27 Ağustos 2019 Salı

BEN CEPHEYE GİDİYORUM








                                          BEN CEPHEYE GİDİYORUM


  Mustafa Kemal’i; Kurtuluş Savaşını ne kadar anlatsak, yeterli olmayacak. Unutkan oluşumuzun, göç ve göçmenlik kadermiş gibi kabul edişimizin son bulma, durma anı…


   Cepheye gideceği gece biraz alkolü arkadaşlarının yanına gelir; “Vakit geç oldu. Oturmayacağım, gideceğim.” Der. Ama nereye? Elbet cepheye… Arkadaşları, yatacağını sanırlar. Ona en yakın arkadaşı Kılıç Ali’yi, İhsan’ı ve Recep’i baş başa getirir ve ellerini onların omuzlarına atar; “ Ben cepheye gidiyorum. Düşmana taarruz edeceğim!” der.

  Dehaların hesabına kitabına kimsenin aklı ermez. Milletimizin tarihini, diğer milletlerle olan ilişkileri yeterince merak etmediğimiz için; yükselen, düşen, çöken, yok olan uygarlıkların kaderlerinin ne olduğunu da pek bilmeyiz. Siyah ile beyaz arasında; kötü ile iyi arasında kaybolmuş bir milletin fertleri olduk.

  25 Ağustos gecesi böyle söyleyen Mustafa Kemal’i arkadaşları bile kuşkuyla bakmıştı. Oysa o daha bir yıl önce şu lafı tarihe devretmişti; “ Memleketimizi çiğnemek için topraklarımızı işgal eden Yunan ordusunu harem-i ismetimizde boğacağım!”

 Bu laf; laf ola beri gele söylenmemişti. Çok ciddi askeri, psikolojik hesaplar yapılmıştı.

“Ben cepheye gideceğim. Düşmana taarruz edeceğim.” Diyen başkumandan dediği gibi o gece cepheye yol alır.

  Sabah karşı Kocatepe’de kurulmuş olan çadırındadır. 26 Ağustos sabahı saat 05.30’da ordusuna taarruz emrini verir.

  26 Ağustos günü, herkes telaş içindedir. Ankara, merak, korku ve bir sürü karışık düşünceler içinde bekleşen bir sürü fikir insanı, değişecek tarihin haberini kuşku içinde bekliyordular.

  28 Ağustos 1922-İnanılır kaynaklar haber verir; Topçu ateşiyle başlayan taarruz başarıya doğru gidiyormuş.

  30 Ağustos 1922-Düşmanın birinci tümeni Dumlupınara sokulmadı. Engellendi. Küthaya yönünden güneye giden yollarda kesilir. Düşman, Muratdağı’nın kuzeyinde ki Kızıltaş Deresi içinde kalmaya mahkûm edilmiştir. Ve düşman derenin içinde kuşatılmıştır.

  31 Ağustos 1922-Bütün ülke neşe ve heyecan içindedir. Kuşatılan düşman kuvvetleri, başlarında Başkumandanları General Trikopis olduğu halde sıkışmıştır. Teslim olacak birlik aramaktadırlar. Rastladıkları bir istihkâm subayımıza teslim olurlar. Ülkede şenlik başlamıştır.

  Birinci Dünya Savaşında Kut-ül Amare Muharebesi’nde esir edilen İngiliz Generali Townshend,12 Haziran 1922’de Adana’ya gelmişti. Oradan İstanbul’a geçerken Konya’ya uğramış; Batı cephesi karargâhından dönen Mustafa Kemal’le buluşmuştur.

  Askeri, kültürel,sosyal; hemen hemen her konuda konuşurlar. Townshend, ayrılırken; Mustafa Kemal’e son sözlerini söyler; “ Ben sizi Napolyon’a benzetiyorum. Hayır! Tam değil… Belki kesin kararlarınız,strateji dehanızla onunla rahatça mukayese edilebilirsiniz. Ama sizde öyle başkalıklar var ki, şu anda kararımı verdim; Her büyükten bir parça almış bir büyüksünüz!”

  Hiçbir başarıyı şahsının hesabına yazmayan Mustafa Kemal bu başarıyı yine milletine yansıtır:

  “ Bu eser Türk milletinin hürriyet ve istiklal fikrinin ölmez abidesidir. Bu eseri meydana getiren milletin bir evladı olarak, bu ordunun Başkumandanı olduğumdan ilelebet mesut ve bahtiyarım. “

Güven Serin 

23 Ağustos 2019 Cuma

CARUSO'NUN HİKAYESİ




                                   CARUSO’NUN HİKÂYESİ


   İnsanlık hikâyeleri hep sevmiştir. Kendi düşlerine erişmenin ve dokunmanın bir tarafı da hikâyelerdir. Tıpkı insanlığın yolculuğu sırasında düşlerden ürettiği masallar, mitler gibi…

   Hikâyelere ruh ve can katan, hikâyenin kendi sahibinden öte başka etkenler; sanatın bütün dalları olduğu gibi, sanatçıların yüce içtenliği ve marifetidir.

    Bu şarkının haykırışı sözcük anlamından çok ötedir. Şarkıyı dinlerken İtalyanca bilmeniz gerekmiyor. Bir veda hikâyesi olduğunu sezmeniz mümkün. En azından sanatsal bir hüznün olduğunu anlayacaksınız.

  Locio Dalla bu şarkıyı Enrico Caruso için yazmıştır. Onun hikâyesini anlattığını bildiği için, sanatçı dayanışması algısından öte, üretme-yaratma becerisinin ortaya konması da diyebiliriz.

  Caruso daha dokuz yaşında müziğe başlamış, o günün şartlarında uzun sayılacak bir hayat; 48 yıllık ömrünün karşılığında yaptığı işten; opera sanatçılığından ciddi paralarda kazanmıştır. Beklide bu kazanç onun daha uçarı yaşamasına neden oldu.

  Doğduğunda takvim yaprağı, 25 Şubat 1873’ü gösteriyordu. Ülkemizde ise bir imparatorluk yaşam mücadelesi veriyordu. Daha ölmemişti. İngilizler, Yunanlar, Fransızlar, İtalyanlar daha yarım yüzyıl bekleyecekti.

   Amerika Birleşik Devletlerinde ise Kızılderililer ölüm kalım sancıları içindeydi. Tarihe düşülen 1873 not; “ABD ordusu 173 Kızılderili, çocuk, kadın, erkek öldürdü.” O günün imkânsızlıkları içinde İstanbul’da güzel bir okul; Darüşşafaka Lisesi kurulur.

  Caruso’nun hikâyesini anlatır şarkı; son gece; yani ölümünden önceki gece sahile inip olanca sesi ve enerjisiyle bir şarkı söyler;

“ Burası denizin parladığı ve rüzgârın sert estiği yer
Yaşlı bir terasın üzerinde,
Yaşlı bir adam genç bir kızı kucaklıyor.
Ve ardından bağırıyor.
Sonra boğazını temizliyor ve şarkı başlıyor.

Seni çok seviyorum.
Çok ama çok seviyorum, biliyorsun.
Bu bir bağ şimdi!
Biliyorsun, damarlardaki kanı eriten.”

  Son şarkısı olduğunu o da biliyordu. Tıpkı, yaklaşan ölümünü bilen Cemal Süreya gibi. Ölüm anını resmettiği şiirde, bir kırlangıç ömrünün daha olduğunu onu da Allah’a bıraktığını ifade eder; Üstü Kalsın, şiirinde.

  48 yaş, bir insan, sanatçı için az görünse de, dünyanın, evrenin milyarlık yaşları karşısında bizim aradığımız yaşam aralığının hiçbir hükmü kalmıyor.

  Enrico Caruso öldüğünde 48 yaşındadır. Sait Faik’in yaşında! Orhan Veli’den ise neredeyse on iki yıl fazla yaşamış.

  Şarkının sözlerinde Caruso’nun hissettikleri, son anın çaresine baktığı, kabullenip sefasını da sürdüğünü anlamak mümkün;

“ Ah, evet hayat bitiyor
Fakat artık bunu daha fazla düşünmüyor
Zaten kendini oldukça mutlu hissediyor
Ve tekrar şarkısını söylemeye başlıyor

Seni çok seviyorum
Çok ama çok seviyorum, biliyorsun
Bu bir bağ artık
Biliyorsun, damarlardaki kanı eriten.”

   Caruso’nun son akşam kime seslendiği bir türlü çözülemedi. Kızı Glorya mı? Son eşi Dorothy mi? Büyük aşkı Ada mı? Bilinmiyor. Sanatçıların bilinmezlikleri onların hayata oynadıkları oyundan başka bir şey değil. Özümseyerek soludukları yaşamın, özümsenerek anlaşılması gereken hikâyelerini bırakırlar.

  Yıl,1921’i gösterdiğinde Caruso başka bir âlemin yolcusudur artık. O yıl, bizim ülkemizde de başka âlemlere geçiş mücadeleleri veriliyordu. Yurdumuz işgal altındaydı. Sakarya Meydan Muharebesi zaferle sonuçlanmıştı. Mustafa Kemal Atatürk’ün Türk Ordularının Başkomutanı seçildiği yıl bu yıldır.

  Sanatçının öldüğü yıl, komşularımızla çok hızlı barış antlaşmaları yapılmaktaydı. Savaşın biteceği yakındır. Bir yıl sonra, barışa aç, susamış ülke yepyeni devrimlerle dünya sahasına çıkmaya hazırlanıyordu.

   Caruso’nun hikâyesi, aynı zamanda tüm insanlığın da hikâyesi. İç içe geçmiş anların o kadar çok öyküsü var ki, onları anlatacak, aktaracak sanatçılarını bekliyor. Besteciler, şairler, yazarlar, ressamlar, heykeltıraşlar, opera, tiyatro sanatçıları; sizlere ne çok işler düşüyor…

 Güven Serin 
 



 

  






21 Ağustos 2019 Çarşamba

AHMET CEMAL'İN ARDINDAN


Oyun Atölyesi-Moda



Oyun Atölyesi-Moda



                                     AHMET CEMAL’İN ARDINDAN




  Nicedir gitmek istediğim mekânlardan birisi; Moda’da bulunan Oyun Atölyesi-Cafe Antre’dir. Aya İrini’de sergilenen İzzet Karibar Fotoğraf Sergisi bu fırsatımı tetikleyen şey oldu.

   Sultanahmet ve Moda, aynı zamanda boğazı vapurla geçme hakkı; ödülü anlamına geliyor… Öyle de yaptım.Dört yönü izleyerek; Kız Kulesinden, Galata Kulesini, Topkapı Sarayı’ndan Yeni Cami, Haydarpaşa Garı ve Adalar; hepsi, hikâye, düş ve insanla dopdoluydu…

  Ahmet Cemal 1 Ağustos sıcağında ölmüştü. Her insanın yarım kalan düşleri, onun da yarım kalan bir sürü projesi vardı. O,yakından tanıyanların Ahmet Hocasıydı… Onu tam olarak nerede tanımış, anlamaya başlamıştım?

   Büyük yazar Hermann BROCH’un o büyük eseri; Vergilius’un Ölümü’nü çevirdiğinde… Bir Çevirmen Hikâyesi, diye yazdığı önsözü, kendi hikâyesini ve burada; Latin şair Vergilius ile kaderlerinin birleştiğini yazmaktaydı.

  Ancak; bir düş zamanlar arası gezinebilir, istediği sörfü yapabilirdi. Ahmet Cemal, kendi yalnızlığını Vergilius’un iki bin yıl önceki kaderiyle birleştirmişti. Bu büyük çeviriyi bir başka yalnız sanatçıya;

  “ Mustafa Kemal’in Cumhuriyeti’nin kuruluş dönemindeki Türk Aydınlanması’nın gerçekleşmesi ve ülkemizde Antik Çağ kültürünün Anadolu’nun kültür tarihinin doğal bir parçası olarak benimsenmesine, başta Halikarnas Balıkçısı ve Sabahattin Eyüboğlu olmak üzere, dava arkadaşları ile birlikte unutulmaz katkılarda bulunan düşünür, yazar, bilim insanı ve çevirmen…
AZRA ERHAT’ın anısına, saygıyla…”

  Annesinin sıklıkla; “ Sen doğmasaydın, baban ile çoktan boşanırdık!” sözleri, yazgısını baştan kilitlemişti. O,istenmeyen bir çocuğun hikâyesini; yalnızlığını edebiyat yoluyla yaşayacak, paylaşacaktır.

   Vergilius’un Ölümü, eserini; kırk yıl önce çevirmek istemiş. Kendini hazır hissetmediği için kırk yıl daha beklemiş… Yunus Emre’nin varmak istediği bir yön-yol, Ahmet Cemal’in yakalamaya çalıştığı bir eser…

   Ahmet Cemal’in çeviri eserleriyle, onun ölümünden önce tanıştım. Oyun kültüründen gelen, insan erdemini; karanlık ile aydınlık, kötülük ile iyilik arasında bıkıp tükenmez oyun kurgularıyla kendi iyiliğini arayıp, yaşamını engelleyen düğümleri tek tek çözmeye çalışan bir çocuğun saygısı ve sevgisiyle sevdim…

   Amatör dünyamda, kazananları alkışladığım kadar, kaybedenleri TESELLİ etme cömertliğini, beni bu topraklara bağlamış olan köklerimden, hücrelerimde; çok derinlerden gelen çağrı ve rica ile kabul ettim.

   Ahmet Cemal gibi büyük bir değerin büyük yalnızlığını, onun en son çevirisini yaptığı yer; Moda Oyun Atölyesi, Cefe Antre’de konuştuğum Bülent Hoca tarafından da doğrulanmasına tanıklık ettim.

   Bülent Hoca, Ahmet Cemal’in cafe antre’ye geldiği zamanlara denk bir sürü gözlemi yapma fırsatını bulmuştur. Ahmet Cemal’in saygınlığını, onu orada değerli kılan eserlerinden öte, insan ilişkilerindeki nezaket ve saygı da belirleyici olmuştur.

  Johann Wolfgang Von Goethe’nin Yarat Ey Sanatçı isimli eserini 2006 yılında Moda’da, Haluk Bilginer’e ait cafe antre’de tamamlamıştır. Hayatında ilk kez dış dünyada olmayı şu şekilde anlatıyor;

“ Kendimi bildim bileli bütün çalışmalarımı ancak, artık bütününü bir çalışma mekânına dönüştürdüğüm evimin atmosferinde yürütebilmiş, o atmosferin dışında hiç başaramamış biriyim. Goethe çevirilerine başladıktan sonra ise bir deneme yapmaya karar verdim. Modadaki Oyun Atölyesinin antre cafe’si, gözüme sanki çok iyi çalışabileceğim bir mekan gözükmüştü.

  Denemem, başarıyla sonuçlandı; nice sabahlar, dizüstü bilgisayarım ve sözlüklerimle oraya taşındım. Yarat Ey Sanatçı başlıklı kitapta yer alan şiirlerin çoğu oranın huzur dolu atmosferinde çevrildi.”

  Bu kitabı yakın zamanda kaybettiği arkadaşı Erdal Öz’ün anısına ithaf ettiğini son söz olarak yazıyor… Moda, Ağustos 2006

   2017 yılının Ağustos ayı ise onun ölüm zamanı olacaktır. Hâlbuki üç ay önce de bir kalp krizi geçirmiş, yaşama dönmüştür. Bu durumu, Cumhuriyet’in köşesinden şöyle ifade etmiştir;

“ Bu yıl ölümün kıyılarına yaptığım üçüncü yolculuk! Ve bir geri dönüş daha. Ve yine tuhaf bir güven duygusu; (Bu hikâye daha bitmedi)” 5 Haziran 2017

   Bir Ağustos 2017 hikâye bitecektir… Unuttuğumuz bir şey var; sanatçının hikâyesi, külleri ve tozlarıyla yeniden ve yeniden başlar…

 Güven Serin





15 Ağustos 2019 Perşembe

KOKULARA ve RENKLERE YASLANMAK


İNTERNET






KOKULARA ve RENKLERE YASLANMAK
----------------------------------------------------------



   Atölyeme her girdiğimde beni saran kokuyla yüzleşirim ilk önce. Dünden kalan ada çayının tütsü kokusu, belki ıhlamurun, karanfilin mekâna sinmiş olan kokuları… İçi içe geçmiş renkler gibi kokuların da senfonisi, insan ruhunu etki altına alışı, ayrıcalıklı bir şeydir.

 Bülent Yorulmaz ile başlattığımız “kokuları tanıma” hareketi-çabaları, çok büyük yol almış görünmese de, durağan halimize ciddi bir neşe getirdi. Yaklaşık elli küçük şişe ve her birinin içinde çeşitli, ot, bitki, tohumlar…

 İşte; dört küçük şişe, hemen arkamda ki rafın üzerinde. Az önce kapaklarını açtım. Bildik kokularını bir kez daha kokladım. En baştaki fesleğen, kahve ada çayı ve vanilya kokusu! Her biri kendine has özellik, hoş koku taşıyan, doğanın kim bilir kaç milyon yılda geliştirip yarattığı iksirler…

 Birkaç günde bir arkamda duran küçük rafta ki şişeleri değiştiriyorum. Bundan önce de, biberiye, yasemin, lavanta, karabiber şişeleri duruyordu.

 Sağ tarafımda ki duvarda; kokuların rakibi olmayacak derece sanatsal bir duruş sergileyen, renklerin, desenlerin bir araya geliş şenliği yaşanıyor. Osman Hamdi ve Osmanlı Saray Ressamlarından Fausta Zonara; oryantalist ressam olarak biliniyor.

 Her iki esirin orijinalleri Pera Müzesinde. Kopyalarını da Pera Müzesinin satış reyonundan aldım. Birisi Osman Hamdi’nin Kaplumbağa Terbiyecisi isimli çalışma. Diğeri Fausta Zonara’nın Kayıkta Sefa çalışmaları…

 Osman Hamdi'nin çalışmasında, kırmızı, mor ve kahve renkleri hakim. Fausta Zonara’nın ise, mavi ve beyazlık…

 Renkler de sonsuza adanmış; asıl renklerden öte ara renklerin eşsiz tonları… Tıpkı, kokular gibi; insan aklını ve ruhunu zorlayan, ayrı boyutları sembole eden muhteşem güzellik ve zenginlikler…

Güven Serin 

8 Ağustos 2019 Perşembe

TOP SAKALLI YANDAN ÇARKLI


KARAKÖY

TOP SAKALLI YANDAN ÇARKLI


   Vapurlar, kıyısı denize çıkan şehirlerin anılarında önemli yer kaplar. Yandan Çarklı vapurlar İstanbul’un geçmişinde, kültürel ve sosyal tarihi açısından çok önemlidir. Siyah dumanları, su buharı makinesi sayesinde, yandan dönen çarklarından alınan hareketle yol alan vapurlardı.

   Adına Şirket-i Hayriye denen şirketin işlettiği vapurlardan 42’si yandan çarklı idi. Şimdi o vapurlar kalmadı. Yerinde yeller esiyor.

   Burada sözünü edeceğim “Yandan Çarklı” insan olan cinsten! Vapurun yandan çarklı olanı oluyor da insanın niçin olmasın?

  Cevizlibağ Metrobüs hattında inip, tramvaya geçtim. Kabataş’a kadar yol alan uzunca bir yolculuk başladı. Hemen yanı başıma top sakallı bir adam geldi. Yaşı 40-45 civarı olmalı. Bir giyinmiş ki; “ Altı kaval, üstü Şişhane!” Misali…

   Giyimini becerememiş olsa da, top sakalıyla kendini ekselans sanmasına engel değildi. Etrafı süzmeyi bir hafiye kurnazlığında becerdiği gibi, Bekçi Murtaza’nın sorumluluğunu üslenmiş misali gözleriyle kuş uçurtmuyor.

  Bir ara, arka koltukta yüksek sesle bir şeyler dinleyen gence öyle bir bakış fırlattı ki, yandan çarlı vapurun dönüş esnasında suyu dalgalandırma-sına benzer bir bakış. Genç, bakışa arkası dönük olsa bile, gölgesini mi gördü; bilinmez, müziğin sesini hemen kıstı.

   Bir bakışın bile işe yaradığını bilmesi, etrafı daha da hafiyece süzmesine neden oldu. Takmış olduğu yakın gözlüğünün üzerinden, top sakalının onu çok yücelttiğine inanan güç dolu bir bakış…

   Durakları birer birer geçiyoruz. Hafiye bakışlı yandan çarklı, elindeki telefona bir bakıyorsa, etrafa on bakıyor. Güya, onu kimse görmüyor; öylesine bir süzme bakış. Bende onu süzeyim dedim; hemen farkına vardı. O da beni süzdü. Hatta beden diliyle; “ Hayırdır; bir şey mi var?” Der gibiydi. Hemen bakışımı kaçırdım; ne olur ne olmaz; başıma dert almak iyi olmaz.

   Yusufpaşa istasyonunda inenler ve binenler oldu. Yakınıma doğru gelenlerden bir kadına yer verdim. Yeri almak istemese de ısrarım sonucu oturdu. Amacım hafiye kılıklı yandan çarklı top sakallı adamı tam karşıdan izlemek. Ama tıpkı onun gibi. Hatta ondan daha iyi izlediğimi söylersem şaşırmayın. Yazı hayatımın içinde öğrendiğim şeylerden birisi; iyi dinlemek ve izlemek. Ama (baş kanun); kişiyi taciz etme!

  Top sakallı yandan çarklı, yer verdiğim kadın yanına oturunca daha da onurlandı. Göğsünü daha da dikleştirdi. Top sakalı vardı ya! Kadın diğer insanların yaptığını yaptı; hemen telefonunu açtı. Akıllı olan cinsten iyi bir telefon!  Yandan çarklı etrafı izleme görevinde olduğu için, tıpkı arkaya, yüksek sesle telefonu dinleye gence baktığı gibi, yanında ki kadının telefonuna inceden inceye baktı.

   Yandan çarklı bakışı sezmiş olsaydı yanı başında oturan kadın, tahmin ediyorum çarkına zarar verici davranışta bulunabilirdi. İstanbul kadınıydı; sözünü sakınmayan cinsten.   Yandan çarklı top sakallının duruşunda ise, İstanbullu, kentli bir insan duruşundan çok, kasaba kültürüne tutunmaya çalışan bir köy insanı duruşu vardı.

   Karaköy istasyonunda inmeye hazırlanırken yandan çarlı top sakallıyı son bir kez daha gözledim. Telefona bir bakıp, etrafı on gözlüyordu. Her an bir rütbe almanın mutluluğu, yandan çarklı vapurun suları yara yara gidişi gibi, ses çıkarmasa da, kültürel hayatın saygınlığını, çakma görüntülerle aramanın ne beyhude iş olduğunu bilmeden, göremeden kendi hafiyelik rütbesini çoktan almış, yerine getirmenin memnuniyeti içindeydi.

   Yandan çarklı top sakallı adam, bizlerin en masum olanıdır. Neredeyse toplumumuzun tamamı, sloganlarla konuşuyoruz. Hal hatır sormaları çoktan eskidi, koktu, kokuştu. Ama yinede aynı vaziyetin garanti tarafındayız. Bir model seçiyoruz kendimize; birkaç sözcük, o kadar…

  Deniz manzaralı kütüphaneyi kullanan insan sayısı komik derecede! Aldığı kitapları, kendi iradesiyle alıp bilinciyle okuyan insan sayımız kaç kişi; bilmiyorum. Bildiğim bir şey var; büyük arabaları, büyük evleri, büyük övünmeleri seviyoruz.

  Bütün bunların yanında yandan; Top sakallı yandan çarklı kendi rütbesini kendi tahin etmiş; Çok mu? Bırakalım o da kendince yaşamın tadını çıkartsın. Birilerinin davranışlarını yakalayıp, uyarsın, gözle, bakışla, sesle görevini yapsın.

Güven Serin  


6 Ağustos 2019 Salı

LİMANA YAKLAŞAN BİR GEMİ






BİR GEMİ YAKLAŞIYOR LİMANA


Bir gemi yaklaşıyor limana,
Rengi mavi;
Üzerinde yüzdüğü denizin mavisi!
Ali Tamac isimli bir gemi
İki kıta arası yük taşıyor;
Tekirdağ’dan Bandırma, Erdek…
Yanaşıyor iskeleye, usul usul
Beride bir iskele daha var,
Viran!
Eski şaraphane iskelesi
Anason kokardı hep!
Yıl 1931,bir eylül, başlangıcı sonbaharın,
Aynı zamanda kuruluşu, şarap fabrikasının!
Ya şimdi? Satıldı, söküldü,
Götürüldü makineleri;
İmbikleri, fıçıları, tankları
Hep aynı şey;
Bilinen oyun, daha çok getirisi olan yatırım-lar…
Çardak altında birkaç aile,
Birkaç çocuk…
Çocuklar için her şey sütliman.
Zor olan;
Bilen; hisseden kişi için…
Kabullenmek; ah bu unutma isteği!
Yerden göğe kadar haklı olmak,
Bir şey ifade etmiyor.
Çark dediğimiz şey, bir avuç insan,
Mutlu, kazançlı ellerinde!
Doğa yapıyor, onlar yıkıyor.
Cumhuriyet, yoktan var ediyor,
Onlar satıyor, başka yere taşıyor…
Her şey durmadan değişiyor.
Yapılanlar yıkılıyor, yıkılanlar
Yeniden şekilleniyor.
Bütün bunlara “dur” diyecek,
Bir adam daha doğmadı.
Belki de soracağız kendimize;
Yarın ne olacak?
Gezegen, şaşmaz kararlılık içinde
Minik insanın büyük oyunlarına
Tanıklık edecek-ediyor;
Saatte ki hızı iki bin km’ye yaklaşırken…
Yinede bir insan, bir yerde,
Bir şarkı, müzik, beste dinlerken;
Tanrım! Yaşamak ne kadar tatlı!
Diyecek…
Tam da bu yüzden,
Don Kişot ve Oblomov kendi sürecini
Kesintisiz ve rakipsiz yaşatacak.
Don Kişot hep saldıracak, düşmanı
Alt etmeye çalışacak!
Oblomov, hep erteleyecek, uykuyu
Değerli bulacak…
İşin aslı, her ikisi de sevilecek, baş tacı
Görülecek…
Yaşasın Cervantes, Goncarov
Kâtibi, Bartlebey’i unuttum sanmayın!
Hiçbir şey yapmamayı tercih etmenin
Sırrını yakalamış bir kere…
“Bir şey yapmalı!” diyen sanatı,
Sanatçıyı da duymadan edemeyiz…
Hadi o zaman!
Alın elinize,
 Sinoplu Diyojon’in fenerini,
Çıkın aramaya; insanı…

6 Ağustos 2019
Not; Tekirdağ’ın göz nuru şarap fabrikasının özelleştirme adı altında satılıp, sökülmesi ve yok edilmesi olayına, bu değerli mekânın aziz anısına adanmıştır.

Güven Serin  

5 Ağustos 2019 Pazartesi

ÇINAR AĞACININ SERİN GÖLGESİ


TEKİRDAĞ




ÇINAR AĞACININ SERİN GÖLGESİ

   Ağustos; yaz zamanı, kendi üzerine düşeni fazlasıyla yapıyor. Sıcaklığı en iyi ağaçların altında, denizin kenarında dengeleme imkânı bulabilirsiniz. Bir de yüksek yaylalarda…

   Bazen gittiğim mekâna yine gittim. Denize yakın masalarda birkaç aile oturmuştu. Çocukları güneşe, sıcağa aldırmadan (saklambaç)oyunu oynuyorlardı. Çocukça koşular; her an her yöne hareket etmenin en güzel, en bilinçsiz halleri…

  Bir yelkenli, yakaladığı rüzgârın hakkını veriyor. Manevraları, yelkeni kullanma becerisiyle deneyim kazanıyor. Rüzgâr sadece yelkenliyi enerjisiyle doldurup mutlu etmiyor; çınarın yapraklarını, dallarını da sallıyor. Kuru olanlar birer birer aşağı düşüyor. Gölgesi koyu mu koyu! Altında çay da, kahve de pekiyi gider…

  Biraz ötemde Kazak Abdal, kendi yergilerinin insanı gülümsetecek biçimde yapıyor;

“Eşeğim saldım çayıra
Otlaya karnını doyura
Gördüğü düşü hayra
Yoranın da avradına

Kazak Abdal söz söyledi
Cümle halkı ta’n eyledi
Sorarlarsa kim söyledi
Soranında avradına”

  On yudumda karnımız doyuyor. On birinci yudumda sindirim sistemine haller olur; hazımsızlık başlar… On üçüncü yudumda, kıyametler kopar; insanların birçoğu aç kalır… Ne çok badire atlattı bu insanlık. Ne çok sorun üretmeye de devam ediyor!

    Bir çınarın koyu gölgesi, birkaç yudum kahvenin, çayın insanın kendine, çevresine verdiği bütün değeri, içe işleyen o büyük huzuru; birkaç yudumluk dünya yaşamında yakalamak, çınarın gölgesinde yelkenlinin çalım satarak yüzüşünü görmek varken…

  Kahvenin son yudumunda; çocukların saklambaç oyunu “sobe” sesleriyle, sıcağa rest çeken koşulsuz halleriyle o köşeden diğerine koşuyorlardı.

 Güven Serin