Kamera; Güven Çoçuklar-Tekirdağ
Yolun yolcusu olan küçük şeyler-kişiler
YA YOLDA OLMAK YA DA YOLDA ÖLMEK…
Fransız düşünür,
yazar Sartre ‘Varoluşçuluk ve Hümanizm’adlı konferansında şöyle der;
“ Tüm var oluşun başlangıcı insandır, insan kendiyle
yüzleştiğinde, dünyada ki varlık hissi insanın içini kaplar ve daha sonra birey
ve algının içinde kendini tanımlar.”
Toplumlara
bulaştırılan hastalıklı düşünceler yüzyılların sürecinden geçtiyse bunu yok
etmek oldukça zordur. Görünürde her şey geçmişe göre daha iyidir. Suyumuz,
elektriğimiz, telefonumuz, arabamız, evimiz, kredi kartlarımız vardır. Yolların
çoğu çifte kavrulmuştur. Her şehre hava limanı açılmaktadır. Üniversiteler çığ
gibi artmaktadır.
Bütün bu gelişmelere
rağmen hastanelere, hapishanelere dolan insanların artışından kim sorumludur?
Sosyologlar bu işe ne diyor? Üniversiteler? Din adamları? Ahlakçılar? Toplum
Bilimini tam olarak anlamadan, insan psikolojisine baskı yapan yön veren
etmenleri tam olarak kavramadan yol almak mümkün görünmüyor…
Yaşadığımız hayatı
bir parça masaya yatırdığımızda günlük yaşamın diğer günlerimiz için ne büyük
öneme sahip olduğunu gözler önüne sermek istiyorum. Ülkemdeki eğitimin
yetersizliğini, eğitimsiz insanların bir parça ekmek, onların tabiriyle
“nafaka” bulmak için ne büyük içtenlik, alın teri ve zorluklar içinde var olma
koşusu yaptıklarını hep birlikte görelim…
Çoktan beri
görmediğim tanıdığımla liman çay bahçesinde buluştuk. Çay ve sohbet kendi
demini oluşturdu. Tanıdığım hastalıktan yeni çıkmış, hastalık sürecinde
hırpalanan bedeni kendini yeni toplamaya başlamıştı. Sonuçlarını daha almadığı
hastalık seyri yakında doktorları tarafından rapor edilecek. Her türlü çaba,
tedavi sürecine rağmen gelinen son noktada tanıdığımın yaşama dair pes edişine
tanıklık ettim. Oysa gösterdiği direnç, aylarca süren tedavinin bir tek anlamı
vardı; YAŞAMAK…
Daha sağlıklı yaşamak
adına doktorlara, hastanelere muhtaçlıktan önce kendimize muhtaç olduğumuzu
öğrenmemiş toplumun fertleriyiz. İlaçlara mahkûm olmadan besinlerle, hareketle,
iradeyle oluşturacağımız sanatsal yaşam, henüz bizlere lüks gibi görünüyor…
Tanıdığıma
olabildiğince gerçeğe yakın moraller verdim. Hastalık sürecinin sonuna
geldiğini, artık yeni yepyeni bir yaşamın içinde olması gerektiğini söylerken
gözlerini kaçırıyor; tüm bedeninin ve ruhunu ona vermeye çalıştığım moral
besinlerini dışa atmakla meşgul oluyor görünümü içindeydi.
Oysa şekersiz içtiğim
çayın şekerlerini garsona verirken ortaya koyduğu düşüncesi, sağlığı ve bundan
sonraki yaşamı için ortaya çıkarttığı yüksek algıdan çok daha fazla oldu. Niçin
şekerleri geri verdiğimi ısrarla sordu. Onların parasını ödemiş olduğumu birkaç
kez hatırlattı. Şeker toplamadığımı, bir kutu şekerin aylarca gittiğini
söylesem de, fayda etmedi… Ona göre en önemli konu; çayın yanında gelen
şekerleri kullanmıyorsak cebimize koyup, eve getirmekti…
Tanıdığımla “geri
verilen şekerler” hakkında dakikalarca konuşmamıza rağmen, ona geri dönecek
sağlığı hakkında bir dakika bile konuşamadık. Çünkü beyni sağlığa, dönüşüme,
yenilenmeye dair bir şey üretmiyordu. Kapalıydı… Çevrenin ürettiklerine kurban
olmuş durumdaydı.
Hâlbuki tanıdığım
oldukça eğitimli birisi. İçindeki edebiyat birikimi, öğretim aşkı oldukça fazla
olmasına rağmen; toplumun baskıları, aşırı toplumcu kalıplara sığınarak geçen
bir ömür onu toplumuna adanmış kurbanlığa dönüştürmüştü.
Oturduğum eve yakın
bir yerde eski bir apartmanın yıkımı günlerdir sürüyor. Yıkımın vazgeçilmezi
yine Roman vatandaşlarımız. Çoluk, çocuk, genç, ihtiyar hepsi, yıkılan
inşaattan çıkacak demirlerin peşinde… Verdikleri mücadele insanüstü… Çalışan
yıkım makinesinin paletleri altında her an kalabilirler! Kepçesi tarafından
ağır yaralanma riskleri var. Bu riskler onlar için sorun görünmüyor. Molozlar
üzerlerinde ormanda daldan dala koşuşan maymunlar gibi; istedikleri sadece
günlük nafaka…
Yıkılan inşaattan
bütün tehlikelere rağmen günde 30-40
kg demir çıkarmaya çalışan insanların umutları bir
günden öte geçmediği halde; verdikleri yaşam uğraşı, heyecanı oldukça yüksek…
Görülmeye değer… Bu insanlara sunulacak iş imkânları, çalışma azimleriyle
birleştirilince ortaya çıkacak üretim, canlılık şenliğe dönüşeceği kesin…
Bu insanların eğitimi
de yok denecek kadar… Bir tek güçleri var onları yaşama bağlı tutan; yaşamın
somut gerçekleri; açlık! Nerede ve nasıl barındıkları bile onları çok fazla
meşgul etmiyor…
Çay içtiğim,
hastalıktan yeni çıkmış tanıdığımın ise her şeyi var… Sizin sizde olmasını
istediğiniz her şey… Bir tek şeyi yok; yaşama arzusu… İyi bir eğitimin,
tokluğun, zenginliğin yeterli olmadığı; yetmediği bir toplumda, toplumsal
hastalıkların hızla bulaşıcı etki yaptığı bu zamanda kurtarıcı bekliyoruz.
Cumhuriyetin ilk 15
yılına geri dönülmeli. Hangi alanlarda hangi devrimlere öncelik verildi!
Toplumu boğan kalıplar ancak eğitim, sanat, ilimle nazikçe yok edilebilir…
Sartre’nin şiiri son
dizlerinde ki gibi; “ Ya yolda olmak/ ya da yolda ölmek…”