21 Haziran 2025 Cumartesi

SUSKUN ANITLAR

 

Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                      SUSKUN ANITLAR: YUKARIKILIÇLI MEZARLIĞI

   Yukarıkılıçlı Köyü-Mahalle ziyaretimiz eski ve yeni mezarlığı gezdikten sonra tamamlandı. Güneş doruktaydı. Çamların ve kırların diyarı, neredeyse gözünüzle görebileceğiniz ufuk çizgilerine kadar uzanıyordu.

   Güneyde görünen Ganoslar, suskun mezar taşlarına benziyorlardı. Şairin, Yunus Emre’nin dizelerindeki gibi:

 —Yalancı dünyaya konup göçenler

—Ne söylerler ne bir haber verirler

—Üzerinde türlü otlar bitenler

—Ne söylerler ne haber verirler

   Bir yazı insanı, bir düşünür her şeyden beslenir. Kaderinden, doğadan, köyünden, kasabasından, şehrinden, meydanlardan, parklardan ama en çok; sanatın özü haline gelmiş dizelerden. Bu dizeler, tıpkı suskun anıtlar gibidir; onları biçimlendiren eller, parmaklar ve zihinler yok olmuş ama onlar varlıklarını zamana karşı direnmelerini devam ettiriyorlar. Böyledir sanatın halleri; hemşirenin elinde pansuman bezi, doktorun reçetesinde bir ilaç, yağmurları bekleyen aç bir toprağın yeşermesi; buluşmaların tesadüfü ve ilahi neşeleridir…

   Yunus Usta, zamana karşı direnen sessiz anıtların fotoğrafını çektikten sonra oradan ayrılamadığımı görünce, çektiğim fotoğraflara yansıyan manzarayı ona da gösterince, tam olarak hatırlamadığı ama biraz zorlanınca Yunus Emre’nin anıta dönüşmüş şiirinden birkaç dize söyledi:

 —Kiminin başında biter ağaçlar

—Kiminin başında sararır otlar

—Kimi masum kimi güzel yiğitler

—Ne söylerler ne haber verirler

  O an, suskun anıtların zamanın içinde dile geldiğini sandığım bir an… Kuzey yönüne doğru baktığımda mavi bir gök, Yukarıkılıçlı tarlaları, ormanlarıyla birleşmiş gibiydi. Yer ve gök aynı yerde; uçsuz maviliğin kır kokularında, zaman sayacını yok saymış, insanı arayan insana bir sofra kurmuşlardı. Kekik, buğday, yasemin, hanımeli, zeytin çiçeği, çam, toprak kokan bir sofra…

 Bir kez daha anladım ki böle hissiyatları gezen, gören ve irdeleyen her canlı; bir değil, bin kez yaşayacaktır. Evrimsel bir dönüşüm, yaşama ait bir öykünün doğum anları böyle oluyordu; koşulsuzluğun doğaçlama hallerinde, izahı zor şahitliklerde…

  Zaman birbirinden kopmuş gibiydi. Hangi zamana ait olduğunu bilmeyen bir gezginin duruşu içinde... Bir anlığına, içinde bulunduğum zamanın dışına çıktığımı biliyordum. Birçok antik dünyayı gezerken, antik yolların yürüyüşleri içinde olduğum anlarda ki gibi… Sanki çok ötelerden bu zamana bir anı, bir tanıdık yüz, ses var: Issız viran sandığın capcanlı antik diyarlarda…

    Eski mezar taşlarının üzerine yazılan bütün öyküler silinmiş. Neyi anlatıyordu silinmiş bu taşlar? Silinmiş, unutulmuş yaşamları mı? Çam ağaçlarının gölgelerinde toprağın içindeki sırlar neleri gizliyordu?

   Bir avuç fısıltı, geçmişten gelen bir esinti yalayıp gitti kırların kokularının etrafa dağılıp gitmeleri gibi…

 Susmuşlardı hep birlikte, bir tek amaçları var görünüyordu; toprağın yeryüzünü tekrar tekrar var eden parçası olmak. Dönüşümün sonsuz tekrarı içinde susarak yenilenmek, silkelenmek…

  Bu derin sessizlik, hayatın-yaşamın kırılganlığını anlatmıyor muydu? Korkunç girdaplara benzeyen insan isteklerinin ne kadar çabuk son bulduğunu da fısıldamıyor muydu?

   Büyük ibret aynasına baka baka, henüz diri olmanın diliyle konuşa konuşa tekrar Çanakçı Avşar yoluna koyulduk; geride uçsuz bucaksız öykülerin olduğu sessiz dünyaları, başka gezginlerin gözlerine ve zihinlerine bırakarak…

 Güven SERİN 

  

 

  






31 Mayıs 2025 Cumartesi

IRAKLI KADIN

 

İNTERNET

                                                  IRAKLI KADIN

  Acıları katmerli, kayıpları sıra dışı zamanları yaşayan insanların seslenişi, ağıtsal olmaktan öte evrensel değerleri-hissiyatı da anlatır. Başka: Bir insanın sadece öyküsünü değil, talihini, coğrafyasını, ülkesinin yönetim biçimini de anlatır…

   Iraklı Kadın, böyle bir röportajın hiçbir süslü söze gerek duymadan kendi ülkesinin durumunu özetliyordu;

“ Biz Iraklıların her zaman ölmek için bir sebebi vardır!” Bu söz defalarca tekrarlanıyor ve söze sözler ilave oluyordu;

“ Biz Iraklıların her zaman ölmek için sebebi vardır. ABD, Batı ülkeleri, komşular, kapandın, açıldın, konuştun, hakkını aradın!”, “ Bütün bunlar biz Iraklıların ölmek için sebebidir…”

   Neredeyse insanlığın yakın tarihi içinde her ölümde, ABD ve Batı denen ve gençlerimizin ilk fırsatta kaçmak için fırsat kolladığı ülkelerin-uygarlıkların da payı olduğu acıların en hakisini, kayıpların en yükseğini yaşamış Iraklı ihtiyar adam tarafından da dile getirildi…

  Güçlüysen ve gücü de elinde tutuyorsan, sana karşı duranların yaşama hakkı da yoktur! Veya kısıtlanacaktır… Böyle bir felsefe, siyasi tercihler içinde 21.yüzyıl dünyası, sanki binlerce yıl önce yaşanmış acımasız liderlerin tekrar ve tekrar dünyayı acılarla sınamak istemesi gibi bir şey…

   Neredeyse bir aydın, okumadığı kitap, sorgulamadığı felsefe kalmadığı Saddam Hüseyin’de bu yanılgılar içinde 1979 yılından sonra diktatörlüğü benimseyecek ve şu felsefeye inandırılacaktır;

   “ Göklerden kurtarıcı olarak geldim.”

  Ne hazindir ki göklerden kurtarıcı geldiğine inanan Saddam Hüseyin, bir çukurda, korkmuş bir hayvan gibi yakalandı. Bir liderin, asil bir yüreğin asla düşmek istemeyeceği bir durum; bir ibretsel unutulmayacak gerçek…

   Kurtarıcı olarak gelip, kendini bile kurtaramadan gelen acılı bir son… Iraklı Kadın’ın kalp, zihin acılarla tekrarlayıp durduğu gibi;

 “ Iraklıların ölmek için, her zaman bir sebebi vardı…”

  Bu topraklardan, şimdi ölümün kol gezdiği Mezopotamya diyarından, matematik, astronomi, astroloji, hukuk sistemi, yazım sistemi doğmuş olsa bile, Iraklı Kadın’ın anlatmak istediği “Zamansız Ölüm” her daim kol gezdi…

  Sekiz kapıdan girilen Babil uygarlığı, göklere yükselen kulesi, bilginin yanında büyücülüğün öncülüğünde, som altından yapılan eşyalarının zenginliğine rağmen, yine yıkıldı ve yine yandı...Babil’in,Iraklı Kadın’ın canını yakan yazgısının olduğu topraklarda binlerce yıl önce yakılan şehrin kütüphanesi haftalarca yandı…

   Kitapların, bilginin zenginliği ürkütücü olsa bile yaşamın dönüşümüne ve talihin tercihlerinin getirdiği yaşam ve ölüm sebeplerine direnemedi…

  Iraklı Kadın, sadece kalbiyle değil, sürekli yasak koyulan yaşamının bildik bütün zincirlerini kırmış olmanın acılı yüzüyle konuşuyor. Kendisi için değil; Hz.Ali’nin katledildiği topraklarda yaşayan diğer uygarlıklar;

 “ Akadlar,Babiller,Asurlar,Sümerler ve daha niceleri için haykırıyor ; “ Biz Iraklıların her zaman ölmek için bir sebebi vardır!”

   Ne hazindir ki kendilerine UYGAR diyen ülkelerin korkunç emelleri kravatlı, takım elbiseli şirin yüzlü yöneticilerin maskelerinin ardına gizlenmiş ÖLDÜRME sebepleri hep vardı ve var olacaktır…

 Güven SERİN 

 

 

  

 

  


22 Mayıs 2025 Perşembe

TEKİRDAĞ TENİS KULÜBÜ

 

Kamera; Güven


Kamera; Uğur Bey

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                                             TEKİRDAĞ TENİS KULÜBÜ

  ( Samimi Ses Yankılanır )

   19 Mayıs günün akşamüzeri çevre yolu mevki, geleceğin spor vahası olacak yerde bulunan Tekirdağ Tenis Kulübü Başkanı Mehmet Bostancı’yı kulüp binasında ziyarete gittim.

   Her daim kır kokularının şehre girdiği, halen yok olmayan Tekirdağ bağ ve bahçelerinin çok yakınında, birkaç yıl geçmişi olan yepyeni ve tertemiz, tam manasıyla tenis spor kültürüne, felsefesine uygun bir mekân ve alan…

   İki tanıdık yüz, bir yerde iki gönüllü, Başkan Mehmet Bostancı ve şehrin spor gönüllüsü Uğur Erdağlı, tam da mekânın, tenis sporunun felsefesini uygun bir şekilde karşıladılar.

   İlk kez gidilen yerlerde her daim yabancılık çekilir. Oysa daha mekâna girer girmez; samimi bir aitlik hissederek; “ Bu iş olmuş, bunca yılın mücadelesi artık maya tutmuş!” sözlerini, tenis lokaline-çay salonuna girer girmez kendi kendime fısıldadım…

   Taze çay, en az başlayan taze sohbet kadar demlenmiş bir haldeydi. Güneş gün sonuna yaklaşırken, kırların kokularıyla birlikte, gökyüzünün, evrenin de kokularını yansıtıyordu.

   Mehmet Bostancı’nın mücadelesi çok ötelere uzanıyor. Bu şehir, bu kadim diyar ne hazindir ki başarılı, gönüllü evlatlarını her daim görmemezlikten geldi. Şehrin kendisi mi? Hayır! Şehrimizi bir otel gibi gören, banka hesaplarını şişirmekten öte, kendi gururlarını eninde sonunda yıkılacak Babil Kulesi gibi göklere çıkarmaya çalışan değerlerimiz yüzünden…

   Çalışmamın alt başlığı; “ Samimi Ses Yankılanır” Eugene Ionesco’dan alıntıladım. Bu yazıyı yazarken, aynı zamanda gizleyemediğim, bildiğim halde yıllar sonra ziyarete gittiğim Tekirdağ Tenis Kulübü, geç gidiş öyküsünü: -UTANMA duyguları içinde yazıyorum. Dilerim ki eskilerin her daim tekrarladığı “ Utanma-ar perdesi” kaybolmasın! Her daim, gerçekleri, özeleştirileri haykırıp, henüz vakit varken vicdan huzuruna kavuşalım…

   İki çay içimi konuştuk. Tesislerdeki hareket, gelen sporcular, maçlarına hazırlanan tenisçiler tam manasıyla bir okul-bir kolej havası estirdiğini vurgulamak isterim.

   Sporun olmazsa olmazıdır disiplin. Aslında her yerde lazım olandır. Bu ülke, bu şehir; her daim mizah ile argoyu karıştıranların çoğunluk oluşu, disiplini sadece askeri alanlarda kullanılan bir söz olarak algıladı durdu…

   Oysa en değerli mizah yazarlarımızdan birisi büyük bir disiplin örneği içinde bir yerde hiç gülmeden bir ömür üretti. Kimdi bu üretken insan, mizah yazarı? Aziz Nesin’den başkası değildi…

   O yüzden, sporda devamlılık ve başarı isteyenlerin sarılacağı en önemli şeydir; disiplin ve istikrar… Sadece fotoğrafa girmek isteyenlerin yaz yağmuru gibi sportif faaliyetleri de olabilir; o da güzel bir ıslanma hatırasından öte gidemez…

   Çaylarımızı içerken Leyla Rahşan Karavelioğlu öğretmenimiz de geldi. Tenise başlamak için Tekirdağ Tenis Kulübü Başkanı Mehmet Bostancı ile neler yapması gerektiği üzerine konuştular.

  Mehmet Bostancı; “ İyi bir eğitim almanın öneminden, bu sporun sosyal ve kültürel yaşama katacağı zenginliklerden” söz ederken bile, tenis kulübü ile bağ kurmuş sporcular; bizi gören herkes selam verdi. Hepsinin yüzünde bir ses; samimi bir yansıma…

   Mehmet Bostancı bu sporun önemini anlatırken dalıp gittim. Her şeyden önce sporun çok basit tarifi,atamız tarafından Cumhuriyet felsefesiyle çoktan kazınmıştı bu yurdun evlatlarının kalbine; “ İyi ahlak,zeki,çevik”  bedene,karaktere sahip olmak…

   2008 yılında başlayan mücadele, gönüllülük ve spor felsefesine sağlam bir inanç olmasaydı şimdi Tekirdağ Tenis Kulübü ismiyle bir yer olmayacaktı…

    Bakarsanız şehrimizin araç zenginliğine, lüks ev bolluğuna, aynı zamanda sanatta ve spor alanlarındaki kuraklığı görünce, şaşkına dönersiniz…

  Kulüpler, sivil irade ve felsefeyle büyüyebilir ve ulusal, uluslar arası başarıları da ardından halk çığlıkları içinde beraber sürükleyebilir. Kulüplerin getireceği istikrarlı heyecan ve neşenin, bir okul iradesi ve sürekliliği içinde yol alamsı için de; spora, sağlığa, kültüre önem veren kurum ve kuruluşlarımız tarafından tıpkı samimi bir sesin yankılanması gibi samimi DESTEKLERE ihtiyaçları vardır…

   Bu şehrin gönüllü değerlerine ve zenginliklerine el uzatmalıyız; artık, küflenmiş zihin kuruntularını terk etmeliyiz… Yoksa bizlere uzak kalan en değerli birikimler olan; kas, zihin, sosyal ve kültürel bütünlüklere epeyce uzaktan hep bakar, şaşar kalabiliriz…

Güven SERİN 

  








21 Mayıs 2025 Çarşamba

ANCAK YÜREĞİ YANANLAR YAŞAR KEMAL OLABİLİR!

 

İNTERNET

                  ANCAK YÜREĞİ YANANLAR YAŞAR KEMAL OLUR!

  ( Bergamalı Çoban )

   Yaşar Kemal’i ölümünden beş yıl önce Harbiye Muhsin Ertuğrul sahnesinde dinledim ve izledim.” İkimiz de taşralı yazarlarız, her ikimizde dostuz!” diyen Alman edebiyatının önemli yazarlarından birisi Günter Grass ile birlikte;

 “ Avrupa Edebiyatı Türkiye’de-Türk Edebiyatı Avrupa’da ” temalı edebiyat buluşmalarının konuklarından birisi olarak tarihi zamanın içindeydim. Muhsin Ertuğrul Sahnesini dolduranların tamamı iki dev isim için oradaydılar. Konu ne olursa olsun; Yaşar Kemal 87,Günter Grass 83 yaşındaydılar. Beş yıl sonra aynı yıl içerisinde 1,5 ay arayla ikisi de bu dünyadan ayrıldılar.

   Ölümleriyle daha çok doğacak ve daha çok yaşayacak olan sanatçılardan biri oldukları için, onların yarattıkları eserlerin yoğunluğu, derinliği daima tüm dünya okuyucusunu, edebi yolculuk içinde heyecanlandırmaya devam edecektir. Tıpkı diğer klasik yazarların eserlerinin yüzyıllarca donmuş zaman içinde, bir pırıltı, bir yıldız gibi parlayıp, yaşama ait olanları besleyecekler…

   O günün tarihi olan 18 Nisan 2010 izlenimlerimi dört gün sonra Habertrak Gazetesi köşemden “ Yollarda “ isimli yazımla Tekirdağ okuyucusuna anlatmış, bir yerde tarihsel bir notu taptaze kalacak bir şekilde düşmüş, kazımışım…

  Programı yöneten Osman Bey ( Okkan ) Günter Grass’a sorduğu sorulardan birisi:

—Sayın Grass, sizce edebiyatın toplumların üzerinde etkisi nedir?

—İlkönce edebiyatın böyle bir etkisi var mı yok mu bilemem ama varsa da, edebiyatın toplumların üzerindeki etkisi uzun zaman alır. Ben ve Yaşar Kemal taşralı iki yazarız. Orada büyüdük, orada yaşadıklarımızı şekillendirdik. Ezilen, mağdur olan toplulukların sesi olduk!

   20.Yüzyıl dünyası eserlerinin başyapıta, klasik hale gelmesi, dünya ile buluşması hiç de kolay olmuyor. Bir Yaşar Kemal olmak için, tıpkı onun çocukluğunu anlatırken anlattığı yürek yangını içinde bulunmak gerekiyor. Babasıyla gitmiş oldukları camide, babası gözleri önünde öldürülür. Daha dört beş yaşlarında ve babasının başından tüm gece ayrılmaz.

   “ Yüreğim yanıyor yüreğim!” diye sabaha kadar kan gölüne dönmüş görüntülerin hafızaya kazınmış o korkunç gecesinde kalır. Ağlar, ağıtsal gözyaşları döker… Ve bir süre sonra İnce Mehmet bu bereketli toprakların, uçsuz bucaksız ovaların ve gizemli Torosların bağrından doğar…

   İnce Mehmed bir eşkıya olmuşsa da, her zaman ezilenin yanında kalmak birinci vazifesi olmuştur. Hep tekrarladığı gibi; “ Apdi Ağa gitti, yerine başka ağa geldi.” Kötülük yapan, halka eziyet edenler bitecek gibi görünmüyor. Öyleyse ben niçin dağlardayım?”

   Ülkemizde gezmedik cezaevi kalmayan Gaziantepli Abdullah, yakalandığı ölümcül hastalık nedeniyle ölümünden kısa bir süre önce affedilmişti. Yıllarca hapiste yatmış Gaziantep’in tanınmış, saygın ailelerinden birisi olduğu halde, onlarca insanın, kendi yayınladığı kitaba göre “ Hapiste uyuşturucu satanları, ahlaksızlık yapanları” öldürmüştü. Hep haksızlıkların peşinde koştuğu halde kitabını şu cümleyle bitiriyor; “ Yıllarca kötüleri öldürdüm de ne oldu? Biter sandım, daha çok çoğaldılar. Demek ki kötüler öldürülmekle bitmez!”

   Yaşar Kemal ve İnce Mehmed ayrılmaz bir bütünün parçalarıdırlar. Dayaksa dayak, öksüzlükse öksüzlük, açlıksa açlık, direnme ise direnme, yaşamı doyasıya sevmek ise, sevme onların karakterlerinin parçasıdır…

   Yaşar Kemal’in ağzından düşmediği sözlerinden birisiydi; “ Beni daima ‘mecbur’ insanlar ilgilendiriyor. “ Bu söz-irade tılsımlı bir söz değil, yazma sanatının besini, vicdani ve ahlaki köprülerin taşıyıcı kolonları gibidir…

   İnce Mehmed, dünya edebiyatı durduğu, yaşadığı sürece; Don Kişot, Suç ve Ceza, Savaş ve Barış, Sefiller, Goriot Baba gibi yaşayacaktır; bellidir... İnce Mehmed, artık efsaneden çok öte, bildik bütün zamanlara ve zorluk yaşayan her canlının tutunacağı, soluklanacağı bir candır-inanç ve umuttur…

   Yaşar Kemal’in ana felsefesinden birisi de “ İnsanoğlunu insanoğlu yapan şey korkusudur. Bu roman da korkunun üstüne gitmesidir!”

   Eserinin ( İnce Mehmed ) ikinci cildinde eserin karakterlerinden birisi olan köy imamı Ferhat Hoca, ağaların korkusundan köyü terk edenlere seslenişi vardır:

—Yılmış adam Allahın makbul kulu değildir. Yılmış, korkmuş, ürkmüş insan kadar kötü bir mahlûk halketmemiştir yaradan. Dünya cehenneminden hiç çıkmayacak, ebedi yanacak bir yaratık, yılmış adamdır.”

   Yaşar Kemal’i bilinen, yaygın bütün dillerde yorumladılar. Yorumlamaya da devam edecekler. En çok etkilendiğim Bergamalı Çoban’ın yorumudur. Yaşar Kemal, yazar Zeynep Oral ve Amerikalı yönetmen Elia Kazan 1974 yılında Bergama Antik Şehrini geziyorlar. Yaşar Kemal Türkçe, Elia Kazan ise İngilizce konuşarak antik şehri huzur ve neşe içinde dolaşıyorlar. Çok yorulmuş halde bir taşın üzerine oturmuş olan Zeynep Oral’ın yanına genç Bergamalı bir çoban yaklaşır.

“Abla sana bir şey soracağım! Kim bunlar? Birisi Türkçe, diğeri ise başka bir dille konuştukları halde çok güzel anlaşıyorlar.” Zeynep Oral cevap verir;

“ Bak der, birisi Amerikalı bir yönetmen, diğeri de Yaşar Kemal”

   Yaşar Kemal ismini duyan Bergamalı Çoban; “ Ah, demek Yaşar Kemal! O,böcekle, kelebekle, otla, ağaçla konuşup anlaşan kişi. Amerikalıyla mı konuşamayacak anlaşamayacak!”

   İnce Mehmed’e bir de türkü yakıldı; yaşasın diye efsanesiyle yan yana, koyun koyuna;

İnce Mehmed Akgöbekten ünledi

Buhurcular kulak verip dinledi

Onyedi kurşun yedi ölmedi

Güven SERİN 

 

 

 

 

 

  


17 Mayıs 2025 Cumartesi

REALİST BİR KADINIM

 

İNTERNET

GUSTAVE COURBET

                                                         REALİST BİR KADINIM!

               ( Bir Kadın İyileşmiyorsa… )

   Hastane koridorunda bulunan rahat bekleme koltuğunda oturan minyon tipli sarışın kadın sesini hiç sakınmadan, tam da karşısında oturan tekerlekli sandalyede oturan kadına;

“ Ben realist bir kadınım!” sözüyle giriş yaptı. Başlangıç yapmakla birlikte en az üç dört kez kullandı bu çıkışını. Realizmini, mücadeleler karşısındaki duruşunu anlatırken sadece kulaklarımı değil gözlerimi de görevlendirdim.

   Yaşının 66 olduğunu orada bulunanlarla birlikte bende duydum. Özellikle üzerine basarak söylemişti. Giyinişi, görünüşü ve yine kendi sesinden işittiğimiz;

 “ Ben, her gün 10 km yürüyorum. Realist bir kadınım ben. Mücadeleyi severim!”

   En çok yaşını söylediğinde diğer kadınlardan övgü bekledi. Hastaneye geliş olan ve her kadının ayrı bir derdi olduğu için “ Vay be! Altmış altı yaşında mısın? Hiç göstermiyorsun!” Sözlerini duymadığı için uzun bir süre uzun sarı saçlarıyla küçük bir kız gibi oynadı.

   Çevresinde en az altı kadın, uzak çevresinde de en az yirmi kişi öyle veya böyle dinliyor, çaktırmadan izleyenler bile vardı. Spor yaptığı, kendine baktığı fiziksel yönden haklı olduğunu anlatıyordu. Ama kadınların ilgisini iyi bir hatip gibi gözlemledikten sonra yine iddialı bir çıkış yaptı;

 “ Bir kadın, eğer ki iyileşmiyorsa, bilin ki o erkek yüzündendir! Erkeğin dırdırındandır…”

   Bu sözden sonra dinleyicisini iyice etkisi altına aldığını realist kadın da biliyordu. Artık, söz de ondaydı, saz da…

  Sevgili eşinin bilmem hangi büyük kurumda müdür olduğunu, artık bu dünyada olmadığını, erken ölen erkeklerin kendi dırdırları yüzünden öldüğüne kadar sosyologlara meydan okuyacak kadın sorunlarına parmak bastı. O konuştukça diğer kadınlar da hastanede ve hasta olduklarını bir güzel unuttular. Her biri sırasıyla erkeklerden neler çektiğini hiç çekinmeden, sanki komşuya gidip de çok özel bir zamanda konuşuyormuş gibi rahat bir şekilde anlattılar.

   Realist kadın artık merkeze oturmuştu. Diğer kadınlar fazla konuşur, sözünü çabuk bitirmezse hiç beklemeden araya giriyor, yine erkeklerin erken ölmesini, kadınların mücadelesini anlattıkça anlatıyor, yüzü gözü kapalı olan kadınlarda bile gülümsemeye, onlarında bu realist kadının konusuna katılmaya davet ediyor ve başarıyordu.

     Kadınlar, kadınlarımız; erkek dünyaları hakkında ne kadar çok şikâyet etseler; inanın bana haksız olan kadınlar için bile “ Haklıdırlar… Bir değil, bin değil, bir milyar kez özür dilenesi, ellerinden, hatta ayaklarından öpülesi” canlılar olduklarını erkek saltanatı olarak söylemeyi borç biliyorum…

   Şu doğanın ve şu evrimin kanunları yok mu? Yabanıl hayatta bu yana sunan erkek gaddarlığının ucu bucağı yok gibi… İstisnaları söylemeyi, gelişmiş ülkelerdeki erkek kadın özgürlüklerini de yok saymadan bir başka canlının erkek cinsinden söz edeceğim.

   Yıllardır erkek aslanlara gıcık olurdum. Özellikle yavruları büyütmede, avlanmada hep dişi aslanlar önde ve öncü görünüyorlardı. Belgesellerin zenginliği ve merakım arttıkça bu işin, yani madalyonun diğer tarafını gördüm. Meğer çok büyük avlarda dişi aslanlar erkek aslandan yardım istiyorlar. Erkek aslan ölümcül sorumluluğu o büyük avlarda hiç çekinmeden üstleniyor.

   Ama bu konunun bir başka can alıcı tarafı daha var. Yan gelip yattığını sandığım erkek aslan kendi dönemini ancak 2–3 yıl kadar sürdürebiliyor. Neslini devam ettirmek için üremenin yanında sürekli bölgesini diğer erkek aslanlardan korumak için yüzlerce, binlerce km yol alıp, sürekli bölgesini kolaçan ediyor. Asıl sorun da bölgeye giren diğer genç ve güçlü aslanlara ölümcül savaşları sadece kendi başına veriyor. Dişiler bu savaşa karışmıyor…

   Görünen o ki, hayvanlar dünyasındaki ilişkileri inceledikçe, izledikçe ve anlamaya çalıştıkça, insanlar dünyasında, ülkeler arasındaki insanlığın, erkek ve kadının aldığı yolların da ne kadar çok ayrı ve ayrıcalıklarla dolu olduğunu görüyor, şaşarak anlamaya çalışıyoruz…

  Realist kadının aklımda kalan üzerine basarak birkaç kez söylediği sözlerden birisi de; “ Karı koca lafını kabul etmiyorum. Evlilik yapan kadın ve erkek yol arkadaşıdır. Hiçbirisi birbirini ezemez!”

   Realizm böyle bir şey; dinlettiriyor kendini… Haklı mı; fazlasıyla…

Güven SERİN 

 

   




10 Mayıs 2025 Cumartesi

EN AZ ÜÇ DİL BİLECEKSİN

 


Moda İstanbul

Kamera; Güven

Kamera; Güven

İki değerli insan; sanatçı...
Filiz Hanım,Selçuk Bey

                                                EN AZ ÜÇ DİL BİLECEKSİN

 ( Bedri Rahmi Eyüboğlu )

    Değerli tarihçimiz Halil İnalcık tarih bilimini anlamak, yazmak için; “ En az beş dil bileceksin. Bunlardan ikisi batı dili olacak” derdi.

   Dil bilmeyi bırakın, kendi diliyle doğru dürüst iletişim kurmayı beceremeyenlerin en çok sahnede olması, birçok aydına; “ Ne günlere kaldık! “ haykırışını yaptırıyor.

  Kim ne derse desin, toplumumuzun geneli; az okuyor, az merak ediyor, az geziyor. Ve çok dert üretiyor. Fikri, bilgisi, görgüsü olsun olmasın; var etmenin ulvi ve kalıcı tarafında olmak yerine, yıkmanın, yok etmenin karanlık, dozlu dumanlı tarafında olmayı tercih edenler hiç de az değil…

    Türk şiirine, resmine, eğitimciliğine kendi imzasını bırakan ve öğrencilerinde derin izler bırakan Bedri Rahmi Eyüboğlu ise “ En az üç dil bileceksin” sözünü, inancını mısralara taşıyor;

“ En az üç dil bileceksin

  En azından üç dilde

  Ana avrat dümdüz gideceksin

  En az üç dil bileceksin

  En azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin

  En az üç dil

  Birisi ana dil

  Elin ayağın kadar senin

  Ana sütü gibi tatlı

  Ana sütü gibi bedava

  Nenniler, masallar, küfürler de caba

  Ötekiler yedi kat yabancı

  Her kelime aslanağzında “

   Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun dehası-sanatı ve öğretmenliği; öğrencileriyle kurmuş olduğu samimi arkadaşlığının, dostluğunun sınırları, en azından genişliği ve derinliği henüz tam olarak belgesellere, gelecek kuşaklar için besin değeri yüksek araştırmalara kavuşamadı.

   Bedri Rahmi Eyüboğlu’nu birkaç yudum daha yakın bir hissiyat taşıdığım için kendimi şanslı hissediyorum. Onun öğrencilerinden, dostlarından birisini çok yakından tanıma, bu değerimiz-sanatçımız-öğretmenimiz ile dostluk kurma güzelliğini yaşıyorum.

   Sözünü ettiğim öğretmen sanatçı ve yazar; Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık’tır. Selçuk öğretmen ile ne zaman konu açılıp sözü Bedri Rahmi Eyüboğlu’na getirsek; gözlerinde üniversite yıllarından bir ışık ve bir bakış…

   “ Reis” derdi bize seslenirken. Ve her şeyden önce bir arkadaşın çare üretme yeteneğine, samimiyetine ve iradesine sahipti. Bizi sadece sınıfta değil dışarıda görmek ister, çalışmalarımızı halkın, şehrin içinde, esin kaynağını yaşam alanlarında aramamızı öğütlerdi.

   Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık da aynı felsefeyi ilerleterek devam etti. Sadece sınıflara sıkışan, öğüt ve ders veren bir öğretmene ve sanatçı olmak yerine; öğrencilerine “ Biz bir ekibiz ve yaratacağımız eser, hepimizin emeği, düş ve el hünerleriyle var edeceğiz!”

   Bedri Rahmi öğretmenleri; Nazmi Ziya Güran ve İbrahim Çallı sanatını, felsefesini kendi düş gücü, esin becerisiyle yoğurup daha ötelere taşıdı. Tam da halkın içine; kalbine…

   Ahmet Selçuk Özbek Kızılışık’ı İstanbul Moda Saint Joseph sanat atölyesi içinde, öğrencileriyle yaptığı çalışmalarda izlerken; bu dehaları, sadece sanatlarıyla değil insanlıklarıyla da iz bırakan insanları bilmenin, anlamanın yakınında olmanın mutluluğu; kendi adıma tarifi çok zor olan bir şey…

  İradesi özgür, vicdanı sağlam olan sanatçıların sanat eserleri de nesilden nesle bu yüzden hep yazıldığı günün sıcaklığı, tazeliği içinde aktarılmaya layıktır;

 “ En az üç dil bileceksin

  En azından üç dilde

  Canımın içi demesini

  Kırmızı gülün alı var demesini

  Nereden ince ise oradan kopsun demesini

  İnsanın insanı sömürmesi

  Rezilliğin dik alası demesini

  Ne demesi be

  Gümbür gümbür gümbür demesini becereceksin”

 Güven SERİN 


 

 

 

  








2 Mayıs 2025 Cuma

MAL CANIN YONGASIDIR

 

Kamera; Güven

Yunus Usta


                                     MAL CANIN YONGASIDIR

    Destansı öykülerin içinde de işlenir; mal-mülke bağlılığın bin bir türlü halleri ve karakterleri… Hatta bazı insanlar için mal denen yüce nesneler, canından bile kıymetlidir…

   Nasıl ifade ederler:

—Malımı alacağına canımı al, canımı iste daha iyi…

   O yüzden siz siz olun, malını-mülkünü helal kazançla edinmiş olanlardan ve ölesiye mallarına bağlı olanlardan, borç bir şeyler istemeyin! Sevdiğiniz o insanın boşu boşuna uykularını kaçırır, belki de zamansız hastalanmasına sebep olur, sonradan “Keşke” zavallı sözcüğüne sığınıp durursunuz…

   Son gezilerimizden olan Naip Kale yolculuğumuzda sırt çantamın askılığı bir değil iki kez koptu. Yağmurdan sonraki gün çıkmış olduğumuz tarla yollarındaki sarı çamur öyle bir ağırlık yaptı, öyle bir zorladı ki, en sonunda düze çıktığımız yerdeki badem ağaçları altında dinlenmek için durduk. Yürüyüşe devam edeceğimiz vakit, çantamın askılığı kopunca, hünerli Yunus Usta, her zaman yanında taşıdığı ip ve tellerin yardımıyla tamir etti. Tam sırtıma aldığım vakit yine koptu. Bu sefer başka yerinden...

    O vakit anladım; sırt çantam, Naip Kalesi yolculuğuna veda etmek için gelmişti. Daha sağlam tamirden sonra yola koyulmadan önce sırt çantamı altında dinlendiğimiz badem ağacındaki dala asıp uzun uzun seyrettim…

   Çantamın artık dayanacak hali yoktu. O zaman hatırlamaya çalıştım:

—Yıllardır benimle gittiğim her şehre, her köye, kasabaya, dağa, ormana, vadiye inip çıkan çantamı nereden aldım düşüncesini. Kadıköy çantacılarını uzun uzun gezmiş, Sait Faik’in izlerini sürmek için Burgazada’ya gideceğim vakit,2012 yılında birbirimizi selamlamış ve bir daha neredeyse sırtımdan hiç inmemişti…

         Tekirdağ’ın, Kırklareli’nin, İzmir’in, Muğla’nın, Antalya’nın, Eskişehir’in, Afyon’un, Çanakkale’nin, Tiflis’in, Kars’ın, Makedonya’nın, Kosova’nın dağlarında, tepelerinde, ovalarında, vadilerinde hep birlikte yıllarca ayrılmadan yaşamıştık.

   Ya şimdi? O artık emekli olmak istedi ve kabul edildi. Canın yongası olmaktan öte, zihnimin bir parçası, yaşanan dönüşümün en yakın şahitliğini yaptı…

   Öyle bir bağ ki, kendisi küçük olsa bile, içinde bir yerde gün içinde lazım olacak her şeyimi taşımıştı. Antalya Musa Dağı tırmanışında, Olimpos Dağı inişinde, her molada, içindeki sularıyla, yiyecekleriyle, kitapları, not kâğıtları, fotoğraf makinesi, çakı, çatalıyla her daim kendi gönüllü sofrasını önüme sermişti.

   Kendisini badem ağacına asıp son bir hatıra fotoğrafı çekerken, Yunus Usta da onun ardından kendince yarı şaka, yarı ciddi bir dua okumak istemiş ve okumuştur.

   Alışmak denen şey böyle bir şey. Zihnimizin derinliği, o mucizevî nöronlar mutlu ve hüzünlü anların yüklerini, deneyimlerini alırken, o yükleri hiç şikâyet etmeden kendi kalbine gömen, kendi içine atan bir yerde cansız görünen bir nesne ile artık maddi hiçbir değeri olmayan bir eşya ile kurulan bir gönüllü bir köprüdürler…

  Duygusal olur ayrılıklar. Hele birbirinden şikâyet etmeden, sürekli el verip, birbirini sırtlarda taşıyıp kalbiyle onayladığı vakitlerin ayrılığı, kendi içinde bir oyundan çok öte bir yaşam iksiri gibidir. Var oluşun, yok oluşa gidişi, bir yerde ömürlerin tükeniş serüveni böyle; büyük, küçük ayrılıklarla doludur…

  Mal canın yongasıdır ama mal zihnin bir parçası olursa ardından el sallamanın derinliği: Edebi-sanatsal bir şiirin, öykünün, destansı bir müziğin içe yansıyan ışıltısı, kıpırtısı ve çok değerli bir esin kaynağıdır…

 Güven SERİN 


 

 






30 Nisan 2025 Çarşamba

HEM AĞLARIM HEM GİDERİM

 

Kamera; Demokrat Gazetesi

             NAMİGAR DURAK BAŞBUĞOĞLU’NDAN BİR ESER DAHA

( Hem Ağlarım Hem Giderim )

   Olmasaydı Yunan yazarları, şairleri, edebiyatı ve filozofları, belki de bugünkü Yunanistan bile olmayacaktı. Filozoflar ve edebiyatçıları binlerce yıl önce öyle bir harç karmışlar ki bugünün Yunan ulusu, Avrupa’nın şımarık çocukları kabul ediliyor. Korunup kollanıyor; geçmişin o değerli; edebi, felsefi eserleri-harçları hatırına…

   Tekirdağ’ın yazarları, şairleri ne kadar çok üretirse, hatta ne kadar çok okuyucuyla, eleştirilerle buluşurlarsa, şehrimizin edebi harcı, felsefi dünyası o kadar genişler, derinlik kazanır ve çağlar ötesine taşınır; bizler yokken bile, varmış gibi esintileri her şafağın vakti bu topraklarda yaşayanlara can suları taşır…

   Bu yazıyı yazarken bile Namigar Durak Başbuğoğlu bir başka eseri yayın yaşamına hazırlıyor olabilir. Kendisi, üretmek, kayıp zamanların boşluklarını kapatmak isteyen çok önemli eğitimci, araştırmacı yazarlarımızdan birisidir…

   Kitabının-eserinin ( Hem Ağlarım Hem Giderim ) ilk sayfasında, yazarın teşekkür yazısı var. Doğmuş olduğu Oruçbeyli köy insanlarını tekrar tekrar birçok eserinde bağrına bastırdığı gibi yine o üretken köy insanlarını selamlıyor. Elbette her daim yanında olan eşi Bülent Başbuğoğlu’na da teşekkür etmenin erdemine tutunuyor.

   Kitabın önsözüne katkı veren geçen dönemin Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Albayrak ve Güven Serin’e de teşekkür ediyor. Bu eserin metin düzenlemesinde büyük katkılar sunduğu için Türkçe öğretmeni Gülderen Candemir Nalça’ya da teşekkür ediyor. Tekirdağ sanatına büyük katkılar veren bir başka Oruçbeyli sanatçı, her daim rahmetle andığım Nevzat Avcı’ya, Hasan Gönül’e, Lütfü Yavuz’a yapılan teşekkürler, bu esere dokunan insanların; yaşayan veya yaşamayanların ne kadar büyük zenginlik olduğunu da anlamak mümkündür.

   Yazarın önsöze kattığı şu cümle;

“ Geçmişi, sadece bilmek yetmez; gelecek kuşaklara da aktarılmalıydı. Bunun yolu da yazmaktan geçiyordu. Ne de olsa; ‘ Söz uçar yazı kalır…’ Ben de bunu yaptım!”

  Yazarın kendi doğduğu Oruçbeyli köyü, yaşadığı Tekirdağ Süleymanpaşa ile kurmuş olduğu edebi, felsefi ve duygusal bağların derinliğini anlamak için yukarıda alıntıladığım sözün derinliğine bakmak yeterlidir. Dünyada söz sahibi, öncü olan ulusların kütüphanelerine bakmak da önemlidir…

  Olmasaydı Sümer kitabeleri, Eski Mısır yazıları, o uygarlıklardan geriye anlatılacak çok az şeyler kalırdı…

   Yazarımız kitabını-eserini iki bölüm halinde hazırlamış. İlk bölümünde köy düğünlerini, ikinci bölümde ise Tekirdağ yöresel kıyafetlerini sadece fotoğraflarla değil, öyküleriyle, mercek altına alarak aktarıyor.

    Hatta bu öykülerin neredeyse gözlemcisi, her hikâyenin içindeymiş gibi, kına törenlerinden tutun da, gelinlerin gözyaşlarının ipeksi saf dokularını hissettirecek kadar okuyucuyu yakına davet ediyor.

     Detaylara girerek; insan denen canlının duygularını, saygı, sevgi ve disiplin içinde kullandığı zaman, erişeceği o değerli uygarlıkların önemini de anlatırken, okuyucuyu zamanın tanığı-şahidi yapıyor…

   Kısacası sayın okuyucu, Namigar Başbuğoğlu’nun bu eserindeki tatlar, yakın zaman önce bizi biz yapan köy düğünlerinden, yöresel giysilerden oluşuyor olsa bile bizim insanımızın binlerce yıllık yaşam serüvenlerini, bir arada gerçekleştirdikleri yüksek köy kültürü ve bilincini de onur duyulacak şekilde ve yeniden filizleniyor. Gün yüzüne çıktığı gibi, gelecek kuşaklar için eşine az rastlanacak, araştırmacılar için kaynak eser olarak aranacak bir sanat eserine sahip olduğumuzu onur duyarak duyurmak isterim…

    Kız İstemeleri, Söz Kesilmeleri, Çeyiz Düzmeleri, Çeyiz Sermeleri, Alay, Düğünler, Gelin Cuması, Kınacı-Kâhya Kadın, Ahret Dalı, Kına Manileri ve daha şimdiden yitik kültürler arasına girmiş bu yaşanmışlıklar bu eserin her sayfasında toplumsallığın öykülerini, sosyolojinin disiplinini anlatmakla kalmıyor, zihinlerimize yerleştiriyor.

   Mani demişken, yazarımızın annesi Şükriye Durak’tan dinlediği maniyi de paylaşmak istiyorum;

 “ Bugün hava dumanlık,

  Yandı bizim samanlık.

  Kara gözlü yârimi,

  Yakışmıyor çobanlık.”

 Güven SERİN 


 

   



25 Nisan 2025 Cuma

TENİS KORTLARINDA GECE

 

Tekirdağ Tenis Kortları

Tenis Kortları

İsmail Ata ve Yavuz Özdemir,Güven Serin



TENİS KORTLARINDA GECE


Şehrin ışıklarıyla yanan kortların ışıkları kendi törensel dünyasına başlıyor.Temiz kafetaryasına gelenlerin sohbetleri ve kortlarda insan denen canlının; zihin ve bedenin haykırışları,terler,çığlıklar,haykırışlar arasında Tekirdağ zamanları...

Yıllar sonra Yavuz Hoca ile maç yapmak,yine o bildik kort havasını enerjisini solumak; sonlu insanın sonsuz aşkı gibi...

Güven SERİN

19 Nisan 2025 Cumartesi

SYLVİE ÜZGÜN,SYLVİE YASTA

 



Karaailoğlu Parkı Antalya

Arkadaşım Çitlembik Ağacı Karaalioğlu Parkı

                                SYLVİE ÜZGÜN, SYLVİE YASTA

  Bilirsiniz, eski uygarlıkların acılarla baş etme biçimlerinden birisidir ağıtlar. Yanık ve gür sesleriyle ağıt yakıcılar, korkuturlar acılı insanın başına üşüşmüş kendisini parçalayacak kara düşünceleri…

   Sylvie’yi uzun zamandır tanıyorum. Antalya Kaleiçi diyarına ne zaman gitsem onun güvenli, huzurlu, temiz tam bir aile havası içinde olan pansiyonunda kalmak isterim…

   Her zaman olduğu gibi uzun aralardan sonra bile gittiğimde Sylvie:

—Senin her zamanki odanı hazırladım, der kendine özgü tebessümü, samimiyeti içinde. Öteden beri 6 numaralı odada kalıyorum. Sylvie’nin küçük, bakımlı, içinde ağaçları, çiçekleri olan bahçesine bakan 6 numaralı oda…

   Görüşmeyeli, zaman çarkının aldığı yol, dünya zamanına göre tam tamına 5 yıl oldu. Ayrılırken kış ayı içerisinde Fransa’ya gideceğini, yaşı epey ilerlemiş annesini yanına alacağını söylemişti.

    Çoğunluk Ekim ayı buluşmaları, Antalya ile bu zamana rastlayan kavuşmalar olsa da bu sefer Kasım sonunu ile Aralık başına denk geldi. Sylvie’nin pansiyonu her zamanki gibi, bakımlı; tertemizdi. Giriş salonunda karşılayan çalışanı Sevda Hanım oldu. Kızı Sibel Hanım ardından “Hoş geldin” dedikten sonra iç bahçede Sylvie ile karşılaştık. Hüzünlü ruhunun elini öptüm…

   Ne kadar gizlese, o an hissettirmese de yüzüne yapışan şey, geçen BEŞ yıl değildi. Bir hüzün, acı ve yas oturmuştu, işinin aşağı ve her zaman tebessümü eksik olmayan, her daim neşeli, hareketli ve müşterilerini bir aile görüp kabul eden Sylvie’de.

   O yüzden bir şey sormayıp, lafı öteden beriden dolaştırıp ikimiz de bir güzel idare etmeye çalıştık. O an istedim ki Hamlet, bir ağıt yakıcı gibi Şekspir’in kaleminden tekrar doğum oraya gelsin ve haykırsın:

 —Olmak ya da olmamak işte bütün mesele bu!

Düşüncemizin katlanması mı güzel

Zalim kederin yumruklarına, oklarına

Yoksa diretip bela denizlerine karşı

Dur, yeter demesi mi?

   Görünen o ki, zaman çarkı dünyayı süpürmeye devam edecek. İnsan denen canlı, yakınında bulunan insanların zamansız ölümlerine her daim Şekspir’in,Hamlet’in,Macbeth’in,Brutus’un,Julıet’in haykırışlarını da dünya edebiyatıyla birlikte insanlığın zihinlerine mühürleyecek…

   Peki, ama işini, torunlarını, çocuklarını, doğduğu toprakları (Fransa ) severek yaşadığı kendi ülkesi kabul ettiği Türkiye’yi yüreğiyle, zihniyle seven bu insan niçin yastaydı?

   Ve beş on dakika sonra beklenen an geldi ve çattı:

—Sen bilmiyorsun değil mi? Oğlum, kalp krizinden öldü.

   Hastane yöneticisi olan yaşı birçok genç ölüm gibi çok genç olan çok zalim bir ölüm haberi daha… O an, o zalim çarka bir tokat atmak isteğini, sessizliğe bıraktım. Her ikimiz de konuşmak istiyordu ama SUSARAK…

  Sylvie’nin gözleri doldu ve taştı. Bildik bütün kelimeler buharlaşır gibi oldu. O ana verilecek hiçbir cevap yoktu… İstedim ki yine dünya edebiyatına ses, soluk, vicdan, şefkat olmuş:

—Merhamet zorla olmaz;

Gökten süzülen yağmur gibidir.

İki yönden kutsaldır:

Hem vereni kutsal kılar, hem de alanı.

En yüce kişilerde en güçlüdür;

Tahtına oturan hükümdara

Tacından daha çok yaraşır.

    Bir oğul ve ardından yaşlı annesini kaybeden Sylvie, işte bu yüzden üzgün ve yasta. Şefkatin memelerinden süt emmiş, vicdanın kollarında uyuyan, nezaket ve samimiyet bahçelerinde gezinen herkesin içindeki o soylu ve acı yüklü hüzün, onun da gözlerinden süzülüyordu yeryüzü pınarlarına doğru…

 Güven SERİN 


 

 

 

 

 

  








18 Nisan 2025 Cuma

ZAMAN SAYACI ve ARKEOLOJİ

 



Kamera; Güven Myra Antik Kenti Demre Antalya

Myra Demre

Kamera; Güven Myra


Demre-Noel Baba Kilisesi

                                ZAMANIN SAYACI ve ARKEOLOJİ

  Zamanın Sayacı bir Arkeolog gibi ilerler. Arkeoloji Bilimi bizim toplumumuza epey uzaktır. Bir genç insan; “ Ben Arkeolog olacağım” derse, birçok aile bireyi; “ İş bulamazsın ne yapacaksın Arkeologluğu!” deme cesaretini kendisinde bulur.

   Zamanın sayacını filozoflar gibi arkeologlar da iyi bilirler. Katmanlara usulca yaklaşıp, büyük emek ve deneyim içinde ilerlerler. İnsanın yaşamı da öyledir; zaman sayacının içinde, kendi ruhsal, bedensel katmanlarımıza inmek için ne çok uğraşlar veririz. Bazılarımız büyük emekler de harcar…

  Dante’nin çıkmış olduğu kendi yolculuk, başyapıtı kabul edilen Komedya eserinde anlattığı yolculuk da bu katmanlardan bir tanesinden başka bir şey değildir… Cehennem, Araf ve Cennet; Dante’nin katmanlar arası dolaşımı, ustam dediği Vergilius ile birlikte yaşanır…

    Son dolaştığım antik kentlerden birisi de Aspendos, Olimpos ve Myra oldu. Oradaki antik kentlerin yakınlarında kazı çalışmaları devam ediyordu. Bir tarafta işçiler, diğer tarafta arkeologlar şehrin yüzlerce, binlerce yıl ötesine uzanan katmanları içinde gün yüzüne çıkacak olan eserleri arıyorlardı.

   Bugün milyonlarca insanın gezdiği çok bilinen, ünlü antik şehirlerin geçmişlerinde inanılmaz trajediler vardır. Yangınlar… Savaşlar… En önemlisi de şehirleri yerle bir eden depremler… O yüzdendir antik zenginlikler, yerin yedi kat altına gizlenmişler…

   Ama hangi ünlü antik şehri gezersek gezelim, geçmişlerindeki o korkunç olayların izlerini anlamak için arkeolog gözüyle bakmak gerekir. Yangınların, savaşların ve depremlerin izleri, delilleriyle birlikte; kazıldıkça gün yüzüne çıkar.

   İnsan denen canlı için de zamanın sayacı işler. Bir saniye dahi gecikmeden, bize sunulan yaşam içinde, tıpkı bizden önce milyarlarca canlı için işlediği gibi işler ve ayrıştırma işlemini yapar.

   Nasıl mı? Yağmurlar, rüzgârlar, güneş ışınları yardımıyla. Onun işi, bu gezegeni yaşanır hale getirmektir. Dünyanın ilk halini bilim insanlarından dinlemenizi isterim. Yaşanmaz olan zehirli gazların ve ateş topu zamanlarından bu yana işleyen zaman sayacı, eşsiz bir gezegen yarattı.

   Geçen milyarlarca yıl, zaman sayacı şahitliği eşliğinde yaşandı. Muhtemelen de bir o kadar daha yaşanacak. Ya insan? İnsan bunun neresinde? Milyarlık yaşları düşünürsek, toplu iğnesi gibi dahi yer kaplamayan yaşam sınırımız, zaman sayacı için hiç zorlanmadan kendi dönüşümü içinde geçecek ve gitmemiz gereken katmanlara gideceğiz…

  Öyleyse, niçin bir sürü ıvır- zıfır şeylerle zaten bir solukluk, bir yudumluk olan yaşamlarımızı hırpalıyoruz?

   Bu yazıyı yazarken bile zaman sayacının sesini duyuyorum. Kendisini göremesem de, bu yazı birkaç saat, birkaç gün sonra; geçmişin o soylu koynuna hapsolacak… Onu oradan çıkartacak olan yegâne şey; bu sayacın işleyişine aldırmadan merak eden, araştıran, okuyan diğer insanlar olacak veya olmayacaktır.

   Hiçbir şartın büyüklüğü, önceliği, zaman sayacı içindeki güne-şimdi-ye dokunma şansımız kadar güçlü olmamalıdır. Tükeniş ve dönüşüm durdurulamaz. Süreyi ne kadar çok uzatırsak uzatalım; elimizdeki yaşama, zaman sayacıyla pazarlık yapmadan sarılmak; ayrı bir beceri, hüner ve sevgi gerektiriyor…

   Zaman sayacı bir arkeolog gibi bütün katmanları açar. Önce bir ses, bir bebeğin tazeliği, nefesi ve sonra, yaşama ait süreçler… Sonrası mı, yaşamı tatlı, heyecanlı hale getiren hücrelerin ağır ağır uykuya, uçsuz bucaksız boşluğa doğru geri çekilirler…

   Yaşlanmanın katmanları; rüzgârın, güneşin, yağmurun etkisiyle gün yüzüne çıkmıştır. Dış etmenler kadar insan denen canlının zihni de kendi rüzgârını, fırtınasını, yangınlarını, sellerini, ateşlerini yaratma beceri veya kırılganlığına sahiptir.

   O yüzden, zaman sayacının arkeologluğu eşliğinde ölü zamana değil yaşamın içinde; iniltileri, sevinçleri, çığlıkları, tebessümleri olan zamana kulak ve el vermek daha karlı gibi görünüyor…

 Güven SERİN