7 Nisan 2025 Pazartesi

TELEFONUN UCUNDAKİ SES: ÖKSEL DEMİR

 

TEKİRDAĞ ESKİ LİMAN 2019

İNTERNET

                             TELEFONUN UCUNDAKİ SES: ÖKSEL DEMİR

                           

( Ses Tiyatrosu )

   Sanıyorum bir ay önceydi; eski İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet Altaş atölyeye uğradı. Her zamanki üretme heyecanı ve merakı içinde konuştuk. Mehmet Altaş yıllardır biriktirdiği deneyimleri yaşadığı kente fayda olsun diye, hiç karşılık beklemeden sunmak isteyenlerin en başında geliyor.

   Konumuz şehrimizin kültürel ve sosyal yaşamı üzerineydi. Şehrimizin kültürel yaşamı, sanat yönü açıldığında Öksel Demir’i anmadan kimse geçemez. Geçersek şehir kültürü adına çok önemli eksikler kalır.

  Mehmet Altaş da Öksel Demir’in şiirlerinden, kitaplarından söz edince Öksel Demir sevgi ve saygısını dile getirdi. Artık bana gelemediği üzerine hüznümü aktardım. Önceki yıllarda atölyeye geldiğini, muhabbetine doymadığımı aktardım. O heyecan içinde Mehmet Altaş derhal telefona sarıldı. Telefon uzun uzun çaldıktan sonra Öksel Demir’in sesi:

—Aloo…(Sesinde eski heyecan yok…)Mehmet Altaş birkaç söz konuştuktan sonra ; “ Güven Serin’in yanındayım.” Diyerek telefonu bana verdi. Öksel Demir bu, söz sanatıyla şehir kültürünü bir ömür yoğurmuş, defalarca atölyeme gelmiş, tok sesiyle dolu dolu sohbetlerin demini bırakmış eğitimci yazar ve şair. Ne zaman olsa benimle konuşurken:

—Güven-cim diye başlayan sesin tonu iki insanın yoldaşlığını da pekiştirecek derece kuvvetlidir… Mehmet Altaş telefonu bana verip kendimi tanıttığımda Öksel Demir belki de uzun yorgunluk zamanlarının bir yükü, sanki uzun zaman önce tanıdığı birisiyle değil, yeni tanıştığı bir insanla, bir yabancıyla konuşuyor gibiydi.

   Bilirsiniz, alışık olduğunuz bakış, sesleniş biçimi yazı sanatı içinde mayalananlar için fazlasıyla önemlidir. Durumu idare etmek adına, Öksel Demir’i fazla da yormamak için çok kısa bir soru:

—Şiir çalışmaları nasıl gidiyor Öksel Bey? Yeni çalışmalar var mı? Sorularına sığındım ve aldığım yanıt çok netti:

—O defterleri kapattık artık… Öksel Demir’den duymak istemeyeceğim, onun şehir kültürüne, Tekirdağ’a hep şiir, hep hikâye yazmasını isteyenlerin başında olduğum için; garip bir hüzün yaşadım.

   Eve geldiğimde, geceyle birlikte üzerime çöken günün hüznü, yan tarafta duran Öksel Demir’e ait şiir kitabı tek tesellim oldu. Tanığı Hüzündür Sonbaharın eserini hemen elime aldım. Kitap fotoğrafı deniz kıyısında kayıkların olduğu yerde bir viran ev ve bir de yaşlı bir ağaç resmiyle yaşamın bildik bütün hallerini anlatıyor gibiydi…

   İstem dışı, olarak daha önceleri birkaç kez okuduğum kitabın son sayfasını açtım.52.sayfa ve içinde yıllar önce koymuş olduğum bir tiyatro bileti duruyor. Tam da hüznümün efkârımın en yüksek olduğu zamanda kitabın son sayfasındaki tiyatro biletini elime aldım.2015 yılında gitmiş olduğum, Halep Pasajı’nda bulunan eski tiyatrolarımızdan birisi, Ses Tiyatrosu biletiydi. Oyun, müzikal kabereydi.

   Daha öncesi hiç bu kadar dikkatle incelememiştim bileti. Hatıra olarak hangi tiyatro opera ve müze bileti olursa olsun onların kitap sayfalarında saklama-biriktirme huyum olduğu için, bir kez daha efkârlı bir sevinç içinde bileti incelemeye başladım.

   Ferhan Şensoy’un ölümünden 5,5 yıl öncesiydi. Ferhan Şensoy’un kızlarının yazıp yönettiği Peradaki Hayalet isimli oyundu. Ses Tiyatrosu’nda ilk kez tiyatro oyunu izlediğim geceyi olduğu gibi tüm çıplaklığı ile hatırlıyorum. Tiyatro’nun loca bilet fiyatları daha ucuz olduğu için üst loca bileti almıştım. Sahneyi çaprazdan gören bir yedeydi. Ama en önemlisi bu locanın ismi Haldun Taner’di.

   Tiyatronun konusu ise ÜNLÜ olmak için çabalayan, hatta kafayı bozmak üzere olan gençleri anlatıyordu. Ama o akşamdan bir başka anı yaşadım. Ferhan Şensoy sahneye yakın bana çapraz kalan locada yalnız başına tiyatroyu izliyordu. Loş locaya yayılan baba ve kızlarının sanatçı-insani duygularını anlamaya çalıştım. Bir taraftan da yaşamın, sanatçı sorumluluğunun üzerine binmiş olan yükünün ağır sarhoşluğu da üzerindeydi…

   Elimde tuttuğum bileti yine yerine, Öksel Demir’in şiir kitabının son sayfasına koydum. Son sayfadaki şiiri tekrarladım; şairin şiirini yeni görün, sanatçıyı yeni keşfeden, sanki şairi adım adım takip eden bir dostun heyecanıyla;

 “ Unutmak yontulu heykel

  Kadındır, bir kadındır Asur yazıtlarından beri Meryem.

  Bir kadındır,

  Yaslanmış en olumlu yönüyle pazarlıklara

     Nasılda güzeldir mutlu ırağı

   Nasılda güzeldir sabahçıl bacakları,

    Kadındır, bir kadın Asur yazıtlarından beri Meryem.

   Sabahları unutmak soyunur yorgun ellerine

   Ellerinde akşamlar karanlıklara soyunur…”

Güven SERİN 

 

 

 



5 Nisan 2025 Cumartesi

MİZAH SADECE GÜLDÜRMEZ,DÜŞÜNDÜRÜR DE

 

İNTERNET

                MİZAH, SADECE GÜLDÜRMEZ, DÜŞÜNDÜRÜR DE!

    Mizah yazarlarının yüzlerinin ciddi olması çoğu insanı şaşırtıyor olabilir. Onlara; “ Mizah yazarısınız ama yüzünüz hiç gülmüyor” derseniz, Aziz Nesin, Ahmet Zeki Yeşil gibi diyebilirler; “ Ben komedyen değil,mizah yazarıyım”

   Bu sözlerden sonra aklınız, varsa mizah anlayışınız veya her güldüğünüz şeyi mizah sanan görgünüzü epey sallayabilir… Fransa’ya göre Osmanlı’da ilk çıkarılan mizah dergisi, tam olarak 246 yıl sonra kültür hayatımızda yerine almıştır. Matbaa da, icadından 234 yıl sonra ülkemizde yerini almıştır.

   Uygar dünya ile aramızdaki engeller, çok fazla yaşamayan Tophane sırtlarında Takiyüddin Rasathanesi kurulmuş ancak üç yıl gibi kısa bir süre yaşatılmış, sonra da top atışına tutulup yok edilmiştir.

   Mizahın girmediği veya çok sonra girdiği toprakların öfkesi bir türlü dinmediği gibi, Şekpsir oyunlarını geride bırakacak trajedileri de bir türlü son bulmuyor; bulmayacak gibi görünüyor.

  Namık Kemal ime Teodor Kasap bir araya gelip 246 yıllık bir gecikmeden sonra kurdukları ilk mizah dergisinin adı; DİYOJEN olmuştur.

   Hani çok esaslı bir filozof olan, günümüzden binlerce yıl da hep eksiği çekilen, gündüz elinde fenerle dolaşıp “ İnsan arıyorum” diyen efsanenin ismi ilk mizah dergimize verilmiştir.

  DİYOJEN dergisinin başlığının hemen altında, mizah kabiliyeti çok mükemmel olan Ali Bey’in sürekli paylaştığı unutulmaz o mısra, cümle; “ GÖLGE ETME BAŞKA İHSAN İSTEMEM…”

  Bu söz-cümle hemen akla, o büyük filozof Diyojen ile onu ziyaret eden Büyük İskender’i akla getiriyor. Kimsenin önünde baş eğmeyen ve onu güç, mülkiyet teklif edilen Diyojen’in verdiği cevap tam da budur; “ Gölge etme; yeter…”

  Aradan geçen yüzlerce, binlerce yıl aradan sonra aynı söz geçerliliğini koruyorsa; mizahın bir başyapıtı hainle gelmiş olmasından, hiçbir zaman eskimeyecek oluşundan kaynaklanmıyor mu?

   Sırf bu yüzden Aziz Nesin’in de yüzü hiç gülmezdi. Ama yazdıkları o ciddi öyküler, düşündürürken bile gülümsetirdi insanı. Şimdi düşünüyorum da o gülümsemeler en ufak bir şımarıklık, ucuzluk içermez, tam dersi olgunlaşan kozası içinde dönüşüm geçiren bir canlının sancılı, bir o kadar da insani öğreti ve öğrenme içindeki gülümseme fısıltılarıdır.

   Bu yüzden Aziz Nesin de, Diyojen gibi tarihi bir söz, felsefe benimsemiş; “ Benim mizahım evcil değildir” sözleri, tam manasıyla laf ola beri gele, çok ucuz, hiçbir anlam taşımayan mizah anlayışını değil, az ve öz ama kalıcı, onun izah ettiği gibi bir ANAHTAR rolü üslenmesi gerekir…

   Diyojin bu topraklarda yaşadı. Nasrettin Hoca, Karagöz ve Hacıvad da bu topraklarda doğdu-yeşerdi…

   Günümüzden 150 yıl önce çıkan DİYOJEN isimli derginin; “ Yerine getirilmesi mümkün olmayan şeyler” diye bir sütunu vardı. Bakalım neymiş yerine getirilmeyen şeyler bir görelim;

 “İnsanın kendini beğenmemesi

Bugün git, yarın gel demeyen memurun terfi etmesi

Pastırma-sucukların sadece dana-koyun etlerinden yapılması

Asayiş berkemaldır, diyen valilerin evi soyulmaması “

   Mizahın gücünü görüyorsunuz ya, yaşlanmaz ve inatçıdır.2400,3000 veya 150 yıl önce yapılmış, yazılmış olsun; öncü bir rol içinde daima sığınacak bir yuva, en karanlık zamanlarda bir kalkan gibi hem ruhumuzu, hem de aziz bedenimizi koruyacak bir ana felsefe-karakter biçimi…

Güven SERİN 

 

  

 

  


3 Nisan 2025 Perşembe

PAŞAKÖY İPSALA'NIN İZ BIRAKAN MEKANLARI

 


Kamera; Onur


Kamera , Şerif

                                   PAŞAKÖY’ÜN İZ BIRAKMIŞ MEKÂNLARI

          ( Fırın 81 )

  Neredeyse ülkemizin en batı ucunda bulunan Paşaköy İpsala diyarlarının iz bırakan mekânları ve isimleri anmak ve o hatıraların ölmediği, tam aksine insan denen canlının sevgiyle, disiplinle, istikrarla neler yapacağının da yaşama sızan, hatta süzülen en güzel gıdalarını bilmek gerektiğine inanırım.

 İpsala Paşaköy’de 1981 yılında kurulan fırını, yani o dönemin, yörenin destansı mekânından söz edeceksek; iki ismi de anmamız, hatta önlerinde SAYGIYLA eğilmemiz gerekir…

  Ahmet SERİN ve Muhiddin EĞERCİOĞLU… Hani şairin, Yahya Kemal Beyatlı’nın “ Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul” diyerek başladığı şiirin ruha duygulara yansıyan, en azından bende sakladığım FIRIN–81 mekânı ve isimlerinin hatıralarını anacaksam, duyuracaksam ancak böyle haykırmam gerekir…

  Muhiddin Eğercioğlu ekmeğin dilinden çok iyi anlardı. Çıraklığı, kalfalığı yaşadıktan sonra her usta olan insanların yeteneği-hüneri vardı kendisinde. Kolay kızmayan, süslü söz ve şık giyinmeden çok öte olduğu gibi ve göründüğü gibi yaşayan bir PAŞAKÖY insanı ve değeridir… Rahmet ile anıyor, hatırlıyor ve paylaşıyorum…

   Ahmet Serin’i yani Fırın-81’in iki ortağından birisi olan ismi soracak olursanız; ilkokulu bitirmiş ama birçok üniversite mezununa matematik dersi verecek bir dehaya sahip, farklı imkânlarda, zamanlarda yaşamış olsaydı, ülkenin istihdamına, üretime çok önemli katkılar verecek bir irade, zihin yapısıdır…

   Fırın–81 kurulmuş olduğu zamanlarda köylerin köy, kasabaların kasaba olduğu en güzel şenliklerin olduğu, bayramların çocuk neşesi olarak bilinip kutlandığı tohumları halen bizlerin bedenlerinde yaşayan Paşaköy anılarıdır…

   Fırın-81’in yazısını Paşaköy insanı olmayan ama Paşaköy insanlarının çoktan gönlünü kazanmış İlkokul ve Ortaokul öğrencilerinin de çok sevdiği okul hizmetlisi Ahmet ZEHİR’DİR. Aynı zamanda Erkin Koray sevdalısı, zehir gibi neşeli, zeki ve yetenekli bir insan…

   FIRIN–81 öyle bir isim yaptı ve öyle bir koşuya çıktı ki, kendi çapında köyde kurulmuş diğer örnek yapılarla yarışır hale geldi. Fırın–81 den birkaç yıl önce yola koyulmuş bir başka başarılı kurum ise Paşaköy Kalkınma Kooperatifi idi. O’nun da tabela yazısını Ahmet Zehir yazdı. Öyle büyük ve uzun ki Köy-Koop. Binasının duvarına yazılması günlerce sürdü.

   Fırın–81 bugünün şehir fırınlarıyla yarışacak, hatta birçok fırından daha öne çıkmış bir mekândı. Kürekte Muhiddin EĞERCİOĞLU ve beyin-yönetim takımında Ahmet SERİN, çok kısa zamanda bir fırının-işletmenin çıkabileceği en yüksek noktaya çıkmışlardı. Üç vardiya çalışılıyor, on beş kişiye yakın insan istihdam ediliyordu.

  İpsala’ya, Keşan’a, Karpuzlu’ya birçok yere ekmek yetiştirilemez hale gelinmiş, köyden geçen yabancılar Fırın-81’in yanında durup ekmek almadan geçmez olmuşlardı…

  Üretime katkı yapan çok değerli isimler vardı. Çiçek lakabı olan bir başka usta; Nurettin ÇİÇEK, bir insanın yakalayabileceği en güzel tavazzuh sahibi, çalışkan, disiplinli bir ustaydı… 

   Bir başka usta her gün İpsala’dan gelirdi. Erdoğan Usta, üzerinde kullanmış olduğu yalnız onun geldiğini parfümünden anlar, kokulara verdiği önem kadar ustalığı, şık giyinişiyle de öne çıkan bir hünerli kişiydi…

   Boşnak Hikmet, gülüşü ve isyanlarıyla ünlü olduğu kadar, şakalarıyla, çocuk sevgisiyle de öne çıkan, Fırın-81’in isminin dönüşümüne Keşan’dan gelip katkı veren bir başka değerimizdi…

  Fırın-81’in öncüsü olan iki değeri; Muhiddin EĞERCİOĞLU ve Ahmet SERİN’İ bir değil onlarca yazıda ansam, kendi adıma; “Yetmez” derim… Bu markaya, Paşaköy’ün iz bırakmış mekânına onlarca insanımızın hakkı, faydası geçmiştir. Recep Özdemir’den, Şerif Bilir’den, Metin Çakmak’tan, Ali Osman Bey’den, Hatice Eğercioğlu’ndan söz etmeden geçemem…

  Muhiddin Eğercioğlu’nin annesi olan Hatice abla, bir yerde o mekânda çalışan herkesin annesi, ablası gibiydi. Bir Hızır gibi her kişinin sorununa dokunur, yetişir ve çözüm arardı…

  Bir çocuk vardı fırının kasasında çalışan. Sıcak ekmekler çıkınca onları dolaplara dize dize, elleri çizik, kesik ve pişik içinde bir haylaz çocuk… Bir gün çok sevdiği ustalardan Çiçek Nurettin ustaya; “ Usta, son attığın ekmeklerin üzerine harfler yazar mısın?” Usta gülümsedi ve harflerin bir çocuk için önemini kavradı ve fırına pişmeye atmadan önce son ekmeklerin üzerlerine harfler yazdı…

   Bu mekânda neler yazılmadı ki? Mektuplar, harflerin söze, sözlerin destansı sevince dönüştüğü zamanların saf halleriydi…

   Bayram ziyareti, dost ve akraba ziyareti olarak gitmiş olduğum Paşaköy’de, Fırın -81 in beyni olan Ahmet Serin’i, sevgili yengemiz Sevdiye Serin’i ziyaret ettim. Aynı hüner, bütün hüzünlerin yaşandığı zamanlarda bile bahçelerine, ektiklerine, ürettiklerine yansımıştı.

   Sütannemi, Ali amcamı ziyaret ettim. Artık iki tane kalan kıraathanelerden birine gidip büyük diyarın geçmişiyle geleceğine köprü olan insanlarıyla selamlaşıp bayramlaştık…

  Arkadaşım Şerif Bilir, amcaoğlu Yılmaz Serin, yıllardır görmediğim Alâeddin Bilir, Paşaköy Muhtarı Şaban Bilir, Zekeriya Yaşa, Şecaattin Can,İbrahim Enişte, Mehmet Ağabey, Rıza Duran, Çağlar Duran, Hüseyin Ergin, Hasan Kaya ve daha birçok Paşaköy insanıyla selamlaşma onurunu, hasta bir insanın ilaca kavuşması gibi kavuşarak yaşadım…

 Güven SERİN 


 

 

 

  





2 Nisan 2025 Çarşamba

MAKİNİST ALİ'NİN OĞLU SEDAT ERKEN

 


                         MAKİNİST ALİ’NİN OĞLU SEDAT ERKEN

    Keşan İpsala Edirne bölgesinde zamanında en çok tanınan insanlardan birisiydi Makinist Ali. Çağrıldığı yere gider ve işini bitirmeden, arızalı motoru, makineleri onarmadan, günler sürse de oradan ayrılmazdı…

    Makinist Ali’yi oğlu Sedat Erken’den dinledim. Dinledikçe bir usta disiplini içinde yetişen oğlu Sedat Erken’in de aynı disiplin içinde, o mahalleden diğerine, o caddeden diğerine gazete dağıtmada hünerlerini, gönüllü fedakârlığını gösteren bir insan tanıdım.

   Neredeyse Habertrak Gaztesi’nin ilk kuruluş zamanlarından beri yazıyorum. Bir yerde tüm zamanlara adanmış bir hissiyat içinde, geçmiş ile bugüne, bugün ile yarınlara edebi raylar üzerinde ıslığını çalan, düdüğünü öttüren bir kara tren gibi yoluma gidiyorum.

   Gazete dünyasına uzak olanlar her şeyi ballı ekmek görebilirler. Oysa günlük gazetelerin yükleri ve zorlukları, heyecanlarına, coşkularına eşittir. Her şeyin ateş pahası olduğu, bir bir esnafların direncini yitirdiği bu zamanlarda Habertrak’ın kalbi atıyorsa, sahibinin ( Cenap Kürümoğlu)  özverisi kadar çalışanlarının da canla-başla çalışmalarının da elleri sıkılası, önlerinde eğilesi emekleri vardır…

   Bugün anlatmaya çalışacağım kişi Sedat Bey; Sedat Erken’dir. Tekirdağ esnafının, çarşı sakinlerinin yakından tanıdığı, sabah başlayan gazete dağıtma mücadelesi, bir yerde sevdası, akşama kadar, bin bir türlü ter ve gayretle sürer gider…

   Çoğu zaman atölyeme gazeteyi bırakırken:

—Bir çay içer miyiz? Dediğimde:

—Vaktim çok az Güven Bey; filanca yere gazeteleri yetiştirmem lazım! Der ve geldiği gibi o büyük, o devasa yüküyle gider.

    Sedat Erken için gazete dağıtıcılığı yalnızca bir iş olmaktan çok ötedir. O bir sahne kurulmuşsa, orada bir oyun seyirciyle buluşacaksa, sahnenin her şeyi gibidir. Dışarısı ile içerisi arasında bir bağ, bir yoldaş, bir kültür elçisi gibi; gazeteden mahallelere, mahallerden cadde ve sokaklara; şehrin her yerine; adeta bir ışık gibi süzülür…

   Sedat Erken’i yıllardır tanıyorum. Anlattığı Makinist Ali’nin çevresinde kazandığı o büyük saygınlık, yaşadığı onur neyse, kendi çevresinde bir gün dahi, ait olduğu sorumluluk anlayışından bir gram dahi sapmamış bir felsefe insanıdır.

     Düşünceleri çok berraktır! Hani kirli sularda yaşayamayan alabalıklar gibi, onun felsefesi ve vicdanı neredeyse aynı tartıyı yaparlar. Adil olmanın, şefkatli olmanın, gerektiğinde sokakta, caddede gördüğü yeşil bir ağacın davasını da tartan, takip eden savunan bir adalet anlayışı-yolculuğu içindedir…

  Şehrimizde Sedat Erken gibi kim bilir kaç bin insan var. Henüz zenginliklerinin görüntüsü sadece buzdağları gibidirler. O soğuk sulara dalma cesareti, doğaya ve doğal olmaya karşı adil bir duruş, sağlam bir irade içindeyseniz yeterlidir…

    Görünmeyen kısımları ne parayla satarlar, ne bir başka unvan ile sadece disiplinli ve yaşadığı yere tat-tuz bırakan biri olmanız yeterlidir; bir insanın, bir yoldaşın ve bir öykünün size açılması için…

 Güven SERİN 


 

  


27 Mart 2025 Perşembe

KÜÇÜK İNSANLARIN ÇOK BÜYÜK MUTLULUĞU

 

İSMAİL AĞUŞ

AHMET ÇAKIR ve İBRAHİM ARAS

                              KÜÇÜK İNSANLARIN ÇOK BÜYÜK SEVİNÇLERİ

     ( Paşaköy, İpsala, Edirne Diyarı )

  Fazla değil,40–50 yıl önce kendilerini soylu bir mahcubiyet içinde saklayan, hürmet denen sözcüğün her rengini bilen insanlar kendilerini küçük zannetme âlicenaplığı içindeydiler…

  Ne büyük yanılgıydı; felsefenin, edebiyatın, tarihin az bilindiği o güzel insanların terlerinin bile kötü kokmadığı zamanlarda… O’nlar üretendiler… Toprağı işlemeyi bildikleri gibi, vatana, millete adanmışlık içinde; sonsuza akan bir türkünün şafak vaktindeydiler…

  Erken evlenen ailelerin çocukları, babasının askerden geldiğini bilen ve az da olsa hatırlayanlar vardır. Askerliğin pazarlıksız iki yıl olduğu zamanlarda hayal meyal hatırladığım zamanların birisindeydi. Babam askerden gelmiş. Ninemler, annemler yama üstü denilen yerdeki bostan tarlasına gitmişler. Bir akşamüstü olduğunu zannediyorum. Yanlış hatırlamıyorsam uzun boylu bir çocuk, o zaman bana göre bir adam! Beni omuzlarına aldığı gibi neredeyse 1,5 km uzaklıktaki bostan tarlasına doğru koşarcasına, uçarcasına getirdi.

   Bu çocuk, bu adam dayım İbrahim Aras olduğunu masalımsı bir gölge, yitik bir uygarlığın kazı yapan arkeologu gibi hatırlamaya çalışıyorum…

    Neydi dayım İbrahim Aras’ın o büyük heyecanı? Küçük insanların heyecanları ne çok büyükmüş! Müjde verecek! O’nun büyük heyecanı müjde verip; bir aferin, belki bir çift çorap almaktan çok öte, toplumsal bir bağın sevinç yüzü, yeryüzünün son düşünürü olan insanın sevinme biçimleriydi…

  Yine o zamanlara ait belli belirsiz hatıralardan küçük bir demet. Aynı küçük insanların çok büyük, çok yüce sevinç anlarından bir yaprak, bir öykü, bir destan…

   Bu sefer Şerafettin dayımın omuzlarında olmalıyım. Sanıyorum, Paşaköy Spor ile İpsala Spor şampiyonluk mücadelesi veriyorlardı. İpsala sahasında, Paşaköy Spor oyuncuları tarafından bir gol atılıyor. Babam olmalıydı ki Şerafettin Dayım’ın sevinme coşkusu sıra dışıydı. Omuzlarında ben, oradan oraya, diğer büyük Paşaköy insanlarıyla sarmaş dolaş olan küçük insanların muhteşem sevinci, o küçük çocuğun hafızasına mıh gibi çakılmış. Hatta kazınmış; Paşaköy ve İpsala zamanlarına ait o masum ve küçük insanların büyük haykırışı, neşesi…

   İlkokul yeni bitmiş, yaz tatiline girilmişti. Küçük insanların Paşaköy’ü büyüktü. Kasaba heyecanı yaşatan bir çarşı, neredeyse her akşam bir filmin gösterildiği bir sineması vardı. Bayırlarında ise çan sesleriyle, zil sesleriyle sürüler, en büyük katedrallerin haykırışından daha güçlü, daha verimli, daha üretkendiler…

   Arkadaşlarımla Paşaköy’ün büyük mahallelerine devriyeye-haylazlığa çıkmıştık. Bizim mahalleden uzak diyarlara aşağı mahallelere inmiş, öğleden sonra aç karınlarımızın guruldaması yüzünden savaş kazanmış kahramanlar gibi geri dönüyorduk.

  Meydandan geçerken bir ses:

—Güven, babanla konuştum. Yaz tatilinde birlikte çalışacağız. Yarın çalışmaya gelirsin.

   Seslenen kişi o günün en marifetli terzisi İsmail Ağuş’tu. O’nun dükkânı sadece bir terzi dükkânı değil, aynı zamanda felsefenin, mizahın, sosyalliğin, kültürel dönüşümün de yaşandığı renk renk kumaşların gösteri sanatına, tütsü sükûnetine baş eğdirecek derece önemsenen bir mekândı…

  İsmail Ağuş’in seslenişindeki heyecanımı ve bir süre sonra aynı heyecana denk hüznümü anlatamam…

    Acaba dedim özgürlüğüm elimden gidecek mi? Haylazlığım, sıra dışı keşif tembelliğim…

   Sonra, bir mekâna çağrılmak, o zamanın okulu olan ve aynı zamanda üreten bir yerde olmanın o küçük insan olmanın o büyük sevinci bütün hücrelerimi sardı.

  O küçük insan diyarlarında, birkaç aylık terzilik çıraklığında kimleri tanımadım ki? Kahveci Şefik Baş’ı… İsmail Ağuş’un yardımcısı Rıdvan Ağabeyi… Oraya gelen küçük insanların çok büyük kalpli ve ağızlarından çıkan sözcüklerin çok değerli olduğu neredeyse bütün Paşaköy insanlarını…

  Fazla değil zamanımızdan 40–50 yıl önce, kendilerini küçük, dış dünyalar, büyük şehirler karşısında mahcubiyet içinde bir eziklik yaşayan o insanların yüceliği ve kaybolan, küçük sanılan çok büyük üretkenlikleri; şimdi dimdik ayakta!

   Köy ekmeği, köy tavuğu, köy yumurtası, köy insanı, köy odası, köy koruyucusu, köy merası, köy meydanı, köy okulu, köy sağlık ocağı, köy öğretmeni, köy masumiyeti içinde dimdik ayakta ama kaybolmuş bir uygarlığın kalıntıları, anıları gibi tarihin en soylu sayfalarında saklanacak bir sızının yüce neşesi içinde ayakta selamlanacak derece ayaktalar…

   Küçük sanılan insanlar, o zamanlar üretkenlikleri, neşeleriyle öne çıkardılar. Şimdi ise, tok gözlü ve üretken halleri, yitik-kaybolan gizemli uygarlıklar gibi; ÖZLENİYORLAR…

Güven SERİN 

 

 

 

 

 

     





26 Mart 2025 Çarşamba

KARANLIĞIN İÇİNDEN ÇIKAN DAVULCU

 


                                         KARANLIĞIN İÇİNDEN ÇIKAN DAVULCU

             

            ( Ramazan Davulcuları )

  Orta Asya’nın bozkırlarından kopup gelen Türk insanın şenliğe dönüşen gelenek ve görenekleri, nesli tükenen çiçekler, ağaçlar gibi bir bir solup gidiyorlar…

   Ne hazindir ki halkı anlamakta yetersiz kalan seçilmiş vekiller, belediye başkanları, iyi niyetli olmaktan, belirli grupları kırmamak için endişeden çok ama çok ötelere gitme CESARETİ göstermekte yetersiz kalıyorlar…

  Tekirdağ Kiraz Festivali gün gibi ortadadır. Güya ulusal ve uluslar arası bir festival? Yöneticilerin telaşını, üzerlerine binen yükü anlamaya çalışalım? Bir an önce kurulan festival çadırları, parsellenerek satılan esnaf yerleri, büyük çoğunluğu dışarıdan gelen kirazlar ve birkaç konserden ibaret; yaz yağmuru gibi yağıp geçen bir bereket misali…

  Bu örnek için; karanlığın içinden çıkan ramazan davulcularını daha yakından anlatmak için çocukluğuma, Hasan dedem ile davulcunun geldiği, mani okuduktan sonra dedemin bahşişini verdikten sonra, karanlığın içinde bile gülümseyen yüzü gördüğüm Paşaköy İpsala zamanlarına ineceğim…

  Bilirsiniz karanlığın gizemli taraflarını. Gecenin şafağa ilerleyen en karanlık saatlerinde davulcunun davul sesiyle birlikte köpeklerin sesleri yankılanır her şeyin doğal koktuğu, yetiştiği ve her tarlanın içinde bir ahlât ağacının bulunduğu zamanlar…

   Davulcu ve ona ışık tutan küçük çocuğun-oğlunun taşıdığı fener, tıpkı mitolojinin içinden seslenen perilerin gölgelerine benzerdi. Tek katlı kerpiç evin batı duvarına kadar gider, uzak sokaklardan geçen davulunun gölgeler içinde ilerleyen siluetine bulunduğumuz zamana ait olmayan canlılara bakar gibi, yarı korku, yarı imrenme ile izlerdim; gölgeler kaybolup sesleri solana dek…

   Ramazanların vazgeçilmez sesleri, rengi ve dokusuydu; karanlığın içinden çıkan ve yine o karanlığın bir parçası olan davulcunun davulunun sesi ve küçük elleriyle babasına fener taşıyan çocuğun varlığı…

   Bugüne,21.yüzyılın ilk çeyreğine geldiğimizde, teknolojinin gelişmesi şehir dediğimiz kültürlerin içinde Ramazan davulcularının gerekli olup olmadığını sorguladığımız zamanlarda, birden yüzyılların geleneklerine sırtımızı döndük.

   Dönme sebeplerinin haklılığını nazikçe selamlıyorum. Tamam, da her şeyi unutarak, reddederek hangi uygarlığın yüksek-büyük parçası olabiliriz? Artık ömrünü tüketti: -Dediğimiz gelenekleri yaşatmak için pek derin ve halk merkezli düşünmeyen yöneticilerimizin biraz çaba göstermesi bu gelenekleri, karanlığın içinden gelen-süzülen davulcuları muhteşem bir şekilde yaşatabilir!

Nasıl?

   Tam olarak Tekirdağ Belediye Meclis Üyeleri, böyle soruları, yaşadıkları şehir Tekirdağ için ne kadar soruyorlar? Toplantılar, katılımlar bir yük müdür? Yoksa şehir tarihine, çok değerli işler yapmanın iç huzuruyla bir tarihsel sürece tanıklık yapmak mı gereklidir?

   Şehrimizin merkezinde bulunan meydan, özellikle işsiz kalan müzisyenlerimizin, davulcularımızın, hatta klarnetçilerimizin bile sembolik alanlarında iş yapmaları, sahiplenmeleri mümkündür. Özeklikle merek eden gençlerin o gece yarısı, karanlık içinden çıkan davulcuyu görmek için, büyükleriyle birlikte o alana geldiklerini bir düşünün? Şölensi bir ziyaretlerin olacağı, unutkanlıkları, sırt dönmeleri bir yerde silkeleyecekleri bir karnavala dönüşmez mi?

  Neden çaba göstermiyoruz? Kimseleri rahatsız etmeden, belirli meydanları, sokak ve mahalle kültürü gibi düşünüp, geçmişi yüzyıllar ötesine giden geleneklerimizi şehir kültürüne alkışlarla, manilerle, fener ışıklarıyla niçin geri getirmeyelim?

 Aynı zamanda lambacılarımızı da? Davulcularımız için belirlenecek sembolik cadde veya sokak, geçmişin bir başka mesleğini, kültürünü genç kuşaklara hatırlatmak, Ramazan ile neşelendirmek, görgülerini arttırmak için o sokağa dikilecek 15–20 ahşap lamba direği nasıl bir gizemli görüntü yaratır kim bilir?

  Aynen 80–100–150 yıl önceki zamanların aydınlatma imkânları gibi, lambacının gelip gazları koymasını, lambayı temizleyip yakmasını, davulcunun manisini söylerken gençlerimize, büyüklerimize, yaşlılarımıza neşenin gözyaşları içinde izletemeyiz mi?

    Bu kadim millet bunları başaramaz mı?

 Güven SERİN 



25 Mart 2025 Salı

GÜNDEM ve ŞARKÖY ZEYTİNLİKLERİ

 

Kamera; Güven


Kamera; Güven

                             GÜNDEM ve ŞARKÖY ZEYTİNLİKLERİ

   Pırıl pırıl bir Tekirdağ günü… Gündem çok dolu… Halkın büyük bölümü demokrasi ve adalet için yollarda… CHP Cumhurbaşkanlığı adayı önseçimini yapma kararı aldığı gün; 23 Mart 2025 Pazar günü…

  İnsanın içinde bir sıkıntı varsa, umuda da ihtiyaç duyuluyor. Söz konusu olan siyasi kavgalar için çoğunluğun ;  “ Yeter artık! Barış istiyoruz, huzur, refah istiyoruz! Çocuklarımızın geleceği daha aydınlık olsun!” diyorlarsa, insanlarımızın bir bölümünün siyasi kavgalarla birbirinden ayrılmaya başlayıp selamı-sabahı kesmişlerse insan denen canlının sıkıntıları daha da çoğalıyor…

  Nüfusu az olan şehirlerde büyük çoğunluk birbirini tanır. Birbiriyle selamdan öte, komşuluk, ticari, akrabalık ilişkileri vardır. Siyasi kırgınlıklar küçük şehirlerin canını daha çok sıktığı gibi canını da daha çok yakıyor…

  Milletimizin ve bu coğrafyada 1000 yıldır birlikte olan bu güzel insanların feraseti çok büyük ve çok değerlidir. İçlerindeki vicdan ve şefkatin terazisi; tam manasıyla Orta ve Uzak Asya, Anadolu, Rumeli sezgileri, deneyimleriyle pekişmiş, iç içe geçmiştir…

   Yunus Usta ile yapacağımız Şarköy yolculuğu çok önceden planlanmıştı. Buluşmamız Altınova’da olacaktı. Güne ve güncel olana erken başladım.

   Gündemi, sokağa, caddelere çıkanların kendi aralarında büyük çoğunluğunun tekrarladığı ( Demokrasi Şöleni ) dedikleri yere; CHP’nin İl ve İlçe binalarının bulunduğu yere, diğer Tekirdağ insanlarının peşinden gittim. Adresi hiç bilmeyenler bile birbirine sormak yerine, akan insan gruplarını takip ederek bile aradığı yere gidebilir.

   Cumhuriyet Halk Parti üyelerin büyük çoğunluğu parti binalarına konulan sandıklarda oy kullanmaya çok erken saatlerde gelmişlerdi. Üye olmayanlar için ise dayanışma sandıkları parti binası önündeki sokağın boş kısmına kurulmuştu. En çok merak ettiğim de buydu:

—Halkın kendisinin “Demokrasi Şöleni” dediği duyuruya, çağrıya üye dışı kaç kişi katılacak? Yeterince ilgi görecek mi?

  Gördüğüm manzara karşısında oraya izlemeye gelmiş, gazete veya sosyal medya yayıncılarının kendi ağızlarından çıkan sözler gibi; “ Çok şaşırdım! Bu kadar beklemiyordum!” ifadelerini yazmam hiç de yanlış değil…

  İşin gerçeği şu ki; CHP Tekirdağ İl ve İlçe binasının önündeki dayanışma sandıkları, günün ilk saatlerinde üye sandıklara gidenlerden daha kalabalıktı. Gözlem için sınırlı zamanım olsa da, kalmam gerekenden daha fazla kaldım. Gelen insanların beden ve ruh dillerini anlamaya çalıştım…

   Yan tarafta konuşan kadınlı erekli gruplarda şu söz hâkimdi; “ Biz CHP’ye hiç oy vermedik. Ama dayanışma sandığı için geldik…” Bu söze benzeyen bir sürü fısıltı veya yüksek ses birbirine karışıyordu…

   Milli bayramlarımız, dini bayramlarımız gibi insanların bir araya geldiklerine yüzlerinde yüksek ve sevgi dolu bir tebessüm… Orada bulunan grubun içinde konuşan genç kadının ifadeleri şöyleydi; “ Bu görüntüler çok güzel… Bu bir beslenme biçimi… Özlemişiz…”

   Neredeyse 1 saate yakın insanların temiz kıyafetleriyle, temiz duruşlarıyla oluşturdukları saf görüntülere baktım.Milletimizin yüksek ferasetine dair bir günün anıları ve gözlemleri kaldı geriye. Daha da ötesi; her yaştan insan olduğu gibi, iki büklüm engelli insanlar, çok yaşlılar ama hep aynı yüz ve beden dili; bir arada olmanın barışçıl tebessümü…

   Günün içinde de tebessüm ışıkları fazlasıyla vardı. Uçmakdere’de verdiğimiz küçük moladan sonra Gaziköy’e yaklaşırken görünen dağ tepe şekilleri tam manasıyla Mars yüzeyi gibi bir gariplik ve heyecan yan yana…

   Şarköy’e yaklaşırken zeytin bahçeleri tüm ihtişamıyla “Biz buradayız” diye dimdik başlarıyla insanı, insanlığı selamlıyor gibiydiler. Aynı zamanda yeşillikleri-dalları güneşin saf memelerinden emmekle meşguldüler…

   Sahile gitmek için hazırlık yaparken gördüğümüz insan kalabalıkları aynı Tekirdağ gibiydi. Onların peşinden nereye gittiklerini bildiğimiz için biz de gittik. Merak ediyorduk; “Buradaki insan manzaraları, tebessümleri nasıldı?”

  Yoktu hiçbir farkı Tekirdağ Süyelmanpaşa’dan… Daha yaşlı, daha genç hepsi hiç içe, şarkılar eşliğinde bağırmadan bir yaz esintisi gibi, Öksel Demir’in annesinden öğrendiği Frişka rüzgârı gibiydi. Yüksek TEBESSÜM, bildik bütün şiirlerden, şarkılardan, öykülerden öte sadece sevginin, barışın, demokrasinin çağrılarını yapılacak en güzel ve en temiz, şık giysileri içinde oylarını kullanıyorlar ve oy kullanım sonrası oradan ayrılmıyorlardı…

  Şarköy gibi kasabaları hep sevdim… Üretilen ürünlerin bir esere dönüşmüş hali gibi her köşede kurulmuş tezgâhlar; zeytin, zeytinyağı, sabun, reçel, salça ürünleriyle dopdolu…

  Şarköy Su Ürünleri Lokali’ne geldik. Mekân ve etraf tepelerden, zeytin bahçelerinden, kırlardan gelen doğallık ve denizden hafifçe esen bir rüzgâr, iyot kokularıyla iç içe, sarmaş dolaştı…

  Gün uzun ama gece yaklaşıyordu. Gündem çok dolu… Şairin-Öksel Demir’in Hora Feneri şiirinin son dizleriyle;

 “ Çünkü yeniden dönmektir her gitmek/Çünkü yeniden doğmaktır her ölmek./Hadi vira bismillah…”

 Güven SERİN 

  





21 Mart 2025 Cuma

HALK İLE KAVGA ETMEM

 

İNTERNET

                                            HALK İLE KAVGA ETMEM!

   Halkla, halkıyla kim kavga ederse, eninde sonunda bu yaşlı evrenin, soylu gezegenimizin yaratıcı ve cezalandırıcı gücüyle yüzleşir! Mahkûm olur; eşsiz bir dipsiz kuyunun, karanlık dehlizlerine hapsolur…

   Sosyal medya dediğimiz alanlar tam manasıyla halkımızın sınandığı muhteşem arenalardır. Savaşanlar ve seyirciler… Alkışı, tufanı ve o kıyamet öncesi sessizliği tam manasıyla sosyal medya denen yerlerde görmeniz, görmemiz mümkündür…

   Sıklıkla birbirisiyle dalaşanlar, ahkâm kesenler, kopyala-yapıştır marifetleriyle o büyük ilahi teselliyi boşu boşuna arayanlar; hepsi halkımızın kendisidir. Buradaki paylaşımlar, davranışlar, seslenişler ne olursa olsun; halkımızın sesi ve kıpırtılarıdır. Halka kavga eden, kendisiyle de kavga eder! Kısacık ömrün ziyan olduğunu bile fark etmeden; bir türlü yenemez, halk dediğimiz, o yüce büyük zaferlerin sonucu bir araya gelmiş muhteşem topluluğu…

  Bu dünyada, yani sosyal medyada en çok dikkatimi çeken ve ara sıra onların benden haberleri bile olmadan tebessüm etmem; şiirsel ve toplumsal felsefemden ötürüdür. Değerli arkadaşım, rahmet ile andığım Aziz Ateş, kendisini belli etmeyenler ve her türlü riskten kaçınanlar için “ Sutre gerisinde durma” derdi.

   İnsanın tercihlerine de bir şey diyecek halimiz yoktur! Dedim ya, HALK ile kavga etmem; edemem ve katiyen gerekli bir mücadele, aydınlık savaşı olarak da görmem…

   Uygar mücadeleler ATAMIZ ATATÜRK gibi olmalıdır. Savaşlarda, her yerde okumak, öğrenmek ve icraatları, eylemleri, devrimleriyle öne çıkmak…

    Sanatsız, felsefesiz, tarihten yoksun devrimlerin köksüz olacağına da inananlardanım…

   Fransız aydınlanmasının en başında gelen filozof, yazar Voltaıre’yi imrendiren, bir doğu öyküsünü, bir bilgenin yazı sanatıyla kendi kalıcılığını, kültürler ötesine nasıl taşıdığını paylaşmak isterim.

   Halk sevgisi, halkla kavga etmeyenlerin üretkenliği, sıra dışıdır. Anlamak için çok gayret, zahmetlere katlanmak gerekir. O yüzden, meraklı BATI MEDENİYETİ, her daim bizlerden birkaç, belki birkaç yüz-bin adım önde gidecektir. Meraklarını, zahmetle, külfetle yerine getirmeyi, emredilen “OKU ve SÖYLE” emrini layıkıyla ve kucaklayarak yerine getiriyorlar.

   Şimdi sanmayın ki; okumayan, zahmete girmeyen, hep kopyala-yapıştır veya sadece SUTRE GERİSİ krallığına yaslananları eleştireceğim! Hayır; halkla kavga etmeyeceğim; isterse hiçbir şeye karışma zahmetine, soluklarını bile hissettirme becerilerine sahip olmasalar bile…

   İslam âlimi Sadi’nin kahramanı Sadık’ın öyküsü çok ama çok basit! İşte bu öykünün önünde diz çöküp selama duran kişi de Fransa’nın en önemli aydınlarından Voltaıre’nin ta kendisidir…

   Sadık, halkıyla hiçbir zaman kavga etmeyen, dünya durdukça iyilerin kahramanı, arkasından gideceği bir insan olarak hep orada durup, denizcilere bilgeliğinin ışığını, karada yaşayanlara da felsefesinin şardım ellerini uzatacaktır.

   Ama yine de sorgulamadan edemez kendi dünyasındaki kötüleri Sadık:

—Nasıl olur? Suçların ve felaketlerin olması, iyi insanların başına felaketler gelmesi şart mı?

   Bilge cevap vermek ister ve verir:

—Kötüler, daima mutsuzdurlar.

—Fakat sadece iyilik olsaydı ve hiç kötülük olmasaydı?

—O zaman başka bir dünya olurdu, olaylar zinciri başka türlü bilgelik zinciri olurdu.

  Bilge tekrar sordu:

—Dünyadaki her şey içinde en uzun ve en kısa, en hızlı ve en yavaş, en bölünebilir ve en geniş, en çok ihmal edilen ve en çok pişmanlık duyulan, hiçbir şeyin onsuz yapılmadığı, küçük olan her şeyi yutan ve büyük olan her şeyi canlı tutan şey nedir?

—Sadık, bu şey; ZAMAN cevabını verdi.

  Gelecek nesillere layık olmayan her şey, zamanın çöplüğünde, layık olanlar ise kültür; gelenek, sağduyu ve belki de evrimin bir besini olarak yoluna devam edecek…

   Bize aktarılan, dünya mirası olarak kalan her şey kıymetli bir hazine olduğunu düşünürsek, bu kültürlerin devamını da halkların yaşattığını biliyorsak; halkla kavga etmemeliyiz. Onarmak istiyorsak, her ne ise onaracağımız sadece görevimizi yapılıp gerisini zamana bırakmak en iyisi değil midir?

   Şimdi her koşulda BATI istikametine giden yollara kimse; “ Hayır gitme, dur vazgeç!” diyemez… Diyemeyiz…

   Ama Sadık’ın ve bilge Sadi’nin öyküsünde bir fısıltı iner yeryüzüne;

“Babil’e doğru yola çık.” Niçin der bilinmez:-Babil artık yeryüzünde bir anı olsa bile…

 Güven SERİN 

  



20 Mart 2025 Perşembe

EGE AKDEMİR; SEVGİNİN KUTSİYETİ

 




                                                    SEVGİNİN KUTSİYETİ

 ( Genç Şair Ege Akdemir )

   Meşhur bir sözdür; “ Bütün yollar Roma’ya çıkar.” Genç Şair Ege Akdemir için ise;

“ Bütün yollar ‘O Kadın’ a “ çıkıyor… Şairlerin sevme, âşık olma kaderselliği belki de onların genlerinde var. Yaşamak, sevme biçimiyle şekillenir, onlar için…

  Sevmek, belki de en hakiki yaşam iksiridir? Ama nasıl bir sevme biçimi? Al gülüm, ver gülüm veya sen beni seversen ben de seni severim şekilleri, alışkanlıkları mı? Sevginin ticarete benzeme biçimleri milyonlarca kez denenmiş olsa de her daim bir “çıkar terazisi” o sevgiyi denetleyecek ve sorgulayacaktır: Hangisi daha fazla verdi veya aldı, diye…

   Genç Şair Ege Akdemir için üçüncü yazıyı hazırlıyorum. Onun sevgiliye duyduğu bir yerde karşılığı olmayan ama içindeki sevgi ateşini daima besleyen ve ona sahiplenen, sadece artık efsaneleşmiş ve şiirsel tat ve tuz karşılığı içinde O KADIN ismini almış bir sevgili ve sevda…

   Tarihe altın harflerle yazılmış ve milyonların gönlünde taht kurmuş sevdalar, tıpkı şairin “ Ne kadınlar sevdim zaten yoktular” dizelerindeki gibidir; varla yok arasında kâinatın zamansızlığına katkı sağlayacak bir halde; kavuşamamış olmanın, hiçbir karşılık ve beklentinin olmadığı, yüce ve kutsiyet aşkı yaratmış bir sevgi yolculuğu…

   Ege Akdemir’den gelen mesaj çok netti; “ Güven Bey, üçüncü kitabımı bitirdim. Okuyabilir misiniz? Sonra da görüşmek için bir randevu istiyorum.”

   Yaşam denen gizemli olguyu yöneten duyguların en başında merak ve bizi oradan oraya sürükleyen, koşturan duygular değil midir? Duygularımızın iradeyle kesişen dilimlerini çok seviyorum. Özgün bir hal, aydınlık bir ruh içinde, en kırılgan olaylarla el sıkışma cesaretleri gösterirler…

   Sanatçıların sevme biçimleri, ister sevgiliye, isterse kardeşe, anneye, babaya; bir kırılma anları onlar için sanatsal bir kaos-kargaşa zamanı gibidir. Yaptıkları çalıştıkları sanat ne olursa olsun, o ruhsal kaos-kargaşa ve kayıp; bilin ki eserlerine de yansıyacak, oralarda derin izler bırakacaktır…

  Latin şair Catullus, Romalı şair Vergilius, Orhan Veli, Cemal Süreya,Attila İlhan,Picasso,Van Gogh içinde böyle derin izler bırakan duygu kırılmaları,eserlerine yansımış ve büyük tatlar,hüzünler iç içe geçerek,insanın mucizesini insanlığa miras olarak bırakmışlardır.

   Mailime gelen kitabın ilk şiiri; “O Kadın’a/Yüreğinde/Bir/Sevgi çiçeği olarak/Büyüdüğüm/Başlangıcın ve bitişin ötesindeki/Tek kadınıma” olarak daha önceki BÜTÜN şiirleri gibi O Kadın’a bir kez, bin kez, belki de on bin kez daha sesleniyor ve seslenecek…

   Beni şaşırtan ise kitabın sonunda “Sonsöz” olarak seslenen şairin sözcükleri! O Kadın diyerek gönlünün ve iradesinin başköşesine yerleştirdiği için “ Anlıyorum, galiba bu yolun sonuna geldim.” Diyerek pes etmeye benzeyen sözcüklerini not düşüyor.

    Kitabın içindeki şiirlerde de dile getirdiği gibi bu yorgunluğu, vazgeçme veya tükenişini, gözden ırak oluşa, gönülden de uzak olunacağına yoruyor…

   Şair, yetmezmiş gibi bir de, kitabın son şiirini O Kadın için değil de, başka bir kadın için yazdığını anlatmak, göstermek bir yerde DUYURMAK istiyor:

—Gözler Yalan Söylemez, şiiriyle…

   Şiirlerin izdüşümlerini anlamaya çalıştım. Görünen köy misali, Genç şair Ege Akdemir’in O Kadın diye yücelttiği sevgili olduğu gibi kalbinin tahtında oturmaya devam ediyor.

   Kısacası dostlarım, sevgi usulca süzülmüşse, VAZGEÇME biçimi sadece sözde kalıyor. Sevginin kutsiyeti için şunu söylemeyi borç bilirim!

    Kime karşı olursa olsun, canlı veya cansız görünen birçok nesneye, duyulan sevginin kutsiyeti doğmuşsa bir kere, kendi yangını onu ne kadar çok yakarsa yaksın, acıtırsa acıtsın; ışığını, evrenselliğini yaşadığı sürece hep koruyacak O’na ait duygularını…

   Belki de aşk şarabını yudumlayarak içmenin sarhoşluğu, vazgeçilmez bir beslenme biçimine dönüşecek…

   Şairimizin sevgiye duyduğu cesareti, söz sanatına vermiş olduğu emeklerini kutluyor, kendisine her daim başarılar diliyorum…

 Güven SERİN 

 








14 Mart 2025 Cuma

KIR MENEKŞELERİ

 

İNTERNET

                                               KIR MENEKŞELERİ

     Mehmet Akif Işın’ın bir başka konuda söyleyecekleri bitince, Kenan Oflaz kır menekşelerini anlatmaya başladı. Kır menekşelerinin narinliğini, eşsiz güzelliklerini, tıpkı kar delenler gibi çok az bir süre açıp, sonra tekrar toprağa, kendi dünyalarına çekildiklerini, kır menekşelerini gözlemiş, onlara dokunmuş bir göz ve kalp ile anlattı. Kır menekşelerini ancak kırları, doğal yaşamı; sanat ve felsefeyle özümseyenler hakkını vererek anlatırlar.

   Kenan Oflaz’ın ŞİİRİMSİLERİM kitabı da kır menekşelerinin rengini anlatır. Bir de sığda gezinirken derinlere uzanan ozanlar, böyle anlatırlar renklerin destansı güzelliklerini, kokularını ve zarafetlerini…

   Anlatacak konuları olan insanların sohbetleri, bildik insan kavramı olan zamanı adeta oyalarlar, kandırlar ve göğsünü siper ederler: Durmadan canlıları ayıklayan, eriten zaman denen o huysuz kadına karşı…

   Kenan Oflaz’ın eserinde sadece kırların menekşelerin renkleri yok. Kırmızı da, yeşil renkleri de var. Bu renklerin Kenan Oflaz için önemi, belki de halk ozanımız Karacaoğlan’ın menekşeye, doğruluğa, doğaya, adalete verdiği önem kadar değerli ve anlamlıdır.

   Kenan Oflaz, Mehmet Akif Işın ve Muhiddin Bektaş kısa süreliğine misafirim oldular. Bildik, o can sıkan, ne anlatacağını bulamadığımız “ Nasılsın? İyi misin?” ezberlerin dışına taşan konuşmalara karışıp gittik. Konular ve konuşmalar kısaydı kısa olmasına ama bu dünyadaki insanın zamanı da göz açıp kapayıncaya kadar geçiyor…

  Kentlerin dokusuna, ruhuna en güzel katkıyı yapacak olan kişilerin başında bazı meslek mensupları gelir. Kentlerine âşık mimarlar, mühendisler ve yerel yöneticiler; şehrin kaderine etki edecek iradeyi bir yakalarlarsa, etraflarında aynı aşka sahip; ozanlar, yazarlar, tarihçiler, sanatçılar çoğalmaya başlar.

   Tam tersi olunca; bilin ki bugün yaşadığımız büyük kuraklık başlar. Çok bilenlerin, çok zenginlerin olduğu yerde bol bereket, zenginlik ve renkten renge geçen çiçekler, renkler var zannedersiniz! Zannetmeyin! Böyle değil! Her şeye burun kıvıran, yarı tanrı kılığına giren bir aydının kendisini bile aydınlatmaya gücü yetmez; yetemez…

   Halk ozanları, halk türküleri, halk şarkıları her türlü güçlerin pençesinden, şiddetinden, korkusundan süzülerek gün yüzüne çıkarlar ve kalıcı olurlar; yüzyıllar boyunca. Anadolu’da söylenen bir söz gibi; “Su akar yolunu bulur.” Aynı anlayışı, halk türküleri, şarkıları, halk ozanları için de söylemek mümkündür…

    Kenan Oflaz, okuluna, sınıflarına, öğrencilerine hiçbir zaman doymamış bir ÖĞRETMEN olarak, ondan önceki bu şehrin halk aydını Mehmet Ali Karakaş gibi kendi öğretici şarkısını her zaman haykıracak; ticaret ve siyasetin çok uzaklarında…

   Mehmet Akif Işın da öyle; şehrin tarihine, mimarisine, bir yerde yitik ve yitirilmiş kültürlerine duyduğu büyük aşk ve yaşadığı şehir içi atan bir kalp…

    Artık resmi görevlerin, akademik düşüncelerin çok ötesinde; yaşadığı şehrin tutsağı değil, sarmaş dolaş olduğu bir sevgili gibi, kentinin önünde yürümeye, arkasında durmaya, onun üstünü başını silkmeye, her daim temizlemeye adanmış Yunus gibi yol alacağı bellidir…

   Uzun zamandır tanıdığım Muhiddin Bektaş, dopdolu ATATÜRK sevgisiyle, şehre değer veren, değer katan herkesin yanında yer almaya yazgılı bir aydındır.

   Üç konuğum ve çok kısa süren zaman içinde renklerin, çiçeklerin, kırların, menekşelerin dünyası çabuk sona ermiş görünse de Kenan Oflaz giderken Karacaoğlan’ın Kadir Mevlam Seni Övmüş Yaratmış şiirinin son iki dizesini okudu ve:

—Bunun üzerinde durmanı, bir yerde edebi olarak eşelenmeni isterim! Dedikten sonra zihnindeki edebi kilerden, o eşsiz dizeleri birkaç kez seslendirdi;

 “ Kadrin bilmeyenler alır eline,

  Onun için eğri biter menekşe.”

   Edebi zenginlik böyle bir şeydir; kuraklığın, uçsuz bucaksız çöllerin diyarında bile serap sandığınız ışıltılar serap değildir. Tam bir vahadır…

Güven SERİN 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 



8 Mart 2025 Cumartesi

HASAN ARICI

 

Kamera; Güven 

Kamera; Güven

Kamera; Güven 

Kamera; Güven

                              ÜRETİCİ BİLGELİĞİ: HASAN ARICI

   Yaşamının küçük bir bölümü Tekirdağ Ferhadanlı, daha sonrası Almanya ve kırk yıldır Tekirdağ’da üretmekle şekillenen bir yaşamın sessiz çığlığı gibi sesini hiçbir zaman yükseltmeden, büyük düşlerden, zenginliklerden beslenmek yerine, kendi toprağında, atölyesinde, insanların en küçük ihtiyaçlarını yıllardır karşılamış olan bir usta, üretici ve bilge kişilik…

   Hasan Arıcı gibi üretici insanlar, ömrünü gevezelikle geçirmeye alışmış toplulukların, insanların hep tercih edeceği yaşam biçimi olmadığını biliyorum. O’nun ibadeti; ya atölyede, ya da bahçesinde, üreterek yükselir gökyüzüne…

   Bahçede çalışırken gördüm onu. Güneşin öz evladı gibi, başından hiç çıkmayan şapkası, hünerli elleri ve zihniyle baş başa; tıpkı filozofun binlerce yıl fuzuli çağrılara kendini kapatıp; “ Gölge etme başka bir şey istemem” gibidir; toprağın içinde, güneşin altındaki görkemli halleri…

   Marangozhanesinde artık unutulmuş, bir yerde “Tarih” olmuş kuskus, tarhana teknelerini tekrar yeryüzüne çağıran; elleri, yetenekleriyle var eden de Hasan Arıcı’dır…

   Bildik insan korkuları ve telaşları kendisinde yok dersem, yanlış olmaz! Öyle bir dalar ki yaptığı işe, alıştığımız insan beklentilerinin ötesine ulaşır. Talaşla kaplansa da bulunduğu atölye, O’nun hedefi bellidir; elindeki işi en iyi şekilde bitirmek…

   Toprağın ve suyun olduğu yerde de öyle. Ekilmeyen meyveyi ekmek, bilinmeye tatları bahçesine davet etmek… O’nun yarattığı bahçenin tadına koşan çok olur. Doğada, doğal yaşamın içindeki bahçelerin meraklısı olan hayvanlar, kim bilir kaç bin kez yakarışlarını toprağa bereket eken bahçıvan-usta için olmuştur.

       En iyi lahanayı, domatesi, elmayı, kirazı, çileği, inciri yetiştirdiğiyle kalmaz, başka “En iyi-ler” ne var, diye kendi serüvenini; toprak ile güneş arasıdaki bitip tükenmez enerjisini sürekli devinim halinde tutar.

   Yaratıcı ve üretici zihinlerin bilgelikleri fısıltı halinde yayılır yaşadıkları yere. Vakitleri yoktur, boşluğun içinde boş vermişlik haliyle aynıyı tekrar edenlere laf yetiştirmek isteyenlere…

   Uzundur menzilleri. Türkülere konu olmuş sözler gibidir onların sessiz çığlıkları. Toprak çağırıyorsa, tohumlar ; “Hadi koş, bize can ver “diyorsa, O’nun içindeki aşk; kırların kokusunu, esintisini de beraberinde getiriyordur.

   Yaşadığı yerlerle bağlar kurmak, hünerli insanların üretken zihinleriyle, elleriyle tanışmak; insanı arayan ve gözleyenler için ayrıcalıktır…

   Hasan Arıcı gibi insanların bol olduğu zamanlarda “ Geçinemiyoruz” sözünü duymak zordu. Hatta utanılacak bir şeydi… Kapıya gelen dilenci bir kadın, en yoksul bilinen ailelerden bile bir köy ekmeği, koca bir kalıp köy peyniri alıp, duasını ederek çıkardı.

   Düşünüyorum da, herkes sloganlarla bir yaşam oluşturmaya kalksaydı, üreten insanların zihinleri toptan tükenseydi ne olurdu? Bu soru, yarım yüz yıl önce zor bir soruydu! Ya şimdi? Çok kolay bir cevap; herkes verebilir:

 —Çobanları Afkanistan’dan getiririz… Yaşlılarımıza bakacak insanları, Türkmenistan, Özbekistan, Ermenistan’dan getiririz. Niçin ama? Çünkü üretme düşüncesi hastalandı…

   En son çobanlık yapan, Işıklar-Ganoslar Dağları’nın tepelerinde rastladım çoban da öyle demişti; “ Ağabey, bu işten kazanıyorum kazanmasına ama iki yıl içinde küçükbaş hayvanlarımızın tamamını satıp, Tekirdağ’a yerleşeceğim.

—Neden?

—Buralarda kalırsam kim evlenir benimle?

   İki yıl sonra gerçekten de çoban tutmuştu sözünü; artık oradaki dağların, vadilerin çan sesleri susmuştur…

  Hasan Arıcı, yarım yüzyılı çoktan aşmış ömrü içinde, bildik bütün mazeretleri bir kenara, nazikçe iterek yoluna devam etti. Etmeye de çalışıyor. Zaman denen mucizenin, insan bedenine inen ağır yaşlılık yüklerinin bile ona pes ettirme şansı olmadı. Öyle veya böyle; üretmeye devam ediyor. Kendi fısıltılarını, sessizliğin de sesi: ÜRETMEK olduğunu göstere göstere, öyküsünün altına HASAN ARICI imzalarını atıyor…

 Güven SERİN