25 Ağustos 2014 Pazartesi

EY SOYLU OKUR

Kamera; Güven Fransız Kültür Merkezi-Selçuk Demirel

EY SOYLU OKUR!

  Sen nelere kadirsin değerli okur; yazarlar, şairler, filozoflar; hatta “nadir” bulunan siyasetçiler bile sana muhtaçtır.

  Sevgili okur, okur olmakla ne iyi etmişsin! O güzel zamanını, yazmaya, çizmeye, düşünmeye harcamak, ne büyük kayıp…

  İşin yoksa halkı, hatta dünyayı düşün! Çok, dünyanın umurunda bu düşünce… Halkın umurunda bile değil. Halk için vurulanlar, bıçaklananlar, boğazlananlar, darağacına çekilenler; nasıl da unutuldu, halk için ölündüğünün bile bilincine varılmadan; nasıl da…

  Ey okur; unutmak ne yüce bir şey! Vicdanı zorlamadığı gibi, uykuları da kaçırmaz. Değerli beden yağlarının erimesine de neden olmaz, ey aziz okur.

  Yazmamak, çizmemek, düşünmemek hoş bir şey… İstediğin zaman kadere, bazen yazara, şaire küfret; ey, saygıdeğer okur…

  Sanırsınız ki; bu yazılanların bir amacı da gamsızlığı, pişkinliği hiciv sanatına dönüştürmüş okuru kendi tarafıma çekmek; hiç de öyle değil…

 Yazmanın bir hastalık olduğunu bilenler iyi bilir, sürekli bir şeyler yazmak; yazarken de biraz gönle, göze hoş görünmek gerekir. Değerli okurum; benimkisi de öyle bir şey; seni ucuz sivri bir sopa ile dürtmek değil; kocaman palmiye yaprağıyla yellemektir; esas amacım; yellen ki, sende insan olduğunu, şımarmanın da ne kadar gerekli olduğunu öğren.


  Soylu okurum, bir de yüce gamsızlığı, çaresizlik dediğin yüksek korkuyu; taş mekanların sarhoş, romantik yasemin kokuları içinde yaşamayı dene. Yanık sesli sanatçının ses tınılarına, portakal ağaçlarının içinden süzülen zarif, seksi ışığa, bedenin ağırlıksızlığa yol alış biçimi gibi bakmanı isterim.

 Bütün bunları, yazmadan, çizmeden, düşünmeden, taraf olmadan yaşa ki, yaşamın, insanlık için kıvranan deli bir girdaba dönüşmesin. Ölenlerin, ölmek için vardır bir sebepleri, senin en büyük desturundun bilirim. Bir kişinin öldürülmesi, öldürenden çok ölenin seçeneği demesini de en iyi sen bilirsin. Hatta bu söylemi ecdadın kale gibi sözlerine de kazımışsın;

 “Uz duran çok yaşar! “ Uz durmayanın, hareketin içinde, yaşam seçeneklerine soluksuz dalışlar yaptığını bilecek kadar düşünecek değilsin ya değerli okur!

 Hazır, güneyin bunaltıcı nemiyle birlikte süzüm süzüm süzülen yasemin kokuları bizi terk etmemişken, soğuk ve büyükçe bira bardağını kaldırıp şerefine içiyorum ey sevgili okur.

 Şerefine; niçin öldüklerini, ama vardır bir suçları, dediğin insanların pahalı şereflerini hiçbir şekilde anlayamamış olmanın da şerefine; şerefsizlikleri dile getirip, beden yağlarının, değerli hücrelerinin rahatsız olmamasını düşündüm; ey aziz “soylu” okurum…

  Seni, gamsızlığını, duyarsızlığını; sıkça kullandığın; keşkek kadar ağır, birbirine yapışmış olan “keşke” değişlerini düşünerek senin üzülmeni istemedim; büyük okurum…

    Ey soylu okur; sana desem ki; ağaçlar da nefes alır, nefes verir; çiçekler de; hatta taşlar da; sen, beni düşlerime, romantizme köle olmakla suçlarsın bilirim…

 Seni kıracak değilim ya; aklın, irfanın, iradenin, tazeliğin olmadığı büyük kazan, nice insanı böyle kavurur; bu kavrulmuşluk içinde, yasemin kokuları, ağaçların nefes alışları, kalp atışları sorgulanacak değil ya; kim kiminle “şey” yapmış, kim kimi düzeltmiş, konuşmalarına ortak olup, kahramanca, savaşmadan sıyrılmak varken; yaşamın kahpeliğini, hareket eden asilere fatura etmişliğe kolayca dokunmak varken; zoru niye seçeceksin ey aziz okur…

 Güven Serin  



20 Ağustos 2014 Çarşamba

VİLLA PERLA


Kamera, Güven Kaleiçi

VİLLA PERLA

  Villa, kırlık alanda, bahçeli ev anlamına geliyor. Dilimize İtalyancadan geçmiş. Bahçe içinde bir veya iki katlı ev… Benim konuk olduğum Villa Perla’da aynen öyle bir yer. Antalya Kaleiçi’nde bulunuyor. Geçmiş yıllarda müzik dinlemek, sıcağın hararetini biraz bastırmak için soğuk bira içmek için girdiğim bahçeli taş bina.

  Villa Perla’nın doğumu neredeyse 200 yıl olmuş. Geniş bahçesi, Portakal, limon ağaçları, havuzu, Osmanlı tarzı odalarıyla bu tarz sevenlerin büyük huzur alacağı bir yer. Tatilde önceliğim bütçede olduğu için, benim de bütçemi aştığından Villa Perla’da kalmadım. Taş mekanın odasında uyumasam da, havuzlu bahçesine yayılan gitar sesleri eşliğinde müzikler dinledim. O seslerin tınılarıyla karıştım yasemin kokularına, Akdeniz’in şafağa süzülen gecelerine.

  Villa Perla’yı 1990’dan beri işleten Emre Akduman gecenin ilerleyen saatlerinde masama geldi. Tekirdağ’ın Şarköy Kasabasında çocukluğu geçmiş annesi İnci Hanım ve teyzeleri orada yaşayan Emre Bey, Güney ile Batının aziz hatıralarına, rakının da hissiyatı eklenince muhabbetimiz gökyüzüne yayılan yıldızlar gibi; geceye yayıldı.

 İçki denen şey; bira, rakı, şarap, viski; ismi ne olursa olsun, insan iradesiyle, yemek ve içme kültürüyle iç içe geçmişse insan zarafetini iyi bir mimarın eseri gibi ortaya çıkartıyor. Emre Beye gururlu bir adam düşüncesiyle bakarken, saatlerce sohbetin ardında geriye kalan şey; yaptığı işi seven, bu sevgiyi onda tetikleyen anneye; İnci Hanıma büyük sevgi besleyen bir insan da çıktı ortaya.

 Villa Perla, bahçe içinde güzel inci anlamına da geliyor. Burayı ilk gördüğünde vurulan, aşık olan İnci Hanımın; İnci Tokatlı’nın hikayesi de taş mekanın havuzlu bahçesini bekleyen portakal ağaçlarının inceliğinde saklı.

 Emre Beyle sohbetimiz ilerledikçe Villa Perla’nın o gizemli hikayesini de öğrendim. Anne, İnci Tokat’lı o zamanlar Türkiye’’nin önemli İtalyan Rehberi. Önem sırasına göre 6. sırada… İtalyan Lisesinden mezun. İtalyan kültürüne oldukça önem veren, içinde şelaleler dökülen zarif bir çiçek…

  Bir gün İnci Tokat’lı ve ardındaki 40 kişilik İtalyan turist Antalya Kaleiçi’ni geziyor. Villa Perla’nı bu ismi almadığı 1980’li yılların sonları. Bahçe içinde bulunan iki katlı taş binayı görünce ilk vurgunu yiyor. Ellerini gökyüzüne kaldırıyor. Bu hareketi farkında olmadan yapıyor. Arkasında bekleyen 40 kişilik İtalyan turist rehberleri İnci Hanımın dua ettiğini sanıp hep birlikte “ Âmin” diyorlar.

 Aslında, İnci Hanım’ın ellerini gökyüzüne kaldırması bir duadır. Bahçeli taş binaya vurulmuştur, onun olmasının düşünü gökyüzüyle; Tanrı ile paylaşmıştır. Küçük bir araştırma yapınca satılık olduğu öğrenilir ve o bina satılır. 1990’dan bu yana Villa Perla; Güzel İnici olarak hizmet veriyor.

  Villa Perla, Villa Perla’ya tekrar hayat sunan İnci Hanım, oğul Emre Bey diğer insanlar gibi; eşyaya, mala, mülke, inceliğe, zarafete, kabalığa, iyiye, kötüye, güzelliğe muhtaç; bu muhtaçlık bilgi, görgü denen hazineyle en iyiye, güzel, pahalı, nadide bir inciye dönüşüyor.

  Bu hikayeyi niçin yazdım? Emre Bey ile anne İnci Tokatlı’ya teşekkür için olabilir mi? Elbette bir bölümü bunun için. Ama gerçeği de şudur; gezmenin, görmenin, yaratıcılığın herkesin elinde bir sürü seçeneğin olabileceği felsefesine de dikkat çekmek istedim. Kerpiç bir evde bile kendi incisini yaratan insanların da olabileceğini vurgulamak isterim. Bakımlı küçük bir gecekondu bile bazen saraya meydan okuyacak kadar pırıltı, sevgi saçar…

 Tekirdağ Şarköy’de yaşayan, Villa Perla’nın İnci annesine oğlunun da çok istemesini borç bilerek gazetemizin insana, kültüre verdiği önemi de unutmadan şükranlarımı iletirim. İnci anne, oğlunun verdiği küçük sırrı biliyorum. Çok kızdığın, haksızlığı kaldıramadığın zaman seslendiği o sözcükleri;

 “ ropsu çocukları” mizah, Nasrettin Hoca’dan önce de vardı bu topraklarda; tıpkı ağıtların, bizden önce olduğu gibi; yaşam, yaşatma, üretme, paylaşma ve estetik adına sanata dönüşmüşse; nadide eserin karşısında çırpınmadan kalabilmek, içindeki büyük esintiyi fren leye bilmek de daha güzel…


 Güven Serin 




4 Ağustos 2014 Pazartesi

DOKTOR OLMAK ZOR ZANAAT


Kamera; Güven 

Bu terapi merkezini seviyorum ben; müzik, küf kokuları
ve taş,mermer sütunlar..

DOKTOR OLMAK ZOR ZANAAT

  Tıp Dünyası canlılara, özellikle insana adanmış bir dünyadır. Yüksek ideallerin, yüksek karlılığın ve insaniyetin yan yana dans ettiği bir dünya…

  Hepimiz biliyoruz ki canlı hayatı önemlidir. Her canı yananın, nasıl, kurtuluş ümitleriyle çare aradığı, hemen hemen her gün, her saat tekrarlanan bir iştir. Özellikle hastanelere sağlıklı olarak gidip, bu yoğun mücadeleyi, büyük koşuları, yüksek kargaşaları, inanılmaz emek harcamaları ve yanlış teşhisleri de görüp tanıklık edin.

  Hepimizin çevresi hasta insanlarla dolu; toplum ağır ağır büyük suyun altına çekiliyor gibi. Hastalanmak marifet değil, hastayı iyileştirmek de çözüm değil; çünkü hasta niçin hastalandığını bilmediği sürece, sürekli yeni hastalıkları besleyen ruh ve beden yapısıyla yaşamaya devam edilmesi, ilaç firmaları, bu firmalarda çalışanlar gülümsemenin en yükseğini yapacaklar.

 En çok ilaç yazan doktor, iyi doktor deyip, ilaçların üzerinde yazanı, kutusunda bulunan reçeteye şöyle bir bakma zahmetinde bulunmayan bizler, yan, üst, kenar bir sürü ilaç etkileriyle etkilenmiş olup, yapraklar gibi sallanmaya devam ediyoruz.

 Yakın zamanda konuştuğum insanların hastaneden hastaneye koşuşunu, doktordan doktora şifa arayışlarını dinledim. İşin ilginç yanı bildik şeyleri çok taze ve oldukça yakınlarımdan dinleyince bir kez daha şaşırdım; şaşkına döndüm.

 Görünen o ki tanıdığım hastanın gittiği her doktor, her hastane farklı tedavi öneriyor. İşin en ilginç yanı da hastaya sorulan en mühim soru ise şudur; “ bu ilaçları kim verdi sana?” Verilen ilaçları yanlış bulan, o tedaviyi doğru bulmayan diğer doktor, her defasında bir ümit, bir çare sayılıp onun verdikleriyle yola çıkan hasta bir türlü iyileşmiyor. Her gittiği doktor, bu sefer olacak, en doğru yöntem bu dese de, o ilaç denemeye, ilaçların yan-yun etkileriyle ödüllendirilmeye devam ediyor; bir yaprak, rüzgâr içinde sörf yapan bir yaprak gibi sallanıyor bizim hastamız…

 Doktor olmak zor iş, biliyorum. Sizi mucize yaratacak gibi gören bir sürü insan; son noktaya gelmiş ve “beni kurtar!” der. Kurtarmak o kadar kolay olsaydı, bu iş mucizelerle çözülseydi, doktorluk da böyle önemli bir meslek olmaz, beyazlığın, saflığın o temiz duruşları bu kadar önemsenmezdi.

 Tıp Dünyası hiç durmayan değişimlerin peşinde; gün geçmiyor ki yeni bir ilaç denenmesin. Her deneme kendi riskini, çaresini yaratacaktır; şüphesiz...

 Yine de şunu düşünmeden edemiyorum; bir ülkeye savaş zararı kadar büyük maliyetler getiren sağlık harcamaları, doğru yöntemlerle daha doğar doğmaz her bebeğin ölüme kadar sağlık, sıhhat, sosyoloji, sanat gerçekleriyle tanıştırılmış olması acaba neleri değiştirirdi? Bu kadar hasta, yamuk, çaresiz insan bir araya gelip, her yönüyle zehir saçan bu kadar ilaç tüketimi, hastanelerin baskın, kör dolduruşları yaşanır mıydı?

 Asla böyle bir şey olmazdı. Daha bebeklikten diş sağlığı, göz, beyin; kısacası beden sağlığı öğretilerle kültürleşse bu günün hastaneleri, doktor ve hasta ilişkileri oldukça insanca ve daha gürültüsüz, birbirine kurtarıcı ve çaresizlik içinde bakmak yerine, en acı gerçekleri de, en komik söylemleri de insan olmanın en huzurlu, en mizahi haliyle; gösteri sanatçılarının heyecanı içinde yaparlardı.

 Her gün bir hastane açılıyor. Her hastane, bir çok doktora, hemşireye, hasta bakıcısına, odacıya, temizlikçiye iş imkanı demek. Her hastane, nice çaresize çare demek; olumlu yanı çok büyük… Aynı zamanda her yeni, özel kuruluş büyük yatırımın karşılığını alacak iktisat, muhasebe formülleri üretecektir demek…

 Bu kadar buluş, olanak var olduğu halde, muhteşem hastalıkların, hastaların artışını, büzüşen, kuruyan insanların çoğalmasını önemseyen yok gibi; sanki aydınlanma; PUSLAR içinde…

 Italo Svevo’nun Yaşlılık isimli kitabının 26. sayfasında anıtların kitabelerine kazınacak bir söz var;

“ Ayışığı o karanlık rengi değiştirmiyordu. Cisimlerin biçimleri belirginleşse de aydınlanmıyor, ışıkla buğulanıyordu. Kıpırtısız bir beyazlık yayılıyordu üstlerine ama gerçek renkleri altta uyuşmuş, kopkoyu uyuyordu, sonsuz hareketini yüzeyindeki yakamozlarla açığa çıkarmak isteyen deniz de bile renk susuyor, uyuyordu. Tepelerin yeşili, bütün evlerin renkleri koyuluklarda yitiyor ve manzaranın içinde eriyor, bütünün içinde kayboluyordu, havayı kaplayan soluk beyazdı ve her şeye sirayet ettiğinden dağılması imkânsızdı.”


 Güven Serin