31 Temmuz 2018 Salı

YOLCULUK


Kamera; Güven Serin 



Kamera; Güven Serin 



Delacroix'in Marian Tablosu

Lauvre Müzesi


                                   YOLCULUK  (İnsanın Öncüsü Olan Özgürlük)


  İnsanın yola çıkma, yoldaş arama veya şairin; Kavafis’in aradığı şeyi; “ Yolculuk, anlamını sadece kendinde, yolculuk oluşunda bulur.”

 Kimler çıkmadı ki yola; yolculuğa? Yunus Emre, Evliya Çelebi, Odysseus, Mantaigne, Goethe, Nietzsche, Kazancakis; daha niceleri…

  Kavafis, ısrarla savunur yolun, yolculuğun uzun olmasını. Bunun için yapar bütün dileklerini. Bilir, zorluğun, mücadelenin içinden geçip çıkacak olanın daha bir insan olma eşiğine yaklaşacak oluşunu; bütün bilgeler gibi o da bilir; kör olsa da eşiğe gelenin, kim olduğunu anlar…

  Kurtalan Ekspresle başlayıp Kayseri’de sona eren yolculuğum, oradan Ürgüp’e geçişim; insan ruhunu bedeni üzerinde ki hâkimiyet alanının, varlık sebebimizin, bağlı olduğumuz yasaların, kalıpların; bütün şeylerin; bastırılmış ve baskıların çivilerinin, iplerinin, zımbalarının ağır ağır sökülme sidir yolculuklar.

 Öğretilerle doludur. Kulakların taşlaşmış kireçlerinin erimesi, gözlere inan perdenin kalkması, vicdanları tıkayan korkuların, çıkarların yıkılması; dokunma, tat almanın yanında sezgilerimizin tımar edilişi anlamına da gelir; yolun yolcusu olmak…

Böyle bir anda; şair; Dile ki yolun uzun olsun, der. Serüven dolu, bilgi dolu olsun… İnsanın sürekli ümit ettiği daha fazla olan şey; yani sonlu hayatın sonsuza yakın oluşu, umut ve ümitlerin tazelenişi; yetinme duygusuyla yüzleşmek; bütün bunlar yolculuğa uzanan hikâyelerde, zıtlıkların, uzaklıkların insan bedenine yaptığı tesiri, ruhuyla dengeleyip ilahi bir teraziyle tartışta gizlidir.

 Yolculuğa tutunmuş insanların sığınakları çoktur. Her biri yazı sanatına, fotoğrafa, videoya, resme, şiire dökülür. İnsanlık kanıtlarıdır bütün bu zenginlikler. Ölümcül olan kavgaların, ölümlü olan insan tarafından şölensi bir kıvama getirilme çabalarının tamamıdır.

 Bir bakmışsınız; üç bin yıl öte; bir şairin dizelerine geçmiş; bir sayfa sonra, Kanada’da ücra bir kasabada ki karlı bir kış güne ulaşmışsınız.

  Şüphesiz, Antonio Tabucchi’de kendi yolculuğunda uğramış oluğu Lauvre Müzesinde Delacroix’in Marian’ı betimleyen tabloya bakar kalır. Halkın Öncüsü Olan Özgürlük, anlayışı, algısı karşısında ister istemez imrenir; daha da ağırlıksızlaşır…

  Dev tablo, tarihi, mitolojiyi, Fransız romantizmi, barikatları, cesetleri, ulusal inancı; en önde çıplak göğüslü yürüyen Marian’ı anlatır. Ulusal sancak elde, mitolojiyi anımsatan giysiler içinde göğüsleri açık bir kadın; ressamın çıkmış olduğu yolda bu eser; Delacroix’in kartviziti olarak kabul ediliyor.


  Bu çalışmaya zahmet buyurup okumanın bile yorucu olduğu zamanlardan geçiyoruz. Bir köşeden diğerine üşenen, tembel, sana sıkışıklık içerisinde yaşamsal savaşlar veren insanların çağında; korkunç bilgiler içerisinde, korkunç fakirliklerini çığlıklarını duyuyorum.

 Umursamaz, gamsız, aldırışsız bir insan değilim. Yer çekimine saygı duyduğum gibi çekimsizliğin de ötelerini sancılı, sınırlı ve bitip tükenmez bir merak içerisinde her akşam güneybatıdan doğan gezegene, batıda bulunan parlak; belki, Merkür, Venüs'e, değişmez olan kutup yıldızına bakarak; insan beyninin sınırsız gezi alanlarını anlamaya çalışıyorum.

 Hareketin durağan olandan üstünlüğünü, akmayan suyollarının, bataklık gazı ve kokusuyla tanıştığını biliyorum.

 Paul Valery’de bunu bilenler arasında ve o da kendi yolculuğunda mısralarıyla çıkar ortaya;

Gök! Benim… Geliyorum ölüm mağaralarından,
Duymaya çırpınışını sahile dalgaların,
Görüyorum altın kürekli kadırgaların,
Belir işlerini şafakla karanlıklardan

Güven SERİN  


26 Temmuz 2018 Perşembe

KAPILARI ÇALAN ZAMAN


Kamera; Güven Pera Müzesi

Zeki Zihni ve Kıvanç Yılmaz'ın;
Zamansızlığın Çemberi isimli çalışmaları


      KAPILARI ÇALAN ZAMAN


Çalıyor kapıları zaman
Bir nefes rüzgâra yön veriyor
Tılsımlı, büyük bronz kapı
Babil Kulesi yanıyor, yıkılıyor,
Kütüphanesi, savruluyor,
Dört bir yana…
Bergama da öyle! İskenderiye de…
Bir sır perdesi, tam da o zaman;
Duracakken zaman,
Alevleniyor;
Yeniden, basitliğin kavgaları…

Güven Serin 

BENLİĞE DOKUNMAK



BENLİĞE DOKUNMAK
-------------------------------

  Pera Müzesi Suna ve İnan Kıraç Vakfının desteğiyle ülkemizde, şehrimize yakın İstanbul’un Pera Bölgesinde çok önemli sanat olaylarına ev sahipliği yapıyor. Sabit eserlerinin yanında, sürekli tekrarlanan, süreli sergileri, her alanda yol alan sanatçılara kucak açıyor.

  Bu kez, Hacettepe Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinden Lisansüstü ve Sanatta Yeterlilik öğrencilerine imkân tanıyor…

 Aydın Kılınç’ın video çalışması; Benliğe Dokunuşu, Maya Angelou’nun şiiriyle bir kadının arkasına yazdığı sözcüklerin, dizelerin diliyle yapıyor;

Güzel kadınlar öğrenmek ister giz neremde? Sevimli değilim, yaratılmadım manken
Ölçülerinde ama başlayınca anlatmaya,
Kadınlar yalan söylüyorum sanır.
Derim ki,
Kollarımın arasında,
Genişliğinde kalçalarımın,
Adım atışımda,
Kıvrımında dudaklarımın.
Kadınım ben
Tepeden tırnağa
Olağanüstü kadın,
Benim işte.

  Kadınları anlamak için, ilk önce kendimizi; erkek tarafımızı, soylu zaaflarımızı, henüz törpülenmemiş kabalıkları mızı da anlamak zorundayız. Yoksa bütün güzel sözler, davranışlar bir çuval incir gibi maf oluverir…

  Ne çok mazeretimiz var; haklıyız, haklı olmak adına… Haksız olup da, haklılığa yürümek, eğrilerin içinden doğrulara tırmanmak; en büyük savaşın, kas gücünün değil beynin o minik hücrelerin zaferiyle olacağını bilmek; bilmek istemek; ayrı bir dokunuş olmalı…

 Güven Serin 

25 Temmuz 2018 Çarşamba

YANIYOR YUNANİSTAN




YANIYOR YUNANİSTAN; CAYIR CAYIR
---------------------------------------------------

 Nice yangın gördü bu dünya. Milyarlarca yıl sürdü, dünyanın yanması, soğuyup yaşama ulaşması daha çok yeni…

 İnsan, insanlık yolunda ilerledikçe, teknolojinin de yardımıyla daha yakından görüyor, yanan, kül olan canları, canlıları…

  Dante yüzyıllar önce, Latin ŞairVergilius ile yapmış olduğu düşsel yolculuğu; İlahi Komedyasında Cehennemi gezerken sık sık görür büyük yangınları. Dünyanın cehennemi andıran yangınları oldukça fazla…

  Bazen ormanlarla ortaya çıkartılıyor; cayırtı, duman ve ölümün kol gezdi yeşillikler; birden teslim oluyor yaşamı var eden ateşe… Kontrolden çıkan her şeyin; gücün, her canlıyı; ayırt etmez bir şekilde yok edeceğini görüp korkuyor tüm dünya…

 Bizim de, diğer insanların da canı yanıyor; kendi ormanımız, bizim dünyamızın ormanı yanıyor aslında. Bizim gibi can taşıyan, kırmızı kanı vücudunda dolaşan insanlar, hayvanlar ve böcekler; yoldan çıkmış bir ateşin, rüzgârın kurbanı oluyor; sanki hileye teslim olmuş Truva’nın yangını ve sonradan yazılan destanlar gibi, gözlerimizin önünde acının, yok oluşun destanı tekrardan yazılıyor.

  Silahlanmaya ayrılan paraların bir kısmı, ormanları korumaya ayrılmış olsa ne olurdu? Dünyanın; dünyamızın; komşu Yunanistan'ın kül olan canları; canlıları, yeniden ve yeniden yakılacak ağıtlar çok daha az olurdu…

 Yanıyor Yunanistan; cayır cayır; daha önceleri ülkemizin ormanlarının yandığı gibi; hileli ellerin rüzgâra, ateşe teslim ettikleri, Truva’yı yerle bir ettikleri gibi, on, yirmi, elli, yüz yılda yetişen, yetişmiş bütün yeşillikler, canlılar; hayvan ve insanlar; birbirine sarılarak yanıp kül oluyor; diğer insanlar yanmasın, tekrar yok olmasın diye; kurban törenlerinin adakları gibi;

  Yanıyor Yunanistan; cayır cayır…

  Dante hiç konuşmasın demesin; “ Şu var ki, erdemin açmadığı bir yolda koşulmaz;
Eğer iyi bir yıldız, daha iyi şeyler verirsen bana, O,Kerim, daha da iyiler için imrenmeliyim.”

 Yanan bu ateşin, ölen canlarını seyreden her insan; içinde bir şeylerin yandığını çok iyi biliyor. En katı, taşlaşmış, duygularını yitirmiş, tepinmekten tükenmiş olanın bile, küçücük bir hücresinde, büyük bir yangın ateşinin kıvılcımları ve zamansız ölen insanların, hayvanların çığlıkları yükseliyor…

Güven Serin 


23 Temmuz 2018 Pazartesi

500 TL'LİK YEMEK,10 TL'LİK GÜLÜŞLER


Her akşam gün batınca;tam da karşımızda;bir gezegen;

38 milyon km mesafeden;ay'dan sonra en parlak
yüzüyle aydınlatıyor yürekleri...



500 TL’LİK YEMEK, 10 TL’LİK GÜLÜŞLER
----------------------------------------------

  Günün sıcak saatleri geceyi de vurdu. Israrla kovalamaya çalışıyor kuzeyin zayıf esintisi, günden kalan büyük baskıyı.

  Venüs güneydoğudan doğdu. Görünen en parlak cisim; ay’dan sonra… Diğer tarafta; batı yönünde Jüpiter; neredeyse Venüs’e çalım atacak.

 Yan masada; üç bakımlı güzel kadın, ismi Çınar olan bir çocuk ve arkası dönük bir erkek; beyaz örtüler üzerinde serili, akşam yemeklerini yiyorlar. Ay, ilk dördüne girdi; ışığı batı tarafından yemek yiyenlerin beyaz masasına kadar vuruyor.

  Neşeli, uyumlu ve eğitimli dört yetişkin ve bir çocuk… Her şey yemekleri yenip, içkileri içilip, sigaraları tütmeye başladıktan sonra oldu. Kahkaha anına kadar, yemek yiyişleri, eti kesişleri, küçük yudumları zarif bir şekilde ağızlara getirişleri; sofra adabının bütün altın kurallarını bildiklerine dairdi.

 Hangi konuyu konuştular kendi aralarında bilinmez; erkeğin de olmadığı bir anda; bir gülüş koptu; zarafetin her çeşidinin olduğu beyaz örülü masanın etrafında. Sıradan; bayağı; yani yemeğe ödenecek olandan çok daha ucuz bir şey…

  Sıkışmış insanlar diyarı oldu bu dünya ve ülkemiz… Her şeyi hafif görüp de, fırsatını bulup, ay ışığının dolunaya gebe olduğu ilk dördün zamanı, Venüs’ün ufkun yukarısına yükselmesini fırsat bilip; basılıyor kahkahaya; kendi şehirlerinden uzak, hafif çakırkeyif ve günlerin, ayların belki de yılların sıkışmışlığını, hanımlığını, efendiliğini nazikçe bir kenara bırakma anı yaşanıyor…

  Medeni dünyanın zengini toplu taşımaya gitmenin onurunu yaşarken, bizim zenginimizin yoksulluğu tam da burada başlıyor; kendi kendini hapsediyor; yüksek bahşiş verilen mekânlara, sadece arabasının markasına bakıp da;  onu gülümseyen park görevlilerine adanmış yaşamlara bir güzel teslim olunuyor; ağalık, beylik, paşalık satın alınıyor; güya…


Güven Serin 

20 Temmuz 2018 Cuma

VAKIT HIZLA İLERLİYOR


Kamera; Güven -Gözde Çoban



Kamera; Güven-Gözde Çoban-PERA



Rıza Tan-Buğra Özer-PERA
GÖZCÜ,SON YOLCULUK,HİPPO HİPPO


Kamera; Güven  Rıza Tan-Buğra Özer-
ANİ ÖLÜM


                                                 VAKIT HIZLA İLERLİYOR



  Telaşı var şairini; oysa ölülerin öldüremeyeceğini kendisi söylüyor. Ancak, ölüler, kurt olarak bir elmanın içine girerek öldürecekler inin de bilgisini düşürüyor kendi zamanına. Peki, ama ölü şairler, hep diri kalma hakkını elde etmişse; şiirin notalarıyla, zamanın bütün çarklarıyla baş etmeyi öğrenmişlerse; o zaman ne olacak?

  Burada olan şey oluyor; zamanlar arasına girip, bir yerel gazetenin yazarı da, ölülerin ölmediğinin kanıtıyla, zamanlar arası tünellerde dolaşıp, onların örgülerinden kendine bir elbise dikiyor.

  Şair, Polonya’da, Moskova, Küba, Paris’te! Ancak, yetmiyor ona; edebiyatın, sanatın ve aşkın yücelikleri. Hiç kimseye yetmediği gibi; o da biliyor, hasretler “yudum yudum” içilir… Hatta damla damla geçer insan ruhuna.

  Ölmeden önce iki şeyin unutulmasının mümkün olduğunu duyurur; Şehrimizin ve bir de anamızın yüzü… Yaşam telaşı, bitip tükenmeyen mazeretlerimiz olmasaydı; bol vakit ayırırdık, iki yüzü; anamızın ve şehrimizin yüzünü doyasıya, doymayacak şekilde öpmeye…

  Oysa vakıt hızla ilerliyor. Kirli bilgiler ağırlaştıkça ağırlaşıyor. Suya giren bir köpeğin, sudan çıkar çıkmaz silkelenişinin bile farkına varmayacak kadar, vakıtın içerisinde, orta çağın karanlık kulelerine hapsolmuş gibi; donuk, silik, çaresiz ve hükümsüz dolaşıyoruz…

 Vakıt hızla ilerliyor. Pere Müzesi, şaşmaz bir şekilde bu vakıtlara sanatları, sanatçıları sığdırıyor. Kapılanın, kalplerinin sonuz şükranlığı içinde; Suna ve İnan… Bedenin bütün hücreleri teslim olmamış daha; sadece köz kapakları oynuyor Suna’nın. Biliyor; vakıtın hızla ilerlediğini ve o sebepten, üretime, değişime, insan ruhuna adanmış bedenlere aralıyor Pera’nın bütün kapılarını.

 Bu aralıktan sanatçıların eserleri sızıyor içeriye. Rıza Tan, Buğra Özer,1250 derecede pişirdikleri kilden heykelciklere ruh üflemekle meşguller. Dört heykelcik; vakıtın ilerlediğinin en yüksek kanıtıyla oracıkta kendilerine düşen görevleri yerine getiriyorlar.

 Heykellerden birisi; Hippo-Hippo ismiyle yer alıyor. Ağzını sonuna kadar açmış Hippo Hippo. Koca alt dişleriyle korku savuruyor etrafa. Diğeri; Ani ölüme kurban gitmiş. Birisi ise son yolculuğa çıkmış. Dördüncüsünün görevi oldukça mühim; gözcülük ediyor; elinde uzun mızrağı; yorgun, kapamaya yazgılı göz kapakları.

 Şairin Saman Sarısının gözcüsü ne yapıyor? Korkuları dehşete dönüşmüş SS SS mangalarının korkularından ateş ettiklerini söylüyor. Hem de hayvanca korkularının olduğunun anlatımını yapıyor.

 Hayvanca korkuların bütünü; yaşamsaldır. Savunma ve öldürmeye meyillidir; ölümün tuzakları, öldürme, hayatta kalma içgüdüsüyle birlikte, başka bir şeye dönüşür; insandan geri bir şeye… SS SS mangaları da öyle yaptı; korkarak, hayvanca korkular saçarak öldürdüler…

  Pera’nın ışıklı, serin ve güvenli ortamında, korkulara savaş açmış bir sanatçı; Gözde Çoban; “ Korkunu Patlat” işaretini veriyor. Grafiti, illiüstrasyon ve tipografi çalışmasıyla; ısrarla Korkunu Patlat, anlamına gelen çalışmasını, kalbin ağzını açıp avazı çıktığı kadar bağırışını betimliyor. Kırmızı bir kalp yüzü; ağzını sonuna kadar açmış ve bağırıyor; Korkunu Patlat! Gözde Çoban’ın ojeli beyaz tenli elinde bir iğne; yüreğine doğru bir hamle yapıyor; bir balonu patlatacak eylem gibi; betimleme, felsefe sanatıyla düşmanı haber vermek için “haberci” görevini üstleniyor.

  Ölüler öldüremez! Oysa vakıt hızla ilerliyor. Şairin görüp de haber verdiği şeytan, Yegellon Üniversitesinde tırnaklarını taşlara batıra batıra dolaşıyor. Tam da o zaman Ortaçağ’dan gelen bir çığlık yükselir göğe. Borazanın gece yarısını gösteren sesi duyulur duyulmaz, gırtlağına bir ok saplanır.

  Düşmanın gelişini haber verdiği için, borazının iç rahatlığıyla öldüğünü söyler şair. Ama acısı başkadır; düşmanın geldiğini haber veremeden ölenlerin acısını düşünür…

 Pera’nın sanatçıları, orada bulunan ve oraya ait eserlerin anlatımı da bir bakıma borazanın haber vermek isteğiyle aynı… İnsanın yolunu aydınlatmak; uyarılarda bulunmak ve sonra gönül rahatlığıyla çekilmek; kimsenin kaçamadığı o büyük dönüşüme teslim olmak…

  Pera’nın geçici sergisinin eserleri, eserlere; yani 1250 derecede pişen siyah kile, şekil veren ellerin ruhunda da aynı şey var. Rıza Tan ve Buğra Özer, dört heykelcikte, gözcü, ani ölüm, hippo hippo ve Son Yolculuk çalışmalarında; şiire, öykülere ve yaşamın içerisine dâhil oluyorlar; yaratmanın, yaratıcılığın düşündürücü, geliştirici iç rahatlığı içinde…

Güven Serin 
  



17 Temmuz 2018 Salı

HAVERNAK SARAYI


  

HAVERNAK SARAYI
-----------------------------------

  Şimdi, yerinde yeller esen, efsanelerde, masallarda anılan bir saraydı. Öyle böyle değil; bir günde üç renk değiştirir, ayna değilse bile ayna gibi yansımalar yapan, göz alcı muhteşem bir eserdi.

  Mimari ise Ceza-yı Sinimmar’dır. Rum diyarından getirtilmiş, Numan Şahın isteği üzerine, eşi benzeri olmayan bir saray inşa etmiştir. Büyük ödül, mükâfat verileceği söz verildiği halde, bir benzerini başkasına yapmasın diye Numan Şah tarafından terasta kahve içme bahanesiyle uçuruma itilen yüce, marifetli Mimar Sinimmar…

 Söylenti bu ya; gözüne hırs bürümüş şahın uçuruma ittiği, ödül yerine ölüm cezası verdiği mimar Sinimmar, uçuruma düşerken son sözleri şunlar olmuş; “ Diğer taş şahım, diğer taş”

 Bunca marifeti, bilgiyi yok ederken, sarayının da yok olacağından habersiz di Numan Şah; söylentiye göre; mimar öyle bir taş koymuş ki; her yıl değiştirilmesi gerekiyor; değiştirilmediği takdirde saray çökecektir…

 Bilginin, görgünün yüce önemi bir yana; ödülü hak edenlere ödül, cezayı hak edenlere ceza vermek; adaletin mülkün temeli yasasını ne güzel anlatıyor; Adalet Mülkün Temelidir…

  İşte bu yüzden; kadim insanların haksızlık karşısında bir söylemi vardı; Ceza-yı Sinimmar; yani; Vah ki vah!” anlamını taşır…
 
 Güven Serin 



14 Temmuz 2018 Cumartesi

İHTİYAR ŞAİR




İHTİYAR ŞAİR
---------------------------------

  Bir zamanlar; günümüzden çok yıllar önce (2500 yıl) ihtiyar bir şair Truva Savaşına sebep olan güzel kadın Helene için kötü şeyler söyledi. Oracıkta kör oldu.

  Homeros’un yüce destanında baş kahramanlardan birisi olan Helene; arık edebiyatın ölümsüz koruması altında olduğunu o ana kadar bilemezdi ihtiyar şair Stesichorus.

 Şair çok pişman olur ve elleri titrer vaziyette lirini aldı, o zaman yapılan büyük bir şenlik sırasında Helenlerin karşısına dikilerek şu reddiyeyi okudu;

Doğru değil Helene, sana karşı olan son sözüm
Hızlı gemilere binmedin sen
Ve asla varmadın Troya Kalesi’ne.

 Edebiyatın uçsuz bucaksızlığı tam da burada başlar. Bildik bütün kabalıkları yerle bir eder; insan yüceliğine, insanın kılcal damarları, hatta gözle görünmeyen milyarlık hücreleri gibi çok, hassas ve işlevsel duygular; incilikler ortaya çıkar. Bir doğma, yaradılış anı yaşanır…

  Helene’nin gizemi, güzelliği Homeros’un sanatında saklıdır. Bu yüzdendir, binlerce yıldan bu yana; Helene’in büyülü, güçlü çekim kuvveti. Hektor’a dökülen ağıt, Aşil’e duyulan saygıyla dengelenir…

 Ve savaştan çok sonra, yakın zamanda kazanılan başka savaşlarda Hektor’un öcünü aldık diye bir haykırış yayılır Gelibolu tepelerinde.

 Alınan öç, kabul edilen yüce kültürlerle teselli olunur; iyi, güzel, faydalı olana; ihtiyar şair gibi elleri titreyerek reddiyeler okunur.

Güven Serin 

13 Temmuz 2018 Cuma

GİRİTLİ BAKIŞI





                                                  GİRİTLİ BAKIŞI



  Bir adaya bu kadar güçlü bağlarla tutunmak, öldükten sonra dahi ruhunun daha iyi huzur bulacağına inanarak, adaya gömülme isteğini vasiyet etmek; hangi bağlarla, duygularla izah edilebilinir?

  Nikos Kazancakis’in doğduğu, serpildiği Girit Adası, bir yazar, ressam, şair için, sıradan insanların yazıya, resme, şiire dökemeyeceği bütün özlemleri bir araya toplayıp, derleme, bütünleme ve yüceltme çabasına hizmet etmekten başka bir şey değil…

  Yazarın El Greco’ya mektuplar diye ortaya çıkarttığı çalışma-eser, bir ömrün, o ömre sığmış olan binlerce yıllık insan, düşünce, tecrübe ve sanatsallığın yanında, felsefenin de izlerini taşıyor.

 Yazarın üzerinde durduğu dört isim öne çıkıyor; İsa, Buda, Lenin, Odysseus; aslında buraya dâhil olacak bir isim daha var; Nietzsche… Kişiliğinin değişimini, yukarıya doğru taşıyan isimlerden öte, değişime yardımcı olan büyük ruhlar olarak kabul eder bu sanatçıları…

  Okumanın en belirleyici tarafı da; sıkı bir tırmanıcı olmanın yanında derinlere dalma zanaatına da yakın olmanızı sağlar. Kim bilir kaç insan bu yoldan geçti de; yüksekliğin üşümesiyle titreyip geri döndü.

  Derinlere dalanlar ise, vurgun yiyerek, yaşamlarını vakitsiz yitirdiler… Yazarın saydığı dört isme, onlarcasını, yüzlercesini ilave yapabiliriz. Hepsi de iyi tırmanıcı ve dalıcıydılar. Tamamı, niçin yol aldıklarını bilen, bilmek, öğrenmek, tecrübe etmek için, dünya yaşamına ait bir yudumluk yaşamı, bir hiç uğruna değil, edebi dünyanın kalıcı, onur edici yüceliğine sığınarak yaptılar.

  Girit, bir zamanlar bizlerin; biz Türklerin de adasıydı. Rumlarla iç içe nice yaşamlar; geceleri güne bağlayan şafak vakitleri; günü geceye yaklaştıran tan saatleri; Girit’in Akdeniz ve Ege’ye bakan yüzlerinde, yüzyılların izlerine baka baka yaşandılar…

 Okumayı, yazmayı ciddiye almayanların evleri, depoları, kilerler, kitapla dolu olsa; değişen çok şey olmaz; değişimin, kavuşumun ve yaratıcılığın insanla buluşması adına. Özümsemenin motorları, elekleri, damıtma aygıtları çalışmıyorsa; tıpkı, bağlarda toplanmayan güz üzümleri gibi; şıraya, şaraba, pekmeze dönüşemez…

 Köklerin, toprağa, toprağın güneşe, yağmura; bütün bunların da bağcıya muhtaçlığı vardır. Üzümün şarap yolculuğu, zeytinin yolculuğu kadar değerli ve kutsaldır; hepsi medeniyetlere yaşamı kültürleştirme imkânı vermiştir. Yaşamı, yok etmek yerine, yeşertmişlerdir; kandillerin ışığına yağ, ekmeklerin yudumlarına, sofralara katık, şölenlere kalkan kırmızı, beyaz, kızıl içecek…

  Kazancakis, Girit toprağından, güneşinden, rüzgârından ve öykülerinden; papazların öğretilerinden, şairlerin seslenişlerinden o kadar çok etkilenir ki; kozasında değişime mecbur kalan ipek böceği gibi; kendi tırmanışını başlatır; oburca…

 Bu tırmanış, gün aydınlığında değil; tam da gün batarken, akşam karanlığı çökerken; kayalıkların en sert, rüzgârların en hızlı olduğu dağlara doğru; kanla çizilecek, ortaya çıkartılacak patikalar oluşturulmaya başlar.

 Hayatı boyunca onu etkileyen bir tek kelime üzerinde durur; “ Tırmanma!” Hayal ve gerçekle karıştırılmış, edebiyat, tarih, şiir, felsefe iç içe geçmiş düşüncelerin, zorluklarla savaşan değerli ruhların da desteği alınarak…

  Ve her evrensel sanatçı gibi o da kendi aletlerini toplar; görme, duyma, tat alma, koku alma, dokunma, beyin…

  Onun tırmanışı aynı zamanda, kaçışıdır da. Yapaylıktan, kurnaz siyasetlerden, baş edemeyeceği vurguna dönüşen ticaretler den; belki de amansız bir hastalık gibi dünyaya, insana çöreklenen bir sürü hastalıktan…

  Daha yaşarken, bedeninin ağırlıksız lığını hissettiği bellidir. O yüzden, kendini kanatması, acısız lığa tutunuşuyla dengelenir. Yürüdükçe bıraktığı kırmızı izler, rehbersiz yol alışlar; hepsi, tırmanışın öğretilerle küllenip soğuyacağını, eninde sonunda bu değerli bilgeliğin yanardağı lavları gibi yararlı birer mineral deposunu biliyordu…

  O yüzden, gittiği her ülkede, şehirde, daima yanında taşıdığı bir avuç Girit toprağı bulunurdu. İstediği, ihtiyaç duyduğu vakit; o toprağa dokunup sıkıyordu. Belki de o kadar yükseklerde, taşlarla birlikte taşlaşmamak; toprağın verimliliği, yumuşaklığı, üretkenliğiyle mayalanma çabalarından başka bir şey değildi yaptığı.

  Girit’e hiç gitmedim. Gitme sebebim olacak bir nedenim var artık. Seyahat etme isteğimden öte; kanla oluşturulmuş kayalık patikalarda ki izlerin ruhunu selamlama arzum; Kazancakis’in arzusundan daha güçsüz değil. Sadece, gücünü bilip, büzülmüş bir tohum kadar cesur, sabırlı bekliyorum…

 Kazancakis tırmanışında dört isimden söz eder; İsa, Buda, Lenin, Odysseus, beşinciyi Nietzsche olarak ilave ettim. Fakat altıncıyı, o büyük tırmanışında yarattığı, belki de bulduğu bir isim daha var; Zorba… Zorba; Kazancakis’in kendine armağanı kadar; insanlığa armağanıdır da…

 Yaşamın anlamı, anlamsızlığı, sadece kaideler üzerine tutunup titizlikler le kavrulup, debelendiğimiz her an; Zorba gibi arkadaşlara nasıl da çok muhtaç olduğumuz ortadadır…

  Giritli Bakışı; bir parça Rumeli, Egeli, Akdenizli; velhasıl, insanlığın dört bir koldan gelip, kaynaştığı bir güzel eğlencenin de bakışı gibi geliyor bana…

 Güven Serin  

12 Temmuz 2018 Perşembe

FACİA YAKINIMIZDAYDI





                                             FACİA YAKINIMIZDAYDI

  Tekirdağ il sınırları, Çorlu İlçemizin yakınlarında toprağın yağmurla bolca bereketlendiği bir zamanda yaşanan hüzünlü, acılı bir olay... Onlarca ölüm; yüzlerce yaralanma…

 Bir zamanlar, ağır yük taşıyan, bakımsız, eski kamyonların bitip tükenmez kazaları, ölümlü, acılı görüntüleri gündemden hiç düşmezdi.

  Bu dehşet anı; tren vagonlarının raylardan çıkışı; hemencecik yağmura bağlandı. Tek suçlu, yağmur ve rayları tutan toprak kabul edildi.

 Her gün yağmur yağan ülkeler ne yapsın? Dağlardan, bataklıklardan, vadilerden geçirilen trenler? Söz konusu, mühendislik ve istikrarlı bir kontrol, denetim olunca; yani insan denen canlı, insanın, siyasetçilerin, yöneticilerin başköşesine oturursa her şey değişiyor.

 Bizim gibi; ah gelişti; ah gelişecek olan ülkelerin acıları, her daim tekrarlanan büyük faciaları, esas sorunlar analiz edilmeden biteceğe benzemiyor. Kim bilir daha nice ray, rayları tutan toprağın altı yağmurlar, rüzgârlar, Depremler nedeniyle nasıl da boşalıyordur…

 Denetimler, verilen cezalar, eğitimler can taşıyan hizmet işletmelerinin vazgeçilmezi olmak zorunda. Denetim ve kontrollerin teknolojik tarafı ne kadar gelişirse gelişsin; esas olan insan tarafı. Verilen hizmetleri, sorumluluğu alınan yolcuların, insanların can güvenliğinin ne kadar önemsendiği; hukuki, vicdani ve ilimsel olarak ortaya çıkartılmalıdır.

 Daha çok duyacağız; ölenlere dilenen rahmetleri… Durup dururken niçin ölsünler? Yazgı, kader; uygar dünyaya zamansız uğramazken, ölüm onların kapılarını bize göre çok daha az çalıyorken; bizler niçin, bu gelgitlerin ortasında beşik gibi; doğudan batıya, batıdan doğuya sallanıp duruyoruz.

 Gelişmenin tarifi tek bir cümleyle verilir mi bilemem! Yapılan büyük araştırmalarda, insan merkezli, iletişim ağırlıklı ilişkilerin büyük huzura, mutluluğa ulaştığı biliniyor. İnsanlarımızın demirden, çelikten oluşan vagonlarla, bir şehirden diğerine giderken uğradıkları bu facia çok büyük…

  Başka büyük faciaların da habercisi olma ihtimali ACİLEN göz önünde bulundurulmalı… Bütün bunların yanında, kendini sorumlu hissedenler; Çorlu, Tekirdağ hastanelerine koştular. Yaralılara ŞİFA dilemek, onların durumunu kontrol etmek amaçlı…

  Ortaya başka bir facia çıktı; sevgili dostlarım. Giden siyasetçiler yaralıları o acılı halde bile arka fonmuş gibi, fotoğraf karelerinde kullanmaktan geri kalmadılar. Allah aşkına; böyle bir facianın fotoğrafı mı olur? Poz mu verilir? Bu bir film sahnesi mi?

 Siyaset insanlarımızın düz, kısır, renksiz ve vicdanlardan uzak tutumları, robotumsu görüntüleriyle şaşırmıyor görünse de; bu derin acılı manzaraları izlerken; acının yanında bu görüntüler karşısında, görüntülere kurban olan siyasi düşünce insancıklarına daha çok acıdım…

  Bizler görüntü vermezsek acaba o yaralılar iyi bakılmayacak mı? Gidip birkaç dakika şifa diledikten sonra hemen düzelecekler mi? Kendini sorumlu hisseden, bu acıları paylaşmayı dileyen her siyasetçi hastaneye gitmeli! Burada sorun yok! Ama bir tek fotoğraf dahi çekmeyi düşünmemeli.

 Zaten, acısı, acıları paylaşan yüreği olan bir insanın o halin fotoğraflarını çekmek aklına bile gelmez! Kimin aklına gelir? Bizim, çakma, ezber, atanmış siyasetçilerimizin aklına gelir. Öyle ya taraftarlarına İYİLİK, ahlak, merhamet, işin başında olma mesajları verecekler…

  Kim bilir kaç bin yıl önce bu diyarlarda söylenmiş Dionysos şarkılarından birini; bu faciada ölen insanların ruhlarına bir rahmet, kalanlara ise bir teselli olarak paylaşmak, kendi yazı sanatımın adanmışlığı, sessizliği içinde ses olmak isterim;

Güneş batıyor;
Susuzluğun bitecek artık
Az sonra, yaralı yüreğim.
Serinlemeye başlıyor hava,
Meçhul ağızların soluklarını hissediyorum;
Büyük soğuklar geliyor!
Rüzgâr sakin ve temiz;
Bana yan ve büyüleyici
Bir bakışla bakmadı mı bu gece?
Sıkı dur, ey yiğit yüreğim!
Nedenini sorma, ey hayatımın
Alacakaranlığı.
Güneş batıyor!

  Acıları, büyük hüzünlere tanıklık etmiş, bunların içinden geçmiş medeniyetlerin insanları anlar. O yüzdendir; dünyada bu kadar çok acı oluğu halde; merhametin, şefkatin hiç tükenmemesi… O yüzdendir; Hoca Nasrettin damdan düşünce; etrafını saran büyük topluluğa; “ Bana damdan düşen birini çağırın” demesi…

Güven Serin 

10 Temmuz 2018 Salı

BİZİM DAĞLI-BİR İHTİYAR...


Kamera; Güven  Bizim Dağlı


Bizim Dağlı


Kamera; Güven

Çayın hikayesi ne kadar basitse,Dağlının
hikayesi de öyle;önce toprağa ekildi,sonra
güneşe,geceye,rüzgara,yağmura ve 
ötelere;demlere,tatlara,kokulara uzandı...

BİZİM DAĞLI-BİR İHTİYAR

-
----------------------------------------------------

Erken yıpranan,yaşlanan insanlardan birisidir Bizim Dağlı,lakabıyla bilinen Mehmet. Ömrü limanın çayhanesi ve sandalyeleri,balıkçı barınaklarıyla geçmiş;Temel Reisi andıran sigarası,ona tesir etmek şöyle dursun;bir aksesuar tercihiyle belki de insana ve insanlığa sarılışı;halkın gözünde hafif şekerli ve zararsız bir insan...

Onun öyküsü çok basit...Mülkiyetsizliğin dışına taşan,zamansızlığı ve yalnızlığı anlatan bir öykü...Limanda yaşayan balıkçılın,martının öyküsü ne kadar basitse,onun da öyküsü o kadar basit...

Zarla-zorla huzur evine getirildi;birkaç kaçma denemesi boşa çıkartılınca;kabullendi...Ölene kadar söyleyeceği inandığı bir vahşi,kendine özgün bir seslenişi var; " Burası bana göre değil"


Onun öyküsü,limanda ki martının,kedinin,köpeğin öyküsü kadar basit ve doğal...Bir gün,anlatacak birileri bile olmayacak belki;fakat;henüz yazacak birileri var;Bizim Dağlının hikayesini...

Güven Serin

















6 Temmuz 2018 Cuma

GÜLÜMSEMEYİ,GÜLMEYİ UNUTTUK MU?




GÜLMEYİ, GÜLÜMSEMEYİ UNUTTUK MU?
----------------------------------------------------------

  Büyük çoğunluk, sırıtma ile gülmeyi birbirine karıştırır. Sırıtma, gülmenin yozlaşmış, sahte kılığa bürünmüş halidir. İçinde bir tek tebessüm kırıntısı dahi bulamazsınız…

  Sırıtma, siyaset, ticaret kokar. Sadece bunlar koksa iyi; sahtekârlık da kokar… Henrı Bergson gülünç etkinin tam olarak ortaya çıkması, etkisinin yayılması için kalbin bir anlığına hissizleşmesi gereklidir, der.

 Bir anlığına hissizleşen kalbin, gülünçlüğü saf haliyle algıladığını anlatır. Her daim aranan şey; saflıkta gizli değil mi? Yani doğallıkta! Bütün şamata, gürültü, gelinen nokta; aranan, özlenen şeyin o saf hali olduğu anlaşılıyor…

 Kendimizi ait hissetmediğimiz kültürlerin yaratacağı dalgalar algımızın, hissiyatımızın veya saf halimizin dışında kalır çoğu zaman. Hissiyatımız, saflığa mahkûm olmayı veya cansızlığı seçme görüntüsüne dönüşür.

  Bir rahip Pazar gürü herkesin ağladığı, gözyaşı döktüğü vaazını verir. Bir kişi ağlamıyordur. Bir adam! Ve ona, niçin ağlamadığını sorduklarında bu cemaatten değilim! Der. Onların hissettiğini hissetmez.

 Ortak masallar, hikâyeler, türküler, şiirler bu yüzden önemlidir. Her ne kadar evrensel düşünce bütün sınırlara meydan okuyor olsa da,21.yüzyıl kendi kültürünü, savunma ve cemaatini oluşturuyor görünse de; kuru bir hayranlık, değişim; imbikten geçmeyen hiçbir davranış, sahiplenme veya düşünce; ortak kültüre dönüşmüyor; dönüşemiyor…

Güven Serin 

5 Temmuz 2018 Perşembe

AKDENİZ OYUNLARI 2018' NİÇİN BU KADAR YABANCI KALDIK?





AKDENİZ OYUNLARI 2018’E NİÇİN
BU KADAR YABANCI KALDIK?
----------------------------------------------

  Akdiniz Oyunlarının üzerinden birkaç gün geçti. 2018 Akdeniz Oyunları İspanya’nın Tarragona kentinde yapıldı. 26 ülkenin,4000 sporcunun katıldığı bu büyük spor şenliğine niçin bu kadar yabancı kaldık?

  Bütün mesele, Rusya’da yapılan Dünya Kupasının gölgesinde mi kalması? Katılmıyorum! Ölüm, kavga, hırsızlık haberleri o kadar çok ki; sanata, spora sıra gelmiyor… Böyle mi olmalı? Kalkınma, refah; her an depresyona hazır, şüpheleri, akıl sıralamasıyla değil, dedikodu ve peşin hükümle yapan toplumların gelişimi, sağlıklı ve kalıcı olabilir mi?

  Ülkemizden 144’ü kadın, toplamda 345 sporcu katıldı. Onlarca dal içerisinde Türkiye, İtalya ve İspanya’nın ardından ÜÇÜNCÜ oldu. 31 Altın,25 gümüş ve 39 bronz madalyayı ülkemiz sporcuları kazandı.

 Bu bir şey değil midir? Teri, istikrarı, çabayı, heyecanı, milli güzellikleri anlatmıyor mu? Ülkemin insanı; hapishanelerin çoğalması, hızla dolması, ilimin, eğitimin yanında sanatla, sporla azalabilir, ülkemin daha huzurlu ve gelişmişlik seviyesine çıkması sağlanabilir.

  Bir taraftan vurdulu, kırdılı diziler. Bir taraftan birbirine hiçbir zaman güvenmeyen siyaset insanları! Sevgiden geçtim; saygı olmadan, kimsenin kazançlı çıkmayacağı bellidir. Siyaset, diplomasi sanatıyla, en güzel ve görkemli yere gelebilir. Su sanatta, tecrübenin, bilginin, vicdanın imbiğinden süzülürse; anlamlı bir istikrar sağlayabilir…

Tarihe biraz dokunursanız bir sürü devirler görebilirsiniz;duraklama,gerileme,fetret veya cahiliye;bunca yayın ve gelinen nokta;21.yüzyılın birinci çeyreği bitmek üzere...Hangi devirde olduğumuzu anlamak için zahmet buyurmak gerekiyor..

Güven Serin 

3 Temmuz 2018 Salı

Murat Aydemir & KudsiErguner & Pierre Rigopoulos - Beyati Peşrevi ve Bül...





 İlaçlarımız yanı başımızda öylece bekliyor...İşimiz o kadar çok ki;kornaya kim basacak? Kim;ıfırzıfırlarla kavga edecek? Uçsuz bir deryanın kesişim yeri Anadolu;bilmem kaç BÜYÜK uygarlığın buluşma yeri;niçin tepinip duruyoruz? Kimden icazet aldık da bu kadar bilgiç,soylu ukalalara dönüştük? Zor zanaat;cehaleti,sonsuz doymaz oburluğu,açgözlülüğü anlamak;çok zor...

Güven Serin