27 Nisan 2016 Çarşamba

ZAMANIN İŞİTİLMEYEN AYAK SESLERİ


"Hepsi bitti bir tek şey istemiyorum geçmiş zamandan.
Şimdi hemen işe girişmeliyiz;yaşlandık artık
çabuk karar vermeliyiz." 




ZAMANIN İŞİTİLMEYEN AYAK SESLERİ

  Efsane Jokey Ekrem Kurt’un yaşamı, felsefesi ve başarılarıyla ilgili videoyu izlerken şaşırdım doğrusu. Bu konuda ki bilgi eksikliğimi, yaşama dair bilgilenmenin, öğrenmenin sonsuz evrende ki yıldızlar kadar sonsuz olduğunu bilmenin; erişememenin garipsemesiyle sarıldım öğretilere.

  Tam olarak 45 yıllık jokeylik yapmış Ekrem Kurt. Hatta at üzerinde ölmeyi arzulamış yaşamı boyunca. Bu süre içinde ömrünün büyük kısmını yine atlar ile geçirmiş. Karşılığı ise Rekorlar Kitabına, kendi alanında bir efsaneye dönüşmek olmuş.

  Ekrem Kurt 15 Bin kez koşmuş. 3750 birinciliği; Karayel isimli safkan at ile tek vücut olmuşluğu mitolojinin içinden çıkan bir haber gibi geldi bana. 1.65 boyunda ki Kurt’un 45 yıllık jokeylik serüveni yetmiyor. İş olmaktan çıkıp; ayrı bir sevdaya dönüşüyor.

 Hastalanmasa, muhtemelen son ana kadar da at üzerinden inmeyecek. 45 yıl dile kolay! 16.450 gün yapar. Saate çevirirsek daha da karışır aklımız. Bütün bu zamana rağmen niçin yeterli olmaz insana?

 Birçok yaşlıya yaşadığı ömrü sorduğumuzda aldığımız cevaplar; benzer oluyor. Pek bir şey anlamadım. Sanki dün gibi… İnsan, yetmezlik içinde, hiçbir zaman yetinmeyen, ölümsüzlük aşkını düşünürken, birbirine benzettiği, adeta aynısı yaptığı günlerin bir yaşama; sadece birkaç güne dönüşmesi midir bizi yetersizlik hissiyle buluşturan?

 Farklılığı, değişimi ve dönüşümü kabul etmekte zorlandığımız için, yasaların, geleneklerin, kalıpların içinde, günleri, ayları ve yılları birbirinin aynısı sanıp, aynı alışkanlıklarla en yeniyi bile hemen eskitiyor muyuz acaba?

  İngeborg Bachmann Bir Düş Oyununda şu sözleriyle tam olarak neyi anlatmak istiyor acaba;

 “ Hepsi bitti, tek söz istemiyorum geçmiş zamandan. Şimdi hemen işe girişmeliyiz; yaşlandık artık, çabuk karar vermeliyiz, zamanın işitilmeyen ayak sesleri, biz onu etkilemeye zaman bulamadan, belli etmeden yaklaşıyor bize.”

 Bu sözün ruhu ruhuma dokunduğunda ancak bir kâşifin duyacağı heyecanı duydum. Yeniliğin, fark edişin, dönüşümün, kabul edişin; belki de yaşamlar içinde yaşamlar yaratmanın; yaratıcı olmanın yüce bir işareti, iteneği; nazik haykırışıdır da…

 Onca öğreti; kitaplardan, bilgisayarlardan, sinemalardan, tiyatrolardan, sohbet ve masallardan adeta “duyun bizi!” çılgınlığıyla sesleniyor bizlere.

 Merkezimizde sadece üstün olma, halen hayatta kalma felsefesiyle yoğrulma ve yorulma varsa; birkaç metre karelik tapu, paftaların, intikam ve kin dünyasının yağmurları ruhumuza kadar işlediyse; yapılacak tek şey; bize öğretildiği gibi; suçu kadere yüklemek; O KADAR…

 Oysa yazarı, şairi, sanatçıları yücelten en evrensel şey; öğrenirken öğretmek; pay alırken paylaşmaktır.

 Pay ve paylaşma kanununu, bu soylu yasayı ancak, edebi, felsefi, siyasi erdeme, görgüye kavuşunca daha ve daha da iyi anlayıp kavrama muradına erişebiliriz.
  Sanatçı, İngeborg Bachmann şiirine davet ediyor bizi; çabuk karar vermemizi hatırlatarak; zamanın duyulmayan ayak sesleri kesinlikle çok sessiz;

“ Bugünle yarın arasındadır
Gece ve düşler,
  Üzülmeyin onun için,
Bugünle yarın arasındadır,
  Gece ve düşler… “

 Tam olarak kim kaygılarıyla başa çıkabilmiş ki?
 Kaygılarımızı hiçbir mantık süzgeciyle elemiyorsak, yaşamın tozundan, yağmurundan, rüzgârından kurtulmayı “yaşam” kabul buyurmuşsak; acaba, bin yıl ömrümüz olsa; yine de bir gün gibi geldi diyerek, aynı aldanışı yaparken; zamanın ayak seslerini hiçbir şekilde duymayacağımızın safdilliğiyle dövüşüp, körlüğün bile gözüne parmak batırıp, 7 milyar insanın insan davasına, çok az insan ayrıcalığıyla öne çıkmaya sırt mı çevireceğiz?

 Özgürlüğü, ölümsüzlüğü isterken; NİÇİN? Demeye başlamak bile, çabuk olmanın sesini duyup toparlanmaya başlamak; yaşlandık artık, mazeretlerini de bir kenara atabilir mi acaba?


 Güven Serin 












26 Nisan 2016 Salı

ŞAİR KIZ


Kamera; Güven   -Tekirdağ


ŞAİR KIZ

  Oscar Wilde Fransız edebiyatını değerlendirirken Fransızların kendi edebiyatlarının farkına vardıkları ve bu sebeplerden dolayı da kendi topraklarından nefret etmeyecek oluşlarını dile getiriyor.

 Aynı zamanda edebiyatın inceliklerini kavrayan toplumların zihin yapısının keskin ve kararlı; esnek, hoşgörülü olacağını aktarıyor.

  “ Hakikati hakikat olduğu için seven ve ulaşılmaz olduğunu bildiği halde hakikati sevmekten vazgeçmeyen o sakin filozof ruhu yaratır.”

 Yelken Kulüp çay bahçesinde, büyük suların hemen yakınında Ömer Beyin yeni demlediği çayı yudumlarken yanıma gelen genç kız; “ İsminiz Güven mi?” dedi. Evet, ama niçin sordunuz; dediğimde şu cevabı aldım;

 “ Sizin edebiyata ilginiz olduğunu teyzemden duydum. Ben de şiir yazıyorum. Paylaşmak isterim.”

  Mutlu olacağımı söyledikten sonra kendi el yazısıyla kaleme aldığı; Kırılmış Kalp şiirini getirdi bana. Altında da Elvin Sunay imzası var. Yani genç şairimizin ismi…

 İnsan yaşamına farklılıkların dokunması kadar güzel, manalı bir şey olmaz. Sıradan bir günün seyri, her gün aynı tekrarı yaparsa; ne edebiyat, ne de sosyoloji için yenilenme yaratır. Buna biraz dokunur, farklı iletişimler, anlatımlar yapılırsa, doğanın mayalanması gibi bir şey başlıyor; yeni bir üretim gibi bir şey…

 Elvin Sunay; genç şairi bana yönlendiren, onu tanımama fırsat veren kişi Emine Hanım… Gelişmeye sımsıkı tutunmuş, yaşamın ritminin hareketten, dönüşümden beslendiğini anlamış bir insan.

 Elvin’in gözlerinde şairinin pırıltılılarını görmemek imkânsız… Tıpkı, Behçet Necatigil’in Hilmi Yavuz’da gördüğü şair gibi… Cemal Süreyya’nın Selim İleri’de gördüğü yazarlık gibi…

 Evlin bana verdiği şiirinde Kırılmış bir kalbi, özür bekleyen bir ruhu, babaanneye duyulan özlemi anlatıyor. Yarın bir başka duyguyu ve bir başkasını; sonra, düşleri, erişilmezliği; belki de sonsuzu algılamayı, anlamayı anlatacak…

 Oscar Wilde Fransız edebiyatına, orada bol olan edebiyatçılara duyduğu özentisini şöyle anlatıyor;

 “ Böyle karakterler İngiltere’de ne kadar az; oysa ne kadar şiddetle ihtiyaç duyuyoruz onlara! İngiliz zihni her zaman öfkenin egemenliğinde! Milletin aklı ikinci sınıf politikacıların ya da üçüncü sınıf ilahiyatçıların o sefil ahmakça çekişmelerinde heba oluyor. “

 Ülkemizde ki durum tam da Oscar Wilde’nin kendi ülkesi için yüzyıllar önceki tespiti gibi değil midir? Kabalık, argo, şiddet toplumun her yanına sarmışken, tam da bu zamanlarda, edebiyatın, sporun, sanatın, felsefenin bizi kucaklaması gerekiyorken; üniversitelerimiz daha çok özerk, özgür ve bileme yönelmesi düşünülecekken, insan aklı, düşüncesi yokmuşçasına, sıradan ve birbirine benzeyen insanların ortaya çıkması, gelişen ülkelere katar olmak, gelişen dünyanın uydusu kalmak anlamına gelmez mi?

 Elivin Sunay’ın; küçük şairin kalemiyle, mısralara, sözcüklere dokunacak-dokunmuş olması ümit verici, gecenin şafak vaktine gülümseyen bir gün gibi bir şey…

 Benim ona nasıl bir faydam dokunun bilemiyorum! Behçet Necatigil’in Hilmi Yavuz’a dediği gibi; daha çok şiir oku. Büyük ve önemli şairleri yakından takip et, demekten başka… Bir de; Cemal Süreyya’yı, Orhan Veli’yi, Ahmet Muhip Dıranas’ı, Can Yücel’i, Nazım’ı, onlar gibi daha onlarcasını, yaşayan veya yaşamdan ayrılmış daha nicesini, dünya edebiyatını;

Goethe’yi, Lorca’yı, Charles Baudeleire’yi, Shakespeare, Maria Rilke ve Rimbaud’u demekten başka ne gelir elden; edebiyat, tıpkı evrenin bir parçası gibi; durmadan derinlere doğru genişliyor; ona bakan teleskop ne kadar gelişirse gelişsin, gözlerimiz ne kadar keskin olursa olsun; her daim bir yetmezlik içinde öğretirken öğreneceğiz…

  Son sözü Elvin Sunay’a bırakıyorum;

Kırılmış bir kalbin tamiri/ Hala sürüyor…
Ey Hayat! / Benimle oynama! / Daha uyduracak bahanen var mı? / Senden beklediğim çok şey mi?/ Basit, ufacık bir ÖZÜR istiyorum…


 Güven Serin 

21 Nisan 2016 Perşembe

KIZIM AVUKAT OLDU


Bir rüyadır hayat;biz ispatlamaya çalıştıkça
daha da derine kaçan bir rüya...


KIZIM AVUKAT OLDU


  Orta yaşlı kadın ile yaşlı bir efendi konuşuyor Tekirdağ’ın altyapısının yenilendiği, çamur ve tozun her yana sıçradığı caddenin köşeciğinde.

 İnsanlar hiç durmadan akıyorlar; araçlar gibi; sular seller gibi; evrenin galaksileri gibi…

 Hayat Bir Rüyadır, Calderon De La Barca’nın eserinde kadın ile erkek karakterler arasında geçen bir konuşma;

“ Yeni yeni dertler çıkıyor karşımıza.” Derken kadın karakter, “ Yeni yeni korkular da!” diye cevap verir erkek karakter.

  Bu makaleyi yazan karakter ise yeni yeni sevinçleri de hatırlatıyor; yani sevinin; en küçük kırıntının, sabahleyin yüzünüze vurduğunuz bir avuç suyun bile ne büyük nimet olduğunu içtenliğin en hakiki şükranıyla göstermek zor olmamalı…

  Gelelim Tekirdağ’ımızın iki karakterine; yaşlı adamla, orta yaş aralığında olan kadına. En son sözü şu olmuştu;

“ KIZIM AVUKAT OLDU!” Sanırım yaşlı adamın şaşkın ve imrenen bakışlarını sezdi ki, ardından güzel, hokkalı bir gülüş yaptı.

  Elbette kızının avukat olması kutlanacak bir şey. Bu gülüş, bu kocaman mutluluk da bunu anlatıyor olabilir. Üstelik adalet dağıtacak. Hakkın peşinde koşacak! Zor bir yürüyüş avukat olmak; insanın ruhu, açlığı ile tokluğu arasında ki ince çizginin zorluğu, belki de mesleklerin en zor olanlarından bir tanesi.

 Büyüklerin; yani; eş-dost, bir an önce ZENGİN olmanı ister, adalet peşinden koşmandan önce… Nasıl olsa bir şekilde adalet bulunur, dağıtılır düşüncesi hep vardır saygı değer toplumumun inancında.

 Kızının avukat oluşunu, muhteşem bir zafer gülüşüyle anlatmaya çalışan kadın, yaşlı adamın ayaklarını yerden kesmedi. Yaşlı adam, sesinde bir değişim olmadan, ailenin diğer fertlerinin sağlık, sıhhat durumlarını sordu.

 Kadının ise aklı-fikri kızındaydı. Yani avukat olan kızında… Ne güzel bir meslek… Cübbesiyle, hâkimin karşısına dikilip, suçlanan insanları ipe verip ipten alışıyla; her zaferin maddi ödülü büyük olurken, içinde sıkışmış, bir yerlerde kalmış olan adaletin çırpınarak tekrar yüzeye çıkması; ne büyük bir karışım; çeşitleme…

 Tam da Calderon De La Barca’nın günümüzden 380 yıl önce yazdığı eserde ki karakterlerin söz ettikleri, yeni yeni dertler, korkular anlayışı gibi! Yeni yepyeni mutluluklar, sevinçler ve zaferler; aynı zamanda yeni, çok yeni KORKULARI da beraberinde getiriyor. Kör olası felek; insanı zengin ederken korkulara bulamasa olmaz mı, diye düşünmeden de edemiyor insan…

 Sanatçının 380 yıl önce kaleme aldığı eserinde bir başka karakter seslenir bize;

“ Allah’ım suçum ne? Yoksa doğmak mı? Evet doğmak! İnsanoğlunun en büyük cinayeti! Ama benim bunda günahım ne?”

 Yeni yağmış yağmurun yerleri ıslatıp, tozu çamura dönüştürmüş haline titiz bir saygı içinde, kızı avukat olan kadının ve etkilemek istediği yaşlı adamın yanından sahile doğru aktım; en sevdiğim yöne; Arkeoloji Müzesinin mimari yapısının bahçeli, çiçekli diyarının yanından; ahşap binaların olduğunu düşüne düşüne…

 Calderon De La Barca da düşünerek, irdeleyerek yazdığı eserinde Hayat Bir Rüyadır eserinde 380 yıl önce, bugüne anlatır;

Hayat dediğin nedir?
Gelip geçici bir yanılsama.
Bir gölge oyunu, bir düzmece!
En yüce sayılanın bir değeri yok.
Çünkü bir rüyadır hayat.
Bir rüya, rüyadır sadece.

 Kızı avukat olan gerçeğin içinde, şimdinin zamanındaydı henüz. Onun sesi de birazdan bir rüya gibi geride kalacak. Kızı ise avukat oldu, cübbesini giydi. Yüce mahkemenin huzurunda hâkimlerin karşısına dikildi. Hak, adalet aramanın hukuk bilgileriyle “Adalet Mülkün Temelidir!” anlayışına ters düşmemek ile çevresinin bir an önce zengin olup, “Avukat “ gibi yaşamasını isteyecekler; kahkaha, gülüşler içinde;

Akan nehirler, ırmaklar, dereler gibi; on bin yılda bir yer değiştiren denizler, karalar gibi; akacak nice insanın yaşam serüvenleri…

  Nice kral, nice zafer; şimdi tarihin sarı, soylu sayfalarında bir rüya değil mi? Hangisi tam olarak gerçeği; yakaladıkları büyük mutluluğu, gücü, zenginliği dondurup ebedi bir saltanat sürüyorlar?

 Bütün bu yaşananlar, kaybedişler, kazanışlar bir rüya olmasın sakın!


 Güven Serin 





14 Nisan 2016 Perşembe

ŞARKIMIZIN İÇİNE ETTİ HAYVAN HERİF



ŞARKIMIZIN İÇİNE ETTİ HAYVAN HERİF!

  Böyle bir sesleniş ancak romanlarda mı olur? Yoksa masallarda mı? Belki Gorki’nin Ayaktakımı Arasında ki Tiyatro Oyununda…

  Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir ALBAYRAK da gazetemize verdiği röportajda; “ Tiyatro, insanlık tarihi kadar eski bir geçmişe sahiptir” diyor. İnsanın geçmişini, güne taşıması, kendi değişimini sahnelemesi ise ancak sanatın gücüyle; hem güldürür, hem de ağlatır bizi.

 Söz ağlamaktan açılmışsa, Gorki’nin bu oyunu yazdığı zamanlarda Rusya da sulu gözlü bir edebiyat vardır. Tıpkı şu an ülkemizde, gerçeğin reformunu halen yapmamış olduğumuz gibi; çektiğimiz acılar, korkular miller ötesine; hatta uzayın derinliklerine yayılacak kadar uzun ve çok…

 Çoğu da boşluğa güzel bir hoşluk bırakacak kadar köksüz, bilgisiz ve görgüsüz… Ama niçin, en güzel bilgilerin, görgülerin, bize sunulan değerlerin peşinden koşmuyoruz? Hele, günümüz bilgi, teknoloji çağıysa, bir parça elemeyi de biliyorsak, seçice bir çağrının kucaklamasıyla nelere ulaşırız; biliyor musunuz? Deryalara…

 Ülkemizin ağıtlarını eski ağıtçıların benzer türüyle yapmaya devam ediyoruz. Tüh! Yazık oldu! Ne olacak bu… Bittik! Öldük!

 Sadece bir tek sözü bile gerçeğe ulaşılmak için ilk söylendiği zaman kadar sağlam değil midir? Kimin sözü? Elbet bu Cumhuriyetin kurucusu Mustafa KEMAL’İN…

 “ İlerleyen zaman içerisinde ihtiyaçlar, algılar, yaşam biçimleri değişebilir. Benim sözlerimle çelişkiye düşerseniz; BİLİMİ seçiniz!”

 Boşuna mıdır; daha Cumhuriyet kurulur kurulmaz, eğitime, sanata, ekonomiye, bilime tutunmak…

 İşte, günümüzden 114 yıl önce, adı “acı” anlamına gelen Gorki de sanata tutunmuştur; hem de insan sanatına. Eğitim almadan, yaşamın kendisini eğitim görerek insan düşüncesini en üste zorlayıp, eserlerinde ve yaşamında merkeze insanı-emeği alan Gorki; sulu gözlü ağlamaları bir kenara bırakın, diye en altta yaşayanlara da ASİL bir karakter vermiştir.

 İnsanın, özellikle kendini üst kimliğe sokan, kalıplara esir olan, yaşarken ölümü, yüz bir kere tadan insanın hikâyesidir Gorki’nin hikâyeleri, oyunları…

  Gorki’nin Ayaktakımı Arasında oyununda aktör kendini asmıştır. Baron (soylu kişi) kapıdan girer ve salonda yemek masası, insanlar eğleniyor. Ve Baron seslenir;

Aktör kendini asmış! Serserilerden birisi de cevap verir;

ŞARKIMIZIN İÇİNE ETTİ HAYVAN HERİF!

 Gerçeğin cevabıdır bu cevap. Çoğu zaman, bir ölüm töreninde tam da gözlerimizin önünde yaşanır gerçeğin sulu gözlü, yanıltıcı hali;

 Ölen kocanın arkasından ağlayan, eş, çocuk; “ Şimdi biz sensiz ne yapacağız? “ diyerek gözyaşı dökerler; GÜYA! Hâlbuki bütün korkuları, alışılmış yaşamın içinde, alıştıkları güvenceyi, tatları, korunmayı nasıl yapacaklarını bilmemektedir.

 Hâlbuki orada bir serseri bulunsa ve kâinatın duyabileceği alçak ses tonuyla haykırsa;

 “ Törenin içine ettiler; hayvan herifler” dese; soylu kişiler, gerçeği örtmek için, ölümü bile örtmeden serselinin peşine düşerler…

 Başkanın seslendirdiği gibi, insanlık tarihi kadar eski tiyatroyu biraz önemser seniz, Gorki’nin şu sözleri de sizinle birlikte olacaktır;

“İnsan! Ne güzel, ne gurur verici… İnsana karşı doymak bilmez bir arzu besle, doğayı al ve ondan bütün güzellikleri çıkar. O senindir…”

 Yunus der ki ; “ 29 hece, okusan uçtan uca. Sen elif dersin hoca; manası ne demektir? Yunus Emre der hoca; gerekse var bin hacca. Hep sisinden iyice bir gönül’e girmektir.”

 Güven Serin 



12 Nisan 2016 Salı

ÖNCE AĞAÇ VARDI


Kamera; Güven  

Önce ağaç vardı...


Kamera; Güven


ÖNCE AĞAÇ VARDI

 Bu başlığa birçok başlık ekleyebiliriz; önce söz vardı! Önce şiir vardı! Derken, önceliğin ağaçta olacağını da ısrarla tekrarlamak isterim. Neredeyse yaşamın ilk çıkış zamanlarından beri; milyonlarca yıl önce de AĞAÇ vardı…


 Şair Höldernlın; Ey Fırat kentleri! Ey Palmira sokakları! Ey çöl düzlüğündeki sütun ormanları, derken de insandan, uygarlıklardan öteye uzanan o masalımsı, destansı ormanları hatırlatıyor.

 Her hafta sonu gitmiş olduğum okulun bahçesinde çam ağaçları, görkemli bir yeşillik, neşe ve huzur içinde göğe yükseliyor. Bazıları; 30–40 yaşlarında. Sanırım, okulun ilk yapıldığı, açıldığı zamanlardan; bir tohumun, fidanın, yeşerme ve zamana akma başlangıcından kalma.

 Anlattığım okul Süleymanpaşa Anadolu Lisesi bahçesidir. Pansiyonu, halı sağası, satranç pisti, basket sahaları ve kapalı spor salonu; çocukları yanında yeşile olan düşkünlüğüyle öne çıkan bir okul.

 Burada aynı anda kaç canlı soluk alıp, günün telaşını yaşıyor bilemiyorum. Bildiğim bir şey var; ağacın, yeşilin, çiçeğin, toprağın ve gençliğin var olduğu; insan seslerinin ve bazen sanatsal sessizliğin yaşandığı yer…

 Lisenin ön, arka, yan bahçelerinde onlarca ağacı görebilir, onlara dokunabilirsiniz. Hatta leylak renkli yasemin kokulu erguvanların tam da tomurcuklandığı ana tanıklık edebilirsiniz. Her şey, doğanın barışıyla dengede anlam kazanıyor. Betona, çeliğe, demire; yapılara ne kadar çok muhtaçsak; onlardan daha çok doğaya, doğanın var edici düzenine, mimarlığına muhtacız.

 Ağaç koridorlarında, yeşil desenli bahçelerin lisesinde etrafı gezmek, kendi hikâyemin içinde kaybolmak hoşuma gidiyor. Kumruların, serçelerin, kargaların öteden beri evi olan, onların ötüşleri, kanat çırpışları insanın varlık ile yokluk arasında ki incecik çizgiyi; YAŞAMI hatırlatıyor.

 Bir ağaç var ki; bir çam ağacı, bir sürü çam ağacı gibi, yeşil yapraklı ağaçlardan birisi; sanki oranın sözcüsü, bütün ağaçların öncüsü gibi; dört kolu, dört yöne, dört güzelliği, milyon türlü çare üretiyor gibi; boylu-poslu yükseliyor maviliğe.

 Kuzeybatıya bakan kolu; en görkemli olanı! Diğer kollarının iki misli; kuzey ile batının güneşini, rüzgârını, nemini, ışığını önce o almış; bütün dengeyi o yürütüyor gibi sağlıklı ve sağlam.

 Her zaman ki gibi yeşilin içinde yükselen okulun bahçesinde Doğa Irmağı bekledim. Büyük boy satranç oyun sahasının yanından geçtim. Halı sahada top koşturan çocukların çığlıklarını, onlara ant içmiş,yaptığı işe gönül vermiş çalıştırıcılarının uyarılarını,yine bildik o gülümsemeyle değerlendirdim.

 Erguvanları kokladım. Yine dört kolu olan çam ağacının yanına geldim. Beli ki sağlam bir şekilde kök salmış toprağın derinlerine. Tıpkı evreni oluşturan; oluşturduğu sanılan dört element; hava, su, ateş, toprak; dört kolu, dört yönü, dört var edici mucizenin hatırlatmasını ısrarla yapıyor.

 Çam ağacının hafızasına dokunsak; onun anılarını; muhtemelen ileride ki teknolojiler bunu başaracak. Onun izlediklerini, tanıklık ettiği zamanlarının kaydını, filme dönüştürsek; ortaya ne büyük bir eser çıkardı!

 Tam da okulun bahçesine; köşede duran çam ağacı; binlerce çocuğun cıvıltısını duydu. Nice gülümsemeleri, stresli anları, küçük şakalaşmaları; hafif küskünlükleri izledi. Belki de gülümsedi; insanın küçük yaşamının, büyük evrenin milyarlarca seçeneği arasında, insanın duygularından birkaçına hapsoluşunu; ilgi, ibret ve bilgelikle izledi.

 İnanıyorum; yakın gelecekte ağaçların da hafızaları önemseyecek, onların tanıklık yaptığı zaman dilimini, insanı şaşırtan ilimin, teknolojinin sayesinde gözler önüne serecek insanlık. Milyarlarca kilometre öteye uydu, uzay aracı yollayan insanlık; bunu da pekâlâ yapabilir; yapabilecek…

 Gelişmelerin büyüklüğü ne kadar şaşırtıcı, mucizeye yakın olsa dahi; insanın varacağı yer; yine kendi içinde ki sadelik olacağı bellidir. Bütün mucizeler bir yana; insanın kendi hissiyatı, görgü ve bilgisiyle anlaştığı, ses verip ses aldığı bir EVREN var. Bu evrenin parçası da dünyamız. İçinde, kuşlar, çiçekler ağaçlar dolu.

Hepsi, insandan önce vardı. Ve tamamıyla, insanın dünyasına, yine insanın, yüksek hissiyatıyla, rüyalar, masallar, hikâyeler, ilime ve akla tutunan gerçek ile düşleri bir arada hizmet ediyorlar.

 Anlaşılan o ki, kulak, göz, el, dil; bilinen duyulardan öte duyu bolluğu yaşanıyor. Kimi 33, kimi 21 kimi 10 duyu var diyor. Nasıl ki bilinen renklerin bugün için milyona ulaştığı ortadaysa, insanın duyu zenginliği, daha bilemediğimiz, varlığından bile haberdar olmadığımız nice şey gibi; eksiğiz.

 Belki de insan eksikleriyle güzel. Tamamladıkça, tamamlandıkça daha da ayrı bir SANAT çıkacak ortaya.

 Güven Serin 

 



7 Nisan 2016 Perşembe

BEDROS ÖLDÜ


Bedri Rahmi Eyüboğlu



BEDROS ÖLDÜ

  Bedri Rahmi öldüğünde sevenleri, şairin, ressamın karşısında, gökyüzünün sonsuzluğu altında yaptılar bu seslenişi;

 “ Bedros Öldü!”

 Yaşamın, yaşatmanın gizemi belki de ölüm ve ölümlerde gizli; insan değişimine, dönüşümüne, evrimin yüce yürüyüşüne belki de en önemli katkıyı yapan muazzam milyarlık serüven…

 Ara Güler fotoğrafçı titizliğinde dostu Bedri Rahmi öldüğünde kalemi şu sözcükleri haykırdı;

Şair, ressam sanat eleştirileri yazarı Bedri Rahmi dost, namı diğer BEDROS öldü. Tahmin ettiğim gibi birden korkunç bir boşluk belirdi içimde. Yıl 1975, mevsim sonbahardı. Çizdiği bütün kuşlar, ağaçlar, tekne, balıklar, balıkçılar, kahvede oturanlar, eşekle giden Anadolu köylü kadını, resimlediği bütün şahıslar, eşyalar boyalı boyalı bize yadigâr kaldı.

 Onun öğrencisi olan Fikret Otyam, kendi ölümünden önce anlattığı Bedri Rahmi için; benim öğretmenim, hocam sözcüğünden öte; “ Bu adam ağabey; bizim dostumuzdu! Bizim ustamızdı! Arkadaşımızdı; çok güzel şeyler öğretti bize. Hangi birini sayayım!”

 Fikret Otyam, hiç büyümemiş çocuk haliyle, sanatın özünü yansıtan saflığıyla esas can alıcı anlatıyı, ustası Bedri Rahmi’den onlara geçen gizemli yaşam formülünü anlatıyor;

“ Bir kere halkla el ele olduk. Hoca bizi halkın içine attı. Onun için ben, bir halk ressamı oldum. “

 Halkın içinde olmak; tam olarak nedir acaba? Anladığım odur ki; hangi mesleğin, mesleksizliğin içinde olursanız olun; yaşadığınız yere karşı sorumlu olduğunuzdur. Diğer yaşamları, kendi kutsallığınız ile ezmememizdir. Gaddarlığı değil, zarafeti, şefkati, ilmi, sanatı aramanız, aşılamanızdır…

 21. yüzyılda ne kadar da çok ihtiyaç duyuyoruz halkın içinde olmaya. Yani kendimizi yalnız hissetmemeye… Tarım Devrimini yapan insanlık, şimdi Ekolojik Yaşam, Uzay Devrimlerine hazırlanıyor. Bir taraftan da şehirleri işgal eden RANT devrimleri, gökdelenlerle insanı insandan, tabiattan koparmak için her türlü alavere-dalavere kurnazlığı içinde yol alıyor…

 Bedri Rahmi Eyüpoğlu, Sitem isimli şiirinde sevgiliyi içtenliğiyle anlatıyor;

Önde zeytin ağaçları/ Arkasında Yar/ Mevsim sonbahar…

  Fikret Otyam, yaşamına, kendi ruhuna, bedenine yansıyan sevginin temelinde hocasının yani namı diğer Bedros’un öğretilerine dikkat çekiyor. Bunu ısrarla söylüyor. Bu da şunu gösteriyor dostlarım; sevgi de öğretilmeye, öğretilere ihtiyaç duyar; küçük kırıntılar, devasa bir şenliğe dönüşe bilir…

Bu kadar güzellik varsa içimde, bu gökten gelmiyor. Hocamızın bize türkü sevdirmesi, halkı sevdirmesi, köylüyü sevdirmesi, onlara ait resimlerin yaptırılması…

  Sevgili öğreticiler-ÖĞRETMENLER, size yıllardır yüklenen kutsallığın, ağır yüklerin altında ezile ezile sizler de dönüşüm yaptınız. Yani yarım yüzyılda evriminizi başka yöne; duyarlı olmaktan, duyarsızlığa doğru, bilinen memur yaşamına itildiniz.

 Görünen o ki, içinde öğreti ve öğrenme aşkı olan insanlar,sıradanlığın içinde sekiz saate sıkışan,sadece maaş ve karşılığı olan alışveriş içinde esas özüne kavuşamıyor. Yine esas olan dönüşüme, öğretilerin, öğrencilerin tohum, filiz, ağaç, meyve olmasına ihtiyaç var; insanın bir türlü tatmin olmadığı, bildik ihtiyaçları; açlık, barınma, cinsellik, zengin olma bir süre sonra yetmez oluyor; esas olan şey; kendini kendi içinden, öğretilerin maya ve hücrelerinden var etme, yeniden yeniden doğurmada gizlidir.

 Bedros öldü! Yaşam son hızla devam ediyor. Sonsuz tüketim, sonsuz arzuları, sonsuz teknolojiyle birlikte kucağımıza bırakıverdi. Oyalanacak çok şey var; renkler, desenler, sesler; anlık pırıltılar; kayan yıldızlar gibi…

 Bu ganimetleri iyi algılamak var, algılamamak var. Her ganimetin taşkınlığı, getireceği huzursuzluk, tarihin pırıltılı sayfalarında apaçık…

 Hiç yazı yazmadan, sadece söze, insana; gençlere verdiği önemin yatırımını yapan Sokrates 2400 yıldır dimdik… Bedri Rahmi Eyüboğlu’da; bir şarkı, bir resim, bir şiir de karşımıza çıkıyor;

Seni bi güzel giymişim içime gâvurun kızı
Bir kurşunda vurdular ikimizi
Gün ışır, yaprak titrer, tohum üşür
Acı güller kızarır hikâyemizi

 Güven Serin 

4 Nisan 2016 Pazartesi

HER KİTAP YENİ BİR DÜNYA


"Oku Evladım! " 

 HER KİTAP YENİ BİR DÜNYA

  “ Okumak gözlerin açıkken hayal kurmaktır… Her kitap yeni bir dünyanın kapılarını aralar. Kitap zekâyı kibarlaştırır.” Böyle seslenir Cemil Meriç; böyle de yaşamıştır son ana kadar…

  Bir kaza nedeniyle erken yaşlarda gözleri kör olduğunda, gecenin ilerleyen saatlerinde kütüphanesine usulca girip, kitaplar üzerine kapanıp hüngür hüngür ağlayan bir yazar, bir düşünürdür.

 Ya İtalyan düşünür Machiavelli’ye ne demeli! Akşam olunca San Cassino’da çile dolduran Machiavelli, kütüphanesine girerken kirli elbiselerinden sıyrılıp, bir kralın huzuruna çıkar gibi, özenle giyinip öyle gidermiş kitaplarının başına.

 Ya bizler? Peki, ya sizler? Bugün elimizde bulunan akıllı telefonlarla yüzlerce kütüphaneye, milyonlarca kitaba ulaşma imkânı olan insanlar-insancıklar, daha erdemli, daha mutlu, daha zengin bir yaşam sürmenin formüllerini bulmak için o engin denize, onun uçsuz bucaksızlığına dalıyor musunuz?

 Tekirdağ şehri, bütün imkânsızlıklarına rağmen, içinden çıkaracağı kıymetten öte, paha biçilmez insanlarını içinde barındırıyor. Barınanların ya haberi var, ya da o büyük ilahsal güce teslim olmuş, bir türlü aşağıya, denizin boyuna, insanların yakınına inemezler.

 Devamlı büyüyün bir üniversitemiz; NAMIK KEMAL, bir köyden, kasabaya, şimdi kente dönüşüyor. Fakülteleri, Yüksek Okulları ve bir üniversiteyi üniversite yapacak olan en önemli iki unsunu; öğreticileri ve öğrencileriyle birlikte, bir şehrin doğuşuna, başka şehirlere, ülkelere gıpta, imrenme duyguları tattıracak gelişmelerin öncülüğüne hazırlanmayı ümit ediyorum.

 İç içe geçmiş tepeleriyle, vadileri, yaylalarıyla Yeniköy’den Şarköy’e uzanan Ganosları ise söylemiyorum. Çok az şehrin övüneceği şiirsellikte, mitolojinin taze delikanlı, genç kız söylencelerinde her daim baharat kokan yerler…

 İnsan; yani bizler; hani hayvandan öte, bütün canlıların en güzeli olan Âdem baba ile Havva ananın çocukları; çevremizi, bizi biz yapan en küçük kırıntıyı dahi anlamak, değerlendirmek, bütün bu büyük oluşuma; yani YAŞAMA şükran dilekleriyle bakabilmek için KİTAPLARA, yani bilgiye, öğretilere muhtacız…

 Bastığımız yerlerin nadide çiçeklerini, baharatlarını bilmek, o yerenin önemini anlatır bize. Utangaç Ardıç Kuşunun gizemli yaşayışını, Ardıç ağacıyla olan yakın ilişkisini anlayınca, toprağı da anlarız. Bizi biz yapan toprağı… Hani, ekini, buğdayı, ekmeği, arpayı, çavdarı, kuzuyu, keçiyi yetiştiren toprağın küçücük Ardıç kuşuna kendi diliyle nasıl da teşekkür ettiğini, kitapların dünyası; yani ilimin efendileri anlatır, öğretir; öğrenmek, dinlemek isteyene…

 İnsan, göklerde aradığı cenneti yalnız ve yalnız öğrenmekle içine, bu büyük boşluğun yaşam kokan, soluyan bedenine çağırır. İçimizde ki cennet, yalnızca doğruyu, doğruların eğrilerden sonra gelen seçeneklerini, nihai tercihi, yine okumak ve öğrenmekle sonuçlandırır.

 Sosyolog Ümit Meriç’in söylemi düşündürüyor beni; “ Beş bin sayfa oku, beş sayfa yaz!” Yani, bilgiyi damıtarak ortaya çıkart!

 Ümit Hanım, “ Ben okurken kitabı adeta yerim!” der. Özümsemenin, süzülmenin ne büyük kıymet olduğu, sadece göz gezdirmenin yetersizliğini de öne, su yüzüne çıkartıyor Ümit Meriç.

 Bilgiyi, kitabı, okumayı bu kadar yücelten sosyolog Ümit Meriç, bilgi havuzundan süzülenlerin şiire dönüşen tarafını da aktarır;

Aşağıda iskelede
İncecikten bir kar değil,
Yağan hafif bir yağmurdur
Bir rahmettir, bin rahmettir
Gamzesi sineye batan
Bin bir rahmettir Üsküdar
Serv-i revana sarılmış
Mor bir salkımdır Üsküdar.

  Sosyolog Ümit Meriç’in babası Cemil Meriç, yaşamının son otuz yılını körlüğün narına teslim etse de, onun yakınında olan herkese şu sözü söyler; “ OKU EVLADIM!”

Bu makalenin sön sözlerini Cemil Meriç’e minnetle bırakıyorum;

“ Felaketimizin kaynağı kültür yokluğu. Hayatı anlamadan geçip gidiyoruz. Olgunlaşmak, kalbin daha hassas, kanın daha sıcak, zekânın daha işlek, ruhun daha huzurlu olması demek.

  Harami mağaralarının kapılarını değil, hükümdar hazinelerinin açan büyü, kitap! “

“İzm’ler üzerimize giydirilmiş birer deli gömleğidir” inancıyla olgunlaşırken, yaşamının son zamanları ise; “ YANILMIŞIM, medeniyetler ideoloji sayesinde ayakta durur.” Der, okumanın olgun, cesur haliyle…

 Güven Serin