23 Ekim 2025 Perşembe

KALDIRIM TİYATROSU

 


                 ÇATLATAN KELEPÇE VE İŞE YARAMAYAN BABA

Kaldırım Tiyatrosu: Gösteriş Hırsı ve Tükenmişlik Fısıltısı

Hareket halinde olmanın, yürüyüşe çıkmanın en büyük armağanı, hayatın size provası yapılmamış sahneler sunmasıdır. Bazen bir sahil kenarı, bazen bir şehrin yokuşu; en büyük tiyatrolardan daha gerçek, en usta senaristlerden daha cüretkâr diyaloglarla sizi karşılar. İşte o anlardan birinde, bir yokuşun tanıklığında, üç kadının sohbetinden sızan tek bir cümle, modern insanın en kadim zaaflarından birini fısıldıyordu: "Dönelim o kelepçeyi alalım, çatlatalım şunu!"

Her şey o sihirli ve aynı zamanda zehirli kelimede gizliydi: "Çatlatmak!" Bu, basit bir beğeninin, bir sahip olma arzusunun çok ötesinde bir manifestoydu. Alınacak olan o bilezik, bir takı değil, bir silahtı. Bir başkasının gözündeki hayranlık ya da hasetle kendi varlığını değerli kılma, kendi içindeki boşluğu başkasının eksikliğiyle doldurma girişimiydi. O "kelepçe," aslında sadece bir başkasının değil, o hırsla kendi ruhunun da etrafına örülen bir pranganın adıydı. Varlığını, sahip olduklarıyla ispat etme çabasının, bir anlık tatmin uğruna girilen yorucu bir sosyal savaşın ilanıydı bu söz. O an o yokuşta, sadece bir mağazaya dönülmüyor, aynı zamanda modern rekabetin ve gösteriş tüketiminin tapınağına doğru bir yolculuğa çıkılıyordu.

Bu tablodan birkaç gün sonra, Kumbağ'ın kalabalık sahilinde bambaşka bir perdede, daha sessiz ama daha derinden sarsan bir diyalog yankılandı. İki küçük çocuğunu nazikçe teskin etmeye çalışan genç bir anne, onların masum ısrarlarına karşı bir kalkan gibi aynı cümleyi kullanıyordu: "Söyleriz baban alır onu." Bu söz, ilk bakışta aileyi bir bütün olarak gösteren, sorumluluğu paylaşan bir ifade gibi duruyordu. Ancak hemen ardından gelen fısıltı, ailenin temellerindeki görünmez bir çatlağı, bir yorgunluğu, bir bezginliği ortaya döküyordu: "Zaten baban başka ne işe yarıyor ki?"

İşte bu, bir kelepçeyle birini "çatlatma" arzusundan çok daha trajik bir andı. Çünkü burada metalaşan, bir nesne değil, bir insandı; bir eş, bir babaydı. O genç kadının dilinden dökülen bu cümle, muhtemelen nice uykusuz gecenin, karşılıksız beklentinin, anlaşılmamışlığın ve yorgunluğun tortusuydu. Fakat o masum zihinlere ektiği fikir ne kadar da ağırdı: Baba, sevgi, güven, oyun arkadaşı, koruyucu bir figür değil; sadece istekleri yerine getiren bir "sağlayıcı," bir finansal mekanizmaydı. Babanın varlığı, cüzdanının kalınlığıyla ölçülüyordu ve bu ölçünün dışında bir "işe yaramazdı."

Bir yanda, bir nesne üzerinden başkasını çatlatarak var olmaya çalışan bir hırs; diğer yanda, bir hayat arkadaşını sadece maddi gücüyle tanımlayarak kendi tükenmişliğini ve belki de sevgisizliğini meşrulaştıran bir bezginlik... Bu iki sahne, aynı madalyonun iki farklı yüzü gibi. Her ikisi de insan ilişkilerini, sevgiyi ve varoluşsal değeri, "alınabilen" ve "satılabilen" şeylere indirgiyor. Biri, dış dünyayı maddi bir zaferle fethetmeye çalışırken, diğeri en mahrem kalesi olan aileyi içten içe çürütüyor.

Toplumun refahı, ne o şık kadının alacağı kelepçenin parlaklığında ne de o babanın çocuklarına alacağı pahalı oyuncağın fiyatındadır. Toplumun refahı, insanların birbirini "çatlatılacak" bir rakip ya da "işe yarayacak" bir araç olarak görmediği, sevginin ve saygının her türlü maddi değerin üzerinde tutulduğu ailelerin harcında gizlidir. O gün o yokuşta ve o sahilde şahit olduğum, belki de en çok korkmamız gereken çatlakların, ne başkalarının kıskançlığından ne de cüzdanımızın boşalmasından kaynaklandığıydı. Asıl tehlike, ruhlarımızın ve ilişkilerimizin temellerinde açılan o görünmez çatlaklardı.

 Güven SERİN 


 


13 Ekim 2025 Pazartesi

AHMET SELÇUK ÖZBEK KIZILIŞIK

 




SANATI ANLAMAK DEĞİL, YAŞAMAK: AHMET SELÇUK ÖZBEK KIZILIŞIK


Aylar sonra Tekirdağ sahilinde buluştuk. Dalgalar kıyıya usulca vuruyor, kahve ve çay kokuları birbirine karışıyordu. Selçuk Öğretmen yanında deri ve tanıdık bir çanta taşıyordu; bu çanta sıradan bir eşya değildi. Birçok üründe olduğu gibi kendi tasarlayarak yaptığı bir çanta, onun yaratıcı ruhunun ve özgürlüğünün küçük ama güçlü bir yansımasıydı. İçinde notları, eskizleri, belki de hayallerinin parçaları vardı. Üreten, tasarlayan her insanın yüzünde olduğu o tebessümü, o bildik gülümsemeyi yine gördüm…

 Kadıköy Saint Joseph Lisesi’nde yıllarca öğrenci yetiştirmiş, emekli olmuş ama sanatından hiç emekli olmamıştı. Selçuk Öğretmen’i sınıfında, atölyesinde, öğrencileriyle birlikte izledim. O ders veren bir öğretmen değil, onlara özgün ve özgür bir alan sunan, sınırları kaldıran, hayalleri cesaretlendiren bir ustaydı. Öğrencileri için bildik manada öğretmen olmamış; ilham kaynağı, düşünmeyi, denemeyi ve yanılmayı cesaretle pekiştiren bir yol gösterici oldu.

 Buluşmamız sırasında sahildeki kafede, Goethe’nin Faust’u,Dante’nin İlahi Komedya’sı,Balzak ve Tolstoy üzerine konuştuk.Ben Şekspir’e daha yakınken,o her daim Tolstoy’a verdiği öneme dikkat çeker.Tolstoy’un insan anlayışı ve yaşam felsefesi,onun kendi sanat anlayışının rehberi olmuştu.Konu bir eserden diğerine,bir düşünceden ötekine atlıyor,her sohbet bir esin kapısı gibi açılıyordu.

 İstanbul Moda’da olduğu vakitler, Kadıköy halk kütüphanesinde Selçuk Öğretmen, sayısız kitap inceliyor, notlar alıyor ve yeniden düşünüyor. Sahilde yaptığımız sohbet ile kütüphanede çalışmaları arasında bir köprü, bir bağ var. Neredeyse her gün kütüphaneye gitmesi boşuna değil! Belki de bir ömre sığdırdığı öğretileri, öğrenimleri, eğitimci ve sanatçı tecrübelerini büyük bir esere dönüştürmek onun en görkemli hayali…

 Sanatı ve yaşam biçimi artık evrensel bir noktaya ulaşmış. Onu anlamak için dünyanın öteki ucuna gitmeye hiç gerek yok; Selçuk Öğretmen’in yaklaşımı, yaşamı ve eserleri, her yerde anlaşılacak bir dili konuşuyor. Onun çizgileri, formları ve düşünceleri, sadece kâğıtta, tuvalde değil, yaşamın kendisinde de varlık gösteriyor.

 Sahildeki kahve sohbetimiz, bir kez daha onun evrensel bakışını, sanatını, edebiyatını, bilimsel merakını ve yaşamını bir bütün olarak görmemi sağladı. Selçuk Öğretmen, sadece bir öğretmen, bir sanatçı değil; çağını ve evrenselliği kucaklayan bir insan.

Onu anlatmak mı? Zor. Ama dinlemek, görmek, anlamak bile yetiyor. Ve işte o,kendi tasarladığı deri çanta… Onun üretkenliğinin ve özgünlüğünün sessiz ama etkileyici simgesi hâla yanımızda duruyor.

Buluşmamızın sonlarına doğru masamızda duran su şişesine baktık; yaşamın kaynağı olan bu suyu, bilimsel bilgiler eşliğinde konuştuk. Hidrojen ve oksijenden oluşan suyun milyarlarca yıl önceki oluşumunu düşünürken, bir anda kendimizi zamanın ötesinde, geçmişle gelecek arasındaki yolculukta, belki de sıfır hacimli büyük patlamanın yankılarında bulduk.

 İki saatin nasıl geçtiğini anlamadık; tüm düşüncelerimiz, hayallerimiz ve sanatla bilimin iç içe geçtiği anılarımız masada, bu küçük evrende birikmişti. Yarın tekrar buluşmak umuduyla masadan kalktık; ama o an, zamanı ve mekânı aşan bir sohbet içinde, hafızamızda derin bir iz bıraktı.

 Güven SERİN 


 

 






10 Ekim 2025 Cuma

SAÇAKALTI AYDINLARI

 






GPT

               SAÇAKALTI AYDINLARI ve KÜLTÜREL ZİRAAT

Saçakaltı, tarihler boyunca sadece gölge, yağmurdan sığınma değil, aynı

zamanda yaşamın, sohbetin ve emeğin bir simgesi olmuştur. Yağmurdan,güneşten korunmak için sığınılan bu alan, aslında üretimin, paylaşımın, kültürün filizlendiği yerdir. Gölgede durmak yeterli değildir; gölgeyi anlamak ve gölgenin altında bir şeyler yetiştirmek gerekir.

Bugün saçakaltı aydınlar var. Onlar gölgenin rahatlığında oturur, her şeyi

kurumlardan bekler, üretmeye yanaşmazlar. Toplumun ve şehrin yükünü başkasına devreder ama şikâyet etmeyi, eleştirmeyi ihmal etmezler. Kurumların açacağı sergi salonları, kültür merkezleri, belli kafeler veya sanat mekânları…

İşte onların sosyal ve kültürel hayat sandıkları yerler. Oysa gerçek kültür,sadece salonlardan ve mekânlardan beslenmez.Tabiatta bile vermeden alma ilişkisi yoktur. Bir bahçe, bir tarla, bir bağ… Onları görmek yetmez; almak için sürekli ekmek, sulamak, kollamak ve fedakârca emek harcamak gerekir. Ürün, emeğin karşılığıdır. Aynı yasa kültürde de geçerlidir. Saçakaltı aydınlarımız ise bu gerçeği unutur gibi,başkasının toprağında, başkasının emeğinde dolaşır, oradan oraya savruluyormuş gibi görünürler. Gölgeyi severler ama yükü taşımazlar; izlemeyi bilirler ama

üretmeyi bilmezler. Bir başka tehlike: Sadece belli mekânlara, kurumsal etkinliklere bağlı bir kültür, kendini sınırlayan bir kültürdür. Bir kafede, bir sergi salonunda veya bir kültür merkezinde sosyalleşmek kolaydır; ama gerçek şehir hayatı, taşına,sokağına,mahallesine sahip çıkmakla, kendi gölgesinde üretmekle doğar. 

Kurumların açtığı mekânlar sadece aracıdır; kültürü var eden, emeğini ortaya koyan bireydir.Bu noktada, gerçek aydın ve sanatçılardan ders almak gerekir. Yunus Emre

mekânlara bağlı kalmadan, köy köy, kasaba kasaba dolaşarak insanlara felsefeyi,sevgiyi birliği anlattı. Van Gogh, hiçbir eserini kurumsal bir galeriye teslim etmedi; fırçasını, toprağı ve ışığı takip ederek kendi iç dünyasında ve doğada eserini yarattı. Van Gogh, kardeşi Theo’ya yazdığı mektuplarda yeni bir eser tamamladığında duyduğu coşkuyu şöyle dile getiriyordu:

“Yeni bir tabloyu tamamladığımda, sanki dünyadaki tüm yüklerden kurtulmuş gibi hissediyorum. Bu, bana hayatın anlamını yeniden hatırlatıyor.”Saçakaltı aydınları gölgeyi sever ama yükü taşımayı reddeder; başkasının emeğine yaslanır ve kendi sorumluluğunu unuturlar. Gerçek aydın ise elini taşın altına koyar; şehrin taşına, parkına, kültürüne sahip çıkar, tohumunu atar, 

emeğini verir. Kurumlardan beklemek kolaydır, ama gerçek ziraat sabır, emek

ve adanmışlık ister.

Sözümüz açıktır: Sayın saçakaltı aydını, gölgenin rahatına sığınmayı bırak.Kendi şehrinin toprağına eğil, elini kirlet, emeğini ver. Yoksa saçak çöker, gölge biter, kültür kurur. Çünkü yaşamın, doğanın ve kültürün temel yasası aynıdır:

Vermeden almak mümkün değildir.

Kültür, sadece kurumların açtığı kapılardan değil; senin mahallenden,sokağından, saçakaltından filizlenir. Oradan oraya savrulan gölge değil,emeğiyle şehrin ışığını büyüte kişi ol.

“İlim ilim bilmektir, ilim kendini bilmektir; sen kendini bilmezsen, bu şehrin

gölgesinde boş dolaşırsın.”

Yaşamın melodisi kültürdür; sahilde ıslık çalan insanların izi ise onun en güzel neşesidir.

Güven SERİN 




4 Ekim 2025 Cumartesi

FAUST

 

                           ŞEYTANLA MODERN PAZARLIK

   Goethe’nin Faust eseri, sanki yıllarca içinde akademik çalışma yapmışım gibi, amatör eğilimimin tam manasıyla odağına oturmuş başyapıtlardan birisidir. Tıpkı, Cervantes’in Don Kişot’u gibi…

  Faust, belki de modern insanın kendi açmazlarını ve arayışını anlamak için başvuracağı ilk kaynaklardan birisidir.

  Edebiyatın ölümsüz zirvelerinden biri olan Goethe’nin Faust’u,her çağın insanın kendi ruhunun röntgenini çeken sihirli bir aynadır.Bilginin sınırlarına ulaşmış ama hayatın özünü kaçırmış Doktor Faust’un,ruhu karşılığında kendisine sınırsız haz ve deneyim vaat eden şeytan Mephistopheles ile yaptığı anlaşma…Görkemli ve trajik bir hikaye,19.yüzyılın tozlu sayfalarından çıkıp 21.yüzyılın dijital dünyasında-labirentlerinde,ofis-işyeri,alışveriş merkezlerinin gölgesinde ve akıllı telefonlarımızın ekranlarında yeniden hayat buluyor.Sadece karakterler ve sahne değişti.O büyük anlaşmanın günümüzdeki yansımalarına bakalım.

   Doktor Faust’un trajedisi, her şeyi bilmenin getirdiği derin tatminsizlikti. Kütüphanesindeki binlerce kitaba rağmen hayatın coşkusunu, aşkın ateşini, anın saf hazzını tadamıyordu. Bilgiye doymuş ama bilgeliğe açtı.

   Bugünün,21.yüzyılın modern Faust’u kim mi? O,biziz. Cebimizdeki küçük cam, metal kutularla tüm insanlık tarihinin bilgisine saniyeler içinde ulaşabilen, dünyanın öbür ucundaki bir olayı anında öğrenebilen, yüzlerce “arkadaşa” ve binlerce “takipçiye” sahip modern bireyiz. Ancak bu bilgi bombardımanı altında ne kadar bilgeleşebildik? Sonsuz bir içerik akımına maruz kalırken, dikkat süremiz kısalıyor, derinlemesine düşünme yetimiz köreliyor. Faust gibi “her şeyi biliyor” ama bir dost meclisindeki sıcak sohbetin, bir sanat eserinin karşısında huşu içinde durmanın veya sadece hiçbir şey yapmamanın getirdiği içsel huzuru hissedemiyoruz. İçimizdeki bu boşluk, bu anlamsızlık hissi, şeytanın kulağımıza fısıldaması için en uygun ortamı yaratıyor.

  Goethe’nin Mephisto’su, somut bir varlıktı; pazarlık yapar, kanla sözleşme imzalatırdı. Günümüzün Mephisto’su ise çok daha sinsi, soyut ve her yere sinmiş durumda: O, bize anlık tatmin, kolay şöhret ve zahmetsiz başarı vaat eden sistemin ta kendisidir.

  Sosyal medya sunumları-paylaşımları,”beğeni” ve “paylaşım”larla ruhumuzu okşayan yeni Mephisto’dur. Bize der ki: “Neden yıllarını bir zanaatla ustalaşmaya harcayasın ki?”Bir dakikalık bir videoyla milyonlara ulaşabilirsin.”Bize fısıldar: “ Neden zorlu ve sancılı bir kendini tanıma yolculuğuna çıkasın?” İşte sana benzeyen insanların olduğu bir ‘yankı odası’,burada kendini güvende ve haklı hissedeceksin.”

  Bu yeni şeytan, ruhumuzu kanla imzalanmış bir sözleşmeyle değil, her gün “ kullanım koşullarını kabul ediyorum” butonunu tıklayarak parça parça satın alır. Mahremiyetimizi veri karşılığında, sabrımızı anlık eğlenceler karşılığında gönüllü olarak teslim ederiz. Toplum, derin bağlar kuran bireylerden, bir sonraki “trend-eğilim”e kadar birbirini izleyen koşuculara dönüşür.

   Faust eserinin en can alıcı dersi belki de sonundadır. Dr.Faust tüm hastalarına, zaaflarına ve Mephisto ile yaptığı anlaşmaya rağmen, son anına kadar “ çabalamaktan” vazgeçmediği için kurtuluşun bir aşamasına erişir. Onun kurtuluşu, kusursuzluğunda değil, bitmeyen arayışında, daha iyiye ve daha güzele duyduğu o insani özlemde gizlidir.

   İşte günümüzün şeytanı anlaşmasından çıkış yolu tam da bu noktada beliriyor. Mephisto’nun bize en tehlikeli zehir, “çabalamaktan vazgeçme” illüzyonudur-yanılsamadır. Kolay olanı, hazır olanı, algoritmanın bize uygun gördüğü pasifçe tüketmeyi önerir.

  Panzehir yine Faust’un ruhunda gizlidir. Bir saatliğine telefonu kapatıp zor bir kitabı anlamaya çalışmak. Bir “like” ,”beğeni” uğruna değil, sadece yaratmanın saf keyfi için bir şeyler çizmek, yazmak, beslenmek.

Popüler görüşleri tekrarlamak yerine, rahatsız edici bile olsa da kendi hakikatimizi aramak.

Sanat kalabalıkların sahte alkışları yerine, bir insanın gözlerinin içine bakarak gerçek bir bağ kurmak.

   Mephisto, cebimizdeki ekranda bize sonsuz vaatler sunarken, içimizdeki Faust’un o doymak bilmez arayışını ve çabalarını iradesini canlı tutmak zorundayız.

  Aksi takdirde, ruhumuzu sattığımızın farkına vardığımızda, geriye ne haz kalır ne hayat. Sadece Mephisto’nun o alaycı kahkahası…

 Güven SERİN