Kamera; Güven-Antalya Dağları
Musa Dağı tırmanışım sona erdiğinde,Olimpos'a geçmek üzere
bir çoban kulübesi... Telaşım büyük;yani acelem...
Yürüyüş zamanının en az üç saat gerisindeyim. İneceğim
Olimpos var daha... Geceye kalmak istemiyorum;yönümü
bulmam mümkün olmayacak...
Ve dokunmak istediğim kulübeye ancak bu kadar
yakın oldum;masalımsı bir seyir,kumsala yazılan
sözcükler kadar...
Kamera; Güven Musa Dağı Tırmanışı-Antalya
Yürüdüğünüz dağlar,patikalar eski ticaret yollarıyla,
üzerilerinden geçen yüz binlerce insanın hikayelere
uzanacak kadar zamanları olmuşsa;siz de o hikayenin
karakterleri arasına giriyorsunuz.
Yalnız,yorgun ve acemi bir günde;bir köpek
içgüdüsel bir dostlukla takılıyor peşinize.
Ne hissedersiniz? Muhteşem bir kabul
töreni...
Muhtaçlık için;vay be! Demez misiniz?
Bencilliğin köküne kibrit suyu,kıçına
bir tekme indirmek istemez misiniz?
Kamera; Güven Olipmos -Antalya-2014
Yalnız,yorgun ve acemi bir günde;bir köpek
içgüdüsel bir dostlukla takılıyor peşinize.
Ne hissedersiniz? Muhteşem bir kabul
töreni...
Muhtaçlık için;vay be! Demez misiniz?
Bencilliğin köküne kibrit suyu,kıçına
bir tekme indirmek istemez misiniz?
ADRASAN OLİMPOS ARASI
Doğa test ediyor
beni; acemiliğimi, amatörlüğümü, her şeyden önce sevgimi. İlk önce küçük bir
dere, Musa Dağının eteklerinde, küçüklüğüne bakmadan küçük bir taşın haylaz
şımarmasıyla; derenin serin sularına yan batmış bir gemi gibi süzüldüm.
Dereye batmayan
vücudum, batan kısmımla denk görünüyordu. Her düşüşün güzel, gülünç şekli olur.
Bu gülünçlüğü, sınamayı, ağacın, çiçeğin birçok çeşidi gördü de, insanlığın bir
tek çeşidi görebildi; kendim. Gülümsedim ağlanacak halime.
1.78’lik boyumla
uzandım yatağın deresine. Taş mekânın temiz çarşaflı yatağının sıcaklığının
tersi, serin ama eksik bir kutsama töreniydi. Gün ılıktı, çamlar dingin,
gelincikler oldukça kırmızı… Musa Dağı, Adrasan Kalesi yine hep aynı yerinde;
uygarlıkların birbiriyle iletişim kurduğu patikaların can suyu taşıdığı, her
yüksekliğin başka bitkilere, ağaçlara ev sahipliği yaptığım o yer…
Islanan telefonum
çalışmadı bir süre. Rüzgârın, güneşin tamirciliğinin bu kadar iyi geleceğini
bilmezdim önceleri. Adrasan Kalesi bu iş için en iyi yükseklik; Adrasan koyunu
izlemenin, korkunç güzellikleri ışığın gösterisine çeviren dağların seyir
zevkine varılacak bu yer, Likya yürüyüş planımın en değerli enerjimi, suyumu da
bıraktığım yer oldu.
Likya Yolu, antik
yolların en son keşfedilenlerinden ve en muhteşemlerinden birisi; toplam
uzunluk 535 km.
Tam olarak yürümek 30 günü göze almak demek. Amatörlülüğün en güzeli de
iddianızın da en hafif olması demektir. Bu yüzden Likya yolunu kısım kısım
geziyorum. En güzel bölümlerden birisi olan Adrasan Olimpos arası, tırmanma ve
iniş, iki dağın, iki büyük hikâyenin, kuzey ile güneyin, doğu ile batının da
besleyiciliğine tanıklık etmeme destek oldu. Bir koydan, bir koya; yüzlerce
yıllık ticaret yollarının bir armağan gibi, gezi dünyasının maceralı, meraklı
insanlarına armağan edilişi; oldukça düşündürücü…
Şimdi gelelim, soylu
merakımın harika enayiliğine. Güzelim Likya yolu düşlerin uyuyan bedeni gibi
hazır uzanmış yanınıza, doğanın bin bir çiçeği gibi koksun, 16 km’lik Likya
yolu sizi beklesin ama siz gördüğünüz ilk tabelaya kanın. Bu tabela Musa
Dağının koya bakan kısmında bulunan yeri; Adrasan Kalesini işaret ediyordu.
Oysa enerjim de, yiyeceğim, suyum da 16 km’lik Likya yolu içindi. Adrasan
Kalesi tırmanışı oldukça zor ve hızlı gerçekleşti. Hem zamana, hem heyecana,
hem meraka karşı yarışan soylu bir şövalye gibi, yel değirmenlerini devler
olarak görmüş tıslatmış birisi gibi…
Olan oldu tabi, en
kıymetli hazinelerim, suyum ve kaslarımın enerjisi, oldukça önemli bölümü daha
Likya yürüyüşüne başlamadan tükendi. Kösnül bir aygır, boğa nasıl aranırsa
bönde öyle arandım yolun görünmeyen yolcularını. Kim bilir kaç kez, kaç yük
hayvanı, kaç umut, yük; yiyecek, içecek taşıdılar. Zorlu ve güç olan patikalar,
dağ geçitleri; taşıdıkları yükün çok değerli ve pahalı oluşunu da anlatıyordu.
Hiç terlemediğim
kadar ter, hiç susamadığım kadar su; hiç yalnız olmak arzusuyla donatılmadığım
kadar arzu… Elbet yanımda gamlı prenses Tezer ve hayatı sıradanlıktan çok öte
sorgulayan Pavese var;
“ Bu kişiler tek bir
olguya varma çabasındalar; Özgürlük olgusuna. Toplumun akılla bağdaşmayan
zincirleri karşısında, bireyin kazanmak istediği bağımsızlık olgusuna...”
Büyük gezginler, usta
şairler, marjinalliği önce zanaata, sonra sanata dönüştürenler; Likya Yoluna
can veren kırmızı beyaz çizgiler ve bu çizgilere ruh katan bilginler; hepsi
hemen yakınımda, ağaçların gölgelerinde, çiçeklerin tomurcuklarında, ışık
yansımalarında, peşime takılan, hiçbir beklentisini karşılamadığım halde bana
arkadaşlık eden köpeğin gönüllü yürüyüşünde. Musa Dağı ile Olimpos’un
birleştiği zirvede, bir düğün töreninden da güzel olan suyu bırakan düşünceli
gezgine sarılmanın güzelliği içinde dinledim onları.
Ümit ile ümitsizliğin
zirve yaptığı yerdir dağ yürüyüşleri. Yalnızsanız, en ufak işaret, bir anıt
gibidir. Bir damla su koca bir yudum içecektir. Bir köpek, en hakiki, en
sadakatli dost…
Dağların anlatacağı
çok şey olduğu gibi, sakladığı çok hikayeler de vardır. Dağlar olmasaydı,
bugünkü insan uygarlıkları da zor olurdu; var olduğumuz suya dönerdik tekrar; o
yüzden dağlara şükran borçluyuz, dağlara adanmış her yol, yolculuk insanın
kendi yarattığı garip koşturmaca karşısında önemsiz görünse de önemlidir.
Yürüyüşüm, insanlık
yürüyüşüne koşulsuz destek olanların edebi seslenişleriyle her küçük taş
kulesinin, işaretinin merhaba değişiyle küçük dinlencelere dönüştü. Yine böyle
bir dinlencede Paveze konuştu usul usul;
“ Öykü ve şiir yaratmak için doğmuş olanlar, âşık olmakla
yetinmezler, çünkü aşkın sanatsal bir yapıtı oluşturacak entelektüel örgüsü
yoktur.”
Bu da benim öykümdür;
amatörlüğün en hakiki şövalyesi benmiş gibi, bazen en akıllı laflar eden, bazen
yoldan çıkmış bir deli gibi görünen kişi…
Işık ülkesi Likya,
taşı da, ticareti de, ölümü de mimari, mühendislik içinde besleyen 52 Likya
kenti… Bir döngünün işaretimiydi bilinmez. Bilinmez ama üzerinde nazikçe
düşünülür; günün çığlıkları bizi boğmasın diye…
Güven Serin