31 Ağustos 2023 Perşembe

ADA DA SABAH YÜRÜYÜŞÜ

 

Kamera; Güven Marmara Adası
Kamera; Güven Marmara Adası

Kamera; Güven Marmara Adası
Çınarlı Diyarı

                    ADA DA SABAH YÜRÜYÜŞÜ ve DÜŞÜNCE SÖRFÜ

    40.51 enlem,27.72 boylam üzerinde bulunan ada üzerinde gün ağarmıştı fakat güne ışık taşıyan güneş, tepelerden henüz yürüdüğüm yere inmemişti. Çok az çaba ve hızlı adımlarla adanın insandan arınmış, daha fazla kuşların, tepelerin, kır kokularının daha çok olduğu yere geldim. Parlak gri kayalıklarda oynaşan, kırlangıç dilinde şarkılar söyleyen, belki de şölen yapan kırlangıçları görmeliydiniz…

   Gece avlanamamış cüce baykuş son bir hamle daha yaparak küçük çalılıklar arasına süzülse de avı ondan çok daha önce kaçtığı için, uçtuğu kayaya geri döndü. Av kaybolup gitmiş olsa bile, ne avcı vazgeçerdi bu uğraştan, ne de av, kaçabilirdi avlanma kaderinden…

   Salvador Dali’nin Eriyen Saatler eserlerindeki gibi zaman henüz eriyip ayağımın altından kaymadan önce adanın güneybatı tepelere doğru yarı taş, yarı tozlu yolu izleyerek tırmanışa devam ettim. Yukarılara çıktıkça geldiğim yerin manzarası günün en taze ışıklarıyla renkten renge, desenden desene geçiyor, güneşli sabahlarda bolca yapılan dansları tekrarlıyordu.

  Küçük çalılıklar, makilikler, adanın öz evlatları gibi hüküm süren katırtırnakları, böğürtlenler, yaban gülleri yeşilin er tonunu izleyicisinin önüne sermeyi neredeyse borç biliyorlardı.

  Yukarılara tırmandıkça zeytinliklere ulaştım. Zeytin bahçeleri arasına, kıyı boyunca uzanmış kendilerince “Sığınma yeri” haline gelmiş yazlıklar, yalılar, köşkler sıralanmışlardı. İnsan denen canlının harcadığı tonlarca emeğin yanında, adanın eşsiz dokusuna; doğa ve hayvan çeşitliliğine verilen zararların derecesini doğa bilimcileri inceleye durup, okunmayan, uygulanmayan notları düşe dursunlar…

   Çocuk yaşlarda, henüz farklı mekânların, yerlerin sentezini yapacak anılarımın olmadığı zamanlarda doğduğum ve yaşadığım yerin eşsiz, benzersiz olduğuna inanmakla birlikte mucizevî bir şans görürdüm; Meriç Nehri ve Ege Denizi yakınlarına kadar uzanan ovanın her türlü renkli ve her tarlada bulunan ahlât ağaçlı hallerini.

   Zannederdim ki buralardan hariç başka hiçbir yerden büyük tatlar almaz, hazlar duyamaz, böyle güzel çocukluk anılarını oluşturamam…

   En az çocukluğumun geçtiği yerler kadar seveceğim onlarca yer oldu. Şehirler, kasabalar, köyler, vadiler, tepeler ve dağlar… Bunu bilerek veya isteyerek mi başardım, yoksa edebi dünyanın amatör sancıları içinde gezme merakı içinde yüzmeye bilmeden yüzme isteğime mi borçluyum; bilemiyorum!

  Bildiğim bir şey varsa, gittiğim yerlerdeki mekânlara hapsedilmedim… Müzelerini, sergi salonlarını, tiyatro ve opera binalarını merak etmemle aynı zamana denk gelen meraklarım arasında, her yerin kendine özgü tabiat zenginlikleri, tarih, yüzey şekilleri, bitki ve ağaç çeşitliliği var. Oralara dokundukça, oralara yaklaştıkça; Bergama’ya, Selçuk’a, Çeşme’ye, İzmir’e, Demre’ye, Antalya’ya, Eskişehir’e, Kayseri’ye, Ürgüp’e, Kars’a, Erzurum’a, Tekirdağ’a, Enez’e, Çanakkale’ye ve daha bir süre yere doğduğum yere baktığım gibi; çocukça, yarı düşlerin, yarı gerçeklik içinden bakakaldım…

  Adalar ile kurmuş olduğum bağ da böyle oldu. Önce Marmara Adası, derken Gökçeada, Bozcaada, Büyükada, Burgazada, Kınalı, Heybeli hepsi birbirini takip etti.

   Geldiğim noktada; sevmek önce yürümek ve sonra taşına, toprağına, tozuna, dumanına, çiçeğine, ağacına ve o yörenin tarihine, öykülerine dokunmakla ayrı ve ayrıcalıklı bir zenginlik yaratıyor.

  Kısacası dostlarım, gün ağarırken çıkmış olduğum ada yürüyüşünde bunları düşündüm. Sadece doğduğum yere, çocukluk anılarıma hapsolmaktan çoktan kurtulup her yere aitlik, aynı zamanda hiçbir yere ait olmayan yabanıl bir hissiyattır benimki…

 Güven SERİN 

 

 

  







29 Ağustos 2023 Salı

FERHADANLI: MARİFETLİ İNSANLAR DİYARI

 

Kamera; Güven
Mehmet Kara,Mehmet Çevik,Recai Deniz


Kamera Güven
Ferhadanlı Tekirdağ

Kamera; Güven
Berber koltuğunda oturan kişi: Mehmet Çevik
Berber: Kamil Yıldız 75 yaşında,56 yıldır
berberlik yapıyor.

Mehmet Kara,Mehmet Çevik

Kamera; Güven


Kamera Güven
Mehmet Çevik ve dayısı: Haşim Çolak

                   FERHADANLI: MARİFETLİ İNSANLAR DİYARI

  Tekirdağ’da Diyarbakır karpuzunun başrol oynadığı zamanlarda bir baktık ki Ferhadanlı karpuzu anılmaya başladı. Dikkat buyurunuz; beş on yılda Ferhadanlı denen marifetli insanlar diyarında, bir günde YÜZ kamyon karpuz yüklenir, ülkemizin her yanına yollandığı gibi başka ülkelere ihracat yapılırdı…

  Karpuzu yıllar, eski bolluk bereketli zamanları kaybetmiş görünse de, bunun sorumlusu Ferhadanlı insanları değildir. Sorun; SU sorunudur. Gölet, baraj, ismi ne olursa olsun yapıp da her tarlaya su ulaştıran kanalları suyla dolduramazsan; çiftçi bu yükün altından kalkamaz ve bir anda sulu tarımdan vazgeçer…

   Ferhadanlı’nın caddeleri, sokakları tertemiz. Görünen o ki, belediyelerimiz marifeti bol olan bu yere önem ve değer veriyor. Karpuz ekimi azalmış olsa bile su kenarına yakın olanlar tarlalar karpuz kavunu ile yine öne çıkıyor. En tatlı, en doğal olanı ve en hakkı verilen ürünleri burada bulmak mümkündür. Ekmeği de, tereyağı, ekşimiği, peyniri de…

   Pazara çıkan Ferhadanlı kadınlarının ekşimiği, peyniri ve sütü, ilk önce biten ürünlerdir. Niçin? İçinde marifetin bildik değerleri vardır; disiplin, sevgi ve hüner…

  Mehmet Çevik’in teyze oğlu Hasan Lafçı’yı ziyaret ettiğimizde, bahçesinde dinlenen iki keçiyi gördüm. Keçi peynirinin gücü, neşesi, sıhhatli gerçeği için Hasan Lafçı keçi beslemeye başlamış. Ailesinin ihtiyacının çok ötesinde yapmış olduğu peynirler de Ferhadanlı insanının disiplin, sevgi ve marifet stratejisini göstermeye yetiyor.

   Hasan Lafçı: - Keçileri satacağım, deyince: -Niçin, satacağını sorduğumda:

—İyi güzel bize çok faydalı ama çok bağlayıcı; hiçbir yere gidemiyor, gezemiyor, göremiyorum.

   Hasan Bey,40 yıl sağlık dünyası içinde aranan çalışanlardan birisi olmuş. İnsan ömrü çok daha uzun olsa, belki 140 yıl da aynı sektörde çalışacak yörenin ayrı bir değeri ve kıdemlisi…

  Eğitimci sanatçı Mehmet Çevik’in öncülüğü ve ev sahipliğinde Ferhadanlı insanlarını daha yakından tanıma şansını buldum. Kahvehanesi, bakkalı, berberi, üretici insanlarıyla köy kokuları, horoz ve hayvan sesleri halen duyulan, gençlerini şehre kaptırsa da, yeterli su imkânı bulsa, bölgemizin önemli ihtiyaçlarını karşılayacak çalışkan köy insanlarının karpuzu kadar meşhur olmuş esnafı da var. Köyün 56 yıllık berberi Kamil YILDIZ… Dili yok ama marifeti çok… Fotoğraf sanatına ilgisi, belki de fırsatı olsaydı, Ferhadanlı’ya başka birincilikler getirecek bir usta. Onun tıraş edişini izledim. Sadece elleriyle, gözleriyle, deneyimiyle değil, sanki ruhuyla da tıraş ediyor oraya oturmuş; ununu elemiş ve eleğini henüz başka yerlere asmamış insanları…

  Ferhadanlı’nın marifetli insanlarını anlamak ve tanımak için birkaç saat yetmeyeceği bellidir. Geçirdiğim sürelerde gözlemlediğim bir şey var; bu insanlara yeterince su desteği sağlansa; seksen yaşında olan, kırk yaşında olandan önce gider…

   Mehmet Kara ile Rafet Bey’in ortaklıkta bulundukları gölet kıyısında bulunan bostanına, bahçesine gittik. Ürünlerin bolluğu, yapılan hizmetin dürüstlüğünü ve disiplinini göstermeye yetiyor. Doğa denen yüce ana, sen ona el uzatır, samimi yaklaşır canını yakmazsan, her zaman bir, beş alır ama yüz, bin vermeyi de pekâlâ bilir…

   Rafet ve Mehmet Bey’in yetiştirdiği Kırkağaç Kavunu kır soframıza kondu. Peynirin, yine kendi yetiştirdikleri domates ve kavunun tatları, bildiğimiz tatları nazikçe bir kenara itti: - Affedersiniz ama esas kavun, domates, biber biziz, dediler…

   Kahvehane sohbetlerinde kendilerine ihtiyar demeyen ve ihtiyarlığı hak etmeyen insanlardan birisi de Mehmet Çevik’in dayısı Haşim Çolak’tı. Böyle insanları dinleyince, tanıyınca; “Yaşlanmak güzel şey be kardeşim” demeyi de doğru buluyorum…

  Velhasıl arkadaşlar, bir Ferhadanlı gününde birçok insanı tanıdım. Mehmet Çevik’in teyze oğlu Hasan Lafçı, Rafet Bey, çocukluk arkadaşı Mehmet Kara, bir ay önce tanıştığım Recai Deniz ve daha birçok Ferhadanlı insanı, gölgeleri, kahvehaneleri miskinlik etmek için değil, dinlence, bilgilenme ve gelen misafirleri dinleyip fikir edinme yeri olarak terci ediyorlar.

Güven SERİN


25 Ağustos 2023 Cuma

YENİ NESİLLERİN DİLİ,NEZAKET KOKUYOR

 

internet

      YENİ NESİLLERİN DİLİ ve ŞARKILARI, NEZAKET KOKUYOR

  Kaç zamandır yazacağım bu konuyu erteleyip duruyorum. Ta ki bu zamana kadar… Biz X Kuşakları ilginç nesillerin öz evlatlarıyız! Ne şiş yansın ne de kebap felsefesiyle büyümüş, iki arada bir derede yüzmeye çalışan, kıtlık zamanı anlatımları ve 21.yüzyılın değişen dünyası arasında kıvranıp duruyoruz…

   Hani nasıl derler; ne köylülüğümüzün hakkını verebildik, ne kasaba ve kentli duruşlarımızın… Kendi kuşağıma birkaç tokat attığım için üzgün olmadığımı söyledikten sonra yeni kuşaklara; Y ve Z Kuşaklarının kendi sessiz, zarif devrimlerine döneceğim.

   Amacım ne sosyolog, ne de psikolog dünyasına girip rol çalmaktır. Gözlemlerimi edebi bir dille anlatmak, neredeyse yeryüzü yaşam amacım olduğu için ben de kendi işimi yapıyorum.

    Herhangi müzik aleti çalmak, şarkı söylemek gibi yeteneğim olmasa bile müzik dünyamın genişliği, çeşitliliği kendi sınırlarımı zorluyor. Bu aralar yeni nesiller ne dinliyor; diye merak edip birkaç aydır onların dinlediği ağır abi ve ablaların “Popüler” dediği,çok çabuk gelip geçecek müzikleri dinliyorum.

   Şunu söylemeliyim ki neredeyse bir sürü şarkının bağımlısı oldum. Aylardır nedenini sorguluyorum. Yeni nesil, nesiller bu kadar köksüz mü diye önkoşul koymadan, onların Türk Sanat, Türk Halk Müzikleri konusundaki mesafelerini de dert etmeden usulca sokuldum şarkıların nezaket kokan nefeslerine ve sözcüklerine.

  Sessiz devrim gibi bir şey dizilmiş şarkıların sözlerine. İrem Derici ve Eda Sakız, Papatya Falı şarkı sözleri;

 “Papatya falına bi’kural koydum/Sadece seviyor seviyor/O gözleri bu ömrümün armağanı/Yaradan kime ne vereceğini biliyor.”

   Mavi Gri ve Ahmet Hatipoğlu’nun Ölümle Yaşam Arasında şarkısı;

 “Ölümle yaşam arasında bir çizgideyim/Onca lafın arasında küfür gibiyim/Sanırım bitti barışamayız/Bundan sonra/Koca yılın anısını/Bir anda nasıl sileyim/Ah döktüğüm bu yaşlar/Aslında gönlümün selalaları/Bir başka gün başlar/Eksilmez başımın belaları”

  Yeni dinlediğim yeni pop kültürünün popüler haykırışları böyle… Şarkıcıların tonları, ruhlarına binmiş yükleri anlatan sözcüklerin tamamı; ton olarak, anlam olarak da barış kokuyor. Anlayış kokuyor. Nazikçe geri çekilip kabullenmenin yanında yaşamın içinde yeniden var olmayı, bin bir türlü renk, ses ve desenleri anlatıyor…

    Ya toplumun büyük çoğunluğunu yıllarca kendine çeken Arabesk müzik? Şarkılara dokunan sanatçıların seslerindeki o korkunç hüzün? Ses renklerindeki karalar bağlayış? Çilekeş, derin acı ve yarıkların yanında kor ateşleri ve korkunç öfke, kin duygularını tetiklemedi mi?

   Sahilde yürüyen iki genç kız, yaşları 15–16 olmalıydı. Boyca daha küçük olanın boynunda ses kalitesi çok iyi olan müzik aleti, pop ve rap tarzı müzik çalıyor. Yakınlarından geçen birisi olursa hemen müzik aletini kapatıyorlar. İnsanın içinin sızlamaması mümkün mü? O kadar barışçıl ve ürkek haldeler ki, kim bilir kaç kez ağır abi ve ağır ablalardan azar işittiler!

   Y ve Z Kuşağı sessiz devrimlerini her alanda yapıyorlar. Evlenirken, boşanırken, başka ülkelere hiç düşünmeden göç ederken… Müzik dinlerken ve korkunç gürültü ile konuşanların, haykıranların yanlarından uzaklaşarak; ister babaları, ister anneleri olsun…

  Son sözü yine popüler kültür diyerek bir kenara ittiğimiz Can Koç ve Naz Dej’e bırakıyorum;

“Issız ada gibiyim/Ne gelenim var/Tek hayalin var/Tek hayalim var/Kurtulamadım aşk acı bana/Açma bana yara/Yine tuttur-tuttur dur/Beni sev diye/Yârim ol yine/

 “ Gökyüzünü tutamam/Yıldızları çalanlar var/Bu karanlığın sebebi onlar/Sözlerimi tutamam/Hayallerimi çalanlar var/Bu vazgeçişimin suçlusu onlar.”

  Çalmayalım gençlerin; evlatlarımızın hayallerini. Hafife almayalım onların sığ görünen, popüler dediğimiz dinletilerini. İnanılmaz bir devrimin eşiğinde, uzay çağının tam da içinde olacak olan; ONLAR…

Güven SERİN  

  



22 Ağustos 2023 Salı

ARKADAŞ PASTANESİ

 

Kamera; Güven 

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                                                 ARKADAŞ PASTANESİ

                   ( Bir Kıvılcım Düşer Önce, Büyür Yavaş Yavaş )

     Mekânlar, caddeler, sokaklar, mahalleler, gökdelenler; insan denen canlının insanlık yolculuğunda, her daim içinde olduğu, bağlar kurup ömür tükettiği yerlerdir…

    Bu yerlere ruh ve tat katanlar ise mekân sahipleri ve çalışanlarıdır. Samimi bir hoş geldin, ustalık kokan bir hizmet; insan denen canlının ruhsal çıkınında sonsuza kadar taşıyacağı en değerli anılarının parçaları haline dönüşür.

   Bir dönem nasıl ki TARSAL, Yalı Hamamı, Lale Pastanesi, ŞAR, Atlas Pasajı, Direkleraltı, Sinemalar Sokağı, Eski Liman ve kayıklar, şehir yaşamının sosyal ve kültürel hayatının bir parçası haline geldiyse, Arkadaş Pastanesi de öyle, ilk önce Lise Caddesi köşesi ve sonra Hükümet Caddesi Sümerbank yanı, kent yaşamına ait gençliğin buluşma yeriydi.

    Salep, dondurma, supangle, keşkül ve poğaçalar; hepsi usta ellerden çıkmış, beğenildikçe daha iyi tat verme felsefesiyle beslenen ürünlerdi…

    Tekirdağ Ahmedikli Köyü kendi içinden çıkarttığı Mehmet Sevimcan’ı Tekirdağ’a, Arkadaş Pastanesi: Ticari ve sosyal hayatını inşa etmeye yolladı. Az bulunur çıraklığı, kalfalığı taşıyıp ustalığa erişen insanlar.

  Mehmet Sevimcan da az bulunur insanlarımızdan birisidir. Şehrimizin sosyal hayatına izler bırakmış, nesillerin diğer nesillere anlatacağı mekânların içine ruh katmış Tekirdağ insanlarımızdan…

   Pastane yolculuğu Melek Pastanesi ile başlamıştı. Ustası, aynı pastane sahibi Faik Huyluoğlu’dur…

  Bir zamanlar, yani şimdinin şehir dünyasının peşinde koştuğu “Organik” yaşamlar fazla değil kırk elli yıl önce bu gezegende halen tükenmemişti. Bu yüzden “Arkadaş” sözcüğü çok değerli ve söylendiğinde özel bir anlam yeşerir…

  Arkadaş şarkısını ilk önce Melike Demirağ’dan dinlemiş, yasaklı hale gelen kasetini bir kış günü, Balkanlara yakın olan Paşaköy diyarında alev alev yanan sobaya atarak, kendimce bir önlem almıştım. Yılmaz Güney’in sözleri, Mehmet Attila Özdemiroğlu ve Şanar Yurdatapan’ın bestelediği Arkadaş şarkısı, Melike Demirağ’ın sesiyle, çok kuvvetli duyguları-sözleri hafif, mağrur yaz yeli utangaçlığı içinde anlatıyordu.

   Tam da o yıllar Tekirdağ’ın gençlerine Arkadaş Pastanesi ve Mehmet Sevimcan hizmet ediyor, kulak kesiliyor, onlarla birlikte sadece çay değil sohbetler de demliyordu.

   Gözden uzak, gönülden de uzaktır sözleri belki doğrudur. Görmediğimiz insanları, unutulan anılarla birlikte bir yerlere süpürüyoruz. Mehmet Sevimcan ile birkaç ay önce karşılaşmış o zaman öğrenmiştim Arkadaş Pastanesi’nin devam ettiğini. Eski günlerindeki gibi olmasa da, bir ömre yayılan en değerli zamanların devamı olan göz nuru, gönül bağı bir şekilde korunmuş, kollanmış ve bugüne kadar yaşatılmıştı.

   Yavuz Mahallesi Oruç Reis Sokak üzerinde küçük bahçenin içinde aynı ses, bakış, insana insanı taşıyan kişi; Mehmet Sevimcan, elinde bastonu, yürümekte zorluk çeken ayaklarına rağmen esnaf bilinci, şehir kültürüne imbikten süzülmüş bir esnaf olarak yaşamaya ve yaşatmaya devam ediyor.

   Yeninin, güncelin peşinden koşarken, diğer zamanlarla buluşmak, çok hızlı tükenen ve tüketilen bir dünyanın içinde yer alırken, yaşamın dönüşümünü, çığlıklarını berrak sesini, nefesini duymak apayrı bir şenlik; kent kültürü, şöleni gibi bir şey…

 Güven SERİN 

 

 

 

   







18 Ağustos 2023 Cuma

ERGÜDER YOLDAŞ: ELDE VAR HÜZÜN

 

İnternet


İnternet

                                  ELDE VAR HÜZÜN: ERGÜDER YOLDAŞ

  Attila İlhan şiiri Sultanı-ı Yegâh’a ile başlayan yükseliş, gelen ödüller, şenlenen yuva, Atilla İlhan’ın bir başka şiiri; Elde Var Hüzün ile son bulan, yıkılan bir yuva ve darmadağın olan bir sanatçı-besteci: Ergüder Yoldaş…

   Nur Belda Yoldaş eşi olmadan öğrencisiydi. Birbirini sevdiler ve aradaki büyük yaş farkına rağmen 1976 yılında evlendiler. Bir yıl sonra da oğulları Devrim dünyaya geldi.

   Attila İlhan’ın şiiri Ergüder Yoldaş tarafından bestelenip eşi Nur Yoldaş tarafından okunduğu vakit yıl 1981’i gösteriyordu. Müzik otoriteleri tarafından “Çığır açan” bir şarkı oldu denen şarkı ülkemizde çok beğenildiği gibi uluslararası beğeniyi ve ödülleri de aldı.

   Ya sonra? Aileye büyük moral olan başarı, kendi müzik şirketlerine sahip olmalarına olanak verdi.

  Dinleyici tarafından beğenilen Sultanı-ı Yegâh albümü, öne çıkan Sultan-ı Yegâh şarkısı için derinliği olan, batı müziği ile doğu müziğini muazzam bir şekilde bir araya getiren besteci, bestekâr ve kompozitör Ergüder Yoldaş için bunu başaran tek insandır, diye söz ettiler. Alkışladılar, övdüler…

  Aynı besteci bestelediği şarkı öne çıkıp ödül aldığında büyük alkışları,övgüleri alırken,onları dibe götürecek,eşiyle boşanmalarına sebep olacak Elde Var Hüzün albümü dinleyici tarafından tutulmayınca,karaya vurmuş balinalar gibi ölümü bir başka şekilde tercih edecektir…

   Bilirsiniz, zaman zaman karaya vuran balinalar bilim dünyasını şaşırmaya devam ediyor. Nedenlerini araştırıyorlar. Tam olarak bulmuş sayılmasalar da okyanusların kirliliği, okyanuslarda yapılan askeri tatbikatlar, yaşadıkları stres veya başka sebepler olabileceği tahmin ediliyor.

   İnsan denen canlının ise zekâsı, sorunlarla baş edebilme beceri ve dehası olmasına rağmen çok hassas olanlar, büyük kırılma yaşıyor. Ergüder Yoldaş için büyük kırılma eşi Nur Yoldaş’dan ayrıldıktan ve kurmuş oldukları müzik şirketinin ekonomik sorunlarından sonra ortaya çıkmıştı.

   Büyük bestekâr belki de kendine verdiği büyük cezanın karşılığı olarak Büyükada’nın yolunu tutacak sağlığının hızlı bir şekilde bozulmasına neden olacaktı… Ada yılları 12 yıl sürdü. Büyük çoğunluğu derme çatma barakalarda geçen 12 Büyükada yılı dış dünyaya farklı farklı yansıdı.

  Ergüder Yoldaş için deli diyenler olduğu gibi seçtiği yaşama, pırıltılar saçan ünlü dünyasına sırt çeviren Sokrates, Diyojen felsefesine yatkın dik duruş da denilebileceğinin altını çizmek isterim…

   Kısacası, Büyükada tercihi bilinçli alınmış, deli bir adamın değil, belki de kendi dünyasında ona pranga olmuş birkaç acılı olayın karşılığı bir ceza veya insanlardan ısısız bir dünyaya kaçma bestesini; sonlu olan insan yaşamının bir başka yönünü kendi yaşamıyla anlatmak istemişti.

  Alabalıklar hakkında bilinen bir şey; çok temiz suları tercih ettikleri üzerinedir. Bal arıları için de öyle; kötü kokan, çürümüş bir şeye asla gitmezler. Taptaze çiçeklerin en güzel nektarların, polenlerin büyülü enerjilerine uçarlar…

   Ergüder Yoldaş için de hissiyatım odur; kendi yaşayacağı temiz havayı, huzurlu şartları bulamayınca, Büyükada’nın arka taraflarında en ıssız olan çalılıklar içinde bir yaşam; onun belki de teselli bulacağı, karşı duruşunu yapacağı son durak olacaktır, diye düşünmüş olabilir…

    Ergüder Yoldaş ile eşi Nur Yoldaş Attila İlhan’ın şiiri için şairin yanına gittiklerinde bu fikri ona söylemişler. Attila İlhan genç sanatçı Nur Yoldaş’a ; “ Taşıyabilecek misin?” sözü ise tam manasıyla bir öngörü değil de nedir? Her ikisi de ünlü olmuşlar, o günün sanat çevrelerinde konuşulan sözcüklere göre; “ Çığır açmışlar” fakat birkaç yıl sonra ise bambaşka yönlere evirilmişlerdi…

   Destansı dönüşüm, zenginlik, rütbe ve ünler; insanın ruhunu hasta kılacak veya paramparça yapacak kadar güçlü bir enerji yaratıyor dersek yanlış olur mu bilemiyorum…

 Güven SERİN 

  





11 Ağustos 2023 Cuma

DÜNYA ŞİİRİNİN ATLASI: SAİT MADEN

 


İnternet

                              DÜNYA ŞİİRİNİN ATLASI: SAİT MADEN

  Doğan Hızlan bir çalışmasında Sait Maden’den; “ Dünya şiirinin Atlası’dır.” Diye söz ediyor. Edebi dünya denen evrenin, dışarıda çok uzaklarda düşlediğimiz evren kadar genişlediğini düşünüyorum. Her yeni öğreti, muhteşem sanatçılar ve eserleri, bir kez daha kendimle yüzleşmeme, akan zaman nehrine yetişemediğimiz gibi, sanatçıların en değerli eserlerine de yetişemeyeceğimi biliyorum.

  Peki, ama dünya şiirinin Atlası ne anlama geliyor? Doğan Hızlan şöyle izah etmiş; “ Atlas, Yunan mitolojisinde titan İapetos’un oğlu ve Menoitios,Prometheus ve Epimetheus’un kardeşi.Mitolojiye göre yerkürenin batısında,Zeus tarafından buna mecbur edildiği için sırtında göğü taşımak zorunda bırakılan bir dev.Atlas’a bu görev bir ceza olarak verilmiştir. Sait Maden ise bu görevi gönüllü olarak ilham perilerinden almıştır.”

  Bir şairin bir yazarı etkilemesi, özellikle edebi dünyanın ustalarından birisi olan Doğan Hızlan’ı etkilemesi sıradan bir olay değildir. Doğan Hızlan’ı bir kez Pera Müzesi kafeteryasında onun benden haberi olmadan, benim ise haberdar birisi olarak göz ucuyla izlemiştim. Her zaman yaptığı şeyi yapıyordu. Kahvesini yudumlarken bile önünde bulunan oldukça kalın kitabın sayfalarında göklerde gezinen mitolojik karakterler gibi geziniyordu.

   Dönüp dolaşıp yine gönüllü tercihlere geldim. Bunca zaman, öğreti bana neyi öğretti derseniz, yazarın da sözünü ettiği ilham perileri durup dururken kimsenin kapısını çalmıyor.

  Barış Manço’nun seslendirdiği Gülpembe şarkısını dinlemeyen, sevmeyen yok gibidir. Müziği, sözleri herkesin içine işler. Bir gün Ahmet Güvenç’e katıldığı programda böyle güzel şarkıyı nasıl yazdığını, nasıl etkilendiğini sorduklarında şu cevabı verdi:

—Her zaman, güzel sözler, şarkılar gökyüzünde dolanıyor. Sadece yakalamak, istemek gerekiyor. Ben istedim ve o sözleri, şarkıyı yakaladım.”

   Hissetmek böyle bir şey! Cehov, yaşamı ne kadar çok anlar ve hissedersen o kadar neşe duyarsın derken, insanın özgün ve gizemli halini anlatırken aynı zamanda ilham perilerinin de hissetme biçimiyle geldiğini, neşe ve huzur denen iksirin ruha, bedene süzülmesi için değerli çabaların, emeklerin gerektiği de gün gibi ortadadır…

  Ticarete, siyasete, kurnazlığa saygı duyuyorum. Ama hepsi bir yere kadar… Tatminkâr düşünce, ihtiyaçlar, kazanımlar iradenin tokgözlü haliyle destek bulmamışsa, ne türkülerden, ne şarkı, şiir, tiyatro, opera ve edebi dünyadan beslenmemiz, ilham perilerini çağırmamız mümkün değil…

   Söz sözü açmışken Sait Maden’den birkaç dizeyi de paylaşmak isterim;

 “ Ah şurası gerçek ki şiir yetmiyor

  Kimi kez en kolay düğümleri çözmeye, us tar kümesinde

  Eşelenirken.”

 Güven SERİN 

 


10 Ağustos 2023 Perşembe

KADINLARIN BEŞİBİRYERDE SAVAŞI

 

İnternet

                        KADINLARIMIZIN BEŞİBİRYERDE SAVAŞI

  Altın madeninin işlenmesiyle zarif takılara dönüşen nesneleri sevmeyen kadın yoktur dersek çok iddialı konuşmuş oluruz… Kadınlarımızın büyük çoğunluğu için geçerlidir sözümüz.

   Antik çağlardaki objelerin sergilendiği arkeoloji müzelerinde takılar bölümü her zaman ayrıcalıklı yerlerdir. Kadınlar, antik zamanlardan bu yana altın ve gümüş süs eşyalarına merak sarmışlar. Altın ustaların, işçilerinin muazzam sanat ve zanaati, düşleri bu madenlere öyle bir ruh katmış ki sormayın…

   Tiflis’de gezdiğim Tiflis Arkeoloji Müzesi takılar bölümü oldukça zengindi. Belki de paha biçilemeyecek derece önemli süs eşyaları yüzlerce yıl önce, kraliçeler kraliçesi Tamara’nın boynunda, bileğini ve kollarını süslüyordu... Bu göz alıcı takıları takan kadınların sadece boyunlarında değil yüreklerinde bile yer edinmiş olabilirler…

  İstanbul Sarıyer’deki Sedberk Hanım Müzesi de sadece altın takıları görmek için gidip gezilmesi gereken muhteşem zenginliğe sahip özel müzelerimizin başında, tıpkı antik krallık zamanlarındaki krallar gibi tahtına kurulmuş bir halde…

 Biz yine bugüne, kendi zamanımıza, kendi şehrimizin Beşibiryerdeler Savaşı olarak gördüğüm gösteriye dönelim.

  Moda haline gelmiş kır düğünlerinden birine katıldık. Esintinin en güzellerinin, hava koridorlarının olduğu Tekirdağ tepelerine, bağ-bahçe yerlerine kurulmuş, günümüz insanı için; “ Çok güzel yatırım” diyeceğimiz ve çoğalan mekânlardan birisi…

   Ay güneye bakan tepelerden doğmaya başladığında düğün sahibi akrabası, tanıdıkları olan kadınlar da sahnede ve davetliler arasında dolanıyorlardı. Derler ya; “ Çirkin kadın yoktur, bakımsız kadın vardır!” öyle bir halde, düğüne gelen kadınlarımız, kendilerine yakışan en temiz, en gösterişli giysileriyle donatılmışlardı.

  Yaz ayı olması nedeniyle kadınlarımızın takılarını sergileme şansı, güneşin sımsıcak ışınları gibi sapsarı altınların rütbeler savaşına döndüğünü gözlemledim.

   Özellikle birbirine yakın ve tanıdık olanlar; rekabet halinde olan kadınlarımızın gösterişli yanları sadece giysilerinde değil, boyunlarındaki Beşibiryerde olan takılarında iyice belirgin hale geliyordu.

  Beşibiryerde ve kollara takılan bilezikler birbiriyle yarışır haldeydiler. Gördüğüm kadarıyla özellikle ev kadını konumundaki kadınlarımız, bu işi iyice rütbe savaşına dönüştürmüş. Kalın gösterişli, güneş rengindeki bilezikler bir yana, bir tane, iki, üç yetmezmiş gibi beş tane Beşibiryerde takan kadınlarımız, sanki yere dokunmadan uçarcasına diğer alt rütbeli kadınların yakınında, bir tanrıça gibi uçarak dolaşıyordu.

  Tarihe geçen, on yıl süren efsanevi Truva Savaşı bile Paris ile Helen’in yasak aşkı için sanılsa da gerçekte Truva’nın altınları için yapıldığını biliyoruz. Altınlar, altın takılar her zaman zenginliğin, şıklığın, gösterişin ve rütbelerin savaşı içinde oldular. Sümer, Mısır, Roma, Osmanlı, Frigler, Likya ve daha nice uygarlıklar, altın denen bu muhteşem madenin bir yerde kulu kölesi ve savunucusu oldular…

  Düşünüyorum da o eşi benzeri olmayan bu zenginliklerin tarafında olan toplumların yaşadıkları trajedilerde veya mutluluklarında, ALTIN denen zenginliğin ne kadar payı oldu?

  Bütün bunları, değerlendiren bir araştırma yapılsa, değişen çok şey olur mu olmaz mı düşünceleri bir yana; ay aydınlığında, doğanın serin rüzgâr koridoru içinde, henüz kır düğün alanı yapılmamış yerlerin kır kokuları yakınında; kadınlarımızın rütbeler savaşını, kimsenin ölmediği bu değerli şöleni izlemek, sıcak yaz gününe yenilen serin dondurma eşliğinde pekiyi geldi…

 Güven SERİN 

 

 

  


8 Ağustos 2023 Salı

BİR KADIN: KAŞIKÇILI

 


Kamera; Güven 

                                          BİR KADIN: KAŞIKÇILI

   Kimileri için abla, kardeş, elti; eşi Bey Aga (Hüseyin Yıldız) için bir eş ve evlatları için bir anne…

    Ekmeğini kendisi yoğurur, kendisi pişirirdi. Şimdi yerinde yeller esen gerçek köy ekmeklerinden… Kendisi yemekten çok yedirmeye adanmış, yazgısı; üretmek olan Bir Kadın: Kaşıkçılı…

    Civar köylerde O’nu “Yorgancı Hidayet” olarak bilirlerdi. Kim bilir kaç yüz aileye yorgan dikmiş, adı sanı unutulmuş kişilerin öykülerini bilip susan ve sarıp sarmalayan yorganlardan…

  X ve ondan önceki kuşaklar için yatak-yorgan çok önemliydi. Bugünün her evde bulunması mecbur olan eşyaları gibi çok değerli yorganları dikerdi Yorgancı Hidayet…

   Başladığı hangi iş olursa olsun; ağlayıp sızlamaz, didinmez ve yardım dilemezdi. Akıtılacak ise terin en serinini, yapılacaksa işin en marifetli olanını yapar; “İş bilenin kılıç kuşananın” atasözünü harfiyle uygulayan Bir Kadın: Kaşıkçılı…

  “Giderken bir iş, gelirken bir iş yapacaksın” felsefesiyle yaşar, bugünün hastalığı olan şey, “ stres, can sıkıntısı” yanına bile uğramazdı… Kendi evlatlarını büyüttüğü yetmezmiş gibi sarı saçları mavi gözleri olan küçük bir kızı da büyütmeye koşuyordu.

   Köprübaşı denen yerde inerdi Kaşıkçı minibüslerinden. Onu tanıyanlar bilirdi nereye gittiğini. Bir elinde yarım kalmış bir an önce yetişmesi gereken yorgan olan bir beyaz çuval taşırdı. Diğer elinde, iki kişinin zor taşıyacağı birkaç bez çanta bulunurdu. Ağır mı ağır… İçlerinde neler yoktu ki; mevsimine göre kavun, karpuz, soğan, peynir, fasulye ve her zaman küçük kız için başka sürpriz hediyeler…

   Onu karşılamaya gelen genç adam, gelen yüklerin altında ezilir, bunca özverinin nasıl yapıldığını, hangi evrenden süzülen sevgi enerjisiyle gerçekleştiğini düşünürdü…

  —Bunca yükü niçin sırtlandın? Neden getirdin? Dendiğinde:

-Ma kızanım, hiçbir şey getirmedim ki, mahcubiyeti içinde getirdikleri, verdikleriyle hiçbir zaman yetinmeyen Bir Kadın: Kaşıkçılı…

   Ekmeğini kendi yoğurur kendi pişirirdi. İneğini kendisi besler, kendisi sağar ve sütünü yoğur yapardı. Bağ-bahçeden, ahırdan ve mutfaktan arta kalan zamanlarda yorgan, yorgandan çalınan zamanlarda ise yaz dışarıda tüten ateşte pişen, kaynayan yemeklerin kokuları yayılırdı evin, bahçenin her tarafına. Zayıf ve becerikli ak elleri; duman değil ateş kokardı. Elleri, ateş, buğday, hamur, ekmek kokan Bir Kadın: Kaşıkçılı…

   Gri pardösüsü içinde zayıf görünüşlü, elleri yüzü zamanın kırışıklarıyla dopdolu, yazgısı sadece üretmek ve vermek olan Bir Kadın: Kaşıkçılı…

   Her pazartesi Köprübaşı minibüs durağı ve taptaze başlangıçların içinde hiçbir şikâyeti olmayan bir insan… Evlatlarına adandığı gibi torunu için haftanın beş günü, yer-mekân değiştirip bildik insan davranışları sınırlarını zorlayan, gülmeyi bile çocuksu masumiyet ile mahcubiyet ile birleştirip yoğuran, elleri is değil; ateş, buğday, hamur ve ekmek kokan; Bir Kadın: Kaşıkçılı…

 Güven SERİN 


 

 

                  

4 Ağustos 2023 Cuma

ACIMA ve ACININ SINIRLARI

 

internet


                           ACINACAK DURUŞ ve ACI ÇEKMEK

     Oldum olası iki sözcüğü anlamaya çalıştım. Gurur ve Onur, sözcükleri birbirine çok yakın görünse de insanı, insanlık yolculuğunda daima sekteye uğratır…

   Gururun pençesine düşmüş insanların yalnızlığı, korkunç talihsizliği anlatılacak gibi değildir… Hep haklı oldukları gibi, çok büyük kayıplarda ucundan dokunurlar; gurur dedikleri bir türlü yakalayamadıkları öz saygı denen şeyin “Onur” denen asalette, hissediş, özümseme eyleminde gizli olduğunu.

   Suyun dört hali varsa, insanlığın da kırk bin çeşit halleri var. Şartları, coğrafi konumları, deneyim ve eğitimleri deneysel hale getirsek, ne çok insanı körlükten, hiçlikten kurtarır, belki de insanlığın öncüleri haline gelmelerini sağlardık.

    Bilim insanları bilimin yolculuğu içinde “Bu çocuk adam olmaz, bu kişi şu derste başarılı olmaz!” denilen 850 çocukla bir deney yaptılar. Hangi dersten, alanda başarısız olduysalar, o alanlarda daha duyarlı, şefkatli eğitimlerin sonucunda % 70 gibi başarı ettiler.

   Yine acınacak duruma düşme ve acı çekme eylemlerine, duygusal süreçlere dönmek isterim. Kırılgan bir halde her an ya acıklı, dertli görüntüler içinde ya da bir başkasına acıyarak, acı çekerek yaşamlar içinde, bir başka acıklı öykünün kahramanları haline geldik…

   İnsan niçin acınacak duruma düşer? Zavallı görüntü verir? Büyük erdem sahibi insanlar, insanlık yolculuğuna çıkmışlar. Özellikle bir hırka, bir lokma erdemini eşyasız, rütbesiz, mülksüz yaşamışlar ve bulmuşlarsa, o büyük erdemin sadece rütbe ve mal mülkle olmadığı bellidir.

   Anlaşılan o ki, insan denen canlı, kendi öz saygısını kaybedip tutarsız yaşamaya başlayınca acınası-zavallı bir duruş, yaşarken yaşamaz hale gelen bir canlıya dönüşüyor.

   Her insanın, özellikle kendi iradesiyle seçme şansına sahip herkesin istediği gibi yaşama, kazanma ve kaybetme hakkı vardır. İnsanın her halini yaşama hakkı da! Eğer ki diğer canlılara zarar vermiyorsa…

   Sözümüz yolculuğun her halini kendi iradesiyle seçenlere, yaşayanlara değil! Sözümüz, her gün başka kılığa bürünüp o kılıkta bir şeyler bekleyenlere. Bir gün garip bir zavallı rolü, diğer gün ise; bıçkın, gururlu bir insan gibi etrafa çalım satmak; fazlasıyla garip…

   Peki, ama seyirci, bu durumlar yaşanırken seyirci ne yapıyor? Yani komşularımız, diğer tanıdıklarımız; muhatap olduğumuz herkes? Söyleyeyim; bu kadim millet, zavallı duruma düşene acırken bile üstüne basmak ister. Çünkü zavallılığın içindeki boş ve hırslı gururu, tutarsız alışkanlıkları, ilişkileri görünce; acır gibi görünürken bile acıma hissedişini kaybediyor; insan kalmaya çalışan seyirciler.

   Acık çekmek, muhteşem bir şey. Tam olarak çekilen acıyı tanımlamak, onunla başa çıkıp, acıyı; acılara dönüşmeden kaldırma başarısı ise çok daha muhteşem bir onur…

   Acınası duruma düşüp, kaybeden ve zavallı rolündeki insana-insancıklara hiçbir sözüm yoktur…

    Erdem, zenginlik denen şey; beslenmeye görsün tabiatın, evrenin, ilahi kudretin, felsefenin, sanatın ve edebiyatın besinleriyle! Hiç kimseye vermez kendisine acısınlar diye mikrofonu. Mikrofon ele geçirilmiş olsa bile, acıyan herkese filozof gibi seslenmesini de bilir;

 “ Beni öldürmeyen acı, daha da güçlendirir.”

 Güven SERİN 

 


3 Ağustos 2023 Perşembe

FERHADANLI BİLGELERİ

 

TEKİRDAĞ SÜLEYMANPAŞA
FERHADANLI KÖYÜ-MAH.

FERHADANLI
ÖMER YILDIZ,YAŞ 85

FERHADANLI
RECAİ DENİZ'İN BİRİKTİRDİĞİ
ÖYKÜLERİ OLAN NESNELER
FERHADANLI KÖYÜ-MAH
RECAİ DENİZ'İN BİRİKİMLERİ
FERHADANLI
FERHADANLI 

FERHADANLI

                                           FERHADANLI BİLGELERİ

                  ( Bu Yazı; Toprağa Sımsıkı Sarılmış Olanlara Armağandır )

  Yazımın başlığını Ferhadanlılı İhtiyarlar olarak düşündüm ama bana yetmedi. Yoldan biraz yüksekte, yeşil ağaçların gölgesinde oturup da selamlaştığımız Ferhadanlı insanlarının hemen hepsi 65-70 yaş civarı olsa bile ihtiyarlar sınıfına değil orta yaş grubuna giriyorlar. Sadece Ömer YILDIZ hariç! Onun yaşı 85 olduğu halde, çocuk gülümsemesi, neredeyse bütün duyu organlarının dinçliği Ferhadanlı konuşmalarına ayrı tat ve derinlik kattı.

   Ömer Yıldız esintinin olduğu kahvehane önü masasında neredeyse bir yüzyıllık köy ve komşularıyla diğer insanların duruşu gibi, bilge insanlar topluluğunu oluşturmuşlardı.

   Antik kentleri koruyup kolladığınız zaman yüzyıllarca ayakta kalırlar. Geçmişleri de binlerce yıl öteye dayanır. Onları o güne kadar, yani bulunup yeraltından çıkma vakitlerine kadar koruyan tek şey; TOPRAKTIR…

  Ferhadanlı bilge görünüşlü insanları da bu vakte kadar yaşatan şey de; TOPRAKTI… Hepsi, ununu elemiş eleğini asmış olduğu halde, köye gelecek bir ses, bir soluk ve bir öykü peşindeydi.

   Toprağı ekip biçin insanlar böyledir; dinlenme vakti, henüz terleri yeni kurumuş halde çay ve kahve deminde; öteden beriden konuşurken, yeni bir yüz, yeni bir soluk ve haber de isterler…

  Antik kentleri yüzyıllarca bozulmadan koruyup saklayan toprak, ne hazindir ki köylerimizi aynı şekilde saklayamadı! Koruyamadı! Suçlusu toprak mı? Hayır; yüz bin kere hayır…

   Tek suçlusu vardır dersek konumuzu eksik bırakmış, asıl meseleye politik yaklaşmış oluruz…

   Biliyorum ki, bilim sözcüğü bize ağır geliyor. Sanat sözcüğü de öyle, felsefe de… Her evde olması gereken kütüphaneler, resimler, heykeller, müzik aletleri olmayınca toprak bir yere kadar yeşertti köy insanını.

   Ya kentlerimiz; kent insanlarımız? Lütfen oraya şimdilik girmeyelim! Ferhadanlı bilgelerimizi, onlarla konuşma ve onların yüzlerinde, duruşlarında gördüklerimi kısacası yorumlamak isterim.

  Ferhadanlı’yı baştanbaşa dolaşıp çıkışa ilerlerken son kahvehane önünde durduk. Yoldan biraz yüksekte oluşu, sıcak yaz gününe tezat ağaçların gölgesi altında üç masaya yayılmış Ferhadanlı insanlarını görme sebebimiz, onlarla birlikte birkaç söz yudumlama isteğimiz üzerine onların masalarına yakın bir yere oturduk.(Lokman Bey, Metin Bey, Özkan Bey ) ile birlikte.

  Hepsi ayrı ayrı; “ Hoş geldin” dedi. Yüzlerindeki duruş, hepsi derin bilgilere sahip olgun, erdemli kişiler gibi; insana, insanlık adına hasret içindeydiler…

—Çocuklar nerede? Çocuksuz köy olur mu? Yaşar mı? Diye sorduğumda yüzlerindeki çocuk yüzlerin kuytu köşelere çekilmiş, yaşam adına bütün bilgileri süzmüş ve başka yaşama ait bakışların tokluğunu ve özlemini gördüğümü sandım.

   Çocuklarını büyütmüşler ve hepsi kendilerini “Kurtarmak” adına şehre, Tekirdağ’a göç etmişlerdi. Belli zamanlarda Ferhadanlı’ya gelseler de artık onlar başka yerlere aittiler.

   Ömer Bey,85 yaşında olmanın olgunluğu içinde, yaşamın ağırlığından, kayıplarından söz etmek istemese de:

—Ben iyiyim iyi olmasına ama yengeni kaybettik. Biraz da bacağımdan şikâyetlerim var. Bu sözleri söyleyen Ömer Yıldız’ın bilge yüzündeki birikmiş şefkati avuçla değil kucakla dağıtmaya hazır haldeydi.

   Diğer Ferhadanlı insanlar da öyle; toprağı, onlardan önceki atalar gibi ekip biçmişler ve kıtlık zamanlarından öteye, bolluk zamanlarına ulaştırmışlardı. Tam da köyü hissedecekleri zamanda köyler çocuksuz, okulsuz ve insansız kalmış…

   Orada bulunanların konuşma, dertleşme isteği o kadar büyüktü ki, nasıl ki çocuklar sevdikleri oyundan, insandan ayrılmamak için sevecen oyalama taktiklerine sarılırlar; Ferhadanlı Bilgeleri görünüşlü insanları da öyle.Recai DENİZ:-Benim yerimi, biriktirdiğim eski eşyaları da görmenizi istiyorum diyerek hemen kahvehane karşısında bulunan evine davet etti.

  Evin girişinde, insansız eskiden işyeri olarak kullanılan yerin önünde etnografya müzesine layık, bir ömür biriktirdiği aletler, nesneler ve objeler duruyordu. Sadece ön tarafta değil, bahçenin içindeki duvar da geçmişin izlerini, insan seslerini, öykülerini taşıyan onlarca müzeye konacak eserler; bilge duruşlu Ferhadanlı insanı tarafından biriktirilmiş ve çürümeye yüz tutmuşlardı…

   Hastalandığı vakit ölümü hisseden Marcel Proust, “ Hâla vaktim var mı?” diye sormak yerine; “ Hâla, yazacak durumda mıyım?” diye soruyor. Ferhadanlı bilge duruşlu insanlar da öyle; “ Hâla köy kokularını duyabilecek, köy güneşinde yorgun aylaklığın erdeminde gülümseyen sözcüklerle konuşacak mıyız?” der gibiydiler…

 Güven SERİN 

 

 

  















1 Ağustos 2023 Salı

ŞALGAMLI USTALAR ve İŞÇİLER

 

İnternet

İnternet

İnternet
Hayrabolu Tekirdağ Şalgam
Ahmet Balkan ile birlikte

                                             ŞALGAMLI USTA ve İŞÇİLER

    İşçilerin emeklerini, ustaların marifetlerini hakkını vererek, evrensel duruştan bir santim ayrılmadan anlatan ve duyuran en değerli eserlerin başında gelir; Bertolt Brecht’in “Okumuş Bir İşçi Soruyor “şiiri…

    Şalgam ismini, Şalgamlı insanların davranışlarını yıllar önce yurt ve okul yaşamından, kısman de olsa tanımaya başladım. Şalgam’ın yetenekli ustaları ve işçileriyle ilgili bir sürü güzel ve doyurucu söz dinledim…

  “Yedi tepeli Teb şehrini kuran kim?

   Kitaplar yalnız kralların adını yazar.” Diye başlar Brecht’in şiiri.

  Şalgam’a ulaştığımızda gün, usul usul batıya, Güney Yarım Küreye doğru yol alıyordu. Neşesi olmayan ayçiçeği tarlalarının yanından geçtik. Köylerin çocuksuz sokak ve caddelerinden; Metin arkadaşımızın dikkatli direksiyon ustalığı içinde…

  Şalgam’ın içine girdiğimizde yiğit insanların çalışarak, didinerek en az imkânlarla ne güzel evler ve bahçeler yaptığına tanıklık ettik. Her evin bir bahçesi ve içinde onlarca renk, koku, desen taşıyan çiçekleri vardı.

   Koyu gölgesi olan, hemen arkamızda ağaçların, çiçeklerin, sarmaşıkların bulunduğu kahvehane önündeki bank ve masaya arkadaşlarım; Lokman Bey, Özkan Bey ve Metin Bey ile birlikte oturduk. Etrafta, diğer masalarda oturan Şalgam insanlarıyla selam alıp selam verdik.

  Çok yakınımızda oturan Ahmet Balkan ile tanıştık. Yorgunluğu yaşından ötürü değil, üreten insanların, çiftçilerin çektikleri çilelerden olduğunu düşündüm. Anlatınca, yaz zamanı bile hayvan besleyen insanların meraların kuruması, ot ve yiyeceğin azalması nedeniyle hazır yem vermek zorunda kalışlarını, hayvancılığın da can çekiştiğini Ahmet Balkan’ın ağzından dinledim.

  Yakınlardaki fabrikalara her sabah şafakla birlikte yüzlerce Şalgamlı işçinin, ustanın kalkıp üretmek, yaşamın içinde kalmak ve daha onurlu bir ömür sürmek için yola çıktıklarını yine Ahmet Balkan’dan öğrendim.

   Şalgam diyarında üçüncü kuşağa geçmiş lokantaların sayısının altıya çıkmış olduğunu onur duyup, yaşamın içinde üretmenin, hizmet aşkının ve disiplin denen terbiyenin köy denen yerlerde bile nasıl bir üretim şenliğine dönüştüğünü doyamayarak defalarca dinledim…

     Peki, ama nasıl yapıyor da; Şalgamlı ustalar, altı tane lokantanın, onlarca insanın çalıştığı bu yerleri ayakta tutmayı nasıl başarıyorlar?

  Ferdi ustanın yerine, mekânına gittiğimizde orada birkaç saat kaldığımızda nasıl başardıklarını gözlerimiz, tat alma duyularımız, cüzdanımız, vicdanımızla ve gezgin kültürümüzle birlikte çok iyi gördük…

  Hizmetin en iyisini verdikleri gibi, yiyeceğin de en iyisini bugünün şartlarında en ekonomik olanının sunuyorlar. Bir hafta önce şehir içinde; Süleymanpaşa’da gitmiş olduğumuz lokantanın ağzımızda kalan tatları hepimizi mutsuz etmiş, ödediğimiz ücrette gözümüz kalmışken, Şalgamlı Usta ve İşçiler diyarında yediğimiz yiyeceklerin bedeli için ödenen ücret karşısında hepimiz şaşırdık…

   Ne diyordu Bertolt Brecht;

“ Kitapların her sayfasında bir zafer yazılı.

  Ama pişiren kimler zaferin aşını?

 İşte bir sürü olay sana.

  Ve bir sürü soru…”

 Güven SERİN