29 Nisan 2019 Pazartesi

MOĞOLLARIN GÖZYAŞLARI



DİNLEYİ VERİN GARİ






Baylar ve Bayanlar;Kayacak Merdiven Bulamayanlar


MOĞOLLARIN GÖZYAŞLARI

  Moğollar Müzik Grubu; yarım yüzyıldır buradalar. Sadece şarkı seslendirmek değil niyetleri. İstikrarı; yani insan yolunun yolculuğu olan, düzgün yaşama, faydaya, üretime dönük bir ses, soluk sunmak; her sanatçının yapmak istediği şey…

  Moğallar deyince iki şey geliyor akla; Cahit Berkay ve film müzikleri… Bir efsane gibi duyulur filmlerin ardında, yitik zamanların ruhlarına bir su serpintisi, sıcaktan bunalmışa bir esinti gibi…

  Kendimi bildim bileli; Moğallar var. Cahit Berkay’in sevinçli hüznü, çelişkili siyaset anlayışımızın, insan merkezli politikaların olmayışının karşısında; hep o duruş; istikrarın ve haksızlığın düşmanı bir bakış ve ses…

  Moğollar ODTÜ, Bahar Şenliği konserine katıldı. Alabildiğine dolu; genç nefesler, ilimin, sanatın ve Cumhuriyetin sımsıcak inancı içinde; birbirine kenetlenmiş kuşaklar…

  Moğallar, Dinleyiverin Gari şarkısına geçtiği anda öğrenciler mumlarla “Devrim” yazarlar. Cahit Berkay gözyaşlarını tutamaz; yaşamdan istediği şey; en büyük zenginlik, gençliğin bilinçli oluşundan başka bir şey değildir. 72 yaşının bedenine baskı yapan olgunluğun, taze, coşmuş irade ve bedenler karşısında yapabileceği tek şey; duygulanmak ve ağlamak…

   Yaşamı, sadece mülkiyet, her daim bunun üzerinden kazanç gören nice kralların yanılgısına düşmeyen birileri vardır; gerçek sanatçılar…

 “ Şimdi eller havada
Oylar yandı tavada
Yok, eksilme cakada
Cek!Cak!Vaatlere tok karnımız artık
Gari de gari gari de gari…”

  "Baylar,bayanlar;kayacak merdiven bulamayanlar:" Hoşçakalın...

 Güven Serin  





26 Nisan 2019 Cuma

GÜNLER UZAMAYA BAŞLADI




GÜNLER UZAMAYA BAŞLADI
-------------------------------------------------

 21 Aralık gününün gecesi sonrası; günün krallığı başlıyor. Şairin ölüm döşeğinde perdeleri açtırma çabası sırasında; “ Daha fazla ışık!” diye seslenişinin karşılığı gibidir gün ışığı. Güneşin bedenimizle birlikte ruhumuza sızmaya başlamasıyla ısınmaya, ışımaya başlarız.

  Kuzey ülkelerinden ülkemize gelip de burada yaşamaya karar veren insanların ülkemizde bulduğu en önemli faydalardan birisidir güneş ve gün ışığı. Akdeniz, Ege; kasvetli gökyüzünden bıkmış bir sürü Avrupa, Asya insanına ev sahipliği yapmaktadır.

 Her şeyi bol bulduğumuz için; güneşin, denizin, ormanlarımızın ve tarihi kentlerin de farkında olmadan geçen bir sürü can sıkıcı hayatın içinde günleri doldurmaya çalışıyoruz! Ne hazin bir süreç…

  Günler uzamaya başladı! Daha çok gün, daha çık ışık demek… Niçin; daha çok şiir, tiyatro, kitap, seyahat anlamına da gelmesin?

  Niçin, daha çok hoşgörü, yardımlaşma ve yeşil anlamını da taşımasın? Şairler, yüzyıllar öncesinden başlamışlardır yaşadıkları yerlerde ki halklarını uyarmaya. Nicesi gibi her dokunuşlarında saf gerçeğe; taşlanırlar, kayıpları, kurban durumuna düşmeleri de göze almışlardır.

 Bunlardan birisi; Sabahattin Ali; ölümü halen bir sır gibi saklanmakta, her ne şekilde olduysa, bir türlü halkın gözleri önüne serilmedi. Diğeri de Nazım Hikmet’tir. Vatan, millet hasretiyle dizelere dokunan şair…

 İşte onun şiirlerinden birisi; her devir, kendi doğrusunu uyarısını yapacak, yapmaya devam edecek;

Ve bu dünyada, bu zulüm, senin sayende.
Ve açsak, yorgunsak, alkan içindeysek eğer
Ve halen şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak,
Kabahat senin, demeye dilim varmıyor ama
Kabahatin çoğu senin CANIM KARDEŞİM!

  Işık, daha fazla ışık, diyordu şair. Eli sevgilisinin elinde, yaşı çoktan sekseni bulduysa ne olmuş? Ölüm döşeği, ışığı görmesine, duymasına engel mi olurmuş hiç?

Güven Serin 


24 Nisan 2019 Çarşamba

BAŞLAYALIM,ÇANLAR ÇALINSIN


Efsane bu;yaşamın içinde gezinmeyi sever;belki de
yaşam dediğimiz şey;bir rüya alemi efsanesinden 
başka bir şey değil..



W.Shakesperare'ye,Tiyatro Pera'ya,Nesrin Kazankaya'ya
TEŞEKKÜRLER

                                   BAŞLAYALIM, ÇANLAR ÇALINSIN


   Bu çalışmam için, kadim zamanlara kadar uzanacağım. Bir kralla, bir sanatçıyı; iki bin beş yüz yıllık geçmişi, edebi dille harmanlamayı düşünüyorum.

  Kır Tanrısı Pan ile Apollon arasında yapılacak çalgı çalma yarışında, jüri üyelerinden birisi Kral Midas’tır. Oyunu, Kır Tanrısı Pan’dan yana kullanır.


    Kralımız, tüm dünyanın bildiği kral; Kral Midas’tar. Bizim yaşadığımız ülkede yaşamış, bizim çektiğimiz sıkıntıları, neşeleri, yarışları, kavgaları görmüş. Üstelik o zamanın tanrılarından Apollon’a ters düşmüş, onun öfkesini kazanmayı başarmıştır. Bu öfkenin sonucu; Tanrı Apollon tarafından Midas’un kulakları eşekkulağına dönüştürür.

  Sanatçımız ise, oyun yazarlığının tahtına oturmuş, tüm zamanların şampiyonu olma erdemiyle yola çıkmıştır. Seslenişi; yücedir! Yarattığı karakterlerin kavgaları, aşkları halen devam etmektedir; zamanlar arası yolculuğu hak eden kişi; SHAKESPEARE…

  O da, Kral Midas gibi heyecanlı, korkusuzdur. Onun oyuncuları, tüm insanlık adına seslenir; Midas’ın başına gelenin, tüm insanlığın sorunu olabileceği gibi…

  Shakespeare’nin şarkıcısı; ” Sevda nerede doğar; söyle. Kafada mı yoksa gönülde mi?” Çözemediği sorununa cevap ister; ortalığı inletir durur.


  Artık, Kral Midas’ın bir sırrı vardır. Eşek kulakları! Bunları saklamak için o günün Frig şapkalarından faydalanır. Nereye gitse o şapkalardan birisin başına takar.

  Shakespeare’in şarkıcısı ise Baş Tanrı Zeus’u kızdıracak kadar cesaretli; hiç durmadan aynı şeyi tekrarlar; “ Sevda nerede doğar?”

  Şarkıcının yaptığına bir bakın! Midas, kulakları derdinde; şarkıcı ise kalbinin derdine düşmüş…

  Şarkıcıya bir deste gelir; büyük kalabalığın uğultusu göğe yükselir; “ Cevap ver, cevap ver.”

  Bu uğultuyu, Kral Midas iki bin yıl öncesinden işitmişcesine kırmızı Frig şapkasıyla eşek kulaklarını daha da örter. Midas’ın bir sorunu vardır. Saçları uzamış, berbere gitmesi gerekir. Kırmızı Frig şapkasını çıkarttığında berber şaşırır; korkar. Kral Midas, berbere yemin ettirir. Kralın eşekkulaklarını kimseye söylememesi üzerine…

  Oyuncu Shakespeare’nin oyuncu karakterleri ise, geçmişten gelen bu sesi duymamışlar gibi; “ Cevap ver, cevap ver.” Diye, sırrı duymak isterler. Bütün sırları açığa çıkartmak için çabalarlar.

  Berber Kral Midas’ın eşek kulaklarını kimseye söylemeyeceği için yemin etmiştir. Yeminin ağırlığı altında kırlara gider. Etrafında kimsenin olmadığını görünce, Frigya sazlıklarına sazlıkları’na fısıldar; “ Kral Midas’ın eşek kulakları var!”

  Shakespeare’nin oyuncuları da, şarkıcıya istedikleri cevabı söyletirler;

“ Sevdanın doğduğu yer gözlerde, onun güzel bakışları besler.” ,”Arzular gençken ölür. Ölen sevdalar için yas tutalım, başlayalım.”

  Kalabalık, büyük uğultu, yeterli bulmaz; “ Cevap ver, cevap ver!”

Berberin sazlıklara, kimsenin olmadığı tabiata seslenişinde, bütün sırrı tabiat dediğimiz şey; sazlar öğrenir.

  Sazlar büyür, iyice olgunlaşır ve her rüzgâr estiğinde; bu sır tekrarlanır; “ Kral Midas’ın eşek kulakları var”

  Shakespeare’nin oyuncuları da şarkıcının sevda hakkında söylediklerinden ikna olmuşa benzer;

“ Çanlar çalınsın, Çanlar çalınsın; başlayalım.”

  Görüyorsunuz, bütün başlangıçlar, büyük sahneye yakışır bir oyunun parçası. Her daim, seyirci, yazar, oyuncu, yönetmen; görevlerinin başında bekler; alkışlar yapılsın; alkışlar yapılsın; eller acıyana dek…


 Güven Serin 



22 Nisan 2019 Pazartesi

NİŞANTEPE ÇOBAN SELAMİ ANITI


  
NİŞANTEPE ÇOBAN SELAMİ ANITI


     Dünya üzerinde destansı büyüklüğe, güzelliğe, gizeme sahip birçok anıt sayabiliriz. Çoban Selami Anıtı, böyle büyük emeklerle, amaçlarla yaratılmamıştır. Çobanlığın doğal vakitlerinde, doğal bir anlayışın, insanın kalıcılığa, işarete ve hatırlanmaya duyulan hissiyatın bireysel karşılığıdır. Kendine özgü, sıradan ama çekici, taşın, ahşabın insana olan yakınlığının saygın sevecenliği içinde... Üç çobana duyduğum saygı gereği, üçünün de ismini burada anacağım; Birincisi binlerce yıl önce yaşamış Truvalı Çoban; Sezar’a karşı duran çoban. İkincisi geçtiğimiz yıl tanıma fırsatını bulduğum Assoslu Çoban ve bizim diyarın insanı; Tekirdağ Yeniköy'lü Çoban Selami... İşte bu anıt; Nişantepe Çoban Selami Anıtı, şimdi gezginlerin uğrak, dinlenme ve fotoğraf çektiği yer haline geldi. Korkum; bir gün birisi çaput bağlarsa, Çoban Selami'nin anıtı, Kaz Dağları Sarıkız Tepesine dönüşür...

Güven Serin 




Kamera; Güven Ganoslar


Şafak sökerken,sallanıyordu kuzeyden 
gelen esintiyle birlikte. Işık henüz
hükmetmiyordu her tarafa;karanlığın
doyurucu ürperten çekiciliği
haber veriyordu birazdan doğacak
güneşi.



Kamera; Erdem




Ganoslar





Ganoslar  Tekirdağ



Kamera; Erdem



Kamera; Erdem

NİŞANTEPE ÇOBAN SELAMİ ANITI

Yunus Usta da ,birkaç taş ilave etti,kendi
ustalık anlayışı içinde...


Kamera; Güven Ganoslar

Öncü çiçekler,çılgınlar gibi eğleniyorlar













19 Nisan 2019 Cuma

BEN ÖLÜRSEM BİR ŞEY DEĞİL





                                  BEN ÖLÜRSEM BİR ŞEY DEĞİL


  Yaşama adanmışlık varken ne çok ölümle uğraşıp, ölüm öfkeleri kusuyoruz. Yaşamı, ölümden beter yapıyoruz. Oysa ölümün kendisi korkutucu değilmiş! Bir anlık; ölümü düşünmek delirtiyor insanı.

  Şunu da söylemeden edemeyeceğim; ölümü bu kadar işleyip de ölümcül felsefeyi yaşama uyarlayan, bundan yaşam doğuran çok az insan var… Zaten yapılan bilimsel araştırmalar da şunu gösteriyor; ölüme herkes inanırmış da kendi ölümüne kimse inanmazmış… Yani bir şekilde kayrılma içgüdüsü…

  Birisi ölse hemen; “kaç yaşındaydı?” sanki yaş ve yaşlanma uzmanıyız da. Oysa artık yaş ve yaşlanma oranları bile değişti. Örneğin; 49 ile 79 yaş orta yaş olarak kabul ediliyor.

 Sözüm şu üç şeye bakanlara tabi ki; Stersi her an def edecek meşguliyet, yenilenme ve hareket içinde olmak, iyi beslenme ve spor; bu üçlü yoksa yaşamımızda, yaşlanma ve yaşlar arası keyif sürme her an kazaya uğraması işten bile değil…

  Cahit Sıtkı Tarancı’nın eseri, ölüm kaygısını ne güzel anlatıyor;

“ Ben ölürsem ölürüm, bir şey değil;
Ne olursa garip eşyama olur.
Bir hayır sahibi çıkar mı dersin,
Mektuplarımı iade edecek?
Yi kitaplarım, ya şiir defterim?
Yanarım bakkal eline düşerse.
Kim bilir bu döşekte kimler yatar,
Hangi rüyaları örter bu yorgan;
El sırtında böyle zarif duramaz,
Ismarlamadır elbisem, pardösüm;
Her ayağa göre değildir kunduram;
Bu kravat ben bağladıkça güzeldir;
Bu şapkayı kimse böyle güzel giyemez.”

  Orta çağ da Avrupa ülkelerinden birinde giyotin cezası verilmiş bir adamın acısız ölümü için cellât, ceketinin yakasını kesmek isteyince;” Aman dokunma ceketime; kıyamam ona ben” der.

  Eşyalarımız bu kadar değerlidir bizler için. Bu değerlere kıyılmasın diye yıllarca direndim; kütüphane kurmadım. Bunun yerine halk kütüphanesinden faydalandım. Gelecek kuşakların göz nurları ile biriktirdiği kitaplar, notları nasıl görmezlikten geldiğine çok tanık olup dinledim.

  İnsanın bir avuç ömrüne ne çok şey sığıyor veya bir ömür hiçlik içinde geçiyor. Nasıl geçerse geçsin; evrenin işleyişi, gezegenin dayanıklılığı, yaşlılığı ve yaşayacak oluş zamanı karşısında insanın ömrü; bir damla bile değil.

 Tam da olgunlaşma zamanı, tat, tuz öğrenmeye başlayıp deneyimlerin oturuşma altyapısıyla anlam, güven ve huzur kazandığı zamanlarda hastalıklar; yani arızalar başlar. Başlamasa bile çevrenin sağlıklı ve şen olana olan dayanılmaz kasveti çöker üzerimize.

 Bizim insanımız iyi olanı, sağlam ve huzurlu olanı sevmez. Özenir; masallarda olur sanır. Bu yüzden şehirlerimizde eğlence yerleri azdır. Curcuna ve dedikodu, korku ve şüphe ise tonlarca…

 Yaşlandıkça insan, Cahit gibi seslenmeye başlar;

“ Hayata beraber başladığımız
Dostlarla yollar ayrıldı bir bir
Gittikçe artıyor yalnızlığımız”

 Bu bir hissiyattır. Bir renk, desen olarak da bakabiliriz. İşte hüner burada lazım; yeni dostlar edinme düşüncesi! Yalnızlığın sükuneti beslenip, her an hareket denen akışa cesaretle dalma iradesi…

 Ey gidi koca Cahit Sıtkı; şairin ası olmanın yüksek erdemi ve insan olmanın ruhsal dürtüleri; unutulmaz eserlere dönüştü senen sayende. Robenson şiirini okuyup da duyguları taşmayacak böyle bir ada istemeyecek olan var mıdır?

“Robenson, akıllı Robenson’um
Ne imreniyorum sana bilsen!
Göstersen ada’na giden yolu
Başımı dinlemek istiyorum

Robenson, halden bilir Robenson
Adan halen batmadıysa eğer
Alıp götürsen beni oraya,
Deniz yolu kapanmadan evvel! “

Güven Serin 


16 Nisan 2019 Salı

AMMAN AMMAN;OFF



                                           AMMAN AMMAN; OFF


    Bir filmin sahnesi, şafak vakti tütün toplayan kadın ve erkeklerin korusunun şarkı sözleridir; “ Amman Amman, Amman; off” Bitmeyen insan telaşı ve yetmeyen harcamaların karşılığı olan çalışmanın yorgun ve kararlı seslenişi…

   Yüksel Aksu’nun üçleme amaçlı yola çıktığı filmlerden ikincisinin ismi; İftarlık Gazozdur. Dondurmam Gaymaktır’dan sonra bir Ege yöresi ve bizim insanımızın hallerini, ülkemizin başka ülke ve ideolojiler tarafından hırpalanışı; mizahın karası ve beyazıyla birlikte sahnelenmesi…

   Tıpkı, filmde öne çıkan; ak gazoz ile kara gazozun hikâyesi gibi; lezzetler, acılar farklı farklı…


  Filmin en can alıcı yanıdır tütün toplama sahnesi. Şafağın en taze; geceden ayrılmaz hali, fener ışıkları ve insan sesleri; ellerin ortak hünerleri, tütünler toplanır hep birlikte. Bilmeyenler bilmez insanın birlikte yol alışının büyüsünü. Böyle aşıldı nice kıtlık, bitkinlik ve bitip tükenmeyen göçlerin korkunç izleri…

  Yüksel Aksu’nun başarısı sıradanlığı ve tüccar bakışı zorlar. İyi bir şey almak, üretmek amacıyla çıkılmış yola. Tıpkı Ege çiftçisinin şafak vakti, iyi duygular, umutlar içinde tütün toplamaları gibi…

  Sabah ezanı, bir molanın da başlangıcını duyurur. Susar eller, türküler. Oysa bülbüller hiç susmaz, onların inancı, umutları apayrıdır; seslenmekle ulaşırlar inançların menziline. Benzerler Gelibolu, Tekirdağ bülbüllerinin şarkı törenlerinin seslenişlerine; aynıdır haykırışın anlattığı şey. Farklı olan yankısı ve insan üzerinde ki mekânsal algının manevi, psikolojik tarafı…

  Gün ışır; şafak geriye çekilir. Tarladan toplanan tütünler, sundurma serinliğinde, tünün ayıklama işi maniler ile birlikte yapılır. Konu komşu, hep birliktedir. İnsanın insan olmadan önceki hali gibi; dayanışma, güven ve el birliğinin kolaylığıdır.

  Maniler, aralanan dudak aralarından; genç kadın ve erkeklerin soluklarıyla birlikte; şiirsel haykırışıdır Ege insanının.

  Her başlangıcın bir sonu vardır. Her sonun bir başlanıcı olacağı; sıfır hacimden doğan evren gibi; Hasan öldürülmek istenir. Hüzün çığlıkları sarar tütün tarlasını. Kemanların, viyola ve çelloların eşlinde…

  Kör ideolojilerin almış olduğu canlar tekrar canlanır seyircinin gözünde. Çoğumuz yabancıdır, bu farkın öfkesine. Ölüm marşı; upuzun ve derindir; vadiler arasında gezinen çalı bülbülleri telaşında; işini bitirip gitmek; sefere çıkmak ister.

  Sinema, her dönemin; dönemlerin tanıklığını yapacak çok etkili bir sanat dalıdır. Burada da görevini yapar Yüksel Aksu’nun ekibi; fazlasıyla. Sesi, görüntüyü ve hikâyeleri iç içe taşır; hatta gönüllü bir sokulma yaşanır; sanata ait olan insan bedenlerinin ruhları…

  Bir türkü; en çok şafağın en taze zamanlarına; tütün tarlalarına yakışır cinsten; “ Amman, Amman; Off” Kadın ve erkek sesleri; pek de hoş, bir mitin canlanması gibi; yayılır binlerce yıllık medeniyetlerinin izleri üzerindeki gökyüzüne.

  Son söz; kemanın, kemanların dır. Hüzün, sefere çıkmak ister ve bu ana, kumru sesleri en iyi yaşam tınısı bırakır; masumiyeti, yaşamın varlığının her şeye rağmen devam etmek istediğini söyler kumrular…


 Güven Serin




15 Nisan 2019 Pazartesi

IŞIK OYUNLARI


Kamera; Güven  Kumbağ


Kamera; Güven


Kamera; Güven Kumbağ
Bizim yiyeceklerimizden birkaç yudum
bekliyor;saf,arı duygular içinde.
Onlar,hesapta yoktu;yakın zaman içinde
ek yardım;bazıları deri hastalığı geçiriyor;
bir veya birkaç hap yeterli...


Kamera; Güven Tekirdağ


“ Bu senin vaktin Ey Ruh, kelimesizliğe
Uçuşun, kitaplardan uzak, sanattan uzak,
Gün silindi, ders bitti.
Sen tamamen ortaya çıkarsın, sessiz, izleyip, düşünüp,
En sevdiğim konuları,
Gece, uyku ve ölüm ve yıldızları!”

WALT WHITMAN




13 Nisan 2019 Cumartesi

UÇMAKDERE'NİN AVDİMİO'SU VAR


AVDİMİO-UÇMAKDERE
KAMERA;GÜLEN HANIM



AVDİMİO-UÇMAKDERE-ŞARKÖY-TEKİRDAĞ


AVDİMİO


AVDİMİO


   UÇKAMDERE’NİN AVDİMİO’SU VAR

  Hasan Beyin bin bir emekle ortaya çıkartmaya çalıştığı, Mayıs Ayı içerisinde açılacak olan butik otel; şimdiden Uçmakdere’nin sembolü olacak kadar doğa ile iç içe…

  Avdimio ismi verilmiş butik otele. Eski ismi; Avdimio veya Avdin; anlamı “ HOŞ YER” Ne kadar da doğru bir anlatım ve isim… Doğduğum yere çok yakın, su kaynakları olan bir yer vardı; ismi; “ Tatlı kuyu” Tatlı Kuyu dendi mi herkes bilirdi neresi olduğunu…

  Avdimio,Uçmakdere’nin en eski adlarından birisi. Bu hoş yer, şimdi, kendi hoşluğu içinde tekrar doğuyor. Mehmet Bey, Baki Bey, Hasan Bey gibi gönüllü insanların yanında, görünmez kahramanlar var; ocakların başında ki KADINLARIMIZ…

  Yıllardır gecikmiş bir kalkınma ve çok ağır işlese de geri dönülmez bir kalkınma rüzgârı esiyor buralarda. Yüz yıllık geri kalmışlık ve şehirlere kaçan büyük insan göçlerinden sonra; sanki dünyanın üzerinde ki lavların soğuduktan sonra başlayan yaşam gibi bir yaşam ateşi…

  Avdimio’yu Hasan Beyin eşi; Gülen Hanım işletecek. Tıpkı, Uçmakdere gözlemelerini yapan diğer kadınların hünerli elleri gibi; Gülen Hanım, bu bölgenin kalkınması için olmazsa olmazları olan bir butik otelin ÖNCÜLÜĞÜNÜ yapacak.

  Avdimio’nun yerleştiği tepenin yamacı; Marmara’ya, Uçmakdere’nin zeytin vadisine bakıyor. Her tarafta, oraya özgü koku; toprağın, bitkilerin, uçsuz bucaksız huzuru…

   Avdimio, burada şafak vakti bülbüller öter. Gün, kekik ve adaçayı kokularıyla uyandırır sizi. Tepenin hemen ardında bir deniz vardır; yüzyıllarca öteye giden, tanrıların savaşlarını, barışlarını yapıp, Truva’ya yelken açan gemilerin geçtiği, sirenlerin her an bir kayalığın, adanın yakınında sizi yolunuzdan çevireceği bir dünyadır.

  Burada gün, erken kavuşur geceye. Utangaçlığı, dört bir tarafının dağlar; Ganoslar ile çevrili oluşundan değil, kendi zenginliğini, çevresini, öykülerini korumak, saklamak için…

  Avdimio, kendi ruhunu kaybetmiş, girecek beden arayanların, tazelenip, tekrar yaşama, kendi miladını oluşturmak için döneceklerin dinlence yeridir. Avdimio’dan yukarı tırmanırsanız, göreceğiniz manzara; eşsiz denizdir. Kuzeye yönelirseniz; Meşe krallığı ve ıhlamurlar…

   Şimdiden, tüm kalbimle başarılar diliyorum…

Güven Serin 




 













11 Nisan 2019 Perşembe

CAN YÜCEL'İN GÖZYAŞLARI








SÖZ SÖZÜ AÇIYOR; CAN YÜCEL’İN GÖZYAŞLARI
----------------------------------------------------------------

  Söz sözü açmaya görsün; Can Yücel’in gözyaşlarına kadar uzanmak mümkündür. Bir gazete çalışması; Ahmet Tulgar’ın Pazar ekinde ki yazısı, masamda karargâh kurmuş bir kültür ordusu misali…

  Edebiyatın yaşama, yaşanmışlıklarla kattığının haddi hesabı yoktur. Önemser, önemli bulmaya başlarsanız; Aborjin felsefesinde ki telepatik anlaşmalara, haberleşmelere kadar ulaşmanız da mümkün hale gelebilir.

  Laf ebeliğini bırakan, zamanın değerli oluşunu anlayan, kendi değerini yükseltmek, saf huzura kavuşmak için korkmadan ve büyük bir heyecan içinde girer edebiyatın tapınakları arasına. Ne çan, ne ezan ve ne de ilahilerden rahatsızlık duyar; bilir hepsinin bir karşılığı, anlamı olduğunu.

 Alman filozofun kiliselere, papazlara açtığı savaşı bildiği gibi bilir ve onu da temiz tutmak için hücrelerinde ki bakım, algı, anlama odacıklarına davet eder.

  Ahmet Tulgar, kendi köşesinde ortaya çıkarttığı çalışma; defalarca okunacak kadar mühim! Sıradanlığı zorlarken, anılara, sanata, sanatçıya, sosyolojiye, siyasi alana kadar uzanıyor. Bu sayede okur; yani bizler de kendi cehaletimizle yüzleşiyoruz…

  Yüksel Arslan diye bir ressamımız olduğunu ilk kez öğrendiğim gibi, onun hangi alanda çalışma yaptığını, resmiyle neye dikkat çekip, neleri anlattığını bilmiyordum. Kargaşa o kadar çok olunca, netleşmeyen, saflaşma yan bir türlü huzur bulamayan algılarımız, seçeneklerin en iyilerine dokunamayan tercihlerimizle yüzleştiren bir çalışma…

  Tıpkı aynı çalışmada Yüksel Arslan ile Can Yücel’in kesişen tarafını; birinin şiiriyle, diğerinin de resimleriyle nasıl buluştuklarını vurguluyor. Sadece vurgulamakla kalsa iyi Can Yücel ile Kuzguncuk günlerinde ki anı ve hatıralarında kim bilir kaç yüzleşme anına, lafın lafa ulaşma, sırnaşma mücadelelerine tanıklık ettiler!

  Böyle bir Kuzguncuk, Çınarlatı gününde dedesiyle babasını hatırlayan Can Yücel; gözyaşlarını da hatırlar ve unutulmaz bir anın kayıtlarına geçer. Orada ki çay bahçesinin sahibinin içki satılmadığı halde Can Yücele meyve suyu ile karışık votkasını verişine, lafların bellerinin kırılış zamanlarına uzanan sosyolojik, psikolojik ve sanat yolculukları…

  Ahmet Tulgar, Can Yücel ile Yüksel Arslan’ın kesişen biçimlerini daha iyi anlatmak için bir örnek veriyor. Sinemadan! Marc Foster’in 2001 yapımı Mosters’s Ball-Kesişen Yollar filmi… Sadece bir gazete yazısı diye çıkılan yolda; kıtalar arası bir gezinti misali, ne çok zenginliğe, ayak seslerine, insan biçimlerine tanıklık ediyorsunuz…

 Filmi izlediğimde bu anlatıyı, değerli çalışmayı daha iyi kavrıyoruz. Orada da bir Can Yücel var; sevişmeyi, beklediği hayatı tam manasıyla bulamamış, yani bir komünist ve şair olarak ortaya çıkan yenilgi sonucu kendi bedenine başlattığı saldırıyı anladım.

 Kendisini ileriye taşımayı düşünen ve kültürel anlamda iyi beslenen nice insanın yaşadığı hayal kırıklığı, çöküş ve kavganın başlangıcı sayılan, uyumsuz, hoyrat üretimler, söylemler; madalyonun diğer yüzünde saklı…

 Psikologlar çocukluğa inerler. Yazarlar da tüm zamanlara inmek ister; ilmeğin içinden geçecek başka ilmek ve daha da ötelere; kör düğümü başka kör düğümle olan bağları, bağlantıları anlayana kadar rahat durmazlar…

 Öğrenme isteğinin kutsallığı, öğretilerle öne çıkarken, ikisinin bileşeninin ise yüce, saygın onurlu bir üretim-çalışma olacağını yok saymak nafile.

 Filmde ki sevişme sahnesi; daha doğrusu, çiftleşme arzusu, sonrasında ki sevişmeye dönen keşif; tün insanlığa lazım olan şey; güven duygusuyla değişimlere tutunup, yeniden ve yeniden deney imlemek; delikanlı heyecanı, baharın yüksek arzusu ve dayanılmaz cazibesi gibi uyanma isteği…

Güven Serin  






5 Nisan 2019 Cuma

ONURLU BİR ADAM ÖLÜYOR






ONURLU BİR ADAM ÖLÜYOR
-----------------------------------------------


    Tanıdığım birçok insan sessiz sedasız öldüler. Artlarından ağıt yakacak insanlar bırakmadan gittiler; usulca… En son Kemal Ağabey, Şerif Ağabey de böyle ayrıldılar gökyüzünün maviliği altında, dönüşümün karlığı olan toprağa doğru.

  Ya diğer tanıdığım insanlar; Sabahattin, Ali’nin, Ahmet’in, İbrahim’in arkadaşı Yusuf’un ayrılığı? Bir akşamüstü Balkanlara doğru süzülürken güneş; bir pirinç tarlası yakınında, biberler ve domatesler en olgun zamanların-dayken…

  Tanıdık bir şair, yazar arkadaşları yoktu. Bir şiir, hikâye ve bir satır yazı yazılamadan ayrılıp gittiler sonsuzluğun zamansız krallığına doğru.

  Ve şimdi, bu satılar onları tekrar sahneye davet edecek anonsu yapıyor. Soluk alıp veren bir yazar; hikayesi yazılmayanların, yazılmamış, anlatılmamış olanların peşine düşmüş, bir yazgı ve bir yetenek arası, ölüm ile yaşam arasında ki o ince çizgide kendi ruhunu şenlendirme telaşı içinde, şehrinin, bölgesinin edebi, sosyal hayatına; suya susamış topraklara düşen sular gibi küçük damlalar bırakıyor.

  Onurlu bir adamın ölümünü hatırlatır Fransız yazar; Balzac ölümü, onurlu bir ayrılışı anlatırsa böyle anlatır;

  “ Beethoven’in büyük senfonisi finalindeki büyük ezgiler yükseliverdi. Cesar, büyük davetli topluluğu elinde günahını çıkarttırdığı papazın elini sıktı ve başını, diz çöken karısının göğsüne yasladı. Göğsünün içinden bir damar kopmuştu. Bir atardamarın tıkanıklığı yüzünden güçlükle soluk alabiliyordu.

  Orada bulunanlardan birisi; ölen adamı; Cesar’ı göstererek, derinden gelen bir sesle;’İşte, namuslu adamın ölümü’ dedi.”

  Beethoven’in büyük senfonisi, büyük orkestra tarafından seslendiriliyorken onurlu bir adam da ölümü gidiyordu. Kim bilir kaç onurlu insan; sessizce ölüme gitti. Onların hikâyelerini anlatacak, destanlarını söyleyecek dostları yoktu.

   Bir şiir, bir resim ve hikâye; umulmadık sınırları, zamanları zorlayıp, evrimin dönüşümü gibi bir dönüşüm; bir sinema, tiyatro ve opera olup, yeniden dirilir, onurlu insanın ölümü…

Güven Serin  



2 Nisan 2019 Salı

ÖLÜMÜN İŞİ ÇOKTUR


YEDİNCİ MÜHÜR




YEDİNCİ MÜHÜR


                                      ÖLÜM’ÜN İŞİ ÇOKTUR



  Kıyamet gibi insan; insanlar öldü yeryüzünde. Doğal, yaşlılık sebeplerinden olduğu kadar doğal olmayan yüzlerce ölüm nedeni var bu mavi dünyada.

  Birçoğu, yüzleşemeyecek kadar, ölüm çeşitleri vardır. Yakın zaman önce şehrimizde Emekçi Kadınlar Günü kutlanırken, erkekler tarafından katledilmiş beş kadının fotoğrafı gösterildi. Ölüm nedenleri, öldürülüş biçimleri; hemen hemen herkesin başlarından çok gözleri öne eğildi.

  Akdeniz, Ege Denizi; göçmenlerin ölü bedenleriyle kutsanıyor; neredeyse her gün; daha iyi yaşam adına, ölümden kaçarken tutuldukları ölüm çeşitlerini tüm dünyaya bir sinema sahnesi kadar hayali, perde sel ve uzak, seyrettiriyorlar.

  Ölümün nedenlerini öldürüş biçimlerinde bulabiliriz. Haklı birçok sebep; namus, onur, toprak, hırs, kin, nefret adına…

   Ölüm ne kadar savurgan olursa olsun, yaşam; ondan çok daha doğurgan. Kıyamet gibi hastalıklar, toplu ölümler, salgınlar sayesinde insanlığı kırdı geçirdi. O büyük savaşlar; sadece Bir ve İkinci Dünya Savaşında elli milyon insan…

  Ölümün bu kadar çok yaygın olduğu dünyamızda, ölmek istediği halde ölmeyenler de var. Ayşe Ninem; nam-ı diğer Halim Ayşe; yüz yaşını bulan yaşam yolculuğunun neredeyse yirmi yılı;”Allah’ım benim de canımı al!” diyerek geçse de, ölümün işi o kadar çoktu ki; Âlim Ayşe’ye yüz yıl yaşama fırsatı verdi.” Torunu Hasan; ancak 33 yıl, damadı Yusuf ise 58 yıl yaşayabildi…

  Ölümün işi çoktur çok olmasına ama bazı insanlara sıra zor gelir. O kadar uğraşırlar, o kadar seslenirler ölüme; bir türlü kapılarını çalmaz, uğramaz yaşamın o acılı haline; hiç acımaz.

  Böyle bir hikâyenin; Canterburuy Hikâyeleri; Chaucer’in kahramanı Afnameci’de durmadan seslenir ölümü;

“Sürekli anamın evinin kapısına varıyor, yere
Vuruyorum bastonumla hem de kaç kere;
‘Anacığım’,diyorum,’ne olur beni içeri al.”

  Anası, çoktan ölmüş, toprağın özüne süzülmektedir. Evlat ise durmadan onun kapısında yalvarır durur; ‘Anacağım’,diyorum; ‘ne olur beni içeri al.”

  Kahramanımız ölümün yoldaşı olsa bile, isteği kabul edilmemiştir. Belli ki daha çok çaba harcayacaktır.

  Bir başka kahraman; İngmar Bergman’ın Yedinci Mühür filminde karşımıza çıkar. Onun çabası ise çok farklıdır. Ölümü kandırmak, oyalamak, savaştan sonra çocuklarına, eşine ulaşıp onlarla biraz daha vakit geçirmek ister.

  Ölümü kandırmak için satranca davet eder; Bergman’ın yarattığı kahraman;14.yüzyılın ortaları; gökte siyah bir kuş uçar. Kasvetlidir gökyüzü…

  Veba denen hastalık önüne geleni ölümle buluşturuyordu. Ölümün işinin en fazla olduğu zamanlardı. Bir taraftan insanın insanla olan büyük savaşları, bir taraftan hastalıkların insan neslini yok etme çabaları. Belki de daha sıhhatli olanlara şans vermek; kıt imkânların en iyilere kalmasına yer açmak; kim bilir…

  Gökyüzü kasvetli, sahile uzanmış savaş yorgunu bir asker, yanı başında oynamaya hazır satranç tahtası ve taşları. Ölüm ise biraz ötesinde; yedi meleğin borazanları çalmasıyla görev başındadır.

  Asker sorar; “Kimsin sen? Ben ölümüm; diye bir cevap duyar. Benim için mi geldin? Uzun zamandır senin yanındaydım! Biliyorum. Hazır mısın? Bedenim korkuyor, ben değil! Bir dakika dur! Hep öyle dersiniz! Ama ben süre tanımam! Satranç oynuyorsun? Nasıl bildin? Nasıl mı; resimlerden ve dinlediğim şarkılardan.”

  Ölüm, ilk kez duraksar; böyle bir soru, konuşma onu da cezp eder ve usta bir satranç oyuncusu olduğunu kabul eder.

  Asker onu kışkırtmak ister;” Ama yine de benden iyi olamazsın! Benimle neden satranç oynayacaksın? O benim meselem! Haklısın! Sana karşı koyabildiğim sürece canımı almayacaksın! Yenersem peşimi bırakacaksın.”

  Ve oyun başlar; aslında hepimize, yaşama dâhil olanların tamamına verilen süredir bu oyun… Bin bir türlü derdi, sorunu iç içe geçirip, durmadan yaşamı öldürdüğümüzü unutur da, en sonunda ölümden biraz daha müsaade isteriz. Oysa bin yıl daha verilse, insanın sorunu yaşamalıdır. Sanattan, felsefeden uzak duruşunun öyküsü; yavan, kırılgan ve bezdiricidir…

 Güven Serin