31 Temmuz 2012 Salı

GERÇEK SAF GERÇEK

Kamera; Güven Çıralı

Bir ömür geçer sarayları,villaları,yalıları ararken.
Oysa hasret gideriz küçük ve samimi bir kulübeye. 

Kamera; Güven  Çıralı-Olympos

Gözcü saf gerçeği görebilmek için bakar uzaklara.
Belkide aranası saflık çok yakınındadır insanın
görememenin körlüğü içinde tüketirken şamatalı
hayatları.

Kamera; Güven   Olympos Dağı

Uygarlıklar dağ ve ormanların yüreklerine sığınmışlar. 
Dağ ve orman ne sakladığını bilir onun önünde 
eğilir de göçebeliğe doymamış soylu halkım
aymazlığın talanlarına bir türlü doymaz

GERÇEK SAF GERÇEK

  Gerçek düşüncenin seslenişleri ne hazindir ki bu günün aranan besini; beslenme şekli değildir. Gerçek ne zaman arandı acaba? Hangi kör, hangi aydınlık zamanlarda? Hangi uygarlıklar gerçeğin peşinden koştu; bilen varsa beri gele…

  Filozoflar, yazarlar, şairler ve sanatçılar olmasaydı “gerçek” yerçekimli dünyadaki büyük kavgaların içinde tükenip giderdi. İzine bile rastlayamaz, masallardaki güzellikleriyle avunamazdık bile. Platon; “her şey akar” demiştir. Gerçek de akıp giderdi, onu arayanlar, kollayıp, yaşatmaya çalışanlar olmasaydı.

   Bazı insanlar yaradılışları gereği, ruhlarını inceltmekle meşguldürler. Seslerini, seslerine hükmeden ruhlarını bir ömrün içinde terbiye edeceğim diye didinip dururlar. Ederler de kendilerince. Çünkü tabiatın hassas adaleti, hiçbir emeği, arayışı karşılıksız bırakmama üzerine kuruludur. Yeter ki yolculuğunuz; saf gerçek yolu olsun… Elbet zordur ve neredeyse imkânsızdır; günün güzel uygarlık koşulları karşısında.

  Gerçeğin, saf gerçeğin peşinde koşanlar; her kim olursa onlara büyük minnet ve şükran borcu içinde olduğumuzu biliyorum. Bu insanlar, yaşadıkları hayatlar ve koşullar hangi şartlarda olursa olsun aradıkları saf gerçeğe inanmaktan bir gün bile şaşmazlar. Onları güçlü ve inatçı kılan; kalıcı kılan da budur. Yağmurun, çamurun; çimen ve çiçek koktuğunu bilir onlar. Yağmalamak yerine uzlaşarak yaşamayı, almaktan çok vererek huzur bulmayı çoktan öğrenmişlerdir.

  Böyle yaşamış, bir ömrü, saf gerçeği arayarak geçirmiş Salah Birsel’i huzurlarınıza getirmenin büyük onurunu yaşıyorum.

  Değerli sanat insanı; gerçeğin büyük eserine kimi bir mühendis, kimi bir mimar, kimi de sırtı terli bir işçi gibi katkı yaptınız. Size şükranlarımı iletiyorum. Huzurunuzda eğiliyorum. Gerçeğe, saf gerçeğe bir tek tuğla da olsa bende koymak istiyorum. Gerçeğin tozu-toprağı benim de bedenime bulaşmasını istiyorum. İstiyorum ki gerçek dışılığın bu korkunç girdabında muhteşem bir dünyada, her gün zavallı bir ölüm korkusu, kaybetme garipliği yaşamayım!

 Sayın Birsel, “gerçek” adına bize ne anlatırsın?

  “Otuz beş yıl önce kaleme aldığım bir düz yazım benim fikirlerimi sizlere; Tekirdağ’ın değerli okuyucularına tekrarlamak isterim;

  Alay ve yergi benim iki gözüm, iki elimdir. Onlarsız hiçbir şey öğrenmem, hiçbir şeye dokunamam. Ben kendime, kendi nefes alışıma, kendi duygu ve düşüncelerime de hep yergi ve gülmece-güldürmece diyebileceğimiz humour ile yaklaşmışımdır. Öyle sanıyorum ki, gerçeği yakalamak isteyen ve gerçekten daha büyük bir gerçek olmayacağına inanan her sanatçı da bu yolu tutar. Bir Latin yazarı, sanırım Cicero, şöyle demiş; ‘Ben Eflatun’u severim, ama gerçeği daha çok severim.’

  İşte gerçeğe bir kez tutuldunuz mu, her adımı onun doğrultusunda atar, sonunda bütün fincancı katırları da huylanmaya pek heveslidirler. Çünkü insanların çoğu, özellikle de zorbalar, tek ayağı üzerinde bin yalan kıvıranlar, ağzı açık hayran budalaları, fırıldakçılar, kara haberciler, kazı koz anlayanlar, Nixon burunlular, cart curt ötenler, uzaktan merhabacılar, kahve falına inananlar, maşa varken elini yakanlar, sürü sepet gülenler hep kendilerinin övülmesini isterler. Eh, siz de bunları koltuklamaya, ya da piyazlamaya kalkınca, alay mı desem, yergi mi desem, gülmece-güldürmece mi desem, her ne karın ağrısı ise kendiliğinden ortaya çıkar.

  Benim kimi nişan noktalarım vardır. Zorbalığın yeryüzünden kalkmasını, insanlık sevgisinin-varsa eğer-yaygınlaşmasını, doğruyu söylemenin saygınlık kazanmasını, gerçeğin kapı arkalarında durmayıp salonun başköşesine kurulmasını, iyi işlerin kötü diye gösterilmemesini isterim.

  Değerli olma yolunda değerler yaratan dostlarım; bu tümcelerde biraz da olsa gerçeğe yakın olduysanız, içinizdeki insanlık güneşi, tüm tabiatı, evreni aydınlatma yaramazlığı yapmak istiyorsa; o gizemli mağaradan dışarı çıkınız. Bütün korkular, büyük insanlığın korkma duygusunu tetiklemek, izaha sokmak, sömürmek için yaratılmak istenir.

  İşte bu yüzden, korkuları, talanları, zorbaları gerçeğin; saf gerçeğin sanatsal duruşu korkutur. Bu yüzden öldürülmek istenen, bir insanlık yaşam biçimiymiş gibi öne sürülen; öldürmezsen ölürsün-yaşamak için öldürmek-talan etmek felsefeleri, koca bir yalanın ta kendisidir. En büyük güç ve gerçek; aklın sanat ve felsefe aynı zamanda öğrenme açlığı ile buluşmasından ibarettir…

Güven Serin
  




28 Temmuz 2012 Cumartesi

ACAYİP BİSİKLETÇİ

Kamera;Güven  Çıralı-Antalya

Çam ağacı Akdeniz'in hemen kıyısında
benim çok yakınımda. Hüzünlere el sallayıp
coşkuya minnet, yaşama şükran sunduğum
bu güzel yerde.

Kamera; Güven Çıralı-Antalya

Bir yudum şaraptan korkanlar, bir salkım
üzüme,bir tas suya nasıl şükür ederler?
İnsan aklıdır; zararı faydaya dönüştüren.
Bir yudum şarap, bir yudum su kadar değer
kazanır,kalbin sevgisi,ruhun güzelliğiyle
kavuşursa.


Kamera; Güven Olympos-Antalya

İç içe geçmişliğin var oluşu ile; orman ve antik
şehir; kadın ve erkek gibi yakınlar birbirlerine.
Gizemli bir yer. Bir keçi, bir gezgin, bir aşık
ruhu ile getirilmeli bedenler buraya.

ACAYİP BİSİKLETÇİ



 Acayip kelimesi aynı zamanda “ucube” anlamına geliyor. Ucube kelimesinin geçmiş hatıraları nefreti, kavgayı anımsattığı için özellikle “acayip” anlamını kullanmayı tercih ettim. Sanki daha uslu, başlı ve elle tutulur cinsten…

 Kendisinden söz etmek istediğim acayip bisikletçi 25 numaralı dükkânda esnaflık yapıyor. Acayipliği ise dükkânın iç düzeniyle ilgili bir durum. 25 numaralı dükkâna dükkân demek mümkün müdür onu da bilemiyorum! Depo desek, kiler, ambar desek yine de tam anlamıyla olmayacak. Bir samanlık diyebiliriz belki; ağzına kadar dolu bir samanlık deposu.

 Acayip bisikletçi dükkânını ağzına kadar doldurmuş durumda. Bisikletlerle ilgili ne varsa hepsini oraya atmış. Eski bisiklet parçaları daha arkada, yeni bisiklet parçaları ise biraz daha önde olmak şartıyla, dükkân eşiğe kadar dolu. Altmış yaşlarında dinç ve çalışkan bir acayiplik içinde dükkânının içinde değil de dışında çalışan bir adamın ilginç hikâyesi…

 Acayip bisikletçinin çalışma alanı, işyerinin tam ön kısmı. Çünkü içeriye girmesi mümkün değil. İlk bakışta aklınız almıyor, büyük bir şaşkınlık yaşıyorsunuz. Düzen, intizam hiçbir şekilde yok. Benim gibi bu acayip bisikletçiye işiniz düşünce bütün acayipliğini unutup ona büyük bir teşekkürü bile yapmaktan geri kalmıyorsunuz.

 Bir gün Doğa Irmağın bisikletinin tekeri patlamış, orası-burası onarılacak hale gelmişti. Kısacası bir yıldan beri bakımı yapılmamış durumdaydı. Bu acayip bisikletçiyi o zaman tanıdım. Çekinerek gittim ağzına kadar dolu dükkânın önüne. Neredeyse bir metrelik yerde çalışan acayip bisikletçi ihtiyacı olan parçayı içerisini biraz karıştırınca hemen buldu. Yaklaşık yirmi dakikada teker onarılıp bisiklet bir güzel gözden geçirildi.

 Acayip bisikletçi dükkânına önem vermediği, bütün malzemeleri gelişi güzel dizmeden attığı doğru! Ama bir doğru daha var; işine oldukça önem veriyor. Yani iyi bir usta; elleri durmadan çalışıyor. Bekletme gibi, işi erteleme gibi bir niyeti yok. Ellerindeki marifet dükkân intizamı ile tam tamına ters orantıda olsa da, esas işin ellerinde gizlendiğini daha sonra anladım.

 25 numaralı dükkânın yanından gelip geçtikçe acayip bisikletçiyi de izledim. Neredeyse vaktinin büyük kısmı dükkânının hemen önünde geçiyor. Ağzına kadar dolu olan dükkânının kapısından sadece bir malzeme ihtiyacı olunca bedenini içeriye doğru uzatıp, lazım olan parçayı hazine odasından çıkaran hazineci başı gibi dikkat buyuruyor.

 Acayip bisikletçiyi izledikçe insan denen canlının esas marifetinin içinde, ellerinde ve inancında olduğunu gördüm. Büyük şatoların, sarayların, bin bir türlü mimariyle kutsanmış mekânların insana sevgi ile yaklaşan sahipleri yoksa esas işleri insana yönelik hizmet değilse ne işe yarar?

 Bu ülke kaybedişin kenarından, yok oluşun bütün planlarının kıyıcığından kurtulalı yüz yıl bile olmadı. Biraz tarih ve biraz gerçeklere dayalı öğrenmek ve bilmek istiyorsak, fukaralığımızın azimle, inançla, insan zekâsı denen askeri, felsefi, politik hareketlerin gerçek bir Kurtuluş Savaşına dönüştüğünü hepimiz biliyoruz. Kağnıların, çarıklı ana-babaların inandıkları sevdikleri uğruna en kıymetli canları nasıl feda ettiklerine tanıklık ettik. Ağır bedeller ödendi…

 Ya şimdi! Ne adaletimiz, ne de koskoca binalara kurulmuş bakanlıklarımız, müsteşarlıklarımız yeterince halka yakın! Tartışmalar, çözül yolları, farlı düşüncelere tahammüller sıfır noktasına; yani donma noktasına gelmiş durumda.

 Şimdi soruyorum; büyük, gösterişli binaların büyük ve gösterişli efendilerinin marifetleri halkını sevmek, halkının huzurunu en üst seviyeye taşımak değilse; büyük gösterişler, düzenli eşyalar, olağanüstü güvenlik önlemleri, koruma orduları; halkın ne işine yarar. Halk vergi verdikçe devleti idare edenlerin sarayları, çalışanları, hizmetkârları daha da büyür ve inanılmaz bir halk kopukluğu yaşanır.

 Her gün 25 numaralı bisikletçinin yanından geçerken bu acayip bisikletçiye imrenerek bakıyorum. Dükkânı gelişi güzel ve ağzına kadar, gerekli-gereksiz eşyalarla dolu! Sizi ağırlayacak bir tek iskemlesi bile yok. Ama sizin derdinizi çözecek aklı, isteği ve marifeti var. Ve oraya bisikletiyle ilgili sorunu olup da gelen ve huzurlu ayrılmayan bir insan yoktur diye düşünüyorum. Çünkü bu acayip bisikletçi, bozma, yıkma, talan etme adına değil; fayda ve üretme adına var…

 Artık moda haline gelen büyük binalar, halka ve hakka hizmet için olsa, birkaç metrede ve bir kulübede bile neler olmaz? Şehri yöneten bir acayip bisikletçi olsa ve onunu insanları ağırlayacak bir yeri olmasa, ama insanların sorunlarını çözecek elleri, aklı, isteği ve inanmışlığı var! Şehrin kaderi çok daha farklı olurdu, diye düşünüyorum.

 Sanıyorum çok büyük binalarda oturmak, en iyi kumaşlardan giyinmek ve çok süslü-alımlı sözler bir şehri iyi yönetmek için, bir halkı mutlu etmek için hiçbir zaman yeterli olmayacak. İşin sırrı, bir acayip yönetici olmaktan geçiyor; inanmışlığın sevgi ışınlarıyla donatılmışlığın mayasıyla yoğrulmak gerekiyor.

 Güven Serin












26 Temmuz 2012 Perşembe

DENİZ ve DALGALAR


                 Kamera; Güven          Dalgalar ve Çocuk -  ERDEK





                                 DENİZ ve DALGALAR

  Yaz günü ve güneşidir deniz kıyısını insanlarla dolduran. Bebekler, çoluk-çocuklar, kadın ve erkeklerle; her yaştan insanların bin çeşit renk ve tonlarıyla şenlenir dalgaların türkü söylediği yerler.

  Her yaşta insan, denizin serinliğine, tuzun iyileştirici şifa gücüne koşarlar. Bir çocuk, oldukça zayıf bir çocuk oynuyordu günün erken saatinde. Deniz de bir çocuk gibi kıyıyı yalıyordu korkunç olmayan masum dalgalarıyla.

  Deniz, düne göre daha bir coşku ve heyecan içinde ses veriyor; sıska çocuğun iki kürek kemiği yerinden çıkacakmış gibi durmasına rağmen, dalgaların kıyıya her yaklaşmasında çocuk, iyi bir sporcu gibi yukarı fırlıyordu. Anlaşılan o ki, koskoca deniz ile küçük sıska çocuk oyun oynuyorlardı.

  Dalgaların taşıdığı sular, kuru kumları ıpıslak yaptı. Islanan kum taneleri, bölünen çakıl taşlarının, bölünebilecek en güzel zamanının yumuşak-esnek duruşunu sergiliyor; üzerine basılan her ayağın bedenine huzur sunmayı da ihmal etmiyordu.

  Denizin yükselişi, insan kulağına erişen gürültüsü arttıkça sevişmenin arınmaya, rahatlamaya giden telaşı ve yorgunluğu da artmış gibi görünüyor; denizin içinde yaşama veda etmiş yosun ve bitkiler; o büyük temizlik adına birer birer kıyıya geliyorlardı. Bu bir iç temizlik olayıdır. Kimi yosunlar siyaha, sarıya; kimileri ise daha capcanlı pırıltılar saçan yeşil renkleri taşıyordu.

  Siyah yosunların hayatla bağları kalmamışa benziyordu. Sarılar ise geçiş zamanı içinde ne siyah, ne de yeşil renge aittiler. Yeşiller, çok küçük ve cılız yeşil yosunlar, dalgaların coşmuşluğuna hayran hayran bakarken köklerinden kurtulmuş olmalıydılar.

  Denizin upuzun kıyı şeridinin ince kumları, hasır gölgelikleri, buz gibi limonata taşıyan garsonları, kahveyi iyi pişiren Mustafa ustanın bulunduğu yere çok yakın; kimi kitap okuyor, kimi yazılarımı not alıyor; kimi ise insan denen canlının medeniyetlere bakan gözleriyle etrafı seyrettim.

  Dalgaların hemen bittiği yerde; kuru kumlar ile ıslak kumların yanı başında, insan marifeti ile örülmüş hasır gölgeliğin altında, kahve içmek de güzel, çay içmek de… Aynı zamanda düşlerin içine girip, bugüne el sallamak da, düşüncenin saygın ipine tutunup, girdaplardan kurtulmak da ayrı bir güzel…

  Kıyıya yayılan kozmetik; kadın kokuları iç içe geçmiş tanıdık kokuların yanında gizemli, loş ve koyu gölgeli orman kokularının iç gıcıklayıcı iletisini de yapıyordu. Siz, size ait kokunun büyülü gücüne insani bir aşkla bağlıysanız, size çağrıda bulunan diğer kokuların güzel bir gösteri yapmaktan öte hiçbir önemleri yoktur.

  Sıska çocuk kıyıdan; kuru kumları o küçük avucunun içine alıp denizin birkaç metre içine dönüyordu. Sonra, avucunu denize paralel tutup, kumları imbikten aşağı döker gibi suya teslim ediyordu. Dökülen kumların deniz için hiçbir faydası ve zararı olmadığı gibi, alınan kumların kıyı için de hiçbir zararı ve faydası yoktu. Bu çocuğun denize, öğrenmeye duyduğu güzel ihtiyacın tekrarlarından oluşan eğitim ve öğretiminin dersiydi.

  Sıska çocuğun elinden aşağı doğru akan kum taneleri; güneş ile birlikte süzülüyordu denize doğru. Denizin kıyı şeridi bu yüzden sımsıcaktı. İçinde kumlar olduğu gibi güneş de vardı. Bizi var eden güneş… Var eden su…

  Çocuk, kıyıdan ne kadar kum alırsa alsın, açılan küçük çukuru, yükselen deniz dalgaları bir savacı titizliğinde dolduruyor üzerine güzel bir cila çekiyor; tabiatın şaşmaz dengesini harika bir centilmenlikle izah ediyor.

  Deniz dalgalarla birlikte içindeki fazlalıkları; çer-çöp ve ölü bitkiler; dışarıya atılacak ne varsa; ölü ve yorgun balıklar, küçük haylaz denizanaları; hepsi kıyıya, kıyıdaki kum mezarlığına bırakılıyor.

  İnsanın oluşturduğu mezarlıklar, sessiz olurken, denizin kıyıda oluşturduğu mezarlık; insanların sesleriyle, beden ve nefesleriyle dopdoluydu. İnsan kendi ölümlerinden korkar, deniz kendi ölümlerini hiçbir korku oluşturmadan boşaltır sıcak tuzlu kumların üzerine.

  Denizin bağrından çıkan her türlü artık, sanki benle yüzleşir gibiydi. Hâlbuki deniz-dalgalar kimse ile yüzleşmiyor, doğal döngünün muhteşem hatırına. Bu bir tekrar, var olma ve var etme sanatından başka bir şey değildi. 

  Deniz dalgasız, kum da çakıl tanesiz olmaz. Denizin kıyısı kumlarla doluydu. Renk renk küçük çakıl taşları, zanaatkar bir ustanın elinden çıkmışçasına kaygan ve parlak görünüşleriyle her türlü insan dışı figürü anlatıyorlar. Bütün her şey olması gerektiği gibi kendi doğasına uygun davranıyor; deniz de, dalgalar da, dalgalara teslim olan çer-çöp, yosun ve denizanaları…

  Bütün bu güzellikler karşısında karaya ne zaman ayak bastığı, düşünmeyi ne zaman keşfettiği bilinmeyen insan, on binlerce yıldır kendi doğasını arıyor. Bir türlü bulamadığı doğasını… 
Diğer canlılara da doğal gereksinimin içinde, doğal ve gösterişsiz saygı duyacak, istila ve gasp etme duygularından arınmış, paylaşılamayacak büyüklükteki evreni bilen ve dünyada ki konukluğuna kötü bir geçmiş bırakmadan yaşayacak insan; insanlık bir gün, deniz ve dalgalar kadar doğal olabilecek mi acaba? 

  Belki de insan kendi doğallığını yaşıyor da akıl ile ters düşenler bize doğa dışı gibi, olağanüstü gibi geliyor; belki de burada aklın vicdanı yanılıyor; kim bilir!

 Güven Serin

24 Temmuz 2012 Salı

ÖLÜMÜ YAŞAMLA DOLDURMAK


Kamera; Güven Akropol-Bergama

Bu diyar taşların, tepelerin zanaat ile
buluştuğu diyar.
Taş koridorlar insan beynindeki kıvrımlar
gibi gizemli arayışların sevinçli 
buluşlarına doğru yol alıyorlar. 


Kamera; Güven Akropol-Bergama

Uygarlıkları yer üstüne çıkarma becerisini
felsefe ve sanat ile buluşturmak belki de
yer altı inişlerin, toz-duman oluşların da
sihirli cevabını bulmamıza şans verecektir.


                               ÖLÜMÜ YAŞAMLA DOLDURMAK

  Kolay bir şey midir; ölümsüzlüğü hayal ederken teslim olmak ölüme? Ağır ağır, kırıntı kırıntı ilerleyen ömür saati, hangi yaşam çılgınlıklarıyla doldurulmalı ki, ölüm yaşama dönüşsün?

  Bu zalim ve kaçınılmaz ölümü kim bilir kaç insan sorgulamıştır. Kimi bir ömür bir arpa boyu yol alırken, kimi o ince çizgiye, ölümü yaşamla doldurma zenginliğine ulaşmış, satırlara, öykülere geçen yaşam elbiselerini gönüllü olarak bırakmışlardır.

 Yaşamak zor sanattır. Bu sanatın sonu ölüm ise, kaçınılmaz olduğu biliniyorsa, bir de sürpriz vurgunlar peşimizi şımarıkça, zalimce takip ediyorsa; yaşamı, yaşarken berbat etmenin faturası bize; biricik bedenimize kesilecektir.

  Her filozof, düşünen kişi, bu zalim ölümü sorgulamıştır. Gelinen noktada kendi içsel huzurunu yakalayanlar, hayatın zenginliğini farklı yönlerde arayanlar yaşarken ve ölüme yaklaşırken dahi daha da yaşamla doldurmaya başlarlar bizi bekleyen o gaddar ölümü. Hızla ruhsal çıplaklığa doğru yol alırlar. Bedenin gösterişinden sıyrılmanın bin bir çaresini arar, gururu, onura, büyük kazançları mütevazı yaşam biçimlerine dönüştürürler. Kaybedecek ne kadar şeyimiz varsa, o kadar korkar, o kadar telaş eder ve can sıkıcı çarelerden medet ummaya başlarız. Her kazanma isteği, daha fazla ve daha fazla vurulacak kamçı darbeleriyle, insan zekâsının güzel-soylu hileleriyle buluşmaya başlar.  

  Yaşamla dolduramadığımız ölüm kaçınılmazdır… Acımasızdır… Bu yüzden sanata, felsefeye hayat vermiş Abidin Dino hasta yatağında büyük acılar içinde yaklaşmıştır ölüme. Bildik korkulardan değil, ölümü çare olacak onu kurtaracak bir dost edasıyla seslenmiştir Dino;

“Ölüm mü; ne büyük bir buluş!” Bu sözü ancak acıların yoğunluğunu yaşayan, çareyi yaşam içinde bulamayan ve hayatın diğer bölgelerine dokunarak anlamlı, içi doldurulmuş bir yaşam süren insan icat eder. Ve ölüm böyle bir şeydir; beden yaşamaktan vazgeçti, dayanılmaz ağırlar, sızılar terk etmediyse bizi.

  Hayatla, hayatın bütün getirileriyle barışık yaşayan insanlar vardır çevremizde. Bakışlarındaki doluluk, yüzlerindeki ışık, bize sundukları bilgelik, beş on kelimeden öte geçmese bile, yaşam sanatının asıl olan güler yüzlü, zengin gönüllü olabilme şansına sahip olmuşlar; karşılaştıkları her türlü olayı kendi görgü, bilgisi ve kabul edişiyle selamlamışlardır.

 Yaşam; yaşamak ölürken bile; öleceğimizi bile bile güzel ve tarifsiz bir dünya olayıdır. Görkemli evrenin bilinen tek canlı gezegeni; sırlarıyla, gizemleriyle birbiri içine geçmiş bir sürü yaşam formatını taşıyor.

  İnsan denen canlıya diğer canlılardan öyle üstün özellikler sunulmuş ki paha biçilemeyecek kadar değerli. Nedir diyecek olursanız; AKIL derim. Hislerimiz derim… Ama bu akla, bu hislere ve sezgilere, öğrenme açlığına sahip olan insan; sürekli savaş, kargaşa, yetmezlik ve tarifsiz acılar içinde; neden? Çok, çok iyi bir soru; neden? Yaşam sanatını büyük bir oburluk gibi görmemizden… Dedelerimiz bir hırka, bir lokma ile mutlu ve huzurlu oluyor, sekiz-on çocuk yetiştiriyorlarken, bizler, bir çocuk yetiştirme arbedesi içinde neredeyse telef oluyoruz.

  Kendi hayatımızı yarış atının düzenine soktuğumuz gibi çocuklarımızı da yaşam telaşı içindeki büyük koşuda, ne çocuk, ne de insan olarak görmüyoruz. Hâlbuki yaşam, ölümü algılamamızı sağlayan biricik yaşam, her yaşın yaşama zamanını tanıdığı zaman, zengin düşünme ve algıları oyunla, mizahla arttırdığımız zaman esas ve büyük anlamına kavuşur.

  Ölümü yaşamla dolduran, dünya zamanının her türlü çilesini, neşesini tutarlı ve temkinli bir görgü ile karşılayan insanların da derin seslenişleri, tarifsiz özlemleri vardır. Füsun Akatlı dostu Tomris Uyar’ın erken ölümü üzerine haykırışı şöyle olmuştur;

“Hiç durulmadan akan sudur o. Çakıl taşlarından seken, engebeleri aşan ritim kazanan, gözü-kulağı yanıltan, toprağa emilen, göl olup taşan, güvendiren, yeşerten, setini yıkan, yeniden sabırla kaynaktan baş veren.
Bunu şaşırtmak için yapmayan; ama şaşırtan, içsel enerjinin efendisidir.”

  Ölümü yaşamla doldururken eğlenirsiniz. Duygulanırsınız. Taşkınlıkları taşacak suları çevreye zarar vermeyen mimari kanallarla çözümlemenin yorgun keyfini de yaşarsınız. Öleceğinizi bilerek; öykülere, şiirlere, çiçeklere, sevgilere, seslere, evrene benzeyen derin ve sonsuz bakışlara akarsınız…

  Sonlu olsa bile aşkı yüceltir, koruma altına alan insan erdemini keşfedersiniz. Yaşam davulları ölüme yaklaşan töreni her zaman neşelendirmek, hatta biraz da oyalamak için çalarlar.

  Yaşamı, yaşarken yaşamla dolduran Salah Bersel’de ölüme yaşamla katkı verenlerdendir. Birsel kendi katkısını bir yazısında biz insanlara armağan etmiş;

“ Dört davul görürseniz birine vurun. (…) Üç güzel görürseniz birini sevin. Siz siz olun on kitap buldunuz-sa… Beşini okuyun!”

Güven Serin 
  



17 Temmuz 2012 Salı

KARŞI KIYI


  Kamera; Güven    Erdek

       Gizemlidir gece gelinen yerler. Sınamak ister sizi,bilinmeyenleriyle.
  Bilmek ve görmeye koşulsuz insan bedeniyle gelmişseniz, tapınağın 
  dehlizlerinden geçer gibi geçersiniz günün içine.




Kamera; Güven     Erdek-Merkez

    Bu diyar Çınar ağaçlarının krallığa kurulduğu yerdir. 
Gölgelerinden yana hiçbir şüpheniz olmasın; varsa bile 
şüphe tohumları, çınarın koyu tohumlarıyla mayalanacak,
şüphe-sizliğin dinginliğine kavuşacaksınız.




  Kamera; Güven   Erdek Cuğra Mevkii.


  Çocuklar severler kumda oyun oynamayı. Oyun oynayan
çocukları da kumun kıyısındaki deniz sever; oyun oynuyorlar diye.



Kamera; Güven Cuğra Erdek-Yücel Otel

Yıldızlı bir yer sevenlere değil, doğa ile iç içe, el ele,
yaşamak ve yaşamdan birkaç günü hatırlanası
bir ömür içinde anmak adına "kalınacak" bir yer.


Kamera; Güven Cuğra Erdek

Narin bedenleri taşıyan ayaklar doğallığın
hatırına yürüyorlardı gün sonu gelecek akşama
doğru. 


Kamera; Güven Cuğra Erdek

Hareket bedenin son nefese kadar en iyi
dostlarından birisidir;tıpkı beynin dostları kitaplar,
sanatlar olduğu gibi.


                            KARŞI KIYI

  Erdek Kasabası Tekirdağ’ın karşı kıyısında, güney ve kuzey rüzgârlarının estiği yerdedir. A bugün, A yarın derken yaş kemale erince uğradım bu diyara.

  Barbaros Kasabası’ndan kalkan gemi güzel deniz Marmara üzerinde suları yara yara ilerledi. Marmara Denizi, her şeyiyle bizim, bize benzettiğimiz denizimiz. Balıklarını tüketip, kıyılarını yağmacı kültürüyle katlettiğimiz efsanelerin uçuştuğu, iç içe geçtiği büyük suyun dalgalandığı büyük çukur… Marmara Denizi, diğer denizler gibi tonlarca ağırlığındaki gemileri, şaşmaz bir mühendislik gereği üzerinde taşırken, elli-yüz kiloluk yüzme bilmeyen, bilip de büyük gösteriye özenenleri ise içe; derinlere çeker.

  Barbaros Erdek arası çalışan gemiler özellikle ağır taşıtları; kamyon ve TIR’ları taşıyorlar. En önemli konukları da şoförler oluyor. Kooperatife bağlı olarak çalışan bu gemiler yılın her mevsimi, her ayı kıyıdan kıyıya, kıyıdan adalara yol alırlar.

  Saat 17.00 da kalkması gereken gemi iki saat gecikmeli olarak 19.00’da kalktı. Rekabetin olmadığı her yerde hizmet aksar, sunulana razı bir kaderin soylu kucağı bizi bekler. Ne hazindir ki bu güzel ülkenin turizm çılgınlığı yaşaması gerekirken, plansızlığın, korkunç gösterişlerin büyük ziyanları-kayıpları yaşanıyor. Sırf bu yüzden, doğalıktan, taştan ve ahşaptan, bizi anlatan ve bize bir lütuf içinde kalmış uygarlıkları sahiplenemeden dolayı, neredeyse bedavaya pazarladığımız güzel ülkemizi; kendi insanımıza ise lüks görmenin gururunu hâla sürdürüyoruz; ne hazin…

  Dört saatlik yolculuk geçmez gibi görünse de denizin bin bir bereketi adına faydaya dönüştü. Çantamda yeterince kitap bulundurmanın huzuru,  kitapseverlerin bildiği, en zor ve sıkkın zamanlarda sarıldığı huzurlardan-dır. Her kitap, kendi dünyasını, kendi uygarlığını sunar bize. Kitaplara düşkünlüğünüz dışsal karmaşalardan arınmaya başladıysa, yazanın yazma amacını, bilgisini-bilgiçliğini, öğretisini, hoyratlığını iyi irdeler; bazı cümlelerin, felsefelerin önünde yerlere kadar eğilirken, bazılarına zımpara atar, yanınızda ruhunuzun deposunda bulunan vernik ve ciladan sürersiniz. Hatta bazı cümlelere biraz patak atmanın keyfini de yaşamınıza katarsınız.

  Gemi yolculuğumun kitaptan başka seçeneği; Tır ve kamyon şoförleri ile sohbet olduğunu anladım. Konuşmaya istekli, anlatacak çok şeyi olan, binlerce öyküye, yaşam karalıklarına-beyazlıklarına tanıklık etmiş şoförler, binlerce ameliyat görmüş doktor kadar soğukkanlı anlatırlar yaşadıkları en sıcak olayları. Mizahın da ustasıdırlar; külhani beyliğin de, masumiyetin de savunucusudurlar.

  Tam bir şoför kılığına bürünmüş insan artık bizden biri değildir. Sesi, seslenişi, büründüğü roller; Hacivat ile Karagöz perdesinde, kim varsa; Tuzsuz Deli Bekir dâhil, hepsinin rolünü en hakiki bıçkın delikanlılar gibi yaparlar. Hayatın tazeliği, güncelliği her an tanıklık yaptıkları günün gösterimi içindedir. Birçok şeyden; hatta her şeydan haberleri vardır aynı zamanda.

  Tekirdağ Erdek arasındaki sularda ilerleyen geminin üst güvertesinde iki bıçkın delikanlı; iki kamyon şoförü ile birlikte koyu ve demli bir muhabbete girdik. Onların anlatacakları çoktu, benim de dinleyecek ve yazacaklarım…

  Şoförlerden İsmail İzmir Selçuk’ta yaşıyor. Lastik tekerlekler üzerinde geçen otuz yıllık ömrün en önemli şikâyeti;
“Biz şoförleri, özelikle kamyon şoförlerini potansiyel suçlu gibi görüyorlar. Bu çok zoruma gidiyor. Hâlbuki olan birçok kazalarda kamyon şoförleri değil, trafiğe yeni çıkan acemi şoförlerin suçu var. Araçlarını hızlı kullanıyorlar. Ve hatalı sollama yüzünden birçok kazaya karışıyorlar.

  Kuş ada’lı şoför İsmail bu büyük şikâyeti, üzerlerine sinen ölüm kokusunu böyle silmek istiyor, tüm samimiyetiyle şoförlüğün inceliklerini, hiçbir şeyi atlamadan anlatmaya çalıştı bana. 

  Kamyon şoförleri bizim halkımızın deli-dolu insanlarıdır. Bizlerin diğer yüzüdür; lafları cilalamadan, yumuşatmadan, doğanın en ciddi hali ve aynı zamanda en saf duruşuyla hemencecik sürerler ortaya.

  Hayat böyledir işte; notalar, sadece müzik aletlerinin tellerinde, tuşlarında değil; yollara çıkmış şoförlerin seslenişlerinde, selamlarında, iyi ile kötü arasında çok hızlı karar verişlerinde; argonun dipsiz kültürüne sığınmaların da da gizlidir.

  Karşı Kıyı, Erdek, trafiğe kapatılmış upuzun kıyısı, saymak ve gezmekle bitmeyecek gibi duran pansiyonları, Motelleri, Otelleriyle deniz ile insanın; kıyı ile mimarinin güzel danslarını yapıyordu. Büyük çınar ağaçları bu bölgenin en gösterişli yeşillikleriydi. Gölgenin demi, sohbetin koyuluğu, aşkların sıcaklığı onlardan soruluyor. Bir kadın süzülüşünde duran palmiyeler, görkemli çınar ağaçlarının gölgesinde kalmış, mimari ve büyük açıklık ile bütünleşemeden, sıradan bir ağaç gibi, kendi mahcup dizilişleriyle renklere apayrı ton katkısını gönüllü bir hışırtı içinde yapıyorlar.

 Göğsümdeki kalp taze kanı, taze bir heyecan içinde devir dâhim yaparken, Erdek, kıyısı kumla, mekânlarla, güzel, heybetli çınar ağaçlarıyla bütünleşmesi de başka atışların varlığını göze, kalbe; kısacası bedenin bütününe gösteriyor; çılgın bir armoni içinde sıcağın yakıcılığına bir adım ötede, serin bir çay-kahve keyfinde düşünce tütsüledim…

 Bir konu anlatımı, kalıcılığı ve inandırıcılığı için ışık, resim, video, tütsü, sesler ne demekse, bir tatil yöresi için, deni, kum, ağaç, güzel yapılar, konukseverlik, nezaket, yeşillik o demek…

  İşte, Erdek; Tekirdağ’ın karşı kıyısı böyle bir yer; bu diyar Artake diyarıdır… Güzel çınar ağaçlarının bölgesi; krallığıdır bu yer…

Güven Serin

  




14 Temmuz 2012 Cumartesi

GERÇEKLERDEN DAHA GERÇEK OLAN NEDİR


 Kamera; Güven Cuğra-Erdek-Balıkesir


  Gerçek olandan daha gerçek nedir? Neyin peşinde koşuyoruz? 
Varlığımızın üzerine çökmüş çökelekler; kibir-gurur,açlık ; hangi
kurtarıcı tarafından törpülenecek? 
Esas kurtarıcı insanın kendisi; ama kendisi olan insan nerede? 


GERÇEKLERDEN DAHA GERÇEK OLAN NEDİR?

  Beş kelimeden meydana gelen cümle özne’yi alıp götürüyor. Gerçekler adı altında bizi mutlu eden, hatta bazen böbürlendiren bir sürü öykü anlatırız. Şiirler okur, başarılarımızı ardı ardına sıralarız. Bütün bu anlatımların daha başında “gerçekten de çok güzeldi!” sözü ile yaşananları yaşanacak olanlara yapacağı katkı yüzünden saygılı bir onur içinde bakarız.

  Kaybedişleri, alkışsız, övgüsüz zamanları yok sayıp, sadece bir fotoğraftaki zaman kadar anlatılacak övgüler bir ömre yaymanın gerçek hikâyesi nasıl olur? Bunu iyi bir felsefe birikimi, insanın kendisini arama çabalarıyla bulabilir, sorgulama cesaretine sahip olabiliriz.

 Geçmiş ile gelecek arasındaki büyük uçurumları algılayan beyinlerimiz bir türlü asıl olan gerçeğe, yani elimizle dokunduğumuz yaşama dokunmak istemez. Yaşam, soluk aldığımız, kalp atışlarımızı duyduğumuz, nefeslerin nefeslere karıştığı, gözlerimiz ile çok boyutlu tanıklık eteğimiz andır…

  Van Gogh bu sorgulamayı 130 yıl önce kardeşi Theo’Ya yazdığı mektupların şöyle anlatıyor;

“ Geçenlerde Michelet’in Kadın, Din ve Papaz konulu kitabını okudum. Bu gibi kitaplar gerçeklerle dolu; ama gerçeklikten daha gerçek olan nedir, yaşamın kendisinden daha çok yaşam nerededir? Ve bizler, elimizden geldiğince çalışan bizler, neden daha yoğun yaşayamıyoruz?” 

  Kırmızı minibüse bindiğimde ressamın bu cümlesine yakın düşünceler içindeydim. Minibüs 100. Yıl Mahallesine, dostum Şaban’ın oturduğu istikamete doğru yol alıyordu. Şaban, hastalık ve acılarına bir kahraman gibi direniyor. Ve ben, yaşamın içinde yaşamın kendisinden beslenen bir insanın felsefesi ile dostumu dolaşmaya gittim.

  Eve kapanılan zamanlarda kapının açılması, içeriye değişik insanlar sevgi güleçlikleriyle girmesi, şifa arayan hastaya sonsuzluğu getirmez ama sonsuzluktan bir an yaşatır. Bu sözü Van Gogh 130 yıl önce muhtemelen sonsuzluğu arayan canlının bir anlık sonsuzluk keyfi içinde söylemişti.

  Gerçeklikten daha gerçek olan nedir? Yaşamın kendisi; şu an, duyumsadığımız sesler, bakışlar, beden bütünlüğümüz, tanıklık yaptığımız “an” değil midir? Kırmızı minibüs içinde böyle bir “an” a şahitlik yaptım. Üç boyutlu bakışların, kalp atışlarının, nezaketi bir sanatçı titizliğinde yapan insanların arasında 10–15 dakika yaşadım.

  Nem yoğunluğunun dansını yapıyor, minibüs açık camlarıyla nemi kovalamaya çalışan esintiyi oluşturuyordu. İçerisi tıklım tıklım yolcu ile doldu. Bindiğimde de dolu olan minibüste daha ücretini ödemeden arka koltuktan bir genç kalkıp bana yer verdi. Benden sonra minibüse binen çocuklu kadına ben yer vermeye kalkarken yanımdaki diğer genç erkek kalkıp o yer verdi. Bu yer verme işi 100.Yıl Mahallesine kadar devam etti. Gelen her kim olursa olsun, eğer çocukluysa, kadınsa veya biraz yaşlıysa oturanlardan birisi gönüllü bir vazifeyi yerine getirir gibi en nazik ve centilmen hislerle hemen kalkıyorlar.

  Böyle bir ilginçliği, sanki sıra dışı davranışlar haline gelen duyarlı yaklaşımları unutmuş, gülmeyen hoyrat toplumumuzun yapışkan, asık yüzlü yüzsüzlüğü içinde kaybolmuşken bu duruma tanıklık etmek gerçekten de sıra dışı bir andı benim için…

  Arka koltukta sağ yanımda oturan genç hanımın küçük kızı, en temiz duygularla bizi delip geçen bakışlarıyla evrenin penceresine bakıyordu. Bakışındaki masumiyet, minibüsün içindeki zarafet ile tamam oluyor; “ abla, abla” seslenişleriyle evrenin tapınağında ilahi bir güce dönüşmüş bir seslenişi çocuk güzelliğinde sunuyordu.

  Yaşamlarımızı geçmiş ile geleceğin ipoteği altına soktuğumuz an; yaşamın bitmez çileleri, dibi olmayan uçurumları bize kucak açmaya başlıyor. Huzur, yaşamın her anında; yaşama tanıklık eden bütün bedenlere en büyük ikramiye olarak daha baştan verilmiştir. Bedenin mide kısmını doldururken, en üste bulunan beyin kısmını çok iyi anlayıp, birazcık besleme sayesinde büyük kavuşuma; yani sonsuzluktan bir veya birkaç an’a kavuşabilir, hayatın akordunu kendimiz yapmayı öğrenebiliriz…

  Kırmızı minibüs yaşamın farkına varmamı ve yaşam içinde 15 dakikanın bile ne kadar büyük dinginlik ve arınma yaptığını gördüm. Nezaketin geçit törenini kırmızı minibüs içindeki sanatçı kılığına bürünmüş insanlar sayesinde seyreyledim. Aynı yaklaşımı yine büyük ressamın büyük insanlığa bir armağanı gibi kardeşine mektubunda yazdığı bir cümle içinde hissettim;

“Ah Theo, tonlar ve renkler ne büyük şeyler! Bunları hissetmeyen öğrenmeyen biri ise gerçek yaşamdan ne kadar uzakta!
 Güven Serin

7 Temmuz 2012 Cumartesi

BOŞLUĞUN HOŞ SAATLERİ

Kamera; Güven Tekirdağ Arkeoloji Müzesi

Taşlar ve mermerler; dokunuşların,
düşüncenin sanat izleriyle doludurlar.


BOŞLUĞUN HOŞ SAATLERİ

  Boşluğun, yani gök kubbe altında yaşayan biz insancıkların da hoş saatleri vardır. İsterseniz bu hoş saatlere “eşref” saatleri de diye bilirsiniz…

  Boşluğun bu muhteşem ve asla erişilmez ve paylaşılmaz uçsuz bucaklığın içinde muhteşem bir hızla yol alan gezegenin iğde kokulu hoş zamanında tahmininizden çok ama çok keyif alırım. Takıntıların, takıştırmaların, ezberlerin, muhteşem korkuların; bütün insanlık iniltilerinin dışına çıkar, sanki büyük hoşluğun yaşandığı, zamanın birkaç saatinde hoşluk adına çılgınca duraklama keyfi yaşadığımı algılarım.

  Böyle hoş bir zamanı yine şeftali ağacı ve iğde krallığının olduğu yerde yani liman çay bahçesinde yaşadım. Çoktandır görmediğim Hüsmen Dayıyı görünce nasıl sevindin bilemezsiniz. Hüsmen Dayı da beni görünce sevindi. Ne o bensiz, ne de ben onsuz olabiliriz. Birbirimizi tamamlayan iki insancığız biz! Hüsmen Dayının ıslak dudakları yanaklarıma değmeden önce o muhteşem sesi kulaklarıma değdi;

“Neredesin be kızancağızım?” ; “Buradayım Hüsmen Dayı, iğde ağaçlarının yaşadığı diyarda.” Gülüşmeler; iyi bir gevezeliğin başlayacağını, boşluğun altında hoş saatler yaşayacağımızın da haberini veriyordu.

  İşin içinde Hüsmen Dayı varsa en hoş saati bile hoşaf ekşiliğinde içe çeker, bal tadında da ayrılmanın şaşkınlığını yaşayabilirsiniz. Hüsmen Dayı daha çaylar gelmeden, boşluğun hoş saatini daha yaşamadan kendi arınması, içindeki muhteşem dertleri insanlık hatırına benle paylaşmak için büyük bir iştah ile seslendi;

“ Bu kerhaneciler, bu deyyuslar yok mu; bunlar katiyen ‘insan’ olamaz!” Bu hoş saatte olacak iş mi? Kerhaneciler, Deyyuslar diye söze başladı mı bilin ki gördüğü insanlık derslerini kafaya takmış, yine insanca dışa dönük üzülüyordur. Gerçekten de öyleymiş; Hüsmen Dayı sabah yürüyüşüne çıkmış. İnanmazsınız ama bu adam bu kadar yeme-içme mide merakî içindeyken bile spora önem verir. Hatta felsefeye, ucundan sanata; hele incecik vicdanını sürekli parlatması, silip kollaması yok mu; seviyorum ben bu Hüsmen Dayıyı…

 Ne oldu Hüsmen Dayı, bu sabah yürüyüşte neler gördün? 
Neler görmedim ki be kızancağızım. Bu deyyuslar denizi yine batırmışlar. Kıyıya yaklaştım, kordon boyunda şöyle bir sabah hoşluğu yaşayayım dedim; inanılmaz bir pislik gösterisi ile karşılaştım. Akşam yediklerini, içtiklerini olduğu gibi denize fırlatmışlar… Deniz, nasıl olsa bizim her türlü soylu pisliklerimizi; çişlerimizi, b… larımızı taşıyor. Yıkanmak için, serinlemek için denize koşarız. Gamlanmak, neşelenmek için, kıtalar arası sevdalara koşmak için hep denize koşar da, denize yaptığımız hıyaneti bin yıl ibadet yapsak zor temizleriz

 Hüsmen Dayıyı zar-zor sakinleştirdim. Bu sakinleştirme üç çaya, iki kahveye, üç de simit’e patlasa da Hüsmen Dayı birazcık olsun kendine geldi. Hüsmen Dayı hoşluğun, boş saatlerin güzel hatırına kendine geldi gelmesin ama sorumluluk sahibi bir vatanperver ya, bu sefer de çalışmayan, aylak takımına verdi veriştirdi;

“Bu avareler, bu boşluğun boş bakışlıları bir meşguliyet sahibi olmazlarsa nasıl kalkınacağız? Nasıl mutlu ve huzurlu olacağız? Bak sana söylüyorum; o ayakkabıcı var ya! Herkes onun gibi çalışmalı, onun gibi işine kamburunu çıkartarak, koşarcasına gitmeli!”

  Hay alla hangi ayakkabıcı? Hani o bankanın hemen yanında alnı açık, saçları önünden dökülmüş, bir dakika bile kaybolacak diye işine kamburunu çıkarta çıkarta koşan ayakkabıcı. İnsan işine öyle koşacak. Aylaklığı, bu soylu avareliği bırakmalıyız artık.”

  Hüsmen Dayıcığım ben bu güzel boşluğun, bu harika hoş saatlerine bunları dinlemek için mi geldim?
 Öyle deme çocukcağızım; hem boşluğun hoşluğunu yaşayacak hem de bu kerhanecilere sesleneceğiz. Elbet sesimizi duyanlar olacak bir gün. Ben bunların yedi sülalesini…
 Hop! Hüsmen Dayı ne yapıyorsun? Her yerde denetim ve adap var! Sen adabı muaşeret kurallarını bilmiyor gibi yapıyorsun? 

  Bu kurallar, bu hukuk ve yasalar; pislikleri niye temizlemez? Yirmi yıl önce eğitimi, görgüyü başlatsaydık şu an cinayetlerle, kazalarla, skandallarla sallanan, adı anılan bir ülke olur muyduk hiç? Ama bu işlerin huzura dönüşmesini isteyen var mı ki? İster elbet; masum yürekli analar, sessiz gururlu babalar, yalnızlığın erdemini sanata dönüştürmüş erdemli kişiler; ister elbet; boşluğun hoş saatlerindeki heyecanlar gibi, huzurlar gibi isterler…

  Siz siz olun, adabı muaşeret kurallarına uyacağım, bu ülkeyi gizli enerjim ile kurtaracağım, dünya insanı olacağım derken hayatınızı kuruyan bir dala döndürmeyin! Her an boşluğun bu büyük kubbesi altında hoş bir saat yakalama şansınız var. Şansa en az balıkçı kadar, at yarışçısı kadar, loto-totocu kadar inanmalısınız; yoksa bu döngü bu büyük devasa değirmende sizi de siz, siz olduğunuzu fark etmeden un ufak olur gidersiniz…

Güven Serin 




3 Temmuz 2012 Salı

İNSAN DEDİĞİN

Kamera; Güven -İstanbul

İnsan denen canlı; ince çizgileri, hassas dengeleri,
özden gelen bakışları yakalamalı. Yakalamalı ki,
varlığı ağır ve gereksiz gelmesin...


Kamera; Güven Anadolu Kavağı

Meşguliyetin hatırına güleçtir
insanların asık yüzü.


Kamera; Güven   Yaros Kalesi -İstanbul

Serinliğin kuzey hatırına bir çocuk uyuyor.
Hiçbir kötülük sarmamış bedenini henüz.
Canlı bilinen insan, kimi açlıktan, kimi keyfiyetten;
yoktan vareden, varları da yok eden...


Kamera; Güven  Yaros Kalesi

Mimari, mühendislik ve geçmişin güzel
hatırı; hiçbiri bir şey ifade etmez;
at ve avrat ve silah düşkünlüğümüzden
başka... Bu diyarın uygarlıkları
dünya kültürüne hediye edeceğimiz
muhteşem eserlerdir. Bu eserlere
duyacağımız her minnet, gösterilen
her saygı ve bakım; fazlası ile geri
dönecektir; tarihe tanıklık eden
güzel ve zarif ruhların hatırına...


Kamera; ...  Miribat Korusu-Kanlıca

Bir uyum söz konusu; insan ile tabiatın uzlaşısının
güzeh ahengi...


Kamera; Güven Haydarpaşa Garı

Bir gün, milyonluk sesleri duyup da sessizliğe
arınmaya doğru ilerleyen bir gün; insan denen
doymaz canlının dingin bedeni ile seyreyledim.


İNSAN DEDİĞİN




 İnsan dediğin bir nefeslik canlıdır; bir ömrün nasıl geçtiğine inanamadan, bir demlik çay zamanı kadar yaşam hakkını elinde tutar. Yaşam, özgürlüğe aç, doğallığın uçuşlarına muhtaç bir kuş gibi uçar gider elimizden…

İyisi mi zamanla yarışan ama zamanın içinde yok olmaya muhtaç insan ömrü, hazır bizim elimizde ve biz bir şeyleri fark edecek hislerimizi yitirmemişken yaşamın içinde başka yaşamların seyrinde bir şeyler yapalım. Tabiatı yeniden keşfedelim. Tabiatın kendi kavgasının ne büyük sessizlik içinde yapıldığını, bütün savaşlarında kendi zarafetini, nezaketini koruduğunu görüp kendi büyük kargaşalarımızı anlamaya ve irdelemeye kafa yoralım.

Sizleri duyar gibi oluyorum; “ değerli kafalarımızı ve fikirlerimizi niçin yoralım, zaten yeterince yoruluyoruz!” Biliyorum, yeterince yorulan, yeterince bıkkınlığa erişen bir toplumuz. Teknoloji denen nimetleri at yarıştırır gibi yarıştıran, azgın kurt sürüleri gibi doymak bilmez eşyalara sahip olup hayatlarımızı huzura kavuşturmak yerine büyük araç gürültüleri ve ağzına kadar eşya dolu evlerimizle bir türlü aranan huzura kavuşmamış soylu bir halkın değerli insanlarıyız…

 Tekirdağ şehri ve Tekirdağ’ın nazik insanları, hemen yanı başımızda duran büyük gürültülü, büyük sanatların ve yaşanmışlıkların şehri İstanbul’u yeterince tanımadığını görüyorum. İstisnaları saymazsak… Bu şehir büyük gürültüleri, büyük olayları içinde taşıdığı gibi, büyük umutları da içinde tutar. Ölümlerden çok yaşamlara tanıklık eder.

Marmara’yı Karadeniz’e, Karadeniz’i Marmara’ya taşıyan boğaz, bu şehrin iki katası arasından geçer. Yüksekçe bir tepeye çıkma gayreti ve emeği harcarsanız, masalımsı güzelliklere şahitlik yapma hakkını kendinizde bulabilirsiniz.

Hazır ayaklarınız yere basıyor, gözleriniz yeşil ile pembeyi, sarı ile kırmızıyı, siyah ile beyazı ayırırken, kalbiniz temiz kan pompalarken canınızın sıkkın, bezginliğinizin zirve yaptığı bir anda İstanbul’a bir otobüs bileti alın. Esenler Otogarına oradan da tramvayla Aksaray’a, Çemberli taş’a, Sultanahmet’e gitmeniz birkaç saatinizi alacaktır.

 Sultanahmet Meydanı her zamanki hoşluğu, her milletten insanları ağırlama bonkörlüğüyle sizleri de ağırlayacaktır. Sultanahmet Cami, Ayasofya kadar yakışmıştır oraya. Dikilitaşlar At Meydanın en eskileri ve en yüksel olanlarıdır. Yerebatan, Binbirdirek Sarnıçları ıslaklık ile kuruluğun ışık ile buluşmanın dansını yapıyorlar. Taş ve mermer sütunlar insanlık ormanı gibi hâla insanların insana anlattığı öyküleri hatırlatıyorlar. Sütunlardaki çentikler, harfler ve oymalar; büyük sessizliğin büyük haykırışını yapar gibi…

 Yaşlı Çınar ağacının yanından aşağıya; Sirkeci’ye Gülhane’nin taş ve büyük kapısının yanından geçerken yokuş aşağıya inmenin renkli ve sesli gülüşlerini de duyacak, yeni yepyeni bir günün nefes alanı olup, kendi nefesinizin nasıl güzel koktuğunu fark edeceksiniz.

 Canınız kapalı mekânları gezmek istemiyorsa, günün sıcaklığı, sıcağın serin bereketine kapılmak istiyorsanız, uğrayacağınız en iyi yer Eminönü İskelesidir. Şehir Hatları Vapurları günün belirli saatleri büyük boğaz turuna çıkıyorlar. Son durak Anadolu Kavağı; büyük çınar ağaçlarının doğduğu, yaşadığı ve balığın en çok olduğu, lokantacılarının hâla esnaflık sanatının büyük çığırtkanlık olmadığını öğrenemediği ama balıklarının taze ve ucuz olduğu bu yer; tam da sıkkınlığın, bezginliğin son bulduğu yerin adresidir.

 Bence Anadolu Kavağının büyük çınar ağaçlarının yaşadığı küçük iskeleye iner inmez etrafı biraz gezdikten sonra, yanınıza yeterince içecek alıp, bir an önce büyük tepeye, büyük yokuşa tırmanın. Güneş gözlüğünüz, şapkanız ve soğuk içeceğiniz en önemli dostunuzdur.

 Yukarıya, bir zamanlar Cenevizlerin yaşadığı Yoros Kalesinin olduğu ihtişamın doğduğu yere yürümek, küçük su satıcılarını ve onların esnaf olmamış acemi bakışlarını, seslerini de duymanız, görmeniz demektir. Bereketli erik ağaçları, karşıki tepelerdeki çam ağaçları yeşilin, toprağa sımsıkı tutunmasını anlatır size. Büyük orkestranın, ne büyük marifetleri olduğunun müziği yankılanır, değişime aç olan ruhunuzun konser salonunda.

İyi bir ter attıktan sonra soluk soluğa geldiğiniz tepenin kuzey rüzgârı üşütecek kadar sarmalar sizi. Kendinizi duyumsar, nefeslerinizin sayısızlığı ile övünmenin erdemini fark edersiniz. Yaşıyorsunuzdur; yaşam denen masalın içinde ve bu yaşamı taçlandırmak için çok az bir harcama, güzel bir hareketle uzaya çıkmışçasına, uzayın güzel gösterisini izleme olanağı bulacaksınız.

 Kalenin viran taş duvarlarının yanından boğaza bakan bahçe kısmına geçtiğinizde, yaşamlar içinde gizlenmiş yaşamları göreceksiniz. Bulunduğunuz yerden Asya Kıtasının uzantısını; şefkatli büyük bedenin bir koluna dokunacaksınız. Bedenin diğer kolu da, karşıda Avrupa Kıtasında Karadeniz’e sarılmış; büyük suyu teskin etmeye çalışan bir anne gibi milyonlarca yılın türküsünü söylüyorlar.

Boğaz öteden beriye, beriden öteye soğuk ve berrak akıyor. Denizler sularını taşıyor birbirine; evren içindeki dünya ve içindekilerin büyük kargaşaları ile birlikte.

 Gördüğünüz büyük resim; muhteşem bir güzelliğin, tabiat eliyle insana bir armağanıdır. Hediye paketleri dokunacağınız kadar yakın, göreceğiniz kadar güzel ve anlamlı. Sonra, terlemenin, görsel şölenin, milyonluk türkülerin sonunda; bedenin ruh ile ortaklaşa keyif alacakları aşağılara süzülün. Yokuşu tırmanmanın zahmetini inişin çocuksu keyfiyeti içinde onlarca lokantanın onlarca çeşidine, taze balığına, soğuk birasına, şarabına, rakısına; bir of çekip; bir oh, deme rahatlığı içinde size ait çok ucuz ama çok değerli güne sarılıp; sarmaş dolaş olun…

  Güven Serin