24 Haziran 2024 Pazartesi

ZARAFET ve MERHAMET KIRINTILARI

 

İNTERNET

                       ZARAFET ve MERHAMET KIRINTILARI

  Son günlerde bir düşünce aldı, sardı beni. Hani ağır kapıları, ulusal marketler var ya, herkes gibi benim de sıklıkla girip çıktığım kapıları olanlar…

  Gösterişli ve zengin marketlerin ağır kapıları açılınca, üzerilerinde bulunan kapı hidrolikleri sayesinde kim girerse girsin veya kim çıkarsa çıksın sertçe kapı kapanıyor. Üzerinde bulunan hidrolik, sürekli serin veya sıcak kalması gereken yerin aynı ayarda kalmasını sağlıyor. Buraya kader her şey, herkesin bildiği gibi…

     Asıl merak ettiğim şey şudur: -Bu kapılarda ne zaman birileriyle karşılaşsam, yani benden önce içeriye giren birisi, muhakkak kapıyı elinle tutuyor. Kapının üzerinde bulunan hidrolik, olur ya sertçe dokunur da arkada gelen kişiye zarar verir diye, ister çocuk, ister kız, adam, kadın olsun, geride kalan için büyük bir nezaket-zarafet örneği-gösterisi içindeler…

    Kısacası dostlarım, bu tür zarafet, nezaket taşıyan örnekler, bu milletin geleneklerinde, belki de genlerinde olan bir duygu biçimi. Buraya kadar sorun yok. Asıl merak ettiğim, zihnimi zorlayan düşünceleri paylaşmak isterim.

   Tekirdağ Süleymanpaşa Eskicami-Ortacami Mahallesi, Yunus Bey Caddesi üzerinde bulunan ulusal marketlerden birisine gittim. Ana kapıya girerken, benden önce giren birisi, özenle kapıyı tutup, benim de içeriye girmeme yardımcı oldu. Her zamanki gibi; “ Teşekkür” sözcüğünü derhal arka cebimden çıkartıp serin marketin salonuna bıraktım.

  Bu tür nezaket davranışlarıyla sadece ben değil, toplumumuzun çoğunluğunun karşılaştığını biliyor, görüyor, izliyorum. Defalarca da gözlemledim, yaşadım. Fakat şunu anlayamıyorum. Bu kadim milletin nazik evlatları, araç trafiği içinde nasıl kurt adama, kurt kadına dönüşüyorlar? Özellikle erkekleri ele almak isterim. Böyle zarif anne ve babaların evlatları, nasıl tahammülsüz olup, zihin-irade yörüngesinden çıkabiliyorlar.

  Bir başka soru, düşünce de şudur: - Görgü, gelenek yönünde çok önemli zenginliklerden gelen milletimizin apartman, mahalle, sokak, cadde hissiyatları niçin bu kadar azaldı? Neredeyse evlerinden öte hiçbir şeyle bağ, bağlantı kuramaz hale geldik; niçin?

  Nezaketi, merhameti bu kadar bol bulunan bu eski, zengin milletin kendi sokağını, caddesini kirletme yarışına; “Görmedim… Duymadım… Bilmiyorum…” kavramlarına sıkı sıkıya yapıştığımız gün gibi ortadayken acaba, kaybettiğimiz bu yüce değerleri, erdemi, yüksek saygın itibarları, bu tür eylemlerle kurtarmaya, bir yerde günah mı çıkartmaya çalışıyoruz?

   Benim kisi sadece bir düşüncedir? Bu sorulara bir cevaptır… Sözüm her zaman olduğu gibi, meclisin dışındadır. Kendi saygınlığını, itibarını, çevresiyle kurduğu bağların zenginliğini taşıyan ve yaşatanlar zaten, belki de toplumumuzu bir arada tutan son halkalar, son bağlar değil de nedir?

   Düşünmeden edemiyorum, kaybettiğimiz bunca zenginliği, tarihi öyküyü, anıyı, kendi kendine yetme üretkenliğini, ev sahibi olma yüceliğini; küçük merhamet, küçük nezaket kırıntılarıyla belki de yaz yağmuru serpintisine aç kalan küçük otların, bitkilerin tesellisini arıyoruz…

 Güven SERİN


 

  


21 Haziran 2024 Cuma

DİYARBAKIRLI ÇOBAN

 

İnternet

                                               DİYARBAKIRLI ÇOBAN

 Bazı olayları, sürekli gündemde tutup güncel olmaya yazgılıdır. Şöyle ki, artık kaybolan köy değerlerimizi, köy insanlarımızı ve köy çobanlarımızı bugüne ve yarına taşımak zorunda olduğumuzu ifade etmek isterim…

    Bu öyküyü birkaç kez dinledim. Erzurumlu Nasip Bey’den anlattıkça öykünün anlamını zihnimde defalarca yoğurdum. Çok basit bir insanlık olayı gibi görünse de,1970’li yıllarda yaşanan bu olayın kahramanı olan Diyarbakırlı Çoban’ın ismi caddelere, okullara verilmelidir düşüncesindeyim…

  Diyarbakırlı Çoban kimdir? Karakteri nasıldır, tam olarak bilmesek de onun koyunlarıyla dağlara, yaylalara, bayırlara çıktığı, kır yaşamı ile insan yaşamları arasında çok huzurlu ve derin bağlar kurduğunu düşünüyorum.

   O yıllar, yani 1970’li yıllarda bir savaş uçağımız Diyarbakırlı Çoban’ın koyunlarıyla yaylalarda olduğu, belki de ıslığın, kavalın ve yüce insan öykülerinin doğup öldüğü vakitlerde uçak arızalanarak yere düşmüş. Dinlediğim kadarıyla pilot son anda paraşütüyle atlayarak yaralı olarak kurtulmuş. Olay yerine koşan, ilk gelen, Diyarbakırlı Çoban olmuş.

  Düşen, yaralanan pilotu sırtladığı gibi en yakın yerleşim yerlerine ulaşıp, hastaneye kaldırılmasına yardımcı olmuş. Tabi ki o günün tek televizyon kanalı TRT bu olayı kayıt altına almak ve haberini yapmak için Diyarbakırlı Çoban ile röportaj yapmış…

  Soruyor TRT muhabiri Diyarbakırlı Çoban’a şu soruyu sorar:

—Düşen savaş uçağı pilotunu nasıl taşıdın? Çok zor olmadı mı? Gayretiniz çok büyük! Pilotu sırtında taşıyan Diyarbakırlı Çoban içinden geldiği, hissettiği gibi cevap verir:

—Hayır, hiç zor olmadı. Bizim gibi çobanlardan çok var. O göklerde uçuyor. Onlardan çok az var…

  Damıtılmış düşüncenin eyleme geçme hali böyle bir şey olmalı… Kadim toplumların, şehirlerin insanlarını görmeden, tanıyıp anlamadan dünyaları gezip görmenin büyüsü ve derinliği olur mu?  

   Günümüzden kırk elli yıl önce çobanlık yapan boldu. Bol olduğu, pilotların çok az ve zor yetiştiği için, çoban dediğimiz insan onu sırtında taşıyor; canla başla ve yüreğiyle…

   Ya şimdi? Bu diyarlarda çoban bulabilir miyiz? Ganoslar, Istranca, Ergene, Trakya’nın veya ülkemizin herhangi bir yerine gidip hayvancılık yapacağınızı söyleyin. Paranın çok olduğu ama çoban lazım; kaç para isterse vereceğim, diyerek bir duyuru yapın bakalım;

 “ Ben çobanım! Ben dağlardan, ovalardan, vadilerden, kuzulardan, koyunlardan, köpeklerden, hayvanların dilinden anlarım” diyen birisi çıkacak mı?

  Bol olanı onurlandırmaz, binlerce yıllık geçmişi birden hor görüp, ben değişeceğim, ben köyleri, tarımı azaltacağım derseniz, buna uygun politikaları yaşama geçirseniz, artık çobanın pilotlarımızdan daha az olduğuna şahitlik yaptığımız kıt zamanlardayız…

   Artık, dağlarda, yaylalarda, vadilerde yaralananları sırtlayacak çobanlarımız olmadığı gibi, meralarımızda, yaylalarımızda otlayan hayvanlarımız, o muhteşem çan sesleri, köpek sesleri de yoktur; tükenmenin eşiğine gelmiştir…

 Güven SERİN 

 

 

 

 


14 Haziran 2024 Cuma

NE DEDİM SANA MARİ KIZ

 

İNTERNET

                         NE DEDİM SANA MARİ KIZ, DARILDIN BANA

 ( Bayramınız Kutlu Olsun )

   Kadim milletlerin destansı dönüşümleri, hüzün ve sevinçleri vardır. Yakın tarihine inersek, hiç abartısız sadece olduğu gibi dinler, izler, öğrenirsek, Gelibolu ve Kurtuluş Savaşlarının hangi milletin, hangi beceri ve inançlarıyla yeryüzüne çıktığını bir parça anlamış oluruz…

  Dedik ya kadim milletlerin öyküleri, okyanuslar gibidir; uçsuz bucaksız ve çok derin… Ne abartılmaya, ne da yok edilmeye çalışılmalıdır. Edilemez de! Çünkü tarihin imbiğinden, zaman nehirleri ve gezegenin bin bir türlü fırtınaları içinden çıkıp da bugünlere süzülerek gelmişlerdir…

  Zengin, gösterişli antik kentleri gezen insanlarda geçmişe dönük bakışlarda çok farklı duygu çeşitleri oluşur. Böyle güzel zanaatların, sanatların, mimari ve şehirlerin bugün olmayışı adına da yorumlar yapılarak, antik şehirlerin huzurlu sükûneti içinde bolca fotoğraf, video çekilip, sanki başka dünyalara gitmiş de kendi dünyamıza dönmek için bilgi ve görgü toplar halde sarhoş gibi dolaşırız…

  İçinde dolaşıp onur duyup çok etkilendiğimiz antik dünyaların hissiyatı gibi türkülere sinmiş insan öyküleri öteden beri dönüştürür, düşündürür beni…

  Türkülerin, on beş sözcükten, beş on cümleden oluştuğunu düşünüp dinlesek de içinde sıkıştırılmış insan öyküleri ise yüzyıllar öteye; sağa sola, ileri geri uzanır. Balkan Türküleri de, Kafkas, Anadolu Türküleri de öyle; iyi bir ressamın aradığı bütün renk tonları onların türkü ruhlarına kazınmıştır…

  Antik şehirleri ve türküleri niçin bu kadar seviyorum acaba? Anlatayım o zaman. Sanıyorum zamanın ruhu, antik şehirleri yıkayıp temizlediği, pırıl pırıl yaptığı gibi türkülerimizi de aynı hissiyat içinde temizleyip, saf, duru bir pınar haline getirmiş olduğu için olabilir…

  Balkan türkülerimizden sadece birisini buraya taşımak isterim. Bir ayrılık, bir dargınlık öyküsünü işler ve anlatır. Ama öyle bir sesleniş içinde işler ki hüznünü; sanırsınız ki meleklerle birlikte kötülüğün bütün değerlerinden uzaklaşıp sadece tatlı bir sitem, yaz meltemi gibi bir esinti;

“Hokka hokka lokumları yedirdim sana mori mari kız

  Ne dedim sana mari kız,ne yaptım sana

  Ne yaptım sana,mari sana sana darıldın bana…”

  Birkaç sözcüğün yüce erdemini, kapanmış en kalın, en güçlü kapıları, yürekleri aralama gücü, bütün şiddet ve hilebaz dillerden, davranışlardan daha yüce görünmüyor mu?

  Kavgadan, dargınlıklardan, sürekli şiddet dili besleyip büyütme yüzünden çok çeken insanlık destanları, masalları, türküleriyle o karanlık çağlardan, korkunç savaşlardan sıyrılıp düze çıkıp, kendini anlatan öykülerin türkülerini, şehirlerini yaşatabilmiş, bugüne ulaştırmışlardır.

   Bir bayram daha geldi geliyor, geçti geçiyor… Büyüklerimiz; “ Sağ olan, daha ne bayramlar görecek” derken, o zamandan geleceğe uzanmayı birkaç sözcükle zamanlar arası gezintiyi çok iyi bilirdi. Tıpkı, antik şehirler ve türkülerimiz gibi;

 “ Ne dedim sana mari kız, ne yaptım sana

  Ne yaptım mari sana sana, darıldın bana…”

  Dargınlıkları bitirmek, evrensel hissiyatın zenginliğine ulaşmak için hiçbir şart ve koşula ihtiyacımız yoktur. Ne bayram, ne de birisi istedi diye…

    Sadece antik şehirlerin ve türkülerin anlattığı;  o zarif, o masum ve saf öykülere, seslenişlere biraz yaklaşın ve el uzatın; o kadar…

 Güven SERİN 

 

 

 

 

 

 


11 Haziran 2024 Salı

KAYIP ORMANLARIN KUŞLARI

 

Kamera; Güven

KAYIP ORMANLARIN KUŞLARI
Ne zaman kafeste bir hayvan görsem,insanın insanlık yolculuğundaki esaret anlayışını duyar,hisseder ama tam olarak açıklayamam; kendime bile...
Bir tesellidir gider; " Evde,kafeste beslenen kuşlar,hayvanlar doğadaki yaşamlarından daha fazla yaşıyorlar!Yedikleri önlerinde yemedikleri..." Kendi kendimizi,insan halimizi bir sürü kavramla teselli etmek mümkün! " Ayıplamam müdürüm!" Bekçi Murtaza böyle seslenir,insanın yarım kalan kendini aradığı diğer bütüne...
İsmi Yıldız olan kızımın kuşu Sultan papağanı paylaşmak istedim.Ne güzel düşünüyor kayıp ormanlarını...Diyeceksiniz ki nereden bilecek hiç görmediği diyarları?
Ben demiyorum; bir canlının DNA'sı diyor,bu öyle bir yolculuk ki,eşsizdir,eninde sonunda kendi yolunu bulur,kendi ormanına kavuşur...
Güven Serin


7 Haziran 2024 Cuma

DEVAMLI SEYAHAT

 

İNTERNET

                                        DEVAMLI SEYAHAT

 

  Aç tavuk kendisini darı ambarında görür, misali “Sürekli seyahat etmek, dünyayı dolaşmak fikri” herkes için Kaf Dağları ardındaki dokunulmaz ama her zaman düşleri süsleyen öyküler, masalları, mitler gibidir…

   Antalya Kaleiçi Karaalioğlu Parkı yakınlarında bir kafeteryada tanıştım dünyayı gezmiş “Devamlı seyahat etmek istiyorum” diyen, o vakitler yaşı altmışın biraz üzerinde olan bu insanla. Gezmediği bir ülke kalmamış olmalı ki, yakınlarında bulunan ve yılın çoğunluğunda kalmadığı halde bir yıllık parasını ödediği pansiyon odasını, sadece Antalya’ya geldiği vakitler açıyormuş.

   Küçük, renkli odanın içerisinde en çok göze çarpan nesneler fotoğraf albümleri ve her ülkeden alınan objeler oldu. Neredeyse binlerce fotoğrafı kâğıda bastırdığı halde, dijital ortamda belki yüz binlercesi var. Videolar apayrı…

   Bunları niçin saklıyorsun? Dediğim vakit; “ Bende bilmiyorum! İlk zamanlar ihtiyaç duyuyor, heyecan içinde biriktiriyordum, zamanla iyice yavan gelmeye başladı. Son yıllarda fotoğraf da video da çekmez, çekemez oldum.”

  Bu kadar gezmeye, dolaşmaya nasıl paran yetiyor? Sorusu karşısında geç gelen zenginliğinin sebebini öğrendim. Birkaç kez buluşup uzun uzun konuştuk. Son konuşmamızda gün Torosların üzerinden süzülüyordu, diğer günlerin olduğu kıt’alara doğru. Hemen altımızda bulunan falezler, turistleri gezdiren küçük, büyük tekneler; Akdeniz’i tatlı ve aldatıcı bir hal içerisinde şölen yerine çevirmişti.

  Meğer bir evin bir çocuğuymuş. Babası oldukça otoriter ve çok zengin… Elli yaşına kadar büyük para nedir diye bir şey bilememiş. Baba beklenmedik zamanda ölünce, mirasın çok büyük bölümü kendisine, diğeri de annesine kalmış.

 —İşte o zaman başladım gezmeye, dolaşmaya. Yıllarca babamın otoriter, baskıcı, özellikle parasal ve tutucu davranışlarına inat edip; deliler gibi neredeyse soluklanmadan beş yıldır geziyorum. Akıl almaz yerlere gidip, inanılmaz paralar harcadım. Ve kalan mirasın da büyük kısmını sırf babama kızdığın, onun yıllarca biriktirdiği ama bize yansıtmadığı için çok gereksiz yerlerde de harcadım.

   —Ya şimdi?

—Halen gezecek, ana yetecek birikimim var. Dünyada bilinen bütün ülkelerin önce başkentlerini, sonra diğer şehirlerini geziyorum. Çok büyük bölümünü de tamamladım. Ama bir şeyler eksik…

   Bu sözü söyledikten sonra gözleri sanki çok ötelere bakarmış gibi, zihni hiçliğin o sonsuz ve dehşet boşluğuna düşmüşcesine sustu ve yutkundu. Tanıdığım, dinlediğim o azametli adam birden sıradanlığa, basitliğe sığınmak isteyen bir çocuk gibi:

-Sanki gezdiğim, gördüğüm yerler bana bir şey vermiyor. Dönüp dolaşın kendimi ülkemde, aynı dili konuştuğum bu kadim topraklarda buluyorum. Ve onca şatafat, en iyi otellerde, lokantalarda yedim içtim, ama pansiyondaki oda, bana çok daha yakın…

  Bir kulübe hayal ediyorum; benimle birlikte yaşlanıp, sohbet edecek. Bir dost, bir arkadaş olacak bir de köpek ve kedi. Birkaç ağaç, sadece serinlik verecek ve rüzgârda doğanın en hünerli sesleriyle danslarını edecek gerçek doğal dostlar…

   —Bu kadar zenginlik, dünya seyahati, neredeyse beş altı yıl yaşamının büyük kısmı uçakta, gökyüzünde, lüks gemilerde geçtiği halde, sonunda bu düşünceye mi demir attın?

—Evet… İnsan bir yere ait olmalı… Ben ise hep şu düşünceyi savundum: -Hiçbir yere ait değilim… Her yere aitim… Ben dünyalıyım…

 —Öyle değil misin?

—Hayır, bir yerde bağ kurmuyor, anıları özümseyip, tüm hücrelerine seslenmiyor ise; milyonlarca yer de gezsen, anı olmaktan çıkıp, unutulmaya, bir birine dolaşmaya başlıyor.

  Bir filmde geçen bir söz geldi aklıma; “ Gelecek asla durmaz. Her şeyin üzerine çöken zamanın tozu; her şeyin üzerine örter…”

    Elli yaşından sonra miras yoluyla zengin olmuş ve geriye kalan süreyi “ Sürekli seyahat” düşüncesiyle geçirmek isteyin bu adam aslında yorulmamıştı. Sadece gördüklerini, yeterince süzememiş. Kültürel ve sosyal boyut dediğimiz yüce şey, bizi biz yapan o sihirli huzur, damıtılan acıların ve sevinçlerin tamamı değil midir?

   Kısacası, yenileni, görüleni, anlaşılanı paylaşamıyor ise, insan bir yerden sonra zayıflıyor. Ne kadar yaşarsak yaşayalım,her canlının karşılaşacağı o şey…

    Üzerimize zamanın tozu ve hiçliği düşeceği,örteceği bellidir.Ya yaşarken?Henüz ayrılma vakti gelmemişken,hiçlik,bıkkınlık denen o hastalık pençesine aldıysa bir insanı; dermanı en basit ve en sağlıklı olanda aramak-bulmak için oldukça net ve insanı iniltiler içinde yalvarırsın…

Güven SERİN  

  


4 Haziran 2024 Salı

KÜÇÜK YUSUF ve ANNESİ

 

İnternet

                                      KÜÇÜK YUSUF ve ANNESİ

  İstanbul’dan Tekirdağ’a kalkacak araca en son binen yolculardan birisi de genç bir anne ve oğlu Yusuf. Önümdeki koltuğa cam kenarına oturdular. Onların yanına da başka bir kadın geldi.

   Minibüse biner binmez Küçük Yusuf “Ben bu yolculuk oyununda yokum!” der gibi mızmızlanmaya başladı. Çok geçen İstanbul günüm, yorgun ve henüz gezdikleri müzeleri sindirememiş zihnim, derhal ön yargılara kapılarak; “Eyvah, Tekirdağ’a gidene kadar çocuk mızmızlığı mı?” diye yorum yapmadan edemedim.

   Genç annenin ilk göze çarpan tarafı, sanırsınız ki yüzlerce çocuğa annelik yapmış. Olgun, şefkatli, oturaklı seslenişiyle sürekli Küçük Yusuf’u yatıştırıcı veya onu çok büyük bir insanmış gibi ikna etme çabalarıydı. Başarılı da oldu.

   Meğer Küçük Yusuf yaşadıkları yere, Tekirdağ’a dönüyormuş. Muhtemelen durağan bir hali istemiyor. Araç hareket eder etmez, yarım yamalak konuşmaya çalışan sarışın çocuk, annesiyle iki büyük insan sohbetlerine giriştiler.

    Anne, hiçbir şekilde Yusuf’a büyük insan seslenişiyle cevap vermiyor, onu kızgın, yorgun, bitkin bir annenin seslenişiyle ezmeye, zorlu ikna çabalarına girişmiyor. Sanki kaba ve olumsuz görgü ve iletişim kurallarını hiç tanımamıştı…

 —Yusuf, birazdan araba kalkacak. Yusuf, bak trafik ışıkları. Şimdi kırmızı ışık; bekle! Sarı ışık; hazır ol! Yeşil ışık, araba gidiyor. Yusuf babaya gidiyoruz…

  Böyle seslenişleri ne gördük, ne duyduk. Genelde gergin anne ve babaların diyarında büyüdük. Şefkatleri sonsuz da olsa, içlerine, belki de sonsuzun en uzak köşelerine gizlenmiş anne ve babaların diyarı…

  Araç henüz hareket etmemişken Küçük Yusuf araca binince korkan ben, daha sonra Yusuf ile anne sohbetlerine doyamadım dersem yanlış olmaz. Ses tonundaki öğretici, tamamlayıcı şefkate hangi sosyolog duysa, dinlese şapka çıkartır ve insanca gülümser; insanca…

   Yanımda oturan beyefendi tıpkı benim dinlediğim gibi Yusuf ile annesi arasında geçen yolculuk sohbetini dinliyormuş. Yolun yarısına gelmiştik. Gecenin ışıkları yandığı için, geçtiğimiz yerleşim yerlerinde geceyi delen ışık demetçiklerini de izliyorduk.

   Belki de konuşma ihtiyacı baskı yaptığı için yan taraftaki beyefendi, derin bir soluk alıştan sonra:

—Bizler çocuk büyütmemiş, büyütememişiz! İlk çocuğum olduğunda sadece elime aldım ve sonra, güya çocuklarıma daha iyi bir gelecek harcamak için sadece çalıştım. Çocuklarımın nasıl büyüdüğünü bile görmedim. Şimdi onlara yabancı gibi istedikleri her şeyi alsam, zengin olsak da meğer önümüzdeki Küçük Yusuf ve annesinin sohbeti gibi geçmişe, anılara, paylaşımlara da ihtiyacım varmış!

   Bu vicdan, sosyoloji muhasebesi karşısında ne diyeceğini bilemedim. Sadece yan tarafta oturan beyefendiye bir teselli misali:

—Hangimiz çocuk yetiştirmeden haberi vardı ki? Kim öğretti bize; çocukların da psikolojileri olacağını? Onlar sadece çocuktu! Beslenmeli, hoş tutulmalıydı! Anlaşılmaya ihtiyaçları yoktu…

  Yusuf ile genç anne, inanıyorum ki araçta bulunan bütün yolculara ayrı bir muhasebe yaptırdı. Sanıyorum o yolculuk daha birkaç saat uzasa, sarı saçları henüz çok küçük olan Yusuf’un annesinden gelecek cevaplara yarı bebek, yarı çocuk lafçıklarıyla sorular sorması sevgiyle, saygıyla dinlenecekti.

    İki kıta, iki kara parçacığını bağlayan köprüler gibi, insandan insana akan bu sohbeti, destansı iletişimi, herkes büyük bir içtenlikle dinleyecek, kendince hiçliğin içinde belki de bolca yuvarlanacaktı…

Güven SERİN