30 Haziran 2014 Pazartesi

PEPUK KUŞU EFSANESİ


Fasiles Antik Kenti 


Kamera; Güven Fasiles  Kemer

Dağların,ormanların, vadilerin,suyun olduğu her yerde
hikayeler vardır; iç içe geçmiş; katman katman
biraz eşeledikçe çıkarlar ortaya.

PEPUK KUŞU EFSANESİ

  Kim öldürdü?
  Ben öldürdüm.
  Kim yıkadı?
  Ben yıkadım.
  Kim gömdü?
  Ben gömdüm.

  Pepuk Kuşu Efsanesinin son sözleri böyle biter. Yanlışlıkla kardeşini öldüren bir ablanın sonsuza uzanan ağıtıdır aynı zamanda. Hikâyeler insanların yok oluş zamanlarında tutunduğu birer can simidi gibidirler. Ya üvey anneyi, ya bir zulmü, dayanılmaz acıyı, aşılmaz dağları, bitmez çileleri, kavuşulmaz bir aşk sancısını aktarırlar; nesilden nesle…

  Bir toplum ne kadar gelişmiş olursa olsun, mitolojinin arınmış, zararsız ve hayal gücünü zorlayan mitlere-hikayelere de o kadar ihtiyaç duyar. Antik şehirlerin sanatsal, mimari kalıntılarının yanında en önemli değerleri yine o kalıntılar ile birlikte anlatılan efsanelerdir.

  Pepuk Kuşu, bir kız çocuğunun acılı hikayesidir. Erkek kardeşi yanlışlıkla öldürdükten sonra Pepuk (Guguk) Kuşuna dönüşmek için duaları kabul olan ve o acıyla birlikte dağlarda, vadilerde, Pepuu, Khekuu diye kendi ağıtını söyleyen bir kuş…

 Toplumlar geliştikçe efsaneler de insanlığa akmaya başlar. O efsanenin hangi topluma ait olduğundan öte, neyi anlattığı; gerçek manada insan acısını, yokluğunu, özlemini anlattığını öğrenince; hikayenin anlatıldığı yöre insanlarının taşıdığı o güzel sancıyı taşırsınız.

  Pepuk Kuşu Efsanesi aynı zamanda bir doğu masalı, bir Anadolu hikayesidir. Kürtler arasında daha yaygın bilinse de, hepimize aittir. Çünkü bu hikayenin acıklı sonu, acıklı sona giden üvey anne vurgusu; geçmişten çekip alınırsa; bugünün yokluğuna, bugünün sancılarına ve yanlışlarına derman olacak bir ilaç gibi içilmeye başlar.

  Cevahir Bedel de öyle yapmış; Pepuk Kuşu Efsanesini yüzyıllardır saklandığı dağların, vadilerin içinden çıkarıp şiirine; “Çayırı Sayıklamak” kitabına taşımış. Taşımakla kalmayıp, bugünün yaşam sıkıntılarına, insanların sessiz çığlıklarına bir arkadaş, dost gibi sunuyor.

 Türey Köse ile yaptığı röportajında Pepuk Kuşu Efsanesini, şiirine yansıyan anlatımını ise şu can alıcı ifadesiyle ölümsüzleştiriyor;

  “Kim öldüyse/ben öldüm/kim yıkandıysa/ben yıkandım/kim gömüldüyse/ben gömüldüm.” 

Efsanelere ruh veren insan dokunuşları hissedilmediği zaman hiçbir şiir, hikaye tam manasıyla yaşam hakkına kavuşamaz. Çok zengin masallarımız, inanılmaz değişim süreçlerinden geçseler bile, değişik dillerde, isimlerde anılsalar da özlerinden hiçbir şey kaybetmezler; bir yakarış, lanet, suskunluk, haykırış, ümit, zalime karşı direniş vardır bu efsanelerin tamamında.

  Şimdi, doğu ile batı, güney ile kuzey arasında bizi sıkıştırmaya çalışan devin, canavarın oyununa gelmemek adına, bu topraklara büyük zenginlik katmış bütün uygarlıkların hikayelerine duyarlılık göstermeliyiz. Onlar, daima iyinin yanındaydılar. Kaybedeni, ezileni, yokluğa, özleme, acıya kavuşanı esenlik içinde tekrar yaşama davet etmek için doğdular.

 Bugünün hızlı yaşamında, hikayeler ve onların yardımı çok yavaş görünse de, edebiyatın hiçbir acelesi yoktur. O, büyük kargaşanın içinden sıyrılan, uzay yolculuğunda zaten muhteşem bir hızla yol alan özel insanların fark edişiyle ortaya çıkar; biraz dinlence, biraz vicdan temizliği, beden bakımı yapma zamanı küçük şırıltılar halinde akar; bir derenin ırmağını beslediği gibi;

Pepuu (Baba)

Kim öldürdü?
Ben öldürdüm.
Kim yıkadı?
Ben yıkadım.
Kim gömdü?
Ben gömdüm.
Vah, vah, vah…

  Efsaneler, yokluktan; tıpkı boşluğun enerjisinden doğan galaksiler gibi doğarlar. Adalet yoktur. Merhamet yoktur. Kavuşma yoktur. Dinleyici, yardımlaşma yoktur. İşte o zaman mucizevî insanın var edişi çıkar ortaya; doğaya, içinden çıktığı toprağına, ağacına, dağına, kuşuna büyük bir minnet içinde geri döner.

 Çok kolay bir şekilde zenginliğe kavuşup, çok kolay bir şekilde özgürlüğünüzü ilan ettiyseniz, her şeyi siz yaratmış gibi, sizden başka her insana özürlü, cahil, kıro, ahmak gözüyle bakıyorsanız; bir şeyler yanlış gidiyor demektir; Pepuk kuşu acılı acılı ötmeye başlamış, çareler, adalet ve hukuktan değil, dağlardan, taşlardan, başka oluşumlardan aranacaktır demektir…

 Güven Serin 



 

  

26 Haziran 2014 Perşembe

BİR KADININ PEŞİNDE


Kamera; Güven   Selçuk


BİR KADININ PEŞİNDE

  Şafak çoktan sökmüştü. Tekirdağ'ın en işlek caddesi, yine insan telaşlarıyla tiyatro sahnesine benzemişti. Yetmeyen kaldırımları, mimari özürlü binalarıyla bir ömür tüketip, yazın sanatının keyfini çıkarttığım şehir; benim şehrim…

 Bu sabah iç dünyamın peşinde koşmak yerine, dış dünyanın esintisine bıraktım kendimi. Önümde genç bir kadın yürüyordu. Bilinen kadınlardan daha kilosuz, belki de tam olması gerektiği gibi… Beyaz babetleri vardı beyaz ayaklarını yürüten. Her yürüyüşte 54 kas oynuyordu, insan bedenini o muhteşem ahenkli yürüyüşünde dik kılmak için…

 Rüzgar, uzun siyah saçlarını dalgalandırıyordu kadının. Eskitilmiş gri bir pantolon, narin bacaklarını bir sporcu endamıyla gösteriye çıkmış bir manken gibi yürüyordu podyuma dönüşmüş uzun caddede. Acelesi yoktu. Belki de onu diğer insanlardan, ondan da çekici, hoş kadınlardan ayıran şey, acelesi olmadan rüzgarı incitmeden, insan telaşının korkunç seline kapılmadan, kendine güvenerek yürümesiydi.

  Uzun parmakları vardı genç kadının. Uzun tırnaklarında oldukça kırmızı, oldukça parıltılı bir ojenin rengi; bütün sadeliğe meydan okurcasına dalgalanan saçlarıyla birlikte oynayan 54 kasına uyum sağlamış vaziyette, hemen önümde kayan bir kuyruklu yıldız gibi kayıyorlardı.

  Gri kot pantolonun üzerinde küçük karelerden oluşmuş bir gömlek; oldukça kısa; poposunu örtmeyecek kadar kısa. Zaten, bedenine oturmuş pantolonu, kilodan arınmış bedeni, örtülmeyecek kadar da önemliydi. Pembe, beyaz küçük karelerle donatılmış gömleğinin hemen altında ipli beyaz bir badi sarmıştı kadının bedenini. Sağ kolunda kahverengi bir çanta, sol kolunda altın kaplama saat, siyah gözlükleri, siyah saçlarıyla, arkasına bakmadan ve telaşsız ilerliyordu; yetmezliği ile ün salmış Tekirdağ şehrimin eğri büğrü kaldırımları üzerinde.

 Yüzünü bile görmediğim kadının peşinde yürüten şey neydi? Zaten yolumun üzerinde olması mıydı? Onun peşinde olmak istemeseydim, çoktan geçer giderdim onu. Telaşın alışıldık terleyen bedenleri gibi bende benzer insanlar gibi hep telaş içinde yüzüyordum o büyük eriyiğin içinde.

 Başka bir şey olmalıydı kadının peşinde oluşumu anlatan. Erotizm! Pornografi! Kadın bedenine, titizliğine, zarafetine duyduğum saygı! Sanırım hiçbiri değil…

 Hak edilmiş seviyeli, kösnüllükten uzak, her gördüğün dişiye sulanan bir dana olmaktan uzak bir bakıştı benimki si. Kadın ile erkek ilişkilerini ta baştan beri; kendimi bildiğim, ilk sevgilimin elini tuttuğum zamanlar bile inceliğe, ahenge, mevsimlerin dönüşümü gibi dönüşecek güzelliklere adanan felsefenin içinde olduğumu biliyorum.

 Kadınları korkutacak sıradan bakışları, tacize dönüşecek erkek kabalığını, aklın uçkura takılı oluşunu baştan beri eleştirmiş olmanın gönül rahatlığı ile ardında yürüdüğüm kadını ve ona, onun beyaz babetleri içinde taşıdığı beyaz topuklu ayaklarına kadar bakışıma cevap aradım.

  15 yaşında panayır çadırında izlediğim genç kadın bedenleri, müzik eşliğinde kıvrak erotik dansları, minnet ile hatırladığım gençlik yıllarıdır. Mağara devirlerinden, ilkel insan zamanlarından gelen korkunç bir alışkanlığı; saldırmayı, tacizi, tecavüzü, zorbalığı yok eden şeylerdir; danslar, gösteriler, sinemalar, tiyatrolar ve birlikte büyüyüp, serpildiğimiz sevgililer.

 Erkek bedeninin de önemli olduğunu, erkeğin de seçici olması gerektiğini, bir köy boğası, dölleme makinesi olmadığını öğretir bize; sanatın her türlü ahenkli gösterisi; müziğin her türlü; her perdeden yayılan sesleri…

 Uygar ülkeler, uygarlık yolculuğunda, ilk önce erkek ve kadın kösnüllüğünü yatırmışlar masaya. Her türlü sıra dışı isteğin, gösterinin, açlığın; alışverişin karşılanacağı yerleri yasalar içinde uygulamaya koymuşlar.

 Korkutarak, ayıplara gömerek insan duygularını öldüreyim derken, insan denen harika canlıyı; bir hayvanda bile görülmeyecek kötülüklerden arındırma projeleridir; insana güvenmek, onun özgürlüğünü, kendi sesini, bedenini, ruhunu tanıyacağı şansı vermek; aynı zamanda o toplumun, biliminin, sanatının da kazanacağı dünya arenasına güçlü bir gösteri yapacağının da ifadesidir…

 Genç kadının peşinden ayrılırken, düşüncenin, görgünün, beğeninin, güzel ve şık olmanın “hadi gel hemen yatalım” çağrısı anlamına gelmediği, öyle düşünmediğim için, güne de, önümde yürüyen beyaz babetli, parlak kırmızı ojeli, uzun beyaz parmaklı genç kadına da minnet ile teşekkür ettim.


 Güven Serin 

25 Haziran 2014 Çarşamba

ANNE


Kamera; Güven  Kaleiçi  Antalya


ANNE! …

  17:30 otobüsü Tekirdağ sahilindeki durağına yanaştı. İzmir’den yola çıkıp, Çanakkale, Keşan’dan sonra Tekirdağ ve İstanbul'a gidecek Truva Seyahat genç anneyi bekleyen 7 yaşlarındaki küçük kızı, heyecandan yerinde duramaz hale getiren otobüs, yüzlerce km kat edişin, bildik yollarda ilerleyişin soğukkanlılığıyla yanaştı yolun kenarına.

 Otobüsün yolcusunu bekleyen bir erkek ve küçük bir kız çocuğu. Sarı saçlarıyla annesinin bir kopyası… Tıpkı onun gibi, hafif utangaç, ince, beyaz tenli… Erkek, küçük kızın elini sımsıkı tutmuştu. Esmer yüzünde, sevinç mi var, özlem mi Moğol Savaşçılarının hissiyatını yitirmiş bakışlarıyla tutuyordu küçük kızın elini; sımsıkı…

 Beklenen anne nihayet göründü. Otobüsün dik merdivenlerinden ağır ağır indi. Beyaz teni, temiz yüzü yorgundu. Otobüsün bagajı açılırken annenin bir tek bavulu indi aşağı. Bavul inerken, Moğol Savaşçı görünüşlü, bütün hissiyatı donmuş, yerin dibine itilmiş esmer yüzlü erkeğin elini tutan kız çocuğu; “ ANNEE !” diye seslendi.

 Kız çocuğunun özlemi, sesinin taşıdığı hissiyat, en zalim savaşçıları merhamete, yüzleşmeye getirecek kader etkiliydi. Yerinde duramıyordu, daha anne otobüsten binmeden önce üzerine zıplamak, boynuna boynunu, yanaklarına yanağını yapıştırmak istiyordu.

 Hissiyatını büyük erkek titizliğiyle, “el âlem ne der” mantığıyla gizlemiş erkek, kız ile anneye seslendi;

 “ Şöyle kenara geçin, rahat rahat sarılın birbirinize.” 

 Anne, erkeğin yaptığı uyarıya, uyuyan, uyur gezen bir insan tepkisizliğiyle olumlu yanıt verip erkek ile kız çocuğunun arkasından ilerlemeye başladı. Ama kız; o küçük, sarı saçlı, anneyi bekleyen o muhteşem yaratık; erkeğin elinden elini kurtardı ve kollarını açtı…

  Küçük kolların büyük kollu anneye açılışını görmeliydiniz! Hiçbir şato, yalı, sanatsal oluşum bu manzaraya kafa tutamaz, alt edemez; iç içe geçmiş milyarlık canlı duygularının en üste tırmanmış sanatının; seslenişin, kavuşmanın, sarılmanın, koklamanın, öpmenin büyük şöleni yaşandı; kadın da kollarını açtı ve kız çocuğu koşarak boynuna sarıldı…

 Sarı saçlı küçük kız çocuğu ile yorgun annenin sarılışı bu kadar büyük bir tusun emi oluştura bilir miydi? Elbet oluşturdu, büyük dalgalar içine kaldım. Boğulmamak, yüzme bilmenin çırpınışlarıyla kıyıya zor attım kendimi.

 Ve sonra, annenin boynuna sarılmış sarı saçlı küçük kız ve anneyi otobüs durağında bırakıp iğde kokulu Tekirdağ sokaklarında ilerlerken, beynimin hücreleri de ilerliyordu; boğulmamış, çıldırmamış olmanın ilerleyişi; annenin nereden geldiğini anlamaya çalışıyordu. İzmir’den olsaydı, bavulları daha fazla olması gerekirdi. Muhtemelen Çanakkale veya Keşan’dan geliyor olmalıydı.

 Annenin ince yüzü, Trak Uygarlığının annelerinin yüzü gibiydi; incecik ve yorgun… Muhtemelen bir ziyaretten, belki de bir ebediyet uğurlamasından; bir yakınını hüzünlü bir törenle uğurlamış halinin hüznünü de taşıyordu.

 Ne muhteşem manzara… Yaşadığım gel git, birden bastıran sağanak, fırtına çok kısa sürede geçmişe benziyordu. Onarılması gereken, yazılması gereken görüntüler, yazının ebediyetine akmalıydı; ancak o zaman, anne ile kızın bronzdan heykelini bırakabilirdim şehrimin toz-toprak içindeki meydanına; bir eser diye…

 Bu yüzden önemsenmeli çocuklar; küçük kollarındaki büyük güçlerin, sarılma istekleri, çocuk zamanları yaşama hak edişleri, koşmaları, oynamaları, düşmeleri, gülmeleri için önemsenmeli; bu yüzden çocuk gelinlere karşı çıkmalı! Erken evliliklerde hemen çocuk sahibi olmamanın yüksek erdemi de anlatılmalı; anlatılmalı ki moda olan boşanmalarda, küçük yüzlerindeki büyük enerji ile lanetleme sinler bizleri…

 Güven Serin 





24 Haziran 2014 Salı

İMZA BEN


Kamera; Güven   
Bu kitabın geliri Görme Özürlüler Kitaplığına katkı sağlamak
amaçlıdır.

Yaşama dair her şeyi bulacaksınız; kadına,insana dair...

İMZA BEN

Daha güzel bir dünyaya ümitleriyle bir araya gelmişler. Bir değil, beş değil onlarca kadın; edebiyatın yazım diliyle seslenmişler. Büyük bir orman, ormanın içinde vadiler, uçurumlar, oldukça dik zirveler yükselmiş…

 İlk kitapları; İmza; Kızım olmuş. İkinci kitapları, imza; Karın ve son çalışmaları ise; imza; Ben… Bu kadar emeği, hüzünlü coşkuları bir araya getiren yine iki kadın; Banu Özkan Tozluyurt ve Esra Aylin Akalın.

 Bu güzel kitapta ne bulacaksınız? Kadın kokularını, hislerini, zafiyetlerini, sezgilerini, zarafetlerini; her şeyden önce yaşama muhteşem güzellik ve duyarlılık katan insanların ormanını bulacaksınız.

  Kitapta çok güzel ve içten çalışmalar var. Duyguların ahengi zirveye de çıkıyor, dibe, en derine de iniyor. Kısacası yaşamın kendisi var bu eserde. Öne çıkanlar, notlarım arasına aldığım bazı çalışmaları paylaşmak istiyorum.

  Kitabın 33. Sayfasında benim de yakından tanıdığım bir öğretmen, öğretici, adanmışlık içinde dimdik duran bir Ege insanı var; Arzu Baydur Sarıyer. En yakın dostu Aynur’a seslenmiş. On yıl önce yaşamın bir başka boyutuna göç eden sevgi dolu insana. Datça’nın rüzgarlı topraklarında, servilerin esintileri altında, dünyevi bedenini toprağa emanet etmiş Aynur’a…

  Arzu öğretmen şöyle diyor;

 “ Hani sevdiğimiz bir şarkı vardı; Mevsimler yas tutsun, güller ağlasın. Mevsimler yas tutuyor canım kardeşim; sonbaharın turuncusunda, kara kışın karasında, ilkbahar çiçek beyazında, yazın sarı sıcağında…”

  Kitabın 48. Sayfasında Aydan Ermiş, kendisine seslenmiş;

  “ Göz alabildiğine parlak ve beyaz bir ışığın içinde ilerliyorlardı. Bu ışık sonsuzluk hissi uyandırıyor, etraftaki sessizlik ise huzur ve dinginlik yayıyordu. Bir süre sonra durdular ve aynı anda da karşılarına bir kapı belirdi. Daha yaşlı ve bilge olan sordu; hazır mısın?”

59. Sayfada ise Ayşe Erbulak dokunmuş yazının diline. O da kendisine seslenmiş;

  “ Seni seviyorum…
    Neden mi?
    Her zaman ayakta kaldığın,
    Her yıkıldığında küllerinden yeniden doğduğun,
    Parayla satın alınmadığın için…”

  Kitabın 69. Sayfasında Ayşen Peren annesi Dürdane Ermiş için damıtmış duygularını;

 “ Biliyor musun gittikçe sana benziyorum. Ablam da benimle aynı fikirde! Tip olarak babama benziyorum ama ruh olarak sana benziyorum anne. Sende sevdiğim ve bazen kızdığım ne varsa bil ki bende. Belki yıllar sonra ben de bir emanet gibi kızlarıma devredeceğim bu ruhu kim bilir…”

   89. Sayfada ise kitaba can veren yazarlardan Banu Özkan Tozluyurt var. Selime Özkan’a, babaannesine el uzatmış;

  “ Burnunun direği sızlamak diye bir şey varmış, bu sabah anladım. Hayatımda artık bir kişi eksik, üstelik her gün uğramaya çalıştığım babaanne artık yok! Öldüğünde 90 yaşındaydın; ama biliyor musun babaanne; her ölüm erken ölümdür.”

161. Sayfada ise Elgiz Henden dokunmuş kendi ruhunun tellerine;

  “ Aklımdan ben geçiyor. Hatırlar mısın, bir arkadaşın şöyle demişti sana; sen sormadan yazamıyorsun. Yazmak, sormak, anlamak çabası… Sana bu yaşımda bir nasihat; korksan da vazgeçme yürü. Antonio Machado benden iyi söylemişti: Ey yolcu, yol yoktur, yürüdükçe çizilir.”

  180. Sayfada Emine Gönel, Öylesine Bir Hikaye anlatmış;

“ Kadın, Kabataş’tan ada vapuruna tahta iskelenin ara çıtaları na basmadan ve düşünmeden bindi. Kenara oturdu, elindeki haşlanmış mısır tanelerini iskeleye pike yapan martılara serpmeye başladı. Gözlerini kapadı; vapur sesi, biraz motor gürültüsü, martı çığlıkları, deniz kokusu…

 195. Sayfada Esra Aylin Akalın, Hıyarın birine tükürmüş. O güzel tükürüğü, o muhteşem kamçıyı şöyle izah ediyor;

“ Sevgili Hıyar, aslında sen ve senin gibiler ne sevgili siniz, ne de hıyar! İnsan olduğunuz bile tartışılır. Küçük vücutları, ne olup bittiğinin farkında olmayan yavruları istismar etmek insanlık olamaz çünkü.

  Hadi insafın yoktu zerre kadarcık/ Bu ne uçkur sevdası, bu mu insanlık?/ Son nefesinde eğer istersen helallik/Hakkım helal değil, var git yoluna/Dilerim huzur bulma, ne bu hayatta, ne öte yanda!”

487 sayfalık yolculuk, onlarca, yüzlerce yaşam kokusu; kimi imbikten ağır ağır geçmiş; kimi nazlı nazlı süzülmüş; bazıları ise evrenin mucizevî hızıyla sapan etkisi gibi çok ileri hız almış. Hepsi burada; yaşamdan yaşama akan nehirler…


 NOT: Bu kitaptan elde edilecek gelirler Görme Özürlüler Kitaplığına destek amaçlıdır.

  Güven Serin 



23 Haziran 2014 Pazartesi

MEHMET SEREZ (TEKİRDAĞ'IN GÜLEN YÜZÜ)


Ölümün elinden kurtarabildiği kadar kurtarmaya
çalışan bir ölümlü; belki de ebedi geçişin anahtarı
üretmek,üretmek ve daima insanı girdapların dışına
tırmanmaya çalışmaktır; kim bilir...

MEHMET SEREZ (TEKİRDAĞ’IN GÜLEN YÜZÜ)

  Bilinen, ispatlanmış bir gerçektir yazarların iz bırakmaya çalışmalarının ulvi nedenleri vardır. Bir başka yazarın dediği gibi, “yazmasaydım ölürdüm” Diğer bir yazar da şöyle açıklar, insanlığa adanmış yazarı;
 “ Ölümün elinden kurtarabildiği kadar çok şey kurtarıyoruz.”

  Halkına, halkından öte insanlığa adanmış yazarın, şairin, ressamın; kısacası sanatçının en büyük derdi budur işte; “ölümün elinden kurtarabildiği kadar çok şey kurtarmak…”

  Mehmet Serez de öyle yapıyor. Yazdığı 49 eser… Kurduğu bir sürü dernek, şehri Tekirdağ için kocaman bir ömrün gülen yüzlü yolculuğu… Ne zaman karşılaşsak, ben onu görmeden önce o beni görür; ben tebessüm etmeden önce o eder; içtenlikle… İz bırakmış, yazdıkları kadar yazamadıklarının büyük yangınıyla yolların, aktarımın, şehir kültürünün; bizden sonrakilere muhteşem eserler bırakan bir aydın…

  Kültür Müdürlüğüne, Büyük Şehir Belediyesine, Okullara, Namık Kemal Üniversitesi yöneticilerine seslenmek isterim; ölümün elinden inanılmaz güzel şeyler kurtaran bu insanın verdiği ürünlere, yaşarken kendi sesine, düşüncelerine, mimiklerine, insan sevgisine kulak verin; verin ki, yaşamın içinde yaşamlara katkılar sağlayan insanların onurlu, aydınlık yüzleri bizleri aydınlığa götürecek gülümseme, çalışkanlık, üreticilik ile ödüllendirsin…

 Mehmet Saim Serez’in son eseri yine çok zengin. Tekirdağ’ı, coğrafyasını, odaları, dernekleri, çok değerli bilgiler, araştırmalar ile bu şehre gönül vermiş her insanın sahip olması gereken bir kitap.

 Tekirdağ’a geldiğimde, göçlerin kokusunu, rengini, tazeliğini duyduğum kadar ıssızlığını, hüznünü ve ölümünü de gördüm. Ben geldiğimde Bulgaristan’dan, Yunanistan’dan, Makedonya’dan gelenler çoktan yurt edinmişti şehri Tekirdağ’ı.

 Peki, bizden önce yurt edinmiş olan Rumlar neredeydi? Buraya tıpkı Mehmet Serez gibi iz bırakan Rumlar, Yahudiler, Ermeniler neredeydi? Onların ahşap evleri, taş kiliseleri buradaydı. Okullara dönüşen kiliseler, ağıtlar yakan ahşap evler, göç etmiş değirmenler; bu topraklarda hiç durmamış, hiç bitmemiş dönüşümün, kirli oyunların yolculuğuna çıkmışlardı.

 Şehirler geçmişiyle ne kadar barışıksa o kadar güzel, sıcak görünürler. Sürekli değişen sokakları, caddeleri, parkları, yıkılan, yerinden sökülen ağaçları, tarihi; şehirleri hızla kimliksizleştirir.

 En güzel örneği Kumbağ’a için verebilirim. 1980’li yılların turizm cenneti; şimdi can çekişiyor. Niçin? Doğası, tarihi ile barışık işler yapmadıkları için…

 Bu şehir ahşap ev zenginiydi. Farklı insan kimlikleriyle inanılmaz farklılık yakalamıştı. Nasıl 1980’li yıllarda Bulgaristan büyük hata yapıp en değerli, üretken insanları Türkiye’ye kaçırdıysa, bu şehrin mimarisine, turizmine, ticaretine can katan Yahudileri, Ermenileri, Rumları da öyle kaçırdık.

 Mehmet Serez, izleri, bölgeye, şehrimize katkı sağlayan ölümlü bedenlerin ölümsüz inançlarıyla hareket eden her türlü etkinliği gözler önüne seriyor. Ganosların, efsanelerin, denizin şehri olan Tekirdağ’ı bir parça sevdiyseniz, bu yazarın açtığı patikalara tırmanmanız, tırmanmadan önce onun eserleriyle yüzleşmeniz gerekir.

  Kambur Ahmet Ağa Hamamını bir başka değerli yazar Öksel Demir’in kitabından öğrenmiştim. Şimdi aynı dikkati Mehmet Serez’in kitabında bir kez daha hüzünle hatırlama anı yaşadım. Geçmişi, yaşanmışlığı bu kadar önemli olup da, yine büyük cesaretle direnen o kalıntıyı, turizme, şehrimizin geçmişi ile geleceği arasında en güzel ana restore edip katmamanın derin hüznünü yaşıyorum.

 Umarım Kültür Müdürlüğü Kambur Ahmet Ağa’nın kalıntısını çok geç olmadan fark eder, yazgının son çaresiymiş gibi o viran binayı şehrimizin sembolleri listesine katar.

  Serez’in çalışmasıyla bir başka eser daha gün yüzüne çıkıyor; Hacı İlbey Okulu, tarihi mekanın anıları, hatıraları ve bahçesinde bulunan 400 yaşındaki çınar ağacı ile yöreye, şehrimize katkı yapacak düzenleme ile yeniden gözden geçirilip kültürel amaçlı hizmete kazandırılmalı.

  1980’li yılların başında geldiğim şehrim ve yanından geçtiğim ahşap evler, taş okullar, ismini şimdi öğrendiğim insanların adlarını fısıldıyordu;

Kramitçi Yorgi, Bahçıvan Dimitri, Balıkçı Matyos, Şarapçı Mardiros, Camcı Simon, Eczacı Nikolaki, Gazinocu Serkis, Kuyumcu Tarandofil, Ahçı Apostol, Meyhaneci Foti. Değirmenci Todoraki, Tücar Takor, Çizmeci Karanfilyan, Takunyacı İstavri, gibi Ermeni, Rum hemşerilerimiz; bu şehre gönül vermiş insanlar; onlar, bizden daha çok sevmişler bu şehri; bıraktıkları yapıları, ortaya çıkarttıkları çeşitliliği incelersek anlarız bunu; anlamış olmanın yüzleşmesini de yapma fırsatı bulmuş oluruz…

 Bir ünlü sanatçı gelince aynı karede görünmek için deli oluruz; fotoğraf çekilip o ünlünün üzerine binen ünlerden, ün toplarından, zenginliğinden yararlanmak isteriz. Her fırsatta çektiğimiz fotoğrafı, onunla yaptığımız söyleyişi anlatmak isteriz.

  Bu şehirde nice sessiz güzel insan gibi en değerli ünlülerden birisi de Mehmet Serez’dir; yazdıkları kadar yazacakları olan; ölümün elinden kurtarabildiği kadar değeri, kanıtı, kalıntıyı, eseri kurtarmaya çalışan onurlu insan; fotoğraf çekilecek, söyleyişi yapacak, zenginliğinize zenginlik katacaksınız; o hep burada; şehrimizin caddesinde, daima yazdığı, çalıştığı iş yerinde…

 Güven Serin 
 

  

19 Haziran 2014 Perşembe

BİRBİRİYLE BESLENMEK


Kamera; Güven Kaleiçi  Antalya


Kaleiçi Antalya

Sanırım beslenme saati. 
Madam Sylvie,hep taze bir ruhun sunumuyla...

BİRBİRİYLE BESLENMEK

  Beslenmenin kaç türü vardır? Renklerin, seslerin kaç türü varsa o kadar. Güzel, görkemli ve gösterişli bir sarmaşığın görüntüsü baş döndürücü güzel görünür. Sarıldığı bedenin kendine ait olduğunu Sınarken, yakından, çok yakından baktığımızda ölü bir ağaç bedenini sarmaladığını görür şaşarsınız. Belki de ağaç, bu güzel ilişkiye, çiçeğin güzel görüntüsüne, kokularına, dokunuşuna dayanılmaz bir çekiciliğin hatırına izin verdi.

 Peki, ama sonra? Sonra, bu güzel ilişki, yaşam ile ölümün dansına, ağacın ölümü, çiçeğin o büyük gösterisine dönüştü; niçin? Ağacın alacağı ışığı, nemi, minerali çiçeğin istediği için… Bazı örümceklerde ki dişinin büyük iştahı; çiftleşmeden sonraki ölüm dansı; erkeğini yemesi!

 Seviyorum seni, derken öldürenlere tek bir sözüm var; VAHŞET… Ya, canımsın derken, can isteyenlere; sevmenin , “seni yerim”, seslenişi altındaki büyük sırrı düşünmeyecek kadar meşgul oluşumuza ne demeli?

 Bir orman her bakışın, her anlayışın algıları kadar ormandır. Bazen şairin evrensel bakışıyla “kardeşçe, yan yana” yaşamanın sembolüdür. Bazen ise ormanın en yaşlı ağacını bekleyen, daha gökyüzüne yükselmemiş, büzülmüş halde yerin derinlerinde yatan tohumların, yaşlı ağaç ölünce çılgınlar gibi dans etmesiyle görüntülenir.

 Görünen en masum ormanda da kavga büyüktür. Işığın, mineralin, suyun, nemin kavgası… Dallar iç içe geçer; yan yana; rüzgara, fırtınaya, yağmura, insana ve her türlü yok edişe, yine kendi yok ediş incelikleriyle ayak uyduran orman, kendi döngüsü için sürekli arayış, mücadele, ölüm ve yaşam çizgisinin en zarifini sunar.

 İnsanın bitmeyen kavgasını en iyi şairler, ressamlar, yazarlar anlatır. Pavese de böyle yazarlardan birisidir. Benzemez kimseye, ormanın kardeşçe olmadığını bilir ama tek ve hür olmanın güzelliğini de bilir. O yüzden, kendi alanında hürdür, benzemezidir. Ve Pavese, her satırının bir başka insanlık satırları doğuracağını, har aşının tutmayacağını, ama farklı arayışların, keşfedişleri farklılık yaratacağını da bilir Pavese. Bir başka şeyi daha bilir;

 “ İnsanları öldüren kader, onları görebilmemiz ve gözlerimizi bu cesetlerle doldurabilmemiz için bizi de sorumlu kılıyor. Korku, alışıla gelmiş korku, kaçış değil. İnsan gerçeği kavradığı için utanıyor-işte gerçek önümüzde; Her ceset sen, ben ya da biz olabiliriz. Arada hiç fark yok. Eğer yaşıyorsak, bunu bir başkasının kirletilmiş cesedine borçluyuz. Bu nedenle her savaş bir iç savaştır. Her şehit, yaşayan canlıya benzer ve ondan ölümünün hesabını sorar.”

Hep gülümsediği gibi, ölüme de hüzünlü gülümseyen bir başka yazar, beni sarhoş eden bu içkiye birkaç kadeh de benden diyor. İçelim o zaman;

“ Bütün yaşama cesaretimi ölülerden alıyorum. Anlatıların da yaşadığım ölülerden. Bu kahrolası dünyayı, yaşanır bir dünyaya dönüştürmeyi başarmış ölülerden.”

 Her canlı diğeriyle besleniyor; en sevdiğimiz küçük bebeğe seslenirken bile “ seni yerim” mecazını düşünmeden, onu yemeden ama onu koklayarak besleniyoruz. Tıpkı evrenin sonu olmadığı gibi beslenmenin de sonu yok görünüyor.

 Bu beslenme çılgınlığı artarken bir iç ses imdadıma yetişiyor; artık daha seçici olmalısın, kütüphanede daha az kitap bulundurmalı, sana sunulan yemeklerin daha azını, daha doğalını yemeli; reddet melisin, reddetme hoşluğunu kültüre dönüştürmelisin…

 1 milyar kitabın olduğu kütüphanede seçecek kitap aramak, o bulma yetisine sahip olmak, beslenmenin bir başka boyutuna da yürümek gibi bir şey olmalı; doyumsuzluğa, görgüsüzlüğe meydan okuyan tutarlı, azimli bir şey; ölümsüzlüğü koklamak gibi bir şey…

 Güven Serin 





18 Haziran 2014 Çarşamba

EBEVEYN OLMAK (ANNE ve BABA OLMAK)


Kamera; Güven   Tekirdağ

EBEVEYN OLMAK (ANNE ve BABA OLMAK!)

Her ülke kendi devamını korumak, geleceğini garanti altına almak için çocukları, o güzel şeyleri öve öve bitiremez. Kimileri bütün çıplak gerçekliğiyle onları baş üstünde tutarken; bazı ülkelerde çocuk olmak; kayıp bir şey olmak gibidir.

  Sizler sanırsınız ki o güzel canlıların bütün ihtiyaçları en üst düzeyde karşılandığı an her şey güzel olacak. Böyle değildir işte. Olmadığını çevrenize bakarak, en iyi şartlarda yetişen çocukların ne büyük bir muhteşemlik le yalnızlığa sığındıklarını bir görün; kendi soylu gözlerinizle…

 Şüphesiz ki ebeveynlerin ellerindeki güç, küçük bir çocuğa göre oldukça fazladır. Bütün ihtiyaçları karşılayan onlardır. Doğal olarak, irademizi, bedenimizi yönlendirme hakkını da onlar elde ettiklerini sanırlar. Böyle olmadığını düşünsek bile daima kocaman bir minnet, şükran duygusunu seslendirecek çocukların gözlerinin içine bakarlar.

 Baskın, alfa kişilikli anne ve babaları, çocukları, gerçek manada çocuklarını seven bir ülkenin üniversiteleri tarafından büyük projeler altında incelemeye alınsa; ortaya çıkacak yanlışlar, toplumların kaderini değiştiren çocuk yalnızlıklarıyla karşı karşıya kalırız. Ve kendimiz ile yüzleşme fırsatı bulmamak için belki de gözümüzden bile sakındığımız çocuklarımızı nasıl bir sıkıştırma içinde patlama noktasına, onların çocuk sevinçlerini yok etme yolculuğunu ebeveyn tutkusuyla yerine getirdiğimizi anlamış oluruz. 

 Babanın alfa bir kişiliğe sahip oluşundan, hayatı sadece para kazanmak ve en iyi bir şekilde yaşamak kültürüyle karıştıran Kafka’nın babası, Kafka’ya, derin içsel yolculuklar yaşatırken; dünya edebiyatına, çocuklarını etten, kemikten birer rabot gören anne babalara;

“ Ey sizler; durun! Ne yapıyorsunuz? Geleceğimiz dediğiniz çocuklarınızı kaybediyorsunuz! Çocuğunuzun oyun arkadaşı olmadan, onu anlayamazsınız. Onu kazanmak için saçınızı süpürge etmenize hiç gerek yok! Gerçekçi, samimi olun yeter! “ bu şekilde seslenmiş olabilir.

 Kafka’nın babasına yazdığı ve hiçbir zaman paylaşmadığı babaya mektuplardan sadece birisi aşağıdadır. Birkaç gün önce babalar günüydü. Ticari amaçlarla icat edilse de böyle günler; belki de bir ömrün yapılacak hatalarını sadece bir gün bile irdeleme fırsatı bulan ebeveynler; kendi vicdanlarının yanında, toplumlarına en büyük, en görkemli mirası bırakma fırsatı yakalayacaklardır.

 Kafka’nın babasına yazdığı mektuplardan birisi;

“ Çok sevgili baba,
     Geçenlerde bir kez, senden korktuğumu öne sürmenin nedenini sormuştun. Genellikle olduğu gibi, verecek hiçbir cevap bulamadım, kısman tam da sana karşı duyduğum bu korku yüzünden, kısmen de bu korkuyu gerekçelendirmek üzere, konuşurken toparlayabileceğimden çok daha fazla ayrıntı gerektiği için.

  Ve şimdi burada sana yazılı bir cevap vermeyi deniyor olsam da, bu fazlasıyla eksik kalacaktır, çünkü bu korku ve onun etkileri senin karşında yazarken de ket vuruyor bana ve dahası meselenin büyüklüğü, hafızamın ve aklımın sınırlarını çok aşıyor.

  Bu mesela sana daima çok basit göründü, en azından benim karşımda ve hiçbir ayrım yapmadan, başka pek çok insanın karşısında söylediğin kadarıyla.

  Durum sana yaklaşık olarak şöyle görünüyordu;

   Bütün hayatın boyunca çok çalıştın, her şeyi çocukların, özellikle de benim için feda ettin, ben de bunun sonucunda ‘günümü gün ederek’ yaşadım, istediğimi öğrenmek konusunda sınırsız özgürlüğe sahip oldum, açlık kaygısı, daha doğrusu herhangi bir kaygı duymak için hiçbir nedenim olmadı; sense bunun karşılığında bir minnettarlık beklemedin, ‘çocukların minnettarlığını’ bilirsin ama en azından herhangi bir yakınlık, bir duygudaşlık işareti bekledin; oysa ben eskiden beri senden saklanıp odama, kitaplara, çılgın arkadaşlara, aşırı fikirlere sığındım; seninle asla açık konuşmadım, bunun dışında aile mefhumuna hiç sahip olmadım, işle ve senin diğer sorunlarınla ilgilenmedim, fabrikayı senin başına sardım ve sonra da seni ortada bıraktım…

  Benim hakkımda yargını özetleyecek olursan, beni doğrudan yakışıksız ve kötücül bir şeyle suçlamıyorsun gerçi, ama soğukluğumu, yabancılığımı, nankörlüğümü ayıplıyorsun.

  Ve senin tüm bunlarda, bana karşı fazla iyi olmak dışında hiçbir suçun yokken, sanki suç bendeymiş gibi, sanki diyelim bir dümen kırma hareketiyle her şeyi farklı yapabilirmişim gibi getiriyorsun bu suçlamaları.

  Senin bu alışılmış açıklamalarında doğru bulduğum tek nokta, birbirimize yabancılaşmamız konusunda senin tümüyle suçsuz olduğuna benim de inanıyor olmam. AMA TIPKI SENİN GİBİ, BEN DE TÜMÜYLE SUÇSUZUM…”


 Güven Serin 

16 Haziran 2014 Pazartesi

KAYMAKAM ÇIPLAK


Kamera; Güven   İzmir


KAYMAKAM ÇIPLAK

  Hep bilinen şey kralın çıplak olmasıydı. Elbette kral soyunduktan sonra kaymakam da soyunacak…

 Anlatacağım bu trajik OLAY gerçeğin ta kendisi. Bizim ülkemizde, bizim şehirlerimizden birisinde yaşandı. Ulusal basında bu cinayet gibi olayı Mine G.Kırıkkanat duyurdu.

 Kaymakamlık mesleğinin gerektirdiği özelliklerden bazıları; Üst düzey akademik yeteneğe sahip olmak! Sosyal bilimlere ilgili ve bu alanda başarılı olmak! Başkalarını etkilileşebilen, düşüncelerini başkalarına söz ve yazı ile aktarabilen, insanlar ile iyi iletişim kurabilen, insanları iyi anlayabilen, YENİLİKLERE açık YARATICI…

 Yukarıda yazdıklarım yönetimde bulunan insanlara iyi bir öncülük yapması adına vazgeçilmez olmazsa olmazlarındandır. Yenilikçi ve yaratıcı olması gereken, insanlar ile iyi ilişki kurmaları düşünülen bu makamların bazılarının nasıl kullanıldığını gelin birlikte görelim-irdeleyelim!

 Mine G. Kırıkkanat’ın 4 Haziran günü paylaştığı makalesindeki kaymakam sanatçı ilişkisini; aydınlık ve karanlık, yozlaşma ve çağdaşlık ölçüsünü bir görelim.

  SODES projesine katılan bir resim öğretmeni. Bu proje gereği kendi okulu adına Kalkınma Bakanlığının hazırladığı Sosyal Destek Programı öncülüğünde öğrencilerin aylar süren resim çalışmaları nihayet bir sergi ile son bulur. İlçenin alışveriş merkezinde katılan tüm okulların öğrencilerin resimleri SODES projesinin görkemini anlatmak için kaymakam beyin de katılacağı açılış; yani kurdele kesilecek, basın önünde fotoğraf ve videolar çekilecek; SODES projesinin, kaymakamın, valinin nasıl başarılı oldukları gösterilecek.

 Peki, ama bu büyük oyunun arka planında yaşananlar nasıl gelişti acaba? 

 Kaymakam Bey ve yanındaki yaratıcı, gelişmelere açık, yenilikçi topluluk (!) serginin bulunduğu alana gelir. En önde de bu trajediye konu olan çocuklarıyla aylar boyunca bu proje için resim çalışmalarına öncülük eden bayan resim öğretmeni duruyordur. Kaymakam doğruca bayan öğretmenin yanına gelir ve ilk sorgulaması;

 “ NİÇİN KOT PANTOLON GİYDİNİZ?” olur. Bayan öğretmenin dünya başına yıkılır. O sevinç, o başarı yolculuğu ne büyük yenilikçi haykırışıyla kutlanacakken, aklı, fikri kadınları örtmede, belki de kadınların erotik gösterimlerinde olan kaymakam, bir sürü laf ettikten sonra o görkemli açılışını yapar.

 İyi iletişim uzmanı kaymakam bir öğretmeni, sanatçıyı ve onun öğrencilerini, erkeklerin kadına bakış açısını nasıl da korkunç bir gösteriye çevirdiğinin muhteşem yaşanmışlığı…

 Daha ilk fırsatta yabancı ülkeye gitmek isteyen bu kafalar, evlerindeki kullandıkları bütün eşyaların yabancı ve kaliteli olmasını isteyen bu yenilikçi olması düşünülen yöneticilerin, bindikleri araç bile ya Amerikan, ya da Alman arabasıyken, resim öğretmenine bir teşekkür, şükran sunması beklenirken sadece kot pantolon üzerinden bir yerlere ulaşacak KARANLIK-TUTUCU mesajını vermesi bana hiç de sürpriz gelmedi…

 Gelmedi; çünkü kaymakam da çıplak, kral da çıplak… Eskilerin dediği gibi balık çoktan kokmuş; zengin olma hayalleriyle oyalanan, zengin olduklarını sanan bir toplumun; toplumların hazin hikayesini yine bir sanatçının çizdiği karikatüre sığınarak, o sanatçının önünde eğilerek yapacağım;

Bu sanatçı Behiç Ak’tır. Kocaman bir kitapta anlatılacak, benim makaleme sımayan çıplak kaymakam olayını, buna benzer sosyolojik cinayetleri tek bir çizimde anlatan sanatçılardan sadece birisi.

 Behiç Ak’ın son çalışmalarından birisi;

Bir işveren, semirmiş bedeniyle pahalı deri koltuğuna oturmuş, iş başvurusu yapmış genç bir kadına sesleniyor;

 “ Sizi işe alıyoruz. Ama çok az para vereceğiz! Yine de merak etmeyiniz, kendinizi ORTA SINIFTAN biri gibi hissetmenizi sağlayacağız!”

 Bizler kullandığımız eşyalar, izlediğimiz filmler, reklâmlar sayesinde orta sınıf, zengin, entel baş dönmesi yaşarken; hızla borçlanırken, sömürü, katliam sadece, ormanlarda, dağlarda, vadilerde, ırmaklarda yaşanmıyor. Katliamlar, insanların beyinlerinde de yaşanıyor. Varın siz düşünün o resim öğretmenin halini; o yer yarılsa da yerin yedi kat altına girsem dediği anda; öğrencilerinin önünde; kaymakamın, o yenilikçi kafa denen büyük gericinin kot pantolon sorgulamasını yaşama anının bir düşünün…

 Güven Serin 



  

14 Haziran 2014 Cumartesi

BİR AKŞAM ÜSTÜ


Kamera; Güven Bir Akşam Üstü...


BİR AKŞAMÜSTÜ ve 50. YIL ORTAOKUL ÖĞRENCİLERİ

  Bildik olan yere; Emine Hanım ile Ömer Bey’in çay demledikleri, kahve pişirdikleri esintinin bol olduğu; yelken kulüp çay bahçesine gittim. Bildik esinti; sahili yalayan dalgalar; ağır ağır geceye doğru akan gün…

  Bir mekân sizi çekiyorsa, döngünün çekim kuvvetine girdiyseniz bunun birçok sebebi vardır. Yelken Kulüp çay bahçesine gitmemizin en önemli nedenlerinden birkaçı; esinti daima orada; bedeninizi kimi kuzeyden, kimi batıdan, kimi güneyden esen doğallık ile yalayan esinti… İkincisi ise; Ömer Bey ile Emine Hanım'ın samimiyetleri; kendi ellerinden emekleriyle ortaya çıkarttıkları güzel ağırlama töreni…

  Bir tören daha yapılıyordu yılsonu mezuniyet törenleri adına. 50. Ortaokul Öğrencileri; küçük hanım ve beyler artık liseli olma yolunda yeni bir döneme başlayacaklar. Onlar da öğretmenleri, öğrenci arkadaşlarıyla geçen zamanı, zamanın insan bedenine bıraktığı anılar; coşku, dönüşüm heyecanıyla birlikte yılsonu etkinliğini, müzikle, yemekle ödüllendiriyorlar.

 Denizin heyecanı, ayın ışığı ile ortaya çıkan ışık yolu; genç hanımlar ve beylere güzel bir görsel şov; arka fon; sihirli bir ortam sunuyordu. Emine Hanımın hal hatır sormasından sonra gelen çayımı ağır ağır yudumladım; müziğin, gençliğin olduğu piste bakarken.

 Müzik kendi ritmini, denizin sahili yalayan sesiyle birleştiriyor; ben de bu birleşime güzel bir ayak hareketiyle karşılık verdim. İçim içime sığmıyor; bir yandan da yazın dünyasına adanmış olmanın alışkanlığıyla gözlem yaptım. Dikkatle baktıkça, harika gösterinin ne kadar yetersiz, ne büyük yetmezlik içinde geliştiğine tanık oldum.

 Beni şaşırtan şey neydi?

 Bir tarafta kızlar, bana yakın tarafta ise erkek öğrenciler eğlenmeye çalışıyordu. Kızların giyinişleri tam da geceye uygun; hepsi birer genç kadın zarafetindeydi. Ya erkeklerin ki! İnanılmaz bir uyumsuzluk, özensizlik söz konusuydu. Bu geceyi önemsemedikleri için mi? Yoksa erek adam, ne yapsa yeri; fazla zarif olmaya gerek yoktur, alışkanlığı mı?

 Bir başka rahatsızlık sebebim ise inanılmaz bir burukluk yaşamama neden oldu. Çocuklar onların eğlenmesi için havaya yayılan müziğin ritmine uyum sağlamayı bilmiyorlardı. Ne garip bir şey ki; ne kendi kültürümüzün müziklerine ayak uydurdular, ne batı müzikleriyle dans edebildiler.

 Çocukların eğlenme hareketlerini tam bir cümbüş gibi; hoplama, zıplama bile diyemeyeceğim, gelişi güzel kalgımalardan başka bir şeye benzetemedim. Kızlar biraz da olsa müziğin ritmine uyum sağlamaya, sanki genlerinde olan coşkuyu ortaya çıkartmaya çalıştılar.

 Gençleri imrenerek aynı zamanda üzülerek izledim. Hayatın içinde, matematik, fizik, biyoloji olduğu gibi; müzik, dans, eğlence de var. Bunlar ne kadar çok çoğalırsa, toplumun olgunlaşması, rahatlaması o kadar çok oluyor; gergin, deşarj olmamış çocukların; okulunda, evinde doğal ve huzurlu olmaları mümkün mü?

 Bu kadar sosyallik, muhteşem bilgi akışı, imkânlar neredeyse evlerden taşıyorken; ortaya çıkan bir gerçek; İÇİNE KAPANAN insanlar hızla çoğalıyor. Sağlık harcamalarında hapa-ilaca; psikolojik tedaviye harcanan ilaçlara her geçen gün artıyor.

 Gençliği, bu kadar çok; eğitime, işe, çalışmaya büyük alaka varken; “Milli Eğitimin”, ülke geleceği hakkında karar verecek diğer sorumlu kişilerin sınıfta kaldığı ortadadır. Ezber eğitimle, sürekli değişen milli eğitim politikalarıyla, serseme çevrilen gençlerimiz; kendi kültürlerinden süzülen, yüzyıllardır uygulan müzik gösterilerine, oyunlara, toplumsal nezakete uzak kalmaları; vicdan, görgü, bilgi sahibi her insanı üzer…

 Yelken Kulübün yakamoz ile kavuştuğu sahil kenarında her şey vardı; çay, kahve, samimiyet, müzik ve gençler. Bir şey yoktu; gençlerin müziğin ritmiyle, eğlenecekleri oyunların içinde olmamaları!

  Sanatın bir parçası olan müzik, dans; en az matematik, fizik, kimya kadar önemlidir. Her türlü kabalığa, depresyona iyi geldiği ortadayken; bu çocuklar ne dansı, ne zeybek, ne karşılamayı bilmemeleri, uygarlığın bir parçası değil; uyurgezer yöneticilerimizin gençliğin ihtiyaçlarını, görgülerini takip edememelerinden ortaya çıkan korkunç bir özürdür…

  Güven Serin 





12 Haziran 2014 Perşembe

KAYIP DİLLERİN FISILDATIKLARI


Kamera; Güven  Rezan Has Müzesi-İstanbul


Kamera; Güven Rezan Has Müzesi

Kayıp mağara resimleri; tam tamına 35 bin yıl öncesine ait...


Kamera; Güven Rezan Has Müzesi

KAYIP DİLLERİN FISILDADIKLARI

  Yazın sanatının kenarında dolaşıyorsanız işiniz iştir hani! En kaba tortuları eşelemeye başlar, onları un ufak taneler ayırmak bile yetmezlik içinde eleği elinize aldırır. Bir de elekten geçirirsiniz yazının, dolaşımın, içsel gelgitlerin hatırına…

 Ülkenin; ülkemizin ne halde olduğunu bu bilgi kirliliğinde anlamak çok zor olduğu gibi anlatmak da zor! Hani nasıl deler; yukarı tükürsem bıyık, aşağısı sakal…

  Gel de tükür! Bir yere aitlik içinde değilseniz, sizi oyalayacak sıradanlıklar, öfkeler, madalyonlar, naralar, kişne meler size tatminkar görülemiyorsa; yine işiniz iş hani! Çünkü bu toplumu şekillendirmeye, içten içe yakmaya, yıkmaya gönül verenler; hep ortak bir amacın korkunç çıkarlarına hizmet etmenin gizemli işiymiş gibi; bizleri, bu güzel, yardımsever halkı; sağın, solun, batını, doğunun, inancın, inançsızlığın kör dövüşleriyle hırpalayıp durdular.

 Konuşmaktan çok iş yapan, iş yapmanın kazancını, insanın sonsuz rüyasının dünyevi kısalığını bilen iş adamları-iş kadınları kazançlarını ülkenin yararına, aydınlamasına ayırmaya başladılar. Yüzü gülmez, ama gönlü gülen, hizmette sınır yoktur, değişimin en önemli lokomotifi eğitimdir diyen Kadir Has ve eşi Rezan Has onlarca eğitim, öğretim kurumunun yanında geçmişten geleceğe akacak; ama bugünü fısıltılardan somut gerçekler ile yüzleştirecek bir mekan yarattılar.

  Kadir Has Üniversitesi içinde aynı zamanda Rezan Has Müzesi, sergi salonları açıldı. Son çalışmalarından birisi de Kayıp Dillerin Fısıldadıkları gösterimleridir. Bizden önceki uygarlıkların, taşa, mermere, ahşaba kazıdıkları, bize bıraktıkları hazine değerinde sözcükler, yaşam parçaları; kimi bin yıl, kimi iki bin yıl önce; ama taptaze; bugün kokuyor…

  Kayıp Dillerin Fısıltılarını dinlemeye girmeden önce, kayıp insanlarla, kültürlerle dolu şehri İstanbul'umda tam da müzenin karşısında küçük bir Anadolu lokantası görünümünde ki yerde sabah kahvaltısı yaptım.

  Bu kahvaltı öyle bir kahvaltı ki; hem midem doydu, hem ruhum… Ses, nefes kiminle ve nasıl diyalog kuracağını çok iyi biliyor. Eğer aynı ülkenin içinde, aynı acıları, sevinçleri duyuyor, gözünüz görüyor, kulağınız da duyuyorsa, içinizde ki vicdan denen şey de yanlış ile doğruluk arasındaki ince çizgiyi kavradıysa; çar çabucak, zamanın boşluğunu yok ediyorsunuz.

 İşte bu yok edişte; Ordu doğumlu esnafla kendi bilgimiz, görgümüz oranında dertleştik. Orada bulunanlar da bize katıldı.

 Ordunun siyasi yapısının nasıl değiştiğini, kırsal kesimde oy uğruna iktidar tarafından dağıtılan parasal destekleri de birinci ağızdan duydum ve öğrendim. Kısacası, nereye gitsek çalışmanın, hakkın, adaletin tarafında olan insanlar aynı şeyi söylüyor;

 “ Bu ülkede büyük gösteriler yapılırken pekiyi şeyler olmuyor. Oylar para ile baskıyla, korkutmayla, kandırmayla yer değiştiriyor.”

 Tam o sırada, temizlik işçisi de kahvaltı arası vermiş bizi dinliyordu. Bu hükümetin taşeron kıyımına kurban gidenlerden… Çalışma saatinden tutun da, özlük haklarına kadar ve yarınlarından emin olmayan işçilerimizden. Söylediği sözcükler, kinden, nefretten, politik söylemlerden arınmıştı. Doğma büyüme İstanbullu olmasına rağmen, bir kenti gururu hiç yoktu. Belli ki, sokakların her türlü kavgasını vermişti. Vermiş vermesine, taşeron patronluğuna bile ses çıkartmadan, çalışma zorluklarına ilahi bir boyu eğişmiş gibi boyu eğen bu genç adam bile şöyle sesleniyor;

 “ Haksızlıklar çok fazlalaştı. Ben temizlik bölümünde çalışırken kendi bölgemizde sorumluluk üstlenmiş ‘onbaşı’ görevine getirilmiştim. Diğer çalışanlardan biraz daha fazla maaşım vardı. Üstelik de sorumlu olduğum yeri karış karış biliyorum. Bun rağmen burada bile torpil, rüşvet, hemşehrilik öne geçti.”

 Sizin anlayacağınız iki yüz liralık fazla maaş alması bile torpili, siyasi çöreklenmeyi tetikleyecek kadar, hak etmiş, beş yıldan beri neredeyse gece gündüz çalışmış, boyun eğmekse en soylusun eğmiş ama karşılığı; senin onbaşılık görevini bir başkasına veriyoruz, olmuş.

 Peki, niçin, diye sormuş. Senin hiçbir kusurun yok, demişler. Sadece yukarıdan baskı geldi, onların adamını onbaşılığa getirdik…

 Rezan Has Müzesine girdim. Işığın bol olduğu, Cibali Karakoluna yakın, Haliç’in gözbebeği olmuş mekânları gezdim. Geriye birçok damla kaldı. Bir kaktüs gibi her şafak vakti, onları süzmekle yaşam kavgasını benim bedenim de verecek. Fakat birçok yazıt gördüm, okudum ama Van Kalesi’nde bulunan Kserkes Yazıtı dikkatimi çekti. Pers çivi yazısıyla yazılmış. Günümüzden 2500 yıl önce.

  Yazıt şu seslenişi anlatıyor;

 “ Ben, büyük kral Kserkes, krallar kralı… Pek çok etnik kökene sahip toprakların kralı, bu büyük ve uzak dünyanın kralı, kral Dareios’un oğlu…”

 Peki, ama şimdi nerede bu krallar? Niçin anılmaz oldular? Yokluğun, eskimişliğin, krallar mezarlığının bataklığı, bu kadar gösterişli, güçlü kralları niçin yuttu da, iki bin yıl öncesinin Vergilius’u; o Latin şairi hatırlarız! Aristo’yu, Sokrates’i, Homeros’u, Yunus’u, Mevlana’yı neden unutmadık ve onları hatırlamak, yaşamın içinde var etme heyecanımız niçin devam ediyor?

 Samimiyetleri, doğruluğa, faydaya, güzelliğe, birlikte oldukları halkına inandıkları, öncülük ettikleri için olabilir mi acaba?

 Güven Serin   


 






11 Haziran 2014 Çarşamba

HİÇBİR YER


Kamera; Güven   İstanbul

İnsanlar ilk önce mağaralara resimler yaptılar;
35-40 Bin yıl önceleri... O zaman bu olgu,
sanatın gereği değil, hayatta kalma isteğinin
harika bir dansıydı; var olabilmek için,
gerekli bir oyalanma şekliydi...
Bu mozaikler görülmeye değer; şimdi gün 
ışığında..

HİÇBİR YERDEYİM

Onun için Türk edebiyatının gamlı prensesi diyorlar. Gözlemleri, algıları, algılamayıp yarım kalanları… Nasıl ki İspanyol edebiyatının hüzün yüzlü şövalyesi varsa, Türk edebiyatının hüzün yüzlü prensesi Tezer Özlü var…

  Geziyor, görüyor, dinliyor ve irdeliyor. Tamamen insana özgü… Tamamen öyle ama bizi büyüten ve besleyen tabiat, yüce evren bir şeyleri hızlı öğrenmeye karşı gibi! Her öğreti ve gözlem, gizemli ve heyecanlı hissediş, aynı zamanda çok zorlu bir sıkıntı…

  Sonsuza uzanan, günü kurtarma telaşı yaşamayan, pafta, parseller ve soylu makyajların ağına düşmeyen hüzünlü prenses seslenir hiçbir millete ait olmayacak edebiyat dünyasına;

“ Şimdi kent merkezinde yüksek bir yapının ikinci katında oturuyorum. Buranın mı, Türkiye'nin mi daha karmaşık olduğunu düşünüyorum. Hemen hemen aynı karmaşıklık! Önümde gene zafer anıtı! Bir ülkenin zaferi, bir ülkenin yenilgisi! Zafer de, yenilgiler de insan ölüleri üzerinden geçiyor.

  Bir çocuk bağırıyor. İstasyona gideceğim. Hava dayanılır gibi değil. Hesabı öderken;

-         Nerelisin, diyor garson.
-         Hiçbir yerli.
Sonra dünya futbol şampiyonasına olan ilgimi soruyor.
-         Hiiiiiç. Diye bağırıyorum.
Merdivenlerden inerken arkamdan biri bağırıyor;
-         Alman, Alman. “

 Ya her seslenişi bir rüzgar, her rüzgarı bir tohum, her tohumu bir yaşam, her yaşamı bir koşu olarak bilen Pavese seslenirse;

“ Yalnız sağlıklı insan aklı ile yaşansaydı, değmezdi yaşamaya can sıkıcı olurdu. Tam aksine güzel olan dünyanın gökyüzü altında bir deliler topluluğunu andırmasıdır.”

 Bazen, ruhunuza çakılan yapay perçinleri çekerek çıkartır insan. Menteşeleriyle, çivileriyle tutundukları yerden paralayarak çıkarmak, o çıkarıştaki acıları, beden parçalarını, akan kanları, sinir sisteminizin bütün çılgınlığını boş vererek; bir yerli olmaktan çok öte, asıl olan yerin sizi davet eden kokusunu duyar gibi olursunuz.

 Bu davet, evrenin derinlerinden, dünyayı bile delip geçen o muhteşem enerjinin kendisinden kaynaklanır; o yüzden, ışığa, arayışa, çelişkilere, ümitlere, buluşlara ve o yüzden sanatın perspektif bakışlarına muhtaçtır insan.

  Yarım kalan şarkının, bitmemiş şiirin, tamamlanmamış hikayenin, genç yaşta ölen bir annenin, babanın yarım bakışları, hüzünlü haykırışıyla, yine seslenir Tezer;

“ Daha sonra aklın sınırlarını zorladım, diyorum. Çünkü aklın sınırları can sıkıcıydı, yaşam boyu yeterli olmazdı. Bir boyut daha kazanmak gerekirdi, herkesin erişemediği bir boyut daha kazanmak, diyorum. Akıldan öte giden, akıldan daha derinlere varan bir boyut olmalıydı.”

 Nereli miyim? Hiçbir yerli...

Güven Serin   


10 Haziran 2014 Salı

BAY GELMEZ İLE BAY GEÇMEZ


Kamera; Güven   Pera Müzesi

Sanatçı, ölümü ve tekrar doğumu anlatıyor. Baharı,çiçekler ve
hoplayan tavşanlarla hatırlatıyor. 
Kim bilir kaç baharı yaşamak yerine öldürüyoruz; sonra da
bildik ağıtlar,destanlar üretiyoruz; sanki bizim kaderimiz gibi...

BAY GELMEZ İLE BAY GEÇMEZ

 Yaşam döngüsünün hikayeleri evrendeki yıldızlar kadar çoktur. Bu hikaye de gerçek yaşamın içinden süzülerek doğmuştur.

  Bay Gelmez, iyi bir taksi şoförüdür. Saygınlığı, çevresi tarafından güvenirliliği oldukça güzeldir. Fakat Bay Gelmezin bir huyu var; oldukça fazla Don Kişot (Don Quıjote) hayranıdır. Şövalyelik üzerine sayısız kitap okumuş, en sonunda mahzun yüzlü şövalye Don Kişot hayranı olmuştur. Bu ilgi öyle bir artmıştır ki bazen, çevresinde gördüğü hareketli nesneleri bir dev, haydut sürüsü görüp saldıracak kadar deli hareketlerde de bulunuyor.

 Bay Geçmez ise ömrünü askerlik yaşamına adamış, aldığı sayısız madalya, övgü dolu takdirnameleri koyacak yer bulamaz hale gelmiş, disiplinli, kararlı, verilen görevi şartlar ne olursa olsun yerine getirme inancında olan birisidir.

  Bay Geçmezin de iyi, güzel, faydaya dönük huylarına karşın inanılmaz derece Bekçi Murtaza hayranı oluşudur. Hani, Orhan Kemal’in o meşhur Bekçi Murtazası. Murtaza karakteri bizim toplumumuzun yüzyıllardır yaratmak istediği karakterlerden sadece birisidir. Edebiyat da bu yaratılışı, kendi diliyle kalıcılığın ebediyeti için kaleme alır.

 Bir gün, yağmurun yerleri ıslattığı ve biraz sonra güneşin kurutma telaşı ile insanların, araçların kendi telaşlarını yaşadığı caddenin kenarında hava limanına gidecek otobüsü bekliyorum. Zamanım bol olduğu için insanlık manzaralarını, kendi insanlık çizgim içinde izlemeye daldım.

 Yaya geçidi olduğu zar zor belli olan caddeden karşı tarafa geçmeye çalışan orta yaşlı bir adam; yani Bay Geçmez kararlı adımlarla, yolun ona ait olduğunun yüksek bilinciyle yürüyordu. Cadde de ilerleyen acelesi olduğu belli bir taksi sürücüsü kararlı halde yürüyen yayanın araç gürültüsünü, korna sesini duyunca duracağını zannetmiş olduğundan frene basmak yerine tam tersi gaza bastı.

 Tabi olan oldu; Don Kişot hayranı Bay Gelmez, Bekçi Murtaza hayranı Bay Geçmeze çarptı. Bay Geçmez çarpmanın etkisiyle iki cadde arasındaki çiçeklerin üzerine yığıldı. Bu çarpma çok şiddetli olmadığı için aklı, iradesi yerinde olacak ki, çarpana taksi şoförüne yattığı yerden söyleniyordu;

  Sanırım benim kim olduğumu bilmiyorsunuz siz! Ben dayısı kolağası Hasan Bey olan Murtazayım.
  Görmüşüm kurs, almışım amirlerimden sıkı disiplin.
  Beni kimse yolumdan vazgeçiremez.

 Bu trajikomik kazayı ve sonrası diyalogları izleyenler benim gibi şaşkın. Ama şaşırmamız daha da arttı. Telaşla taksiden aşağıya inan Don Kişot hayranı şoför, yerde, çiçeklerin üzerinde yatan, kendini Murtaza sanan, çarpmanın etkisiyle, tıpkı Murtaza gibi, disiplinden, amirlerinden söz eden emekli askere söylenmeye başladı;

 Bu büyücüler yok mu, bütün suç onlarda. Senin gibi amirlerinden ders almış, sıkı disiplin görmüş birisini bana kocaman bir dev kılığında gösterdiler. Yoksa benim gibi güngörmüş, insan halinden anlayan, eşsiz Dulcına aşkıyla ölen birisi böyle acımasız bir kazaya göz yumar mı?
  Bütün suç o büyücülerin. Seni dev kılığında göstermeselerdi ben çarpmazdım; bu diyarda benim gibi dikkatli araç kullanan, gözleri kartal keskinliğinde, sezgileri bir sanatçı şaşmazlığında olan birisi böyle bir şey yapar mı?

 Olan olmuştu. Ambulans geldi. Bekçi Murtaza karakterine bürünmüş çarpmanın etkisiyle sersemlemiş adam tam sedyeye koyulacağı sırada ayağa kalktı. Onun için görev her şey den önemli olduğunu, disiplin, disiplin, görev görev diyerek karşı caddeye geçip kayboldu.

 Don Kişot karakterine düşkün mahzun yüzlü şövalye olduğuna inanan taksi şoförü de, Tobosolu Dulcina diye diye aracına binip büyük iç çekişlerle uzaklaştı.

 Dostlarım; bu anlattıklarımı sakan bir kurgu, uydurma sanmayın! Bu kadar da olur mu demeyin! Bu ülke tezatlıkların, inanılmaz şeylerin olduğu, bilim insanları büyük araştırmalar yapsa şaşkına dönecek değerlerin olduğu insanlar topluluğudur.

 Üstüne bastığı toprağın altında yüzyılların minerali, madeni ve uygarlıkların muhteşem hikâyeleri, marifetleri gizliyken; neredeyse çıldırasıya batı-doğu hayranlığı yaşayan, kendi felaketini kendi hazırlayıp, yine kahramanlığa koşan bir yolculuğun ülkesinde; Murtaza ve Don Kişot hayranı iki kişinin olması da ayrı bir şanstır…

  Güven Serin