30 Eylül 2024 Pazartesi

TİMÜS BEZİ YENİDEN KEŞFEDİLMELİ

 


                        TİMÜS BEZİMİZ YENİDEN KEŞFEDİLMELİ

   Bir taraftan cehaletin kol gezdiği, diğer tarafta bilgilerin deryası içinde zihinlerimizin karıştığı 21.yüzyılın ikinci çeyreği başlamak üzere. Spora çok önem vermiş, Milli olmuş bir tanıdığın her sabah, denize yakın ve yüksek bir yerde timüs bezi iye yaptığı çalışmadan esinlenerek bu konuda epey bekleyip araştırma yaptım. Edindiğim bilgiler ve sezgisel tercih nedeniyle timüs bezi hakkındaki faydalı gerçekleri yazıya dökmek, bu bilgi deryası içinde kaybolmak yerine iyi ve faydalı hedefler belirlemek adına düşüncelerimi paylaşmak istiyorum.

   Alt tarafı 35–40 gramlık bir bezin; timüsun becerisi, kabiliyeti, beden ve ruh bütünlüğü üzerindeki gücü çok fazla. Bazı doktorların ifadesiyle;

“ Timüs, çocuklarımıza daha anaokulunda tanıtılmalı, anlatılmalıdır!” ifadelerine katılıyorum. Her şeyi bilip öğrenemesek de, çok kolay öğrenilecek, uygulaması çok az zaman harcayarak yapılacak timüs uyarıları, belki de büyük bir dönüşüm, yenilenme yapmamız için bir fırsat, heyecan, neşe rüzgârı estirecek…

  Timüs bezi tam olarak nedir ve nerede? Sorularına birlikte cevap arayalım. İman tahtası olarak bilinen yerde timüs bezi var. Eski halklardan günümüze kalan, özellikle acılar yaşayan kadınların göğüslerine vurdukları yer de iman tahtası olarak bilinen yer. Belki de kadim uygarlıklar timüs denen bu mucizeyi yüzlerce, binlerce yıl öncesinden biliyor, onun faydalı enerjisinden yararlanıyorlardı…

  Tıp bilimi ne kadar gelişirse gelişsin, milyarlarca hücreye sahip insan denen canlının bilinmeyen daha kim bilir kaç mucizesi gün yüzüne çıkmayı bekliyordur. Timüs bilinse de ne yazık ki yaygın olarak bilinip tam olarak uygulanmadığına tanıklık ediyoruz. Nasıl uygulansın ki? Toplumumuz da öyle kargaşalar, telaşlar ve göçlerden kalan korku ve panikler var ki, tam olarak kök salmış bir kentli, kasabalı, köylü gibi hareket edemiyor. Oraya buraya derken, yaşamlar, henüz vakit varken zedelenip niteliksiz hale getiriliyor.

   Timüs nedir? Timüs, tıbben bilinen bir organ; organımızdır. Timüs biz doğmadan, daha anne karnında gelişip çalışmaya başlıyor. Timüs’ün görevi ergenlik çağımız geçtikten sonra azalmaya başlıyor. İster tembelleşiyor, isterseniz yaşlanıyor diyebilirsiniz. Ben daha çok tembelleşiyor diyeceğim. Çünkü her gün düzenli olarak 20–30 saniye, yani yirmi kere hafif vuruşlarla tekrar gençlik çağlarına döndüğü, vücudumuz-bağışlık için görev yapmaya başladığını biliyoruz.

   Timüs bezinin görevini tarif eden deneyimli ve bu konuda öğrenim görmüşler; “ Timüs bezi bir yerde bir ordunun komutanı gibidir!” açıklamalarını üzerine basa basa yapıyorlar. Bir ordunun komutanı ne demek? Bütün orduya bir yerde emir vermesi, onu harekete geçirmesi demek değil mi? Timüs bezi de öyle bir beden komutanı…

  Timüs bezi her gün düzenli olarak uyarılmaya başladığında, sorun yaşayan hücrelerin de timüs bezi tarafından eğitildiği, sorunlarla nasıl baş edeceklerini öğrendiklerini ifade ediyorlar. Bir yerde en kolay, en ucuz ve heyecan verici öğreti değil mi; timüs bezinin harekete geçmesi için, zihnimizin de harekete geçip yaşamı daha çok benimsememiz…

   Laf aramızda dostlar; timüs uyaran en etkili şeyin kahkaha atmak olduğu biliniyor. Fakat kahkaha denen mucize çok az ve kıt hale geldiği için, elimizle uyararak da timüs nitelikli yaşam için göreve davet edebilir, onun bedenimiz üzerinde komutan olduğunu hatırlatabiliriz; çok kolay ve istikrar, sevgi, inanç istiyor; o kadar…

 Güven SERİN 


  


27 Eylül 2024 Cuma

İNSANDAN KULELER

 



                                       İNSANDAN KULELER

                                         ( İnsan Kule Festivali )

    İnsanın yolculuğu, evrimsel trafik daha ne kadar devam edecek ve nasıl sonlanacak bilinmez ama bilinen özellikleri bile bilim insanlarını şaşırtmaya yetiyor.

    Sadece insanın beynini inceleyen bilim insanları karşılaştıkları sıra dışı bağlar, trilyonlarca karışık hücre, milyarlarca nöron görev yapıyor. Eğitim denen mucize de burada başlıyor. O trilyonluk bağları anlamlı buluşmalara, icatlara ulaştırıyor.

   İşin içine eğitim, onunla birlikte bilim, sanat dalları girince insan denen canlının milyarlarca nöronu durmadan yeni şeylerin peşinde, yeni üretimler, ekip biçme ve ürünler yaratıyor. İnsan, yani bizler, böyle bir gizem ve mucizeden ibaret…

   Kötülüğün de en hakikisi, hiç duyulmamışı insanın nöron fabrikasından çıkar. İyiliğin, erdemin de en gelişmiş, en zarif yanları yine o fabrikalardan doğar ve yayılır.

   Yaşamım sürdüğü sürece yazacağım şeylerden birisi; insan denen canlı, bütün eksiklerine, hatalarına rağmen vazgeçmemelidir. Bazen bir özür yetmez! Bazen destansı pişmanlıklara ağıt yakmak da yetmeyebilir. Ama özünde iyiliği, faydayı, yeniliği hedefleyen her türlü proje, onu çok farklı basamaklara taşır.

   18.yüzyıldan bu yana 30 Ağustos geldiği vakit İspanya’da yüzlerce, binlerce insanın katıldığı bir festival yapılıyor. İnsanlığın somut olmayan mirası kabul edilen, insandan kuleler festivali için bir yıl hazırlanan gruplar, en yüksek kuleyi oluşturup yarışı kazanmak için inanılmaz derece emekler harcayıp becerilerini bir araya getiriyor.

   İnsandan kuleler festivalinin riski yok mu? Elbet var. Ya getirisi; toplumsal, kişisel kazançları? Neredeyse her hafta bir araya gelen gruplar bir yıl boyunca yapacakları, oluşturacakları kule için çalışıyorlar. Yani birbirine dokunuyorlar. En altta en güçlü ve en dayanıklılar duruyor. Üstlere çıkıldıkça daha hafif, hatta çocukların da katıldığı inanılmaz bir festival, heyecan ve bir araya gelen insanların kültürel mirası, dayanışması yaşanıyor.

   Festivallerin yararı nedir dersek? Ülkenin, şehrin imajını düzeltmekle kalmıyor, turizmi geliştiriyor. Kentsel, bölgesel kalkınmaya yaptığı katkıları bir anlığına unutalım! Orada yaşanan insanların bir araya gelmesi ve birbirlerine inanması, güvenmesi ve birlikte çıkılan bir yolculuk…

    Sportif birlikteliklerin, fiziksel önemi bir yana, zihinsel, duygusal zekâmıza, yüreğimize yaptığı katkının; faydanın, iyiliğin haddi hesabı yoktur. Bir kere o bölgede, kentte barışı, sevgiyi, dayanışmayı en yüksek noktaya, zirveye çıkartır.

   Rekabet, heyecan, çalışma disiplini ve daha bir sürü duygu bütünlüğünü bir araya getiren insandan kule festivali, sadece İspanya için değil artık tüm dünyanın somut olmayan miraslarından sayılıyor. Kırkpınar Güreşleri, Meddahlık, Mevlevi Sema Törenleri, Âşıklık Geleneği, Karagöz gibi değerlerimiz de dünya somut olmayan mirası olarak biliniyor, korunuyor…

   İspanya, İnsandan Kule Festivali kültürünü sadece turizm, ekonomik gelişme olarak değil en önemlisi, orada yaşayanlar arasında kent kültürü, kentlilik bilinci ve barışçıl duyguları besleyici yönleriyle, yürekten alkışlıyorum.

   Zengin değerlerimizi, sadece laf olsun ve kupkuru kutlama ve anmalarla değil, tüm dünyanın ilgiyle, heyecanla ve imrenerek izleyeceği hale getirmek için o insan denen canlının eğitimle harekete geçen ve sıra dışı işler yapan nöronlarını besleyelim diyorum; besleyelim…

   Okullarımızı, öğretmenlerimizi, eğitim sistemimizi en örnek alınacak, en insancıl ve bilimsel hale getirmek için çalışmak zorundayız! En azından kuleden insanlar festivaline katılanlar gibi birbirimize sarılmayı, dayanışmayı yaşatmak adına azcık çırpınalım, birazcık gayret edelim…

Güven SERİN 


26 Eylül 2024 Perşembe

KADINLARA UYGULANAN VAHŞETLER HEP VARDI!

 

İNTERNET

            KADINLARIMIZA UYGULANAN VAHŞETLER HEP VARDI!

 (Hep Devam Mı Etmeli? )

     Binlerce kez taşlanan, boğazlanan, parçalara ayırdığımız kadınlarımızın önünde ne yerlere kadar eğilsek, ne de ayaklarının altını öpsek; yetmez… Hangi ırmaklarda yıkansak da arınsak: -Binlerce yıllık günahlarımızdan?

   Günümüzden 1600 yıl önce yaşamış kadın filozof ve düşünce tarihin ilk bilim kadını kabul edilen Hypatia’dan söz etmek istiyorum. Hani öğrencilerine;

 “ Yanlış da olsa, düşünmek hiç düşünmemekten daha iyidir” diyen ve o sözü,1600 yıldır,1600 kez güneşin etrafında dolanan felsefeden söz etmemiz için; düşünme yoluna çıkmaya cesaret etmeliyiz…

   Rastladığım birçok insanın biricik dertlerinden birisi; “ Artık, dolu dolu, doya doya sohbet edeceğimiz insanlar kalmadı” söylemi karşısında şaşırmıyorum. Görüyorum ki, sadece magazin ve kavganın haberleriyle yatıp kalkmanın karşılığı böyle bir kuraklık, böyle bir kısırlık yaratıyor.

  Sadece tarlalar, bahçeler, ovalar kuraklıktan yana zarar görmezler! İnsan denen canlının güncellenmesi için hareket etmesi kaçınılmaz olduğu bilinen bir gerçektir. Hareket denen o muhteşem şey, evrenin en önemli sırlarından birisi değil midir? Hep bedenen, hem ruhen, hem de zihnen hareket etmenin biricik karşılığı; öğrenmek; yani, okumak, dinlemek, gözlemlemek, seyahat etmenin yanında fikirleri diğer fikirlerle buluşturmak…

   Yaşamı boyunca hep korktu. Niçin derseniz; yine erkeklerin egemen olduğu kurumların başında güya adalet dağıtan vahşeti kalbinin köşesinde taşıyan erkeklerin saldırılarından hep korktu…

   Öğrencileriyle sınıfta buluştukları bir gün daha yaşanıyordu. Kendisine aşık olan birçok gencin içinde en baskın olan Orestes’e bir ders vermek istedi. Hypatia’nın öğrencisi olan Orestes, yıllar sonra İskenderiye Valisi olmuştur.

   Oreestes’e verdiği derse gelince; sürekli öğretmeni Hypatia’ya aşkında söz eden Orestes, diğer öğrencilerle birlikte sınıftadır. Hypatia, aklın düşüncenin, zekânın kadını olan öğretmen bu ders için şu yöntemi düşünür ve uygular. Sınıfa getirdiği adet bezini Orestes’e verir ve şu seslenişi yapar;

 “ Senin asıl sevdiğin bu Orestes. Güzelliği güzellik olduğu için sevmiyorsun”

   Hypatia çok sevdiği öğrencisine diğer öğrencilerin yanında verdiği bu ders, zaten anlatmış olduğu derslerin bir parçasıydı. Sevmeyi, sevme biçimlerini iyi anlayamamış, anlamakta ve anlatmakta zorlanan toplumların kadınlarıyla olan savaşları hiç bitmeyeceği belli değil midir?

   Kalbi kırılan öğrencisi Orestes’e ardından şöyle seslenir:

 -        Kalbini benden daha güzel bir şeye ver; müziğe…

   Güzel ve sevme algılarımızın büyük çoğunluğu kırgınlık, nefret ve bazıları vahşetle bitiyorsa; varın siz bunu; Keremlere, Mecnunlara, Ferhatlara, Leylalara, Aslılara, Şirinlere anlatın…

   Hypatia zeki, bilgili, düşünmekten çekinmeyen o güzel kadının öyküsü da kısa sürdü dostlarım. Kilisede okuyucu olan Petrus’un başlattığı öfke, toplanan büyük erkeksi, hoyrat kalabalık, eve dönen Hypatia’yı zor kullanarak Kaisarion adıyla bilinen kiliseye getirdiler. Elbiselerini soyup cam kırıklarıyla bedenini parça parça edip bir kıyıya yığdıktan sonra yaktılar. Yandı, güzelliğin, düşüncenin, zekânın sadece bedeni olan Hypatia…

   Düşünceleri, izleri, onun da öğrencilerine sıklıkla tekrarladığı esas ve kalıcı olan düşüncenin kendisi yanmadı; aklın, bilimin peşinde koşanların ezbere bildiği Hypatia seslenişleri her yerde yankılanıyor;

  “ İnsan, güzelliği bedenlerde bulduğunda bunun peşinde koşmamalıdır; bunların imgeler, izler, gölgeler olduğunu bilmeli ve neyi temsil ediyorlarsa onun peşinde gitmelidir.”

 Güven SERİN 

  


23 Eylül 2024 Pazartesi

GÜLSEREN ABLA

 







                                            GÜLSEREN ABLA KÜLTÜR EVİ

 ( Gülseren Abla Otantik )

    Ganos Dağları ( Işıklar ) Tekirdağ, Süleymanpaşa Yeniköy’ün hemen kıyısında yıllardır hizmet veren bir mekân; Gülseren Ablanın Yeri olarak bilinip ün salmış ve verdiği kahvaltı dilden dile, damaktan damağa aktarılan yere, Ümit Başyazgan’ın daveti üzerine gittik.

  Hani UNESCO çok önemli bulduğu kültürel mirasları tescil altına alıp koruyup kollama görevi üstleniyor ya! Gülseren Abla Kültür Evi gibi yerlerin de kendi Küldür Bakanlığımız tarafından çok önemli bulunup, korunup kollanacak değerler arasında öne çıkarılması gereken yerlerin başında geliyor…

   Gülseren Abla Otantik mekâna, bölgeye giden insanların birinci amacı doğada, doğal yaşamın içinde doğal bir kahvaltı yapmak… Ne güzel bir amaç! İrade gösterip de biraz çaba, biraz emek harcayanların sıradan-alışıldık zamanlarına apayrı renk, tat, duygu bırakacak yerlerin en başında bir kültür deryası içine de girmiş oluyorlar…

   Burası için söylenecek en önemli sözlerin başında; “ Bu yer, kültür deryasıdır” olması gerektiğini fısıldamıyor; haykırıyorum…

    Bu mekânı kim bilir kaç bin insan ziyaret etti. Ailesiyle, çocuklarıyla, arkadaşları ve dostlarıyla gelip, Ganos dağlarının kekik kokuları içinde karınlarını doyurup, şehrin sıkıcı, gergin ve gürültülü yaşamından uzaklaşarak kendileri için yepyeni anıları da zihinlerine kazıdılar…

   Yıllardır o bölgeye gittiğim halde,”Terzi kendi söküğünü dikemez!” misali, aceleci davranıp, merak duygusunun yeterli olmaması nedeniyle Gülseren Abla Kültür Evi’ni tanıma fırsatım olmadı. Ümit Başyazgan’ın girişimi olmasaydı belki de yıllarca tanıyamayacak, hemen dimimizde olan Tekirdağ’ın onuru, öncüsü olmuş çok değerli bir yeri, insanı tanımadan bu dünyadan göç edecektim…

   Oysa şehrimizden yüzlerce km ötede kaç mekândan, insandan, güzel şeyden söz ettim; yıllarca gazetemizin köşe yazılarında…

   Sözün kısası, bu kültür mekânına sadece kahvaltı yapmak için de gidebilirsiniz. Tadı tuzu yerinde el emeği kahvaltı sofrasının içine katılmış emeği, hüneri bir de sevgiyi görüp, böyle de mutlu olabilirsiniz. Gitmişken, bu otantik kültür deryasını biraz merak edip Gülseren Abla-Gürkanlar ile gezip dolaşmak isterseniz, karşınıza çıkacak nesneler karşısında küçük dilinize sahip olmanızı hatırlatırım.

    Binlerce nesne; ağzı dili ve geçmişi olan objeler… Gülseren Gürkanlar hemen yanımda büyük heyecanla:

—Bu nedir? Dediğimde, o eserin-nesnenin hemen öyküsünü anlatıyor. Hepsine insan öyküleri, insan becerileri dokunmuş objeler…

   İlk bakışta buraya; “ Müze Ev” diyerek duygularımı açığa vurdum. Bilinen Etnografya ve müzelerden çok öte, aynı müze ev veya kültür deryası içinde, o nesnelerin zamana karşı duruşları ile birlikte kahvaltı yapıp, çay kahve yudumlamak mümkün.

   Yudumlarken kahveyi, o çarıkların tutundukları ve dokundukları insan ayaklarını, insan çilelerini ve mücadelelerini de anlamak mümkün! Kahvaltı salonunda asılı, sayısı binlerce olan nazar boncukları, tam manasıyla maviliğe çağrı yapıyor, hemen yanlarındaki büyük ve küçük çanlar ise dağlarda otlayan koyun ve keçilerin süt kokan masumiyeti içinde, duran-uyuyan zamanı bildiriyor; belki de uyanışa davet ediyorlardı…

   Gülseren Abla-Gülseren Gürkanlar; bu emeğin, hünerin, sevdanın, onurlu yürüyüşün içinde olduğunuz ve yorgun, bıkkın insanlara; “ Hayır, yaşam çok değerli ve renkli” felsefesini: Emeğinizin, yüreğinizin içtenliği içinde yapıyorsunuz.

   Sizi, sadece ellerimizle değil, yüreğimizle de alkışlıyoruz…

 Güven SERİN













20 Eylül 2024 Cuma

EĞİTİM ENGEL TANIMAZ

 


                                                    EĞİTİM ENGEL TANIMAZ

             ( Teşekkürler Leyla Öğretmen )

  Eğitim denen yüce erdem-ana, idealizmin ve bilimin ışığında yola çıkmışsa bilin ki engel tanımayacak, tanıması da düşünülemez. Engelleri, anlaşılır hale getirmek, eğitimin peşinde koştuğu zekânın, hünerlerin işi, hatta sanatıdır…

   Engelli olan insanlarımızın yürekten söylediği bir söz var; “ Engelli olmak sorun değil, engelliye engel olmak sorun…”

  Tekirdağ Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, Özel Eğitim Sınıfı öğrencilerinden Mehmet Ali Demirel, engellerin; eğitimin disiplin, çalışmak ve inanmakla aşılacağını gösterdi. Özel Eğitim Sınıfı öğrencisi Mehmet Ali Demirel, girmiş olduğu üniversite sınavında, Tekirdağ Namık Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Meslek Yüksek Okulu, Turizm ve Otel İşletmeciliği bölümüne girmeye hak kazandı.

  Öğretmen ve öğrenci birbirine inanmışsa, bir ideal de gün yüzüne çıkar. Toplum, bu tür inançlar sayesinde daha enerjik, daha huzurlu hale gelir. Gördük ki kapalı toplumlarda başarı da az, uygar devletlerle rekabet etmek de mümkün değil…

   Cumhuriyet kurulur kurulmaz eğitimin önemi, o günkü okuma yazma seferberliğiyle çok iyi anlaşılır. Neredeyse ülkenin büyük çoğunluğu okuma ve yazmadan uzak kalmış oluşunun bedelleri fazlasıyla ödendi. Engeller ortadan kalkınca, insanın hünerleri eğitimle buluşunca, öğretmenlerin de yetenekleri gün yüzüne çıkıyor.

   Uygar dünya ülkelerinin birisinde, yıllar önce bilimsel bir araştırma-çalışma yapılmıştı. Bazı öğretmenlerin; “ Bu öğrenciler bu dersten başarılı olamaz!” dedikleri ve dışlanan öğrencilerden çok büyük emekler harcayarak meydana getirdikleri sınıflarda, sadece eğitimci sıfatını taşıyan öğretmenler değil, en iyi öğretme ve öğrenme yöntemlerini çok iyi kavramış öğretmenler seçilip çalışma başlatıldı.

  Uzun emeklerin ardından; “ Bu konularda, derslerde başarılı olamaz!” denen öğrencilerin neredeyse % 65’in başarılı olduğunu öğrendik. Engelleri aşmak tam da böyle bir şey; yeni yöntemler, öğrenme ve öğretme biçimlerini ancak kendini arayan, gerçekleştiren öğretmenler yapabilir.

   Tekirdağ Mesleki ve Teknik Anadolu Lisesi, Özel Eğitim Sınıfı öğrencisi Mehmet Ali Demirel’e okulu, ailesi ve kendisi inanmıştır. Öğretmeni Leyla Rahşan Karavelioğlu, öğretmenlik yolculuğunda almış olduğu pedagoji derslerine ilave, kendi kişisel çabaları, merakı sayesinde, üniversite yıllarında darama-tiyatro dersi de alır.

    Drama-tiyatro ve özel eğitim derslerinin en büyük etkisi, özel sınıflarda, özel öğrencilerde ortaya çıktığı görünen, anlaşılan bir gerçektir. Öğretici-öğretmen oyunla birlikte çocuğun kalbine, zihnine gönüllü girmeyi başarır ve eğitimin yolculuğu başlar. Engeller de bir bir, zihin ve kalbin gönüllülükleri sayesinde başarılır…

   Mehmet Ali Demirel ve Leyla Öğretmen,onların öyküsü ne burada başladı ne de burada bitecek.Daha çok başarılar ve insan ruhuna iyi gelecek olan kendi kendine ve toplumuna faydalı bireyler-öğrenciler bu ideal sayesinde yeşerecek,topluma kazandırılacaktır.

   Özel Sınıf öğrencisi Mehmet Ali Demirel, öğretmenin ismi geçince ; “ Melek öğretmenim” derken, zihnin ve kalbin de seslenişini yapıyor olabilir mi?

    Teşekkürler Leyla Öğretmen… Teşekkürler Mehmet Ali Demirel…

Güven SERİN 

 

  


16 Eylül 2024 Pazartesi

BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT

 




                                    BÖYLE BUYURDU ZERDÜŞT

                                  ( Beni Öldürmeyen Acı Güçlendirir! )

   Ve Zerdüşt, dağlardan aşağıya inmeye karar verdi. Yani Alman filozof Friedrich Nietzsche: bir deha, üstün insanın peşinde koşan üstün insan…

    Niçe tedavi amacıyla gitmiş olduğu İsviçre’nin Sils Maria ve Luzern bölgelerine âşık oldu. Tabiatın sınırları zorlayan senfonisi buradaydı. Bir değil iki aşkın doğuşu da orada olacaktı!

   Niçe, doğanın desenleri, renkleri, sesleri ve kokularıyla büyülenmişti. Rus asıllı genç kız, yazar, öykücü, psikanalistti Lou Salome de onu büyüleyen, âşık olduğu ikinci ve son aşkıdır.

   Saatlerce yürüyor, sohbet ediyor, her konuda konuşuyorlardı. Genç kadın Niçe’nin fikirlerini çok beğeniyor, birliktelikleri İsviçre’nin, Sils Maria’nın doğasına uygun, yakışır bir ahenk içindeydi. Bu aşktan, samimiyetten cesaret alan Niçe,Lou Salome’ye ikinci kez evlilik teklif etti.İkincisinde de reddedildi.

   Bir dehanın reddedilmesi, yeraltında yüzlerce birikmiş enerjinin birden yeryüzüne çıkması gibidir. Çok değerli, çok büyük ve anlamlı acıları da beraberinde getirir. Zaten, zaten üstün insan felsefesini taşıyan, yücelten ve anlatan Niçe için yaşamının en büyük sınavı başlamış oldu. Ya intihan edecek, ya da yoluna devam edecekti…

   Acı karşısında aradığı şey, hayatın anlamını bulmaktı. Bunun yanı sıra, acı çekmenin kendisinin mutluluğun anahtarı olduğunu görmeye başladı. Acının mutluluk için bir fırsat olduğunu düşünmeye başladı. Ve o büyük eseri ; “ Böyle Buyurdu Zerdüşt “ için kalemi eline adı ve yazmaya başladı.

   Yarattığı eser, yıllar boyunca sanatçıları, filozofları etkileyecek, ancak dehaların yaratacağı türden bir eserdi. O artık, sonsuz dönüşün yaşayan bir kanıtıydı…

    Sağlığı giderek kötüleşse de o artık Avrupa’nın birçok şehrini gezmeye başlamıştı. Dönüşüyordu; sonsuzun içinde insanın durduğu sürece, hiçbir zaman vazgeçemeyeceği bir eserin ruhunu ve bedenini inşa ediyordu.

   İyinin ve Kötünün Ötesinde ki eserinde geleneklere karşı çıkıyor, dimdik savunduğu fikirlerin arkasında, önünde duruyor ve yürüyordu.

    En büyük eserim dediği kitabı yayınlatacak yayın evi bulamadığı için 1886 yılında kendi imkânlarıyla yayınlattı. Yazdığı kitabın karşısında kendi bile dehşete düşmüştü. Eleştirmenler ise; “ Bu kitap dinamit kadar tehlikelidir.” Diyerek adeta kaçıyorlardı.

   Niçe, İyinin ve Kötünün Ötesinde kitabıyla bir yerde Hristiyanlığa da savaş açmıştı. Ona göre farklı güdülere sahibiz. Cinsellik güdüsü, saldırganlık güdüsü, baskın olmak güdüsü! Hristiyanlık ise bu güdülerin Tanrıya karşı bir hakaret olduğunu söylüyordu. Filozof ise kendini bastır fikrinden nefret ediyordu. Bu şekilde insan kendini temizleyemezdi… Hristiyanlığı köylü ahlakı olarak görüyordu.

   Nisan 1888’de Turin’a İtalya’ya taşındı. En verimli olduğu zamanlardaydı. Yılda dört kitap yazdı. Dehası, adeta fışkırıyordu…

   Dehanın deliliği de 1888 yılının sonunda başladı. Megalomani’ye dönüşen bir durum söz konusuydu. Ve bir süre sonra akıl hastanesine kapatıldı. Bir deha, bir daha ölümüne kadar ( 10 Yıl ) hiçbir şey yazmadı. Zihni kayıp gitmişti gitmesine ama eserleri için hayat yeni başlıyordu.

   1897’de akıl hastası teşhisi konan Niçe’yi kız kardeşi Elisabeth ölene kadar kendi evine taşımış ve orada bakmıştır. Öldükten sonra o evi, Niçe’ye adanmış bir tapınağa çevirmiştir.

   Niçe aklını kaçırmadan önce yazdığı birkaç satırdan birisi; “ Boşluğa yeterince uzun bakarsanız, boşluk da size bakacaktır…”

   Dehaların kaderi de budur; öldükten sonra eserleriyle yaşamaya başlarlar. Üstün insan; belki de boşluğu doldurmak isteyen, üstün bir ruha, cesarete, erdeme, iradeye dönüşmüş olandır…

 Güven SERİN 

   


14 Eylül 2024 Cumartesi

KAFDAĞI ARDINA GİDEN MİNİBÜS

 

İNTERNET

                              KAFDAĞI ARDINA GİDEN MİNİBÜS

( Anılarda Kalan Panayırlar )

   Çocuk gözüyle bakılan her şey; masal, öykü içerir. Düşleri ve algıları sınırsız bir özgürlük, üretkenlik taşır…

    Elem içinde söylemek isterim ki o Kaf Dağı öyküleri çoktan yok oldular… Öykü yaratacak, çocukların düşlerine dokunacak, hatta sokulacak kurum ve kuruluşlar kalmadığı gibi, anne ve babalar da büyük yarışın büyük eserini yaratma düşleri içindeler…

  Doğanın, doğurganlığın en hakiki ve özü olan çocukları işleyecek fabrikalar; sosyologlar, öğretmenler ordusuna ihtiyaç var. O temiz, o masum bakışların sözcüklerini abartıya kaçmadan, edebi, felsefi sarılma erdemi içinde duyarlı bir sanat eserine dokunan sanatçı gibi dokuyacak insanlar çok azaldı artık…

   Bir cambaz, dokuma ustası gibi marifetli panayırcı romanlar, o yetenekli çingeneler de bir bir yok olup gittiler; çocuk düşleri, öyküleri gibi; ticari düşüncenin tapınaklarında hepsi birer; dinleyici, izleyici rolünde fotoğraf ve video karelerine hapsediliyorlar…

  Sözün meclisten dışarıya olduğu haller, çocuk özgür alanları ve onları anlayıp da deryalara katkı veren anne babaları, bu eleştirilerin dışında bırakarak onların önünde eğilerek teşekkürü borç biliyorum…

   Panayırların insanlara dokunan heyecanı, hissiyatı bugünün komik, yapay festivallerinden çok öteydi. İnsanlık mirası gibi güz zamanı, tarım insanları harmanlarını bitirme zamanları; bir soluk, bir eğlence, o günün panayırları. Panayır alanlarının kurulması çok büyük özen ve büyük emeklerle günler sürerdi. Ustalık isteyen bir işi yapardı o günün yetenekli panayırcıları…

  İpsala ve Keşan Panayırı da kendi bölgesinde nam salmıştı. Hele çocukların güzünde tam manasıyla Kaf Dağları ardında periler ülkesi bir yer… Homeros bile bu kadar heyecanlanmamıştır: -Büyük eserini yazar, oradaki esin perilerini anlatırken…

  O günler, tam manasıyla organik günlerdi. Sakin Şehir felsefesi içinde soylu mahcubiyetlerin de hüküm sürdüğü zamanlardı. Paşaköy, Karpuzlu’dan ardı ardına kalkan minibüsler İpsala panayırına insan taşırdı. Özellikle delikanlılar, genç kızlar, erkekler giderdi. Bir şölendi yeri gibiydi;  oradaki tozlu, ışıklı, müzikli ve bol barut kokulu alanlar…

  Her yaşta insanın gece buluşması tam bir şölensi atmosfer oluştururdu. Herkesin meşgul olacağı, eğlenip, oyalanacağı alanlar vardı.

   Bizler henüz küçük, büyükler olmadan gidemediğimiz zamanlardı. Paşaköy’ün minibüsçülerinden birisi de İbrahim Aras, yani dayımdı. Minibüsler sırasıyla kalkardı Paşaköy’ün meydanından.

  Panayır gecelerine akan minibüslerin yolcu bekleme anlarında meydana yayılan ezgiler o günün sanatçılarına ait olduğu gibi, o günün insanlarının öyküsünü anlatıyordu.

   Bazılarının hoparlöründen Şenay’a ait sev Kardeşim şarkısı veya Yeliz’in Bu Dünya Kardeşim şarkısı sürekli ve coşkuyla çalınıp dinleniyordu.

  O akşam birkaç küçük çocuk, İpsala panayırına gidecek mavi minibüsün yolcularını bekleyen meydanın kenarcığında minibüsten yayılan şarkıyı dinliyorduk. Barış Manço’nun Nick The Chopper isimli ve oldukça enerjik, coşku dolu şarkısı çalınıyordu. Yalnız başına gidemediğimiz, ancak gidenleri izlediğimiz gecelerden birisiydi. O şarkı, o minibüs ve minibüsün içindeki delikanlılar, sanki İpsala panayırına değil de, Kaf Dağ’ı ardına giden son yolculardı…

   Zihnime o müzik, o insanlar, o sahne öyle kazınmış ki, zamanı allak bullak eden bir enerji, yenilenme ve dönüşüm içinde sahneye çağırıyor o çocuğu… Büyümeyi reddeden, bildik rütbeleri saygıyla, minnetle selamlayıp o panayır şarkılarına, minibüsteki şakalaşan insanlara kulak veren çocuk; zamana bile rest çeker halde, sürekli zihnini şarkılarını ve öykülerini dinliyor…

 Güven SERİN 

 


  


12 Eylül 2024 Perşembe

TÜM ÜLKE: NARİN...

 


                                               TÜM ÜLKE: NARİN…                         

( Öyle Bir Yerdeyim Ki! )

   Dünyanın diğer coğrafyalarında da kan nehirleri, öteden beri akar… Tarih’in sesi bu acıklı öykülerle dopdoludur. Zamansız ölümler ve eninde sonunda bardağı taşıran o büyük acılar; toplumun bütün fertlerinin vicdanlarının, kalplerinin aynı sofraya oturduğu zaman; bu zamandır…

   Tüm ülke, Narin; tepeden tırnağa, iliklerden, diğer organlara, saflığın vahşetini aktaran duygularla dolu ve taşmış durumda…

  Şu sorunun cevabını hiç kimse, hiçbir kurum ve kuruluş veremez:

—Daha kaç Narin öldürülecek? Daha kaç çocuk, en güzel ve en saf çağlarında zamansız bir trajedinin içine çekilecekler?

  Masallarda, mitlerde sabah kuşu öter ve kötülük son bulur. Tekinsiz olan geceler ve tenha yerlerdir. Ya vicdanın, bilimin, sanatın girmediği yerlere ne demeli? Daima şiddet, öfke, kin ile beslenen, onca medeniyetin yıkılış sebebi olan bu korkunç dramları hangi üniversite, enstitü alıp inceleyip artık; “ Sabah kuşu öttü, gece sonsuza kadar bitti ve gün doğdu” diyebilecek?

  Hüzünlerimizi ve bu ülkede yaşanan trajedileri üst üste yığsak çoktan Cin Seddi ile yarışır bir halde, uzaydan bile görünürdü; Küçük Asya’nın gül yüzlü çocuklarının, kadınlarının solmuş ve gülümsemesi yarıda kalan yüzleri…

  O yüzden bu topraklarda çok ağıt, çok destan vardır. Hepsi, Narin gibi saf ve temiz çocuklardan, kadınlardan, masumlardan doğmuştur. Onların ruhlarından geriye kalanlarından doğmuş, vahşetin tüketmeye çalıştığı masumiyetin tohumlarından filizlenmiştir;

  “ Öyle bir yerdeyim ki/ Ne karanfil ne kurbağa/ Dostum dostum güzel dostum/ Bu ne beter çizgidir bu / Bu ne çıldırtan denge/ Yaprak döker bir yanımız/ Bir yanımız bahar bahçe “

  Dünyanın ilk kütüphanesinin olduğu Asur başkenti Ninova antik kenti için arkeologlar neredeyse hiç durmadan çalışıyorlar. Üç bin yıllık şehrin, altı bin yıl öteye uzanan öyküsü, eşsiz kütüphanesi, mimarisi için çırpınıp duruyorlar…

  Ninavo şehri, dünyanın ilk kütüphanesinin kurulduğu o güçlü şehir nasıl battı? Ya Sümerler? Mısırlılar? Frigya, Likyalı, Roma ve Osmanlı’nın yanında yüzlerce uygarlık; nasıl yok oldular?

  Doymak bilmeyen hırsların ve insan dünyasının yetmezlik içinde çırpınan sanrılarının da sebebiyle olabilir mi?

  Narin’in bedeninde kötülüğü binlerce yıldır tekrarlayanların var olduğunu herkes bildiği halde, sadece ağıda benzer haykırışların, günü kurtarma ve vicdanları susturma çabalarının yetersiz olduğunu görüp bilmek de yetmiyor. Kötülüğü bu güzel ve değerli ülkeden kovmak için gerçekten çabalar gösteriliyor mu? Kurutmak için o kötülük bataklıklarını bunca yıldır ne yapıldı?

   Hani toprak reformu? Hani, aşiretlerle adaletli, ilmi, demokrasilere yakışır mücadeleler? Ne zaman susacak bu kara vicdanlı kötülük sahipleri? Ne zaman bitecek, son bulacak?

  Öyle bir ağıt yaksak, tüm dünya ağzından düşürmese, bizi teselli eder, Narin’leri geri getirir mi? Bugün için tüm ülke Narin için ağlıyor! Ya yarın? Yarınlar? Her gün gündemleri delen, zekâmızla neredeyse alay edecek olan binlerce kötülük tohumu da nöbet tutuyor. Neden mi? Dağınık haldeki milyonlarca iyiliği hep korku ve panik içinde bırakmak için…

  Narin, oyun oynamaya çocukluğa doymayan o küçük kız; teslim ederken o taze ve yaşama doymamış bedeni; “ Beni unutmayın diye fısıldamış olabilir…” , “ Beni unutmayın…”

  Belleklerimizdeki bütün kirli bilgiler, alışkanlıklar silinip Narin’in buyruğu, ricası oraya, sonsuza kadar kayıt edilip, toplumsal bilinç geri gelecek, şaha kalkacak mı? Herkes gibi sanmam… Kişisel dürtüler, çıkarlar, çığlıklar, öfkeler henüz kendini toplumsal bilince teslim etmemişse, sadece her gün, usul usul silinecek ve başka Narin’lere başka yaslar tutacağız…

 Güven SERİN 

   

 

 

 

 

  


10 Eylül 2024 Salı

SAKİN ŞEHİR: KIRKLARELİ VİZE

 

Kamera; Güven Vize



Kamera; Güven 

Kamera; Güven 

                                      SAKİN ŞEHİR: KIRKLARELİ VİZE

    Bilinen ismiyle Cittaslow, sakin şehir felsefesi-hareketi 1999 yılında İtalya’da doğdu ve tüm dünyaya yayıldı. Ülkemizde bu harekete-felsefeye ilk üye olan kentimiz, İzmir Seferihisar oldu.

  Daha ayağımızın tozuyla geldiğimiz bölgemizin sakin şehir hareketine üye olmuş Kırklareli Vize ilçemize geçmeden önce bir Hitit duasını da, etkilenerek okuduğum bu kadim sözcükleri de hatırlatmayı borç biliyorum;

“ Tanrım beni yavaşlat,

Aklımı sakinleştirerek kalbimi dinlendir.

   Zamanın sonsuzluğunu göstererek,

Bu telaşlı hızımı dengele… M.Ö.2000”

   Sakin şehir felsefesine dokunurken biz insanların hız merakımız, aşırı telaşımız ve çok sınırlı ömürlerimiz karşısında yeterince sakin olamayışımızı, sırf bu yüzden mutlu ve huzurlu yaşamlardan fazlasıyla uzak kalışımızı büyük bir elem içinde ifade ediyorum…

   Bu telaş niye? Bu büyük kargaşalar niye? Tam olarak nereye koşuyoruz? Hangi zamanlara ait yaşamlar için bunca kaygı, telaş ve hüzün?

   İlk sakin şehrimiz İzmir Seferihisar’ı yıllar önce ziyaret ettiğimizde fazlasıyla etkilendim. Özellikle Kaleiçi denen yerdeki, taş ve ahşap yapıların onarılması, korunması ve yaşamın içine dâhil edilmesi kendi adıma çok büyük kazanımdır. Tıpkı, şehrimizin Ertuğrul Mahallesi, Çiftlikönü Mahallesi ahşap kültürlerin, bu felsefeyle onarılıp, huzurlu insan yaşamlara dâhil edilme umutlarım gibi…

   Yıllar sonra çok yakınımızda olan yere, geç kalmanın hüznü ve cehaleti ile gittim. Binlerce kilometre ötedeki yerleri anlatırken övünüp de,90–100 km ötedeki sakin şehrimiz Kırklareli Vize’yi ancak bu zamanda ziyaret etmek, kendi adıma geç kalınmış bir buluşma oldu…

    Tam olarak nedir bu sakin şehir hareketi?

   Giderek hızlanan, gürültüye, kargaşaya teslim olan şehirlere karşın, yavaş yaşamayı esas alan şehirlerin bir araya gelmesidir. Bireylerin birbiriyle iletişim kurabildiği, sosyalleşebildiği, kendi kendine yetebilen, sürdürebilir olan, yenilebilinir enerji kaynaklarını kullanan, doğasına, kültürüne ve göreneklerine sahip çıkan, altyapı sorunları olmayan, nüfusu 50 binden az olan kentler sakin şehir kentleridir.

   Sakin şehir hareketi İtalya merkezli olması bir yana daha çok yeni bir oluşum. Vize de bu harekete katılan, henüz bu felsefenin başında olan yeşil doğası ve misafirperverliği ile öne çıkan çok değerli ilçelerimizden birisi.

   Bu hareketlere sadece belediyelerin üye olması yeterli değildir. Bir süreliğine bir takım gelişmeler sağlansa da, sakin şehir hareketinin en önemli tarafı; halktır. Halk benimser, yaşadığı yerle çok samimi, içten ve duyguları sürekli denetleyip, temizleyen akıl yoluyla destek olur, sahiplenirse yaşamın başka renkleri, desenleri, kokuları da görülüp duyulmaya başlayacaktır.

   Gezdiğim iki sakin şehir, İzmir Seferihisar ile Kırklareli Vize toplumsal ve şehircilik anlayışına ve geleceğimize daha umutla baktığım yerlerimizden oldu. Vize’nin sakin şehir bölgesindeki bahçeli evleri, tarihi eserleri, yeşillikleri, gezi, dinlenme parkları ve botanik park-bahçe olabilecek konumdaki korulukları ve insanlarıyla birlikte ilerleyen zamanlarda çok daha önemli insan başarılarına imza atacaklarını düşünüyorum.

  Vize kalesi, tarihi cami ve kilisesi, sakin şehir hareketiyle birlikte yenilenen Arnavut kaldırımları, yolları, her türlü damak ve bütçeye uygun yeme içme yerleriyle birlikte insanın, insanlık yolculuğunda bir başka öyküsünü anlatıyor ve bizleri sakin olmaya, sakin şehrimiz Vize’ye davet ediyorlar…

 Güven SERİN


 

  











7 Eylül 2024 Cumartesi

İPSALA PAŞAKÖY'LÜ HATİCE ÖNDER

 

Kamera; Güven Eski Şehir Mezarlığı Tekirdağ


Kamera; Güven

Kamera; Güven 

                            HER KADIN BİR İNSAN, BİR İNSAN BİN ÖYKÜ

      ( Paşaköy’lü Hatice Önder )

    Söz sözü açmasa, Ayşe Koç (Teyzem ) bize gelip geçmiş zamanları anmasa, 66 yıl önce ölen Hatice teyzemin mezarının Tekirdağ’da olduğundan ve genç yaşta (38 yaş) ölümle tanıştığından haberim olmayacaktı…

 Hatice Önder ( Teyzem ) Tekirdağ’da 57.Alay Binaları olarak bilinen o zamanın devlet hastanesinde 38 yaşında birçok kadının öldüğü sebepten ölmüş ve Tekirdağ Eski Şehir Mezarlığı’na gömülmüştür.1950’li yıllarda ölenlerin gömüldüğü yol boyuna; Karlık Caddesi’ne beş on metre yakınına gömülmüş. Yaşayanların ayak sesleri, araç seslerinin her daim birbirine karıştığı mezarlığın kıyıcığında bir yere…

  Mezarın başında kendiliğinden bir meşe ağacı yeşermiş. İki gövdesi olup sonradan onlarca dala ayrılmış Trakya’nın öz çocuğu olan meşe ağaçlarının devamı olan sessizliği; erken yaşta ölümü, geride kalan altı çocuğun hüzünlü gözlerini ve kalplerini sessizce dinleyen meşe ağacı…

  Eski Şehir Mezarlığı’nın ( İstanbul çıkışında ) tenhalığını bildiğim için bir yerde bir önlem-can yoldaşı olsun diye Bülent Yorulmaz’ı aradım. Tam da kamp programı yapın Karadeniz havası, suyu adına Kırklareli dağlarına gitme anına denk geldim. Biraz konuşunca bana gereken zamanı ayırmayı, gideceği yere geç gitmeyi uygun buldu.

  Mezarlığın ana kapısından birlikte girdik. Birkaç karga ötüşünden öte kimsecikler yoktu. Mezarlığın otları yeni temizlenmiş, bakımlı görünüyordu. Dikkatli baktığımızda bakımlı görünen tek şeyin otların kesilmesi olduğunu görmenin hüznünü yaşadık. Belki de yüzlerce mezarın taşları çoktan yer değiştirmiş, sağa sola devrilmiş…

    Hangi mezar taşı hangisine ait? Birçok mezar taşının tarihsel ve kültürel önemi belliyken, bunların ayağa kaldırılıp öykülerinin derlenip toparlanmaması şehir kültürü adına başlı başına kayıp…

  Ayşe teyzemden aldığım tarifi iyi ezberlediğim ve çok az zamanımız olmadığı için, mezarlığı baştanbaşa geçip cadde tarafına geldik. Bülent mezarlık duvarını takip ederek doğu tarafına, ben ise tam ters yöne, batı tarafına yönelip Hatice teyzemin mezarını aramaya başladık. Onlarca mezar ve taşları adeta inliyor, güya gelişen uygarlıkların gerisinde unutulmuş olmalarının acılı görüntülerini görmem için adeta yalvarıyorlardı…

  Uzun arayışlar, onlarca mezar taşını, mezarı kontrol ettikten sonra vazgeçmek üzereyken, Bülent ile tekrar buluşma noktamız, tam da Hatice teyzemin mezarının birkaç metre ötesi oldu. Meşe ağacı, teyzemin tarifindeki gibi orada sessizliği, hüznü, genç yaşta ölen bir kadının öyküsünü bekliyor ve dinliyor gibiydi…

  Belli yaşa gelip de daha fazla çocuk yapıp, diğer çocuklarıma bakamam endişesi yüzünden düşük yapmak amaçlı etraftan duyulan, komşu tavsiyesi ve bitkisel ilaçlara girmiş oldukları mücadelenin sonucu, bizim şehrimizde çok erken son bulmuştur.

  1958’li yıların imkânları bellidir. Araç da çok az, telefon da. En etkili haberleşme mektupla, telgrafla. Komşu tavsiyesiyle yapılan bitkisel ilaçlar düşük yapma çabaları sonucu çok kan kaybeden teyzemi eşi Mehmet enişte Tekirdağ’a getirmiş. Hastane ve can kurtarma günleri devam ederken, birkaç günlüğüne İpsala Paşaköy’de yaşayan evlatlarını dolaşmak için yola çıkmış. Çıkmış ama içinde bir endişe; “ Hatice, sevgili eşim ne olacak?” Sezgileri ve endişesi onu, birkaç gün sonra geri döndürür.

  Mehmet enişte hastaneye, eşi Hatice’nin yattığı odaya girince yatağın boş olduğunu görür ve ; “ Bizim hastamız nerede?” sorusu karşısında o dün öldü, bugün de Şehir Mezarlığı’na gömülüyor.

  Bir insanın iç acısını, ruhsal daralmasını düşünebiliyor musunuz? Koşar ve gömülme anına ancak yetişir. Oradan buradan bulduğu birkaç taşı başucuna diker. Altmış altı yıl önce Paşaköy’den hiçbir zaman tanıyamadığım, sadece çok uzak zamanlarda yaşadığını sandığım Hatice teyzemin mezarı başında zamana yayılan insan ve kadın öykülerine daha çok sokuldum.

  Bunca ölüm ve sessiz mezar ve mezarlık… Yaşamın hangi bölümünü hatırlatıyor olabilir? Fazla değil 50–60 yıl önce çok genç yaşta ölen anneleri, kadınları ve onların öykülerini yok sayamayız… Hepsi birer kahramandılar…

   Kimi altı, kimisi sekiz, on çocuk büten ve akıl almaz zorluklara sadece bir tiyatro sanatçısı gibi görev bilinciyle sahiplenen, sahneye çıkıp oyununu oynayan güzel ve yüce insanlar…

  Hatice teyzemle tam olarak 66 yıl sonra tanıştık. Küçücük, temiz mezarında sessizliğe ait ve zaman nehrinde hür-özgür bir halde, geride bıraktığı neslinin onun kanından, hücrelerinden yaşama serpilmiş insanları, sevgiyle kucaklayan bir düşünce gülümsemesi içinde Hatice teyzemle ancak şimdi, altmış altı yol sonra buluştuk…

     Yıllar önce ölen kadınlarımızın ölüm sebeplerinden önemli bölümlerinden birisi düşük yapma biçimleriydi. Ya şimdi? Ardan geçen bunca zaman ve değişen çok şey yok; bu sefer kadınlarımızı öldüren başka bir şey; cehalet, ölü alışkanlıklar ve töreler…

 Güven SERİN 

 


  











6 Eylül 2024 Cuma

KIRKLARELİ VİZE'NİN ONURU: HÜSEYİN ÖZ

 

KAMERA; GÜVEN




                    KIRKLARELİ VİZE’NİN ONURU: HÜSEYİN ÖZ

  Oldum olası idealist insanlara ve gönüllülere hep imrendim. Nasıl ki öncü filozoflar bir öğretmen, öğretici sevdaları içine yüzlerce, binlerce yıl öteden bugünlerin karanlıklarına fener tutup önümüzü açıp aydınlatmışlar ise, Kırklareli Vize’de yaşayan Hüseyin Öz de bugünün ve yarının kuşaklarına; gönüllü müzecilik ve bir aşkın dersini verip geride miras olarak bırakıyor…

   Gönüllü yeteneklerin geride bıraktıkları, onların üretim atölyelerinde pişmiş eserlerin tadı ve tuzu tam manasıyla evrensel anlayışa, algıya ve değerlere de hitap ederler…

   Kırklareli Vize’de yaşayan emekli olmuş Hüseyin Öz ile yeni tanıştım. Vize’ye ziyaret etmek amacıyla gitmesek, tanışmamız mümkün olmayacak! Aynı zamanda Vize kalesi içinde bir başka Sakin Şehir projesi gönüllüsü Kıymet Hanım, bizim merakımızı, tarih ve kültürel heyecanımızı hissedip bizi Hüseyin Öz’ün evinin, etnografya müzesinin olduğu yere, zahmet edip getirmese yine tanışmamız mümkün görünmüyordu…

  Yolculukların, seyahatlerin her zaman bir okul, gönüllü bir öğretmen olduğuna inanıyorum. Doğaçlama tarafı için biraz sabreder, koşullu gelmeyip acele etmiyorsanız, gittiğiniz yerdeki doğal güzellikleri, tarihi eserleri ve insan kültürleri için birkaç yudumluk zaman yaratırsanız o kadar çok şey kazanıyorsunuz ki, yapılan hizmeti, harcanan emeği görünce; VAY BE! Demeden kendinizi alamıyorsunuz…

  Kırklareli Vize ilçemiz İtalya merkezli sakin şehirler projesine katılalı 14 yıl olmuş. Henüz işin başında olsa bile, sırf bu merak yüzünden gidip de bir tesadüf eseri tanıştığım Hüseyin Öz ise kendi sevdalı yolculuğuna tam olarak 30 yıl önce başlamış. Nedir bu merak ve sevda?

   Gözlerinize inanamayacağınız kadar etnografya eseri, maddi kültür değeri ve önemi olan objeleri sabırla, fedakârlık ve dikkatle biriktirip sergiler hale gelmiş… Kendi bahçeli evin küçük salonlarında ve havlusunda ben diyeyim 500 obje, siz deyin 1000 obje-kültürel değere sahip eser; çok seçkin, sağlam ve sağlıklı olarak etnografya kültürüne değer ve önem verenler için gün yüzüne çıkmış. Otuz yıllık emeğin tek sahibi Hüseyin Öz…

   Biliyorsunuz, Ankara Etnografya Müzesi, Mustafa Kemal Atatürk’ün etnografya kültürüne verdiği değerin de sembol binası, müzesi ve görülmeye değer etnografya müzelerinin en başında geliyor. Burasını içindeki eserler için ayrı, müzenin mimari değeri için ayrıca ziyaret etmek gerekir…

  Kırklareli Vize’de bulunan Hüseyin Bey’in bir yerde kendi aşkı olan bu mütevazı bahçesi olan ismi bile olmayan yer, onlarca, yüzlerce etnografya müzesini geride bırakacak kadar zengin eserlerle dopdolu...

   Özel müzecilikte ulusal ve uluslar arası öncülüğü yapan Sabancı Müzesi, Pera Müzesi, Modern Sanat Müzesi, Koç Müzesi arkalarındaki büyük entelektüel ve maddi güç sayesinde ülkemiz ve dünya kültürüne hizmet etmeye başladılar.

   Yalnız kültür sevdalıların, etnografya aşklarının meydana getirdiği ve yapılan fedakârlığın çok üst seviyelere ulaştığı ilk müzeyi, Edremit’in Kaz Dağları bölgesinde Tahtakuşlar Köyü’nde yaşayan Alibey Kudar’ın Etnografya Müzesi’nde görmüştüm. Çok etkilendiğim, içindeki zenginlik, tertip düzen karşısında şaşkına döndüğüm müzeden geriye kalan izler ve anılar hep zihnimde! Yıllar sonra Kırklareli Vize’de Hüseyin Öz’ün kurduğu henüz müze olarak duyurmadığı yerdeki etnografya deryası karşısında da aynı şaşkınlığı, heyecanı ve duyguları hissediyor, taşıyorum…

   Alibey Kudar, sadece Kazdağları Tahtakuşlar Köyü insanlarına değil, tüm ülkeye ve uluslar arası çevrelere tanıttığı müzesi, Alibey Kudar’un, bir Köy Enstitüsü insanının ülkesi ve dünya için ne kadar çok şeyler yapabileceğinin de en görkemli ve bilimsel kanıtıdır…

    Hüseyin Öz’de bu yolda, çok büyük yol almış. İddia ediyorum ki birçok Etnografya Şehir Müzesi ile karşılaştırılsa görenler ve oradaki görevliler imrenerek, şaşkına dönerek geriye dönerler. Biz nerede, Hüseyin Bey nerede? Diye sessiz sorguları, bürokrat kimlikle sessizliğe ve belki de hiçliğe doğru sokulur…

   Cellât Baltası nasıl bir şeydir derseniz Hüseyin Öz’ün henüz ismi konmamış etnografya müzesinde! Pranga nedir derseniz; orada! Faytonlar, çeşit çeşit karanlığı aydınlatan lambalar, kağnı ve yakın geçmişe, atalarımıza ait eşyalar: Hüseyin Öz’ün henüz adı konmamış etnografya müzesindeler…

    Hepsi çok ilginç ve önemli;  kültürel, sosyal, maddi ve manevi öyküleriyle birlikte, belki de yaşam-yaşatmak denen derslerin ilk önce öğretilmesi gereken bazı hikâyeleri de fısıldamak için; oradalar…

Güven SERİN