27 Mayıs 2021 Perşembe

İNSANIN KAÇ HALİ VARDIR?

 


                                              İNSAN-IN KAÇ HALİ VAR?

 

                 ( Tekirdağlı Yakup… )

 

   Kimya derslerinde suyun üç halini öğrenmiştik; sıvı, katı ve gaz hali. Bilimin ışığında ve öncülüğünde bugün geldiğimiz noktada maddenin dört hali olduğunu biliyoruz; sıvı, katı, gaz ve plazma…

  Asıl düşüncem şudur: İnsanın kaç hali var? Hangi sosyolog, psikolog bu cevabı verebilir? İnsan denen canlı, kendi icat ettiği, sosyal ve kültürel yaşama kattığı kavramlarla kendisini tanımlamaya ve tanıtmaya doyamaz.

  “ İyi, kötü, kahraman, efendi, hanım hanımcık, yiğit, şövalye, pısırık, namusuz, namuslu, âlicenap, hain, vefalı, değerli, değersiz “ diye binlerce kavram içinde yüzer; insan ve insanlık… Sadece Akdeniz ve Ege’de boğulan göçmenlerin-MÜLTECİLERİN varlığı ise kıpırtısız oracıkta durur; balık ve deniz yemi-yemeği olarak…

  Bu sabah Muratlı caddesinden inerken şehrin merkezine, atölyeye doğru, karşı kaldırımda Yakup’u gördüm. Yakup’u ünlü olmadığı, bir koltuğu bulunmadığı için çok az kişi tanır ama ben yine tanıdım ağır aksak yürüyen Yakup’u. Sağ bacağında bir sorun vardı. Ayakkabılarının üzerine basmış, üzerinde emanet bir devetüyü renginde kaban; hem battaniyesi, hem kabanı. Başında da siyah bir bere vardı Yakup’un.

  Farklı kaldırımlarda ama aynı yöne birlikte yürüdük. Elli metre sonra Zafer mahallesine çıkan merdivenlere yöneldi. Aksıyordu sağ bacağı. Zorlanıyordu ama yinede seviyordu yaşamın içinde olmayı; yabanıl bir canlı gibi, yaşamın içinde gün ışığı gibi süzülmeyi biliyordu.

  Tekirdağlı Yakup’un Edip Cansever’in şiirindeki Yakup’dan haberi var mıdır yok mudur bilinmez! Günümüzden 55 yıl önce yazmış şiirini sanatçı. Öyle bir şiir ki; uçsuz bucaksız insan, sosyoloji ve psikoloji kokuyor;

“ Kurbağalara bakmaktan geliyorum, dedi Yakup

Bunu kendine üç kez söyledi

Ben, yani ‘Yakup!’ her türlü çağırılmanın olağan şekli

Daha hiç çağırılmadım

Biri olsun ‘ Yakup!’ diye seslemedi hiç

Yakup! “

  Şiire konu olan Yakup’un bilinci fazlasıyla açık! İstekleri sosyolojik sınırları zorlayan derecede büyük ve önemli!

  Ya Tekirdağlı Yakup? Üzerinde uydurma bir kaban, başında siyah bere ve elinde her daim bir poşet! İçinde kim bilir neler var? Belki de kurumuş bir ekmek dünden kalan. Atamayacağı kadar değerli, bir kediye, köpeğe ve kuşlara ayırdığı kırıntılar…

  Yakup için büyük insanlık şunları düşünecektir; “ Kendi halinde bir insan! Zavallı! Şekerlinin birisi!” Daha kim bilir kaç insan hali savuracaktır ortaya. Her savurma söz, kendimizi büyük insanlığın-sürünün içinde daim, anlaşılır ve kabul edilir kılmaktan başka nedir?

   Maddenin dört hali var. Ya insanın? Öfkelenen, sabır çeken, kimi derviş kılığında, kimi kahraman, kimi hırsız ve kimi vahşet saçan insanın kim bilir kaç hali dolaşıyor şehirlerin, kasabaların, köylerin içlerinde.

  Tekirdağlı Yakup da insanın hallerinden başka bir şey değil. Biraz, kılığına kıyafetine, söz sanatına değer verse bir derviş veya bilge gibi dolaşacak; üzerine bastığı ayakkabılarıyla sürüklemeye çalıştığı ağır aksak bedeniyle…

  Yakup, bildik insan manzaralarından çok öte bir Yakup. Şiire yansıyan Yakup gibi kimse tarafından “Yakup” diye seslenilmediği için şikâyetçi de değil. Acaba, kendi kendine sesleniyor mudur şairin arkadaşı olan Yakup gibi;

“ Ben, yani Yakup, her türlü çağırılmalın olağan şekli

Daha hiç çağırılmadım.

Biri olsun ‘Yakup’ diye seslenmedi hiç

Yakup!”

 Güven SERİN



22 Mayıs 2021 Cumartesi

YÜKSEK TOPUKLU KÖY ÖĞRETMENLERİ

 


İnternet

                              YÜKSEK TOPUKLU KÖY ÖĞRETMENLERİ

 

  Sanırım 1970’li yılların ortasındaydık. Türkiye nüfusunun 40 milyon olduğu ve Kıbrıs Türk Federe Devleti'nin kurulduğu yıllar… İlkokul üç veya dördüncü sınıf öğrencisi olmalıydım. Tahta tabanlı sınıftan beton tabanlı sınıfa geçtiğimiz zamanlar yaşanıyordu.

   Paşaköy’ün yaz günü, çocuklar için, özelikle haylazlık zamanları; çocuk krallığı yaşanmaktaydı. Severdik yaşadığımız yerin kırlarındaki sınırları arasında devriye gezmeyi; tıpkı yabanıl canlılar gibi…

  O günün akşam vakti, günün geceye doğru ilerlediği zamanlar köy içi devriyesindeydik. Kapısı sağlam olmayan, çocuklara düşmanlığı olmayan her avluya girip çıkardık.

  Bizim mahalleye ait olmayan yerde, Süleyman ağabeylerin avlusunda geziniyorduk.(Namlı) Hemen okulumuzun kuzeydoğu yönünde bulunan, Hasan Efendilerin evinin arkasına kalan, köy öğretmenlerine kiraya verilen evin yanından geçiyorduk.

  İlk dikkatimi çeken, genç kız-kadın öğretmenlerin yaşadığı evin küçük sundurması ayakkabılarla doluydu. Genç kız ayakkabıları, annelerimizin, ninelerimizin, yenge ve teyzelerimizin ayakkabılarından çok farklıydılar: Yüksek topukluydular…

  O an, saygı ile hayranlık arası ve aynı zamanda bir baskın içgüdüsel otokontrol içinde izledim; zarif, bakımlı ve yüksek topuklu köy öğretmenlerinin ayakkabılarını. Renk renktiler. Bildiğim kadarıyla iki öğretmen kaldığı halde, ayakkabılar daha fazla insanın olduğunu gösteriyordu. Belki de diğer köylerden onları ziyarete gelen öğretmen arkadaşlarının ayakkabılarıydılar…

  O günler, şehir ekmeği moda idi. Bugün kaçınılan beyaz ekmek… Yüksek topuklu ayakkabılar da şehri anlatıyordu. Uzaktan baktığımız şehirler; insanın, beton barınakların bol olduğu dünya…

  Bilemezdim o zamanlar, o ayakkabıların sahibi öğretmenlerin de yüksek heyecanlarının köy ile şehir arası yeşeren bir yolculukta olduğunu…

  Büyük, gösterişli manzaralar; dağlar ve ormanlar uzaktan bakınca çok gösterişli ve zariftirler. Tıpkı yüksek topuklu köy öğretmenlerinin, Köy Enstitüleri’nden kalan ayrı bir savaşın içinde olacağını, aydınlanma ile duraksama-direnme arasında bir bariyer ve aynı zamanda öncü birer fert olacaklarını bilmiyordum…

  Bildiğim tek öğretmen; Nermin, Recep, Tuncay ve diğer birkaç öğretmen; kararlı, yorgun ve ciddi bir yaşam yükü içindeydiler. Onlarda bilemezdiler; şehirlerin ve yüksek topukların da çok daha fazla büyüyeceğini ve “köy” denen yerin bir gün KIT hale geleceğini…

  O yıl Semiha Yankı, Eurovision şarkı yarışmasında Türkiye’yi temsil ediyordu.”Seninle Bir Dakika” diye şarkıyı seslendiren buğulu bir ses…

  O günün akşamüstü, günün geceye süzüldüğü vakitler, yüksek topuklu köy öğretmenlerinin ayakkabıları bir dönüm noktası gibiydi. Köy ile şehrin arasında duran ince bir çizgi. Tıpkı, Yunanistan ile Paşaköy arasındaki ince çizgi; Meriç Nehri gibi; akmaya, dönüşüme ve kavuşuma mecburduk…

  O şarkı, yani bizi-ülkemizi temsil eden şarkı birinci olmaktan çok uzaktı; 13.olmuştu olmasına ama sözlerini 45 yıl sonra tekrar dinlediğimde, insanın, hatta insanlığı aradığı şeyi anlatıyor; SEVMEYİ…

  Sevmenin bir ömür sürdüğünü, sevişmenin ise bir dakika sürdüğünü anlatan sımsıkı bir söz; insan ruhundan, belki de çok ötelerden süzülmüş bir sosyolojik haykırışı, buğulu ve yüksek topuklu köy öğretmeni zarafeti içinde haykıran bir sanatçı…

  Ne diyordu Semiha Yankı;

“ Seninle bir dakika umutlandırıyor beni

Bir dakika, siliyor canım yılların özlemini

Seninle bir dakika umutlandırıyor beni

Bir dakika, siliyor canım yılların özlemini

Hasret tükenmez gibi, kavuşmak bir dakika

Sevmek bir ömür sürer, sevişmek bir dakika”

Güven SERİN