yaşamı
önemseyen sıradan insan bile bu görgü sayesinde anlaşılır, sade bir yaşam
sunar; hem de nazik, alçak gönüllü bir görüntü içinde.
Fazıl Hüsnü
Dağlarca’nın babası okuldan geldiğinde sorarmış; “ Bugün ne öğrendin?” Fazıl
Hüsnü cevap verir; “ 30-30 şey ! “ Babası ise şöyle söylermiş;
“ Yok! 20-30 şey
görülür. Öğrenilmez. Bir şey öğren”
Yaşama ait 20 ile 30 bin gece yaşayan insan; her gün bir şey
öğrenmeyi denemiş olsa; anlaşılırlık ve anlaşılmazlık söz konusu bile olmazdı;
sonsuz evrenin uçsuz bucaksızlığı gibi bir şey olduğu anlaşılırdı hayatın ve
dünyanın. Çünkü bizler evrenin biricik ve sonsuza dönük parçalarından başka
hiçbir şey değiliz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder