26 Şubat 2025 Çarşamba

ZAHİT GÜNEY

 


                                                          ZAHİT GÜNEY

             ( Hayatta Ben En Çok Babamı Sevdim )

     Zahit Güney ile tanışma yolculuğumu rahmetle andığım İsmet öğretmene borçluyum. Bazen birkaç kez görüşme, birbirini tanıyacak insanların yıllara dayalı bekleme molalarını ortadan kaldırır. Bir şiir, bir öykü, bir şarkı, resim; nasıl bizi bir yerden diğer zamanlara taşıyorsa, tanıştığımız insanların insan ve sanatçı yönü, bizi zamanlar arası sörfe davet eder. Kaygılarımız, tasalarımız, bazı çekincelerimiz kendiliğinden geri çekilir. Bir kültür arkadaşlığı başlar…

   Zahit Güney’i tanıyanlardan ve aynı zorluklar içinden süzülüp şehrimize gelen insanlardan birisi de İlyas Güneş’tir. Onun yardımları, Zahit Güney ismini, anılarını ve sanatını sürekli gündemde ve güncel tutmamız sayesinde iki kitabına ulaştım.

    Kızı Hülya Hanım, Zahit Güney’in 2006 yılında okuyucusuyla buluşan eseri İnsan Yanım’ı babası yerine imzalamış;

“ Zahit Güney’in şiirlerini okumak bir ayrıcalıktır. Zahit Güney adına…”

   Bu düşünceye katılıyorum. Sanatçı, kendini anlatır, duygularını yazıya döküp esere haline getirirken, harcadığı çabalar, kişiden kişiye değişebilir. Bazı sanatçılar insan sınırlarını zorlayan duygusal yoğunlukların, ağırlıkların içine girerler. Çabaları, yükleri, sevinç ve hüzünleri çok büyüktür. Sözcükler yetmez olur ve yıllarca o sözün, sözcüğe dökülmesini beklerler; bir derviş felsefesi içinde.

     Beş yıl arayla iki eserine ulaştığım Zahit Güney’in her iki eseri de biyografik roman gibi; tadı-tuzu tam yerinde. İnsan Yanım 2006 yılı, Yaşım Hep On Bir ise 2011 yılında yayınlanmış.

   Şiirlerinde duygu yüklü yüreği herkese seslenir. Anneye, eşe, torunları Bilge ve Berk’e, kızı Hülya’ya. Baba’ya seslenişi ise şiirsel bir ağıt, ağıtsal bir şiir; sanırsınız ki bütün baba özlemlerine; bir merhem, bir gözyaşı ve bir SARILIŞ…

   Yaşım Hep On Bir eseri; bir alıntı ile başlıyor; “ Babama” dedikten sonra altına Cemal Süreya’nın bir dizelik şiirini sunuyor; “ Sizin hiç babanız öldü mü?”

   Hâlbuki hiç babasını tanımadan milyonlarca çocuk var. Şair de bunu biliyor. Kendi babasının özlemini, sevgisini, aynı özlem ve sevgi arayışı içindekilere bir armağan, evrensel bir bağ kurma aracı olarak mısraları, şiiri seçiyor. Çünkü romanın dehlizlerinde kaybolmak yerine, o an haykırışını bir veya birkaç dize, sayfada haykırmak istiyor; tüm dünyaya, belki bizim görmediğimiz, hissetmediğimiz, her uçsuz bucaksız yerlere…

   Çok keskin ve kalıcı sözlerin altına imza atıyor. Babasının öldüğü an, çocukluğunun da öldüğünü anlatan dizeler; Baba’ya söylenen, belki yakılan türkünün ilk dizeleri…

 “Senin öldüğün gün

 Çocukluğum da öldü

 Sokakta”

   Beşinci sayfa, anne ile banın yokluğunu birbirine sokulan iki insanın duygularından bildiren o duyuru;

 “ Yine o gün/ Sudan çıkmış/ Balıklar gibi/ Öyle bitkin/ Öyle bitkin ki/ Annem/ile/  Ben; Kollarımız/ Dört kırık dal/ Ayaklarımız/ Süpürge…”

   Annesinin hayat arkadaşı, küçük çocuğun babası; sırra kadem basmış halde, başka dünyalara uğurlanmış… Bütün canlı yaşamında tekrarlanan bir sahne gibi olsa da; her tekrarın tuzlu suları, acının renkleri, sesleri, tonları çok farklı olur. Belki de şairliği o zaman başladı; saf acıların, hüzünlerin, çaresizliğin şiir eliyle çare üreteceği, yaşamın içinde başka yaşamlara gülümseyeceği anlarda…

   Eserinin 25.sayfasında Can Yücel’in babası Hasan Âli Yücel için yazdığı şiirden alıntı yapıyor;

“ Hayatta ben en çok babamı sevdim” demiş üstat; -Bu dizeler benim dizelerim olmalı. Kimse Can Yücel’e inanmasın…

  Öyküler okurmuşum gibi okudum şiirlerini ve şiire dönüşmüş hikâyelerini. Kimi satırların altını, kimisi de üstüne çizikler, işaretler koyarak… Doğaya, mitolojiye, çevresindeki değerlere değer katan, zamanın değirmenlerinde un ufak olacak olan her şeye dokunmuş, onları kendi şiiriyle, kendi zamanına davet etmiş; taşımış. Hakiki sanatçıların her daim yapmak istedikleri şeyler; zaman kavramlarını nazikçe bir kenara atıp, zamansızlığa dokunmak; ebedi yaşamı, yaşamın içinde yakalamak ve tutmak…

   O’nun şiiri tam bir aşk serüveni… Babaya, doğaya, mitlere duyduğu özlem, yeryüzü algısını şenliğe çeviriyor…

 Güven SERİN 

  


24 Şubat 2025 Pazartesi

ÇOCUKLAR ve MÜZİĞE ADANMIŞ BİR KALP

 

İNTERNET

                       ÇOCUKLARA ve MÜZİĞE ADANMIŞ BİR KALP

  ( Müzik: Hayat )

   O’na sahnelerde alkışlar eşliğinde MAESTRO diye sesleniyor, kalbi çocuk ve müzik sevgisiyle dolmuş taşmış insanlar…

   Kadim milletimizin insanları çocuğu büyük bir hoşgörü içinde tutarlardı. Evde iyi bir tat, lezzetli ama az bir şey olduğu zaman; “ Çocuklar yesin” diyerek fedakârlık yapmanın gönüllü tarafında, eşsiz bir gelecek hayaliyle yaşarlardı.

   Türkiye’den neredeyse 11 Bin km uzakta bir ülke; Venezuella’da doğmuş, yaşamış ve kendisini çocuklara, müziğe adamış bir sanatçıdan söz etmeyi çocuklarımızın geleceği adına borç biliyorum.

   Jose Antonio Abreu Anselmi, yaşamı boyunca müzik ve çocuklara müziği sevdirmenin yanında ülkesinin yoksul kesiminde ama müziğe ilgi ve yeteneği olan 150 Bin çocuğa kucak açmış, belki de ülkesindeki yüz binlerce insanın umutlarını, hayallerini, yazgısını değiştirme başarısı göstermiş bir insan; Maestro…

   Müziğe bakış açısı çok net; müziğin çocuk ruhuna enerji ve canlılık getireceğine baştan beri inanıyor.Heyecan ve güç veren bir uğraşın,yeteneğin toplumsal güce,faydaya dönüşeceğini de biliyor.

   Yaptığı iş, kurduğu sistem “El Sistema “ müziğin sınırlarını aşıp, toplumsal ve kültürel bir devrimdir. On binlerce insanı talihe küsmüşken, henüz çocuk olduğu halde, çocukluğunu unutmuşken müzik dünyasına çağırmak, bu iş için onların yetenekleri olduğuna inandırmak; muhteşem ve bir o kadar insani bir devrimdir…

   Birlikten kuvvet doğar atasözümüz, Jose Anonio’nun en önemli tercihlerinden sadece birisi. Çocukların birlikte şarkı söylemeye başladığı zaman, yakın bir şekilde var olmanın, başarıya, üstünlüğe giden yolun yolcusu olduklarını düşünüyor.

   Karakterinde olan titizliği, mükemmel denecek kadar disiplinli bir organizasyon ile birleştiriyor. Harmonik bağımlılık-benlik duygusu onun için, kurduğu büyük organizasyon için çok önemlidir. Çocuklar-sesler ve enstrümanlar-çalgı aletleri bir araya gelir. Bu sayede çocukların dayanışma ruhu uyanır. Aynı zamanda kardeşlik duygularının geliştiğini gözler. Kendilerine duydukları güven, inanç artacağını, bu sayede estetik ve ahlaki değerlerin de besleneceğine inanıyor.

   Hangi ülke; “ Geleceği” gözüyle baktığı çocuklarında bu tür duyguların pekişmesi ve aynı zamanda “ Hormonik bağımlılık” kanallarının açılmasını, estetik ve ahlak duygularının gelişmesini istemez? Ama istemek; kuru kuruya, sadece “Düşündüm” oldu şekliyle olur mu? Olmadığını, en iyi eğitimi alan çocuklarımızın bile ilk fırsatta ülke dışına çıkmak, kaçmak için bir yerde ülkelerinden nasıl firar ettiklerini görüyor, izliyor, sadece üzülüyoruz; ne acı bir üzülme biçimi…

   Müziğin vazgeçilmez öneme sahip olduğuna inanan Jose Antonio; “ Duyarlılığı uyandırmak, değerleri biçimlendirmek ve genç nesilleri, başak çocukları da aynı şekilde EĞİTECEK hale getirmek; şarttır. Biz bunu başardık” derken, başarının kalbe, ruha ve zihne yansıyan ışığını görüyoruz…

   Bu programa katılan on binlerce çocuktan bir tanesi şöyle söylüyor:

—Burada geçirdiğim hayattan sonra bana göre; Müzik eşittik; HAYAT… Demesi boşuna değildir. Sadece o değil, binlercesi böyle söylüyor. Yarın yüz binlercesi olacağı bellidir.

  Kuraklığın olduğu her yerde KITLIK başlar. Sadece otlaklarda, tarlalarda, bahçelerde değil; KÜLTÜREL kuraklık kadar tehlikeli bir şey yoktur. Bu yüzden Milli Eğitim ve çocuğa yatırım yapacak SİYASİ anlayış-politikalarımız, çok hızlı bir şekilde hiçbir ayrım gözetmeden böyle programları hızla hayata geçirmelidir. Mecburuz…

   Venezuella’da bur programa katılan çocukların neredeyse tamamı; “ Müzik HAYATTIR” inancı, heyecanı içindeler.

  Maestro’da böyle düşünüyor;  “Her çocuğun, gencin bir hikâyesi var.” Sözlerini her insana taşırsak, kadim milletimizin eşsiz vatanı nasıl olur acaba? Düşünülen, düşleri kurulan CENNET olur mu? Bal gibi olur…

   Tek çare ise her çocuğun, her gencin hikâyelerini önemseyen idarecilerin, politikacıların olması… Öne çıkmaları…

  Sessizce durmak yerine, o ağır kapılar ardında dışarı çıkmaları, lacivert takım elbiseleri ve pahallı makam araçlarına sıkışmadan öne çıkma inancını taşımaları gerekmez mi?

 Güven SERİN 


 

  


21 Şubat 2025 Cuma

DOKUZ ŞUBAT-NO: 910

 

İNTERNET


                                    DOKUZ ŞUBAT DEPREMİ-NO: 910

  Victor Hugo’nun başyapıtlarından birisi de Sefiller’dir. Mecburiyetten dolayı, bir somun ekmek çalmanın bedeli, bir ömür sürer. Dokuz Şubat Depremi ve onun yaraları, kayıpları kim bilir kaç yıl sürecek? Çok büyük acılar, kayıplar ve dramlar…

   Sefiller eserinin başkahramanı Jean Valjean’dır. Bir somun için mahkûm olmuştur. Filmlere de aktarılmış, dilden dile, zihinden zihinlere çoktan yer etmiştir. Filmin başlangıcındaki müziğin nakarat bölümü oldukça can alıcı sözlerden oluşur;

“ Eğ başını/Eğ başını” ifadeleri, zorluklar içinde geçen mahkûmiyet hayatına yürekli bir sabır dilemekten başka bir şey değildir.

    Dokuz Şubat 2023 depremini yaşayanlar da o geceyi anlatırken tam olarak sözcük bulamıyorlar.

   Felaket sözcüğü bile masum kalıyor; on binlerin öldüğü ve günlerce kurtarılamayıp açlıktan, soğuktan ölen insanların her biri ayrı bir dramın öyküsüdür. Hele naaşları bulunamayan, daha birkaç saat önce eşsiz tarihi ve insan güzellikleri olan şehirlerimizin insanları; beş on dakika içinde yok olup gittiler…

   Bu dram, milletimizin bütünleşmesini, birlikte hareket etmesini sağladıysa da, kayıp ve yıkım öyle büyük ki, halen sarılamayan çok yara ve yerine asla getirilemeyecek on binler var.

  Victor Hugo’nun eserindeki kahramanımız mahkûmdur. İsmiyle anılmaz. O’na bir numara verilmiştir. Mahkûm 24601 olarak çağrılır. Bu kadar…

   Gülseren Tozkoparan Jordan’ın yazarlığı ve Cumhuriyet Gazetesi’nin haberi sayesinde öğrendim; 6 Şubat depremi 2.yıldönümünde İngiltere Parlamento binasında NO: 910 ismiyle bir belgesel gösterildiğini. Yaklaşık 50 dakika süren, babası Hatay doğumlu, kendisi İngiltere doğumlu Erkan Gürsel’in Hatay’ın Affan mahallesindeki etkilerini inceleyen, Ekim 2023 yılında çekilir. Her şey kendiliğinden gelişir.

   Erkan Gürsel babasıyla halasını görmek için Hatay’a gider. Babasının çocukluğunun yeri-mahallesi ve şehri, oradaki yıkımın izlerini araştırırlar. Aynı zamanda sağ kalan, büyük felaketi yaşayıp kurtulan halasını ziyaret ederler ve filme alırlar.

    Gezdikleri, gördükleri yerler tam manasıyla savaş alanı gibidir. Doğanın doğal halinin eserinden çok, insanların aymazlığı, kanun tanımazlığıdır. Baba, eski mahallesini, tanıdık yerleri boşu boşuna aramaya başlar. Hala da öyle…

   Bu çekim, ziyaret sırasında orada deprem sonrasını olduğu gibi yaşayıp anlatan halanın sözleri de felaketin büyüklüğünü anlatıyor. Yitirilen, bir türlü bulunmayan diğer halanın izini sürmek için günlerce uğraşmışlar. En sonunda ellerine sadece bir numara vermişler. No: 910,filanca mezarlığa gidin ve bu numarayı bulun!

   Geldikleri mezarlıkta saatlerce aradıktan sonra No: 910 isimli kayıp diğer halanın mezarını buluyorlar. Ve orada bir ağıt girer devreye. İnsanlığın öteden beri kaybettiklerine, direnme biçimi, ayakta kalma gücü vermesi adına; bir AĞIT yükselir gökyüzüne…

   Buldukları mezarda ne bir isim, ne de bir mezar taşı var. Sadece 910 numaralı tümsek… Sağ hala, mezar başında 910 numaralı mezarda yatan diğer hala için ağıt yakar yakmasına ama ağıt depremlerde ölen, geride kalan milyonlarca insana adanmış bir ağıda dönüşür ve adanır…

   Bu ağıtları, yanık sesli kadınların geçmişten geleceğe uzanan ruhlarıyla birlikte seslerini dinlerken şu düşünce, düş doğuyor zihnimde. Olsaydı yeterince kudretim, yaşasaydı o büyük ustalar:

   Derdim ki Sayın Yaşar Kemal ve Nikos Kazancakis’ bu Karabasan’ı ancak sizler yazabilirsiniz. Lütfen; insanlığın geri kalanı için bunu yazın. Oradan da Yunanlı yönetmen Teodoros Angelopulos’a bu filmi LÜTFEN sen çek dedikten sonra müziğini de Eleni Karaindrou’dan rica ederdim…

Güven Serin 




20 Şubat 2025 Perşembe

YANARTAŞ KEDİLERİ

 

Kamera; Güven  Çıralı Yanartaş Antalya

Kamera; Güven

                                               YANARTAŞ KEDİLERİ

  Daha önce gece çıkmış olduğum Çıralı Yanartaş bölgesine, bu sefer gündüz gözüyle çıkıp, Likya Yolu ile kurmuş olduğu bağı, yoldaşlığı da görmek istedim.

   Yerleşim yerlerinden epey uzakta, dağın başında ne arıyorlar diye düşünebilirsiniz? Vereceğim ilk cevap; bedava yemek aramaya geldikleri veya sürekli burada yaşadıkları üzerine olacaktır.

   Bedava yemek nereden çıktı? Bu zamanda kim kime bedava yemek verir? Düşüncesiyle Yanartaş bölgesini biraz açmak isterim. Zamanlara, çok ötelere uzanan bu ateşleri sürekli ziyaret edenler var.

    Özellikle geceleri ziyaret edenler yanlarında sucuk ekmeklerini de getiriyorlar. Tahmin ediyorum ki; “ Hazır ateş yanıyorken biz de midemizi doyuralım!”Veya böyle mistik, mitolojik bir dağın olduğu yerde biraz daha fazla kalmak için kendilerini meşgul etmek…”

   Kediler muhakkak sucukların kokusunu aldı ki burayı yaşam alanı olarak kabul etmişler. Ama verilen sucukların tatminkârlığı, yeterli olup olmadığını bilmiyorum. Belki de orada kalmayı tercih ettikleri için artık yarı evcil, yarı vahşi bir yaşama geçtiler…

   Yanartaş kedilerinin beyaz tüylerine bulaşan siyahlıkları-islerin izlerine bakınca, yanan ateşlere ne kadar yakın olduklarını, muhtemelen soğuktan korunmak için geceleyin ateşlerin iyice yakınında uyudukları da anlaşılabilinir…

   Bu hayvanları niçin konu ettim? Dağ başlarında bölgeye sağladıkları uyum, sağlıklı ve dingin duruşlarından etkilendim de ondan. İnsan denen canlının sonsuz içinde bitip tükenmez istekleri, ihtiyaçları düşünülünce, bu hayvanların ne kadar az şeyle yetinip, kendilerine huzurlu bir hayat kurmaları, biz insanlar için oldukça düşündürücü bir seçenek değil mi?

  İnsanlığın uygarlık yolculuğu 21.yüzyılın ilk çeyreğini yakından incelediğimizde daha net anlaşılıyor.Çok hızla yaşanan teknolojik dönüşüm ve bu sayede tüm dünyada an ve an yapılan haberleşme ve iletişim seçenekleri,kendi sancılı doğumunu da yaşatacak.

  Yazılı, görsel bilgilerin kıyamet gibi olduğu, tüm dünyanın birbiriyle haberleşme imkânının yaşandığı bu zamanlarda hiç kimsenin engelleyemediği bir şey de gerçekleşiyor; YABANCILAŞMA…

   Büyük şehirlerin, lüks sitelerin içinde de yabancılaşma kök salmaya başlayalı çok oldu. Köy ve mahalle denen yerleri hızla bitirip, onları da şehrin yabancılık hastalığına bulaşan yerlere, şehir kültürü adı altında süpürmek, bu işin farklı bir yana döneceğini anlatmaya yetiyor.

  İşte tam da burada Yanartaş kedileri, sadece günlük besinleriyle yetinen bu hayvanlar, doğanın kalbinde, antik bir yolun üzerinde, bir sürü öyküsü olan yanan ateşlerin dibinde; sanki yaşam koçluğu yapıyorlar gibi; “Huzur denen şeyin, çok az şeyle yetinmek ve basit-sade yaşamak “ olduğunu anlatıyor gibiler…

Güven SERİN 

 

 

 

 




18 Şubat 2025 Salı

HASAN AKARSU: ŞENLİKLERİN İÇİNDEN...

 

Güven Serin,Bahattin Gemici ve
Hasan Akarsu

                          ŞENLİKLERİN İÇİNDEN: HASAN AKARSU

   Bir ozan ve şair için; “ Şenlik nedir?” desek vereceği cevap:

 —Kitap fuarlarına, şiir dinletilerine, halk şenliklerine katılmak! Olacaktır…

    Hasan Akarsu’nun 2023 yılında çıkan kitabı-eseri de, ŞENLİKLERİN İÇİNDEN ismini taşıyor. Kitabın her sayfası, insanı daha öteye taşıyacak insanı anlatan öğretilerle dopdolu…

  Bu eserin önemli bölümü TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı katılımlarıyla okuyucu önüne çıkıyor. Yıllarca aynı fuara gittiğim halde, Hasan Akarsu’nun fuarları şenliğe çeviren bakış açısını bu içtenlikle kaleme alamadım. Akarsu’nun kalemi, bir araya gelen insanların bilgi ve görgü için harcadıkları emeklerin yanında, bir ömre sığmayan deneyim, tecrübe ve sosyalliği de gözlerimizi kamaştıracak netlik ve parlaklıkta okuyucuya sunuyor. Hatta hediye ediyor, demenin yanlış olmayacağını savunuyorum…

   Hasan Akarsu’nun sanata bakış felsefesini birkaç sözcükle anlatmak gerekirse; “ Yaşamımızda okumayı, şiiri, genelde sanatı bir tutku olarak benimsemek bizi güzelleştirir.”

   Güzelleşme sözcüğü, ruhumuzun bilgi ve görgüyle aydınlanmasını anlatsa da, düş ve düşünce gücüyle en yetmez zamanda, en yorgun, bıkkın anlarda o güzelleşme felsefesinin bir kurtarıcıya dönüşeceğini de vurguluyor…

   Hasan Akarsu’nun yıllar süren TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı yolculuklarını gelin hep beraber anlamaya, okumaya, irdelemeye çalışalım!

   Zamanın sayacını 35–40 yıl geriye; 4 Aralık 1983’e çekelim. O zamanlar TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı Beylikdüzü değil Tepebaşı’nda yapılıyordu. Hasan Akarsu’nun sosyal ve kültürel değerlere yaptığı hizmet, iki gün öncesinden 2 Aralık günü Kadıköy’e arkadaşlarına gitmesiyle başlıyor. Zeki Gezici, Konur Taşköprü, Arif Damar ile birlikte Kadıköy Hatay Lokantası’nda yemek yemeye otururlar. Arka masalarında ise; Tevfik Akdağ, Cemal Süreya, Aydın Hatipoğlu, İsmail Uyaroğlu yemeklerini yemektedirler. Bir lokanta, bir yemek anı bile; sanatla; öykülerle, şiirlerle dopdolu…

   Yıl 1991 ve 10.TÜYAP Kitap Fuarı ve Hasan Akarsu’nun tarihsel gözlemi, kayıtları. Bir kez daha yazının, yazmanın, okumanın, merak etmenin önemini özellikle bu eserin 15.Sayfasına, sadece şehir kültürel yaşamımıza değil, ülke kültür tarihine bırakılan bir hediye gibi yazılanları okuyorum.

   1991 yılı 20 Ağustos günü Nadir Nadi ölmüştür. 2 Kasım ve 10.TÜYAP Fuarı, Nadir Nadi’yi anıyor, söyleyişi düzenlemişti. Katılanlardan birisi de Hasan Akarsu’dur. Ya konuşmacılar kimler?

   Yaşar Kemal, Nadir Nadi’yi ve Van-Akdamar Kilisesi’nin yıkımdan kurtarılışını anlatıyor. Nadir Nadi için; “ O,insanlık bayrağıdır” sözleriyle bitiriyor.

  Diğer katılımcı kim? İlhan Selçuk… O da Nadir Nadi’nin düşünür, yönetici, yazar, müzisyen ve insan yönlerini anlatıyor. Altan Öymen’de Nadir Nadi’nin başka insani özelliklerini anlatıyor.

  Hasan Akarsu böyle kültürel zenginlikleri edebi zihnine büyük bir tevazu içinde aktarırken, bugün insanlığı yalnızlığa düşüren insansız, arkadaşsız, dostsuz zamanların tam tersi, bilgisini, görgüsünü çoğaltırken, bir yandan da başka sanatçılarla tanışıyor.

  Cengiz Gündoğdu,Tacim Çiçek,Ayten Mutlu,Arif Damar,Ataol Berhamoğlu,Güngör Gençay,İbrahim Yıldız,o gün tanıştıkları; yazar ve şairlerdir.

    Hasan Akarsu’nun Şenliklerin İçinden eseri, bu tür buluşmalar, kavuşmalar, tanışmalar ve kültür beslenmeleriyle dopdolu.

    Diyeceğim, üzerine basa basa duracağım sitem: -Böyle bilgilerle, görgülerle dolmuş taşmış bir insan; kentimizin sokak ve caddelerinde yüce bir alçakgönüllülük içinde yürüyor, dolaşıyor! Bilgiye, sanata sırtını dönmüş on binlerin farkına bile varmadıkları, aynı kaldırımların, havanın, suyun olduğu bu güzel ve kalbi buruk kentte; şiirin, öykülerin, kitapların aşkıyla bir ozan yaşıyor…

 Güven SERİN 



15 Şubat 2025 Cumartesi

EDEBİ TATLAR

 



                                         EDEBİ TATLAR: KİRAZ DERGİSİ

 ( Celal ÇALIK )

   Elimde sayfaları sararmaya başlamış bir dergi. HABERTRAK Kiraz Dergisi,2011 yılının Aralık ayı, 9.Sayısı.

   Kiraz Dergisi benim de başlangıcından beri köşe yazarlığını yaptığım Habertrak Gazetesi aylık Kültür ve Sanat Dergisi olarak yayınlandı. Derginin Yayın Yönetmeni Celal ÇALIK, herkesin ruhunda ve kültür anlayışında unutulmaz tatlar ve fedakârlıklar yaparak Tekirdağ ve ülke kültürüne yaptığı hizmetlerden birisi; Kiraz Dergisidir.

  Yayın Kurulu olarak derginin ilk sayfasındaki isimlere bakıyorum, Zeki VARAN, Güven SERİN, Zeynep Neslihan DEMİRALP, Nermin BAHAR, Mükerrem SAMALAR isimleriyle yüzleşiyorum. Şimdi aramızda olmayan Zeki VARAN sıklıkla yanıma uğrayıp sadece bir kahve içimi değil, edebi, sosyal ve kültürel soluklanmaların hepsi var bu damak tadı, kalp izi bırakmışlar…

   Kiraz Dergisi’nin kısa süren edebi yaşamın bende bıraktığı izleri gönül rahatlığıyla ifade etmek isterim. Derginin samimiyeti, sahiciliği çekim kuvveti oluşturmaya yetiyor. Edebi ve kültürel dünyaya gönüllü çıkmış sanatçıların hünerlerini, sayfa sayfa, satır satır gözden geçirdim.

   Yazar ve şairlerin neredeyse her kabiliyetinin ortaya konduğu, yazı sanatıyla birlikte edebi bir yolculuk için sadece sararan yapraklara değil, zamanı içinde de kendi tahtlarına kurulacaklarını biliyor ve inanıyorum…

   Her şeyin pazarlığı olur da, düş ve düşünce gücünün, sonsuz karşısında dimdik ve heyecan içinde duruşunun pazarlığı olamaz. Sonlu insanın, sonsuza uzanmaya çalışan düşleridir; sanatçıların düşleri…

   Sahici yazarların, şairlerin eserlerinin soluk alıp vermesi de, bedenimizi ve ruhumuzu bir bütün kılan elementlerin yaşama ve yaşatmaya yazgılı oluşları gibi gönüllülük içindedir. Gönüllü yürekler; dünyaya gelmiş en değerli irfan ordularının neferleridirler…

   Celal ÇALIK, bu neferlerin, kendi şehrimizde, edebi savaşta, cepheden cepheye koşanların başındadır.

    Bir söz, bir mısra… Bir bakış, bir felsefe anlayışı içinde, kendi kurdukları evrensel birlikteliğe yeşil pasaport veya vize alarak gidilmeyen, yazı sanatına aç kalmış ve susamış herkesin gireceği, sığınacağı bir krallık…

   Aralık ayının 2011 yılındaki Kiraz Dergisi 9.Sayısı, Güven Serin’i de ağırlamış. Lale Müdür’ü, Nuriye Zeybek’i, Çetin İmer’i, Ali Akdemir’i, Figen Yarar’ı Emine Uysal’ı, Şeref Öztürk’ü, Şenol Durmuş’u, Sinan Can’ı, Canel Esen ile Celal Çalık’ın çok güzel röportajını, Sabiha Küçüktüfekçi’yi, Neslihan Yazıcılar’ı; kısacası dünya insanlarını, onların kanatlanmış düş ve düşünce ürünlerini ağırlamış.

   Köy Enstitüleri ve Köy Romanı deyince akla gelen ilk kişilerden Mahmut MAKAL için bir yazıyla katılmışım bana verilen, Kiraz Dergisi sayfalarına. 2011 yılında 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı, bayram tadında Mahmut Makal ve eşi Naciye Hanım’ın konuğu olarak bende kalan edebi ve kültürel izlerden söz etmişim…

   Mahmut Makal’ın yaşı epey ilerlemiş olsa da konuk olduğumdaki 81 yaşa sahip bedenin zihni, duruşu karşısında aydınlığın da kendi var oluş gerçeğini, samimiyetini görmüş, dile getirmişim. Ve aradan geçen yıllar sonra hasta olduğunu öğrendiğimde Mahmut Makal ölümünden önce yapmış olduğum son telefon konuşmasında, Güven Serin’e son sözleri;

—Sizin için yapabileceğim bir şey var mı hocam?

—Hayır, yok! Sizin usta bir kaleme sahip olmanızı isterim!

   Elimdeki Kiraz Dergisi ve bu dergiye yaşam hakkı sunan bir sürü insan, değer ve eser; sararmış sayfalar arasından sadece bir okuyucu bile fark etse, zamanı gelen kelebekler gibi bir sürü can havalandı gökyüzüne…

    Hepsi birer can ve dünya yolcusu; evrenin çok ama çok derinlerinden bu galaksiye süzülen yıldız tozları ve gizemleri…

   Celal ÇALIK ve Kiraz Dergisi doğumuna katkı veren her yürek, her ruh ve beden karşısında saygımı, minnet duygularını sunuyorum. Varlıklarınız sayesinde her daim çorak topraklar can bulup, insanlığın ekosistemine hayat ve katkı sunacak…

 Güven SERİN 

 




13 Şubat 2025 Perşembe

İNSAN ve MEKAN BULUŞMALARI

 


Soldan Sağa; Güven SERİN,Emin DIRAK,
Berkay BEY,Ümit BAŞYAZGAN,Ercan DUYGU


                                     İNSAN ve MEKÂN BULUŞMALARI

    “Kentler bir yuva ise, mekânlar da sığınılacak, öyküler yazılacak yerlerdir.” Sözünü nerede okudum, hangi yazarın veya filozofun bilemiyorum. Buna benzer bir sözdü, mekânı dile getiren anlatıcı gözünde…

   Bir hafta önce genç öğretmenimizin ölümü nedeniyle ertelenen buluşmamız 11 Şubat günü öğle vakti, Atatürk Mahallesi sınırları içinde olan mekâna, Hürriyet Mahallesi Muhtarı Emin Dırak’ın davetine katıldık.

   Gitmeden, atölyeden çıkmadan önce şu düşünce geçti aklımdan; “ Buluşmaları tetikleyen, insanı çağıran, mekân ve insan ile bağ kuran etkenlerin başında zihin ve kültürün gücünün baskın gelmesi ne hoş…” Bu güç, kaba ve yozlaşmış diyalogları alt ediyorsa, mekân ile insan arasında kurulan bağların, tadı -tuzu olduğu gibi, kentlilik bilincine, kültürüne de hizmet etmeye, kendi yatağında akmaya başlayan nehirler gibi geçtiği, dokunduğu yerlere bereket taşımaya başlıyor…

   Ercan Duygu’dan gelen telefon aynı neşeli ses tonuyla, Ertuğrul Mahallesi sınırları içindeki köşede beklememi, birazdan aracıyla oradan geçerken beni alacağını bildirdi.

—Hazırım Ercan Hocam, diyerek o küçük ana birkaç espri de sığdırdık. Ercan Duygu’nun olduğu yerde, nasıl ki insanın, canlıların olduğu yerde hava, su olması gerekirse daima seviyeli espriler, şakalar, öyküler vardır…

   Mekâna geldiğimizde Emin Dırak, Emin Öğretmen gelmişti. Kendiliğinden, araçta devam eden sohbetin devamı- akışı başladı. Konumuz Tekirdağ’ın eski hanları, o dünyaların öykülerle dolu hanları, hamamları, kömür, hayvan pazarları, bir çırpıda Ümit Başyazgan’gelene ve o geldikten sonra da dokunduğumuz konulardı. Yetmeyen zamanın, yudumluk sohbetleri, mekân ile insanın en birleştirici gizemlerinden birisidir.

  Tatlı başlayan sohbet, huzur içinde olan mekânın yemek tatlarına da yansımış hallerini; yudumlarımızda, içtiğimiz çayda, en az mekânın özenerek ortaya çıkarttığı ürünler kadar biz de bu ürünlere katkı sunduk. Teşekkür ettik, zihnin gücünü; kültürel ve sosyal dünyalara adanmış bedenleri taşıdığımız için…

  Emin Dırak Muhtarımla konuştuğumuz konulardan birisi, şahsi sorum; “ Gençleri nasıl görüyor ve buluyorsun?”

—Çoğunun gelip geçerken selam dahi vermekte zorlanıyor. Cevabı, öğretmen içtenliğiyle verdi.

    Hepimizin tanık olduğumuz ama yarınları onlara emanet bırakacağız diye geçmiş kuşakların dilinde tüy bittiği halde, bazı gençler şöyle soruyor olabilir:

—Hangi yarınlar? Bizlerin yarınları başka ülkelerde!

  Tam olarak bu işin hakkını vermek için sosyolog, filozof ve Köy Enstitüsü içinde yoğrulmuş bir felsefe ve zihnine hükmeden iradeye sahip olmak gerektiğini düşünmeden edemiyorum…

  Ercan Duygu’ya;

—Emeklilik nasıl gidiyor? Canın sıkılıyor mu çoğunluk gibi? Sorusuna alacağım cevabı önceden bilsem de yine sordum ve cevabımı aldım;

—Canımın sıkılmasına zaman yetmiyor Güven Bey. Bahçe, kır dünyası, araştırmalarım, aile içindeki huzurlu birlikteliğim; bana zaman yetmiyor. Sıkılmaya ise hiç vakit kalmıyor…

   Aynı soruyu Ümit Başyazgan’a sordum. Hep aynı cevap… Gördüm ki, araştıran, merak eden, öğretmenliği sadece memur olarak benimsemeyip, yurttaşlık bilincini üst seviyelere taşıyan insanların emekliliği olmuyor. Onların sıkılmaya zamanları olmuyor. Her daim, yaşadıkları kenti, otelin çok üstüne görüp; bir yuvaya hizmet eden neferler olarak çalışıyorlar. Adeta koşuyorlar…

  Mekân ile insan arasında kurulan birlikteliklerin şanslı tarafında olan benim… Bir ömrü dopdolu geçiren; “ Artık yeter” demeyen insanların heyecanına, dostluklarına, arkadaşlıklarına ve anılarına şahitlik etmek, katılmak; mekâna akan enerjiyle ruhunu yıkamak; şanstan öte bir onur değil de nedir dostlarım?

   Emin DIRAK Muhtarıma ve Öğretmenime; TEŞEKKÜRLERİMLE…

 Güven SERİN 


 

 

 

  




11 Şubat 2025 Salı

İLYAS GÜNEŞ: BİR İNSANIN ÖYKÜSÜ

 




                                 BİR İNSANIN ÖYKÜSÜ: İLYAS GÜNEŞ

 ( Varna’lı Bir Türk Çocuğu )

   Bazı insanların on parmağında on marifet vardır. Yaradılışları böyledir; öğrenmeye, öğretmeye ve öncü olmaya adanmış bir yaşam sürerler…

   Tekirdağ’ın en renkli kişilerini araştırmaya gelseler, ilk önce bulacakları isimlerden birisidir İlylas GÜNEŞ olacaktır. Giyimi-kuşamı, bakış açısı, görgü ve bilgisiyle; şehir ve ülke kültürüne katkı sağlayacak belgeseller yapılmalı ki, neredeyse karalar bağlamış, birbirine baka baka kararmış insanlarımız azcık kendi içindeki özgür insanı dışarıya çağırsın…

   İlyas öğretmenin yaşamının neredeyse tamamında öğretmenlik var. Bir kış günü; 26 Mart 1951 Pir-Ece Varna Bulgaristan doğumlu. Dört yaşında anaokulunda başlayan öğrenme merakı, hiç soluklanmadan bugün de devam ediyor. Anaokulu öğretmeni Alise’nin sağlam, neşeli öğretmenliği dört yaşındaki İlyas Güneş’in bilmece, şiir merakını, bilgisini ve sanat ateşini daha o zamanlar yakmasını sağladı.

   Bulgar okullarında iyi bir öğretim ve farklı sanat dallarında kendini sınaması; sinema sanatının içine kadar girmesini sağladı. Dönemin Bulgar yöneticilerinin zulmüne kadar öğretmen öğrenci buluşmaları, kendi özgün öğretici neşesi içinde ilerliyor, her öğretmenin içinde taşıdığı yapıcı, işbirlikçi ve yenilikçi fikirlerini bir bir uyguluyordu…

   1984–1985 yılları Bulgaristan’da yaşayan, orada doğmuş, orada büyümüş insanların iç yakan, yürek burkan günleri başlamış oldu. Türklerin isimleri değişiyor, hepsi Bulgar ismine dönüşüyordu. Yaşarken bir canlının sadece ruhunu öldürmek değil, organlarını da bir bir sökmek gibi bir vahşet başlamıştı. Mezarlıklara kadar uzanan kışkırtıcı vahşet, kendi korkusunu yaratmış ve o toprakları yüzyıllardır vatan bellemiş insanların, özellikle canını kurtaranların yollara dökülme zamanı başlamıştı.

   İlyas Güneş, içindeki öğretmenlik ateşini yakmış, daha da büyütmek üzereyken, eziyetlere, zindanlara uzanan zorlu günlerin, gecelerin içinden sıyrılarak Tekirdağ’a geldi.

   Geldiği günlerde başladığı çalışma yaşamı, o meşhur atasözünü nazikçe yanıltmayı başardı. Bir koltuğa iki karpuz değil dört-beş karpuz sığdırarak koşarcasına bir yaşam yolculuğu başlamış oldu.

   Koleksiyon Mobilya ‘da çalışırken, Tekirdağ Barbaros Ortaokulu Resim, Teknoloji Tasarım Dersleri öğretmeni olarak öğrencilerinin zihinlerini sanatla besliyordu. Cezaevi öğretmenliği, satranç öğretmenliği, iç içe geçen o büyük saygın telaş, kendi yaratıcı zekâsı, tecrübeleriyle şehrimizin neredeyse her alanında var olma-yetişme çabalarıyla destekleniyordu.

  Hünerleri sadece bunlarla kalmadığı için, Türkçe-Bulgarca, Türkçe-Rusça, Türkçe Sırpça, Türkçe-Makedonca çevirmenliği bir sürü kopuk köprüyü-kültürleri, işbirliğini birbirine bağlıyordu.

   Bir çay içimi sohbete giriştiğimizde, zamana karşı hiç durmadan koşan ama yorulmuş bedeninin sağlık sorunları yaşadığını öğrendim. Bu sorunların can yakan hallerine rağmen temsil ettiği, kendi yaratıcı anlayışı içindeki onurlu görevlerine de devam ediyor.

   Yunanistan Patra şehrinde bulunan Dünya Bilim Derneği üyeliği, Bulgaristan’ın Sofya şehrinde bulunan Balkan Bilim Derneği üyeliği de öyle.İstanbul Noterler Odası Avrupa Koordinatörü tercümanlığı da…

   Bir yazı insanı olarak her daim ilginç öykülerin, karakterlerin karşısında derin hisler duyduğumu çoğu zaman yazdım, söyledim ve haykırdım. Birbirine baka baka kararmayan, insan olmanın tercihlerini, toplumunu üzmeden de başaran, kendi kişisel reformlarını tamamlayan renklerden haberdarı olan İlyas Güneş’i tanıma onuru yaşamak ve zaman zaman kendi sohbet sörflerimizi rüzgârların eşliğinde yapmak; kendi adıma, yaratıcının bana sunduğu çok değerli bir şanstır…

  Bir insanı, giyim-kuşak ilginç kılar kılmasına da, o insanın zihni gelişmemiş, üretmeye, dönüşmeye, yeniliğe ve öncülüğe yatkın ve gönüllü girmemişse, sadece “ilginç” olarak gülünür ve geçilir.

     İlginçlik; sanatla, felsefeyle, yabancı dillerle ve anlatılacak zengin öykülerle desteklenir ve beslenirse; böyle insanların önünde saygı duyup eğilmeyi borç bilirim…

 Güven Serin 

 






6 Şubat 2025 Perşembe

ERKEKLERİN OLDUĞU YERDE GERİLİYORUM

 

İNTERNET

                   ERKEKLERİN OLDUĞU YERDE GERİLİYORUM

  Bu başlığı atarken o kadim sözcükle başlayacağım; “ Sözüm meclisten dışarı” diyerek…

   Bindiğimiz asansör 21 kişilikti. Son binenler arasında üç kadın bir erkek vardı. Büyük ve değerli bir kurumun çalışanlarıydılar. Uzun boylu kadın, bekâr erkeklerin eski zamanlarda peşinden koşacak kadar güzel, alımlıydı. Genç kadın çok gergindi. Bunu onlarla binen erkek arkadaşı anlamış olacak ki:

 —Gerilme bu kadar, dedi.

   Bu konuşmaların yaşandığı büyük asansörde yaklaşık on kişi vardı. Benim haricim iki erkek ve gerisi farklı yaşlarda kadınlar. Üç kadın ve bir erkek hariç diğerleri birbirini tanımayan kişiler.

 —Bu kadar gerilme diyen erkek arkadaşına uzun boylu ve oldukça alımlı genç kadın ise şu cevabı verdi:

 —Ne yapayım erkeklerin olduğu yerde geriliyorum! Genelleme yapmak istemem ama! Bir yerde asansörde bulunan biz erkekleri de “ Sözüm meclisten dışarı” diyerek gönlünü alarak konuşmasını sürdürdü:

 —Arkadaşım, salonlarda bekleşen erkekler koridorları öyle bir kapatıyorlar ki ister istemez onlara sürtünerek geçiyorum. Kendi kız kardeşleri, eşleri olunca namus timsali kesilen bu beyler, başka kadınlar için hiç horalı bile olmuyor. Nasıl bir mal toplum olduk biz yahu?

   Gel de bu genç kadının alnından öpme! Asansör her katta duruyordu. Büyük asansör olunca ağır çıktığı için genç kadının bir yerde insanlık haykırışını dinlemiş oldum. Dördüncü katta indiğim için, geri kalan sözcükleri dinlemesem de meselenin özü çoktan anlaşılmıştı bile.

   Asansörde, erkeklerin olduğu yerde gerilen genç kadını dinledikten sonra o büyük, o değerli kurumun koridorlarında, farklı salonlarında gezindim. Gözlemlerim akıl almaz bir şekilde genç kadının anlattıklarının eksiği var fazlası yok. Hele birbirini tanıyan birkaç erkek bir yere gelince, sanki kendini kaybediyor; yanından kim geçiyor! Geçebilecek mi? Haberleri bile olmuyor…

   İşin garibi ilim irfan sahibi medeni, uygar insanı ortaya çıkartmak için dinimiz ve kutsal kitabımızın ilk emri; “ Yaratan Rabbinin adıyla oku! “ Okumaya bu kadar alerjisi olan, gezmeyi görmeyi sadece birkaç fotoğraftan ibaret kabul eden toplumun erkekleri de kadınları da artık koridorlarda, salonlarda, kaldırımlarda, çarşılarda bencil bir düşün içinde sanki yüzüyorlar.

   İnanın bana neredeyse hiçliğin içinde kaybolmuş gibiler… O yüzden kimselerden yol vermesini beklemeden yol vermeyi, iyice küçük dar kaldırımlardan geçerken bıçkın bir kadının “ Bana dokundun, bana değdin” demesine fırsat vermeden, yanından geçtiğim kişilerin tarafında bulunan tutma, dokunma organım olan kolumu iyice belimin arkasına saklıyorum. Gören de folklor gösterisine hazırlanan birisi sanacak. Varsın sansın…

   Şunu ifade etmek isterim ki artık, belli eğitime, kültüre, ekonomiye sahip kadınlarımız da erkeklerimiz de evlenmek istemiyor. Bunun sebebi tam olarak araştırıldı mı? Düşen doğum oranları, yapılan evliliklerin yürümemesi; birkaç nedene bağlanamaz…

  Nezaketle, estetik değerlerle, felsefeyle, sanatla, müzikle beslenemeyen toplumun fertlerinden ister erkek, ister kadın olsun; daima şehir kültürüne yabancı, daima karşı insanlara empati-duygudaşlık kurmadan önyargı ve o kalıplaşmış alışkanlıklarıyla yaşamaya mecbur halde kendi ömürlerini öyle veya böyle tamamlayacaklar…

 Güven SERİN 

  

 

 

 

  


5 Şubat 2025 Çarşamba

ŞARKÖY İNSANI,SEVER GÜLÜMSEMEYİ

 

Kamera; Güven
İbrahim Akyol,Yunus Çakır   Uçmakdere


ibrahim Akyol Uçmakdere




                ŞARKÖY UÇMAKDERE İNSANI, SEVER GÜLÜMSEMEYİ

  ( Güneş Yüzlü İbrahim Akyol )

    Şarköy Uçmakdere bölgesinde çok sevilen, bilinen ve kendisini tanıyanlarını uzun süren hastalık döneminde korkutan İbrahim Akyol’dan, Güneş Yüzlü İbrahim’den söz etmenin zamanı çoktan gelmiştir.

   Bunca iyi, güzel ve gülümseyen insan varken niçin İbrahim? Düşüncelerine yanıt vermek isterim düz yazı kültürü, enerjisi içinde anlatayım.

   Bana kalırsa içinden geldiği gibi, bir yerde canlı olmanın en saf halini koruyan nadir insanların başında geliyor İbrahim Akyol. Yıllarca köy kahvesini işlettiği için Kahveci İbrahim unvanı da ona çok yakışır…

   Kahvecilik mesleği, özellikle yol üstü, her gün yüzlerce farklı insanların geldiği bir yerde çok daha önemli meslek olmaktan ötedir. Bir yerde gülen, gülümseyen ve işini layıkıyla yerine getiren esnaf; köyünün, kasabasının ve şehrinin de gülümseyen yüzüdür. Bir insan sevilirse o yöre de sevilir sayılır; hatırlanır…

  Gülümseme üzerine bir anısını Nesip Bey’den dinlemiştim. Oldukça dikkat çekici psikolojik etkileri olan bir anıydı. Apartmanda sürekli kendisinden kaçan, korkan komşu çocuklarının bu davranışını danışmış olduğu çocuk uzmanı, Nesip Bey’e “ Doğal almasını, gülümsemesini” söylediği günden beri artık apartman ve komşu ondan kaçmaz olmuş; yıllardan bu yana…

  Kahveci İbrahim, Güneş Yüzlü İbrahim için gülümseme tam manasıyla doğalın doğalı… Nasıl ki en doğal haliyle Şarköy tepelerine, vadilerine yakışmışsa bağlar-bahçeler, zeytinlikler, kirazlar öyle…

    Nasıl ki Uçmakdere, Yeniköy, Gaziköy, Güzelköy, Tepeköy sırtlarına, tepelerine yuva niyetine yerleşmişse ıhlamur ağaçları, adaçayları, kantaronlar, kekikler; öyle bir doğallığın dönüşümüdür İbrahim’in yüzündeki insana ve insanlığa dönük olan gülümseme…

   İbrahim Akyol’u ilk tanıdığımda, bir kış günü, gece kampının sabahı kahvesine uğradığımızda, tanışmamız Yunus Usta sayesinde oldu. Şair dizelerinde “ Nerede bir köy türküsü duysam, şairliğimden utanırım.” Sözlerini laf olsun diye söylememiş, kendi ağıtını yakmamışsa, benim de öyle oldu. Kahveci İbrahim’i gülümsemesini gördükten sonra kendi gülümsememden, sırıtmamdan utandım…

   O’na bir borcum, özrüm olduğunu biliyorum. Hastalığından bu yana neredeyse üç yıl geçti. Farklı duyumlar, kısacası kirli bilgiler yüzünden ziyaretçi kabul edilmediğine iyice inanmıştım. O bu üç yıl boyunca bizi beklerken sıklıkla eşine, çocuklarına; “ Yunus ile Güven gelirler ziyaretime” diyerek beklemiş.

    Körlük, güya gün ve gecenin telaşı, nasıl da çevremize yabancı, duyarsız kalmamıza neden oluyor… Kıyamet gibi bencillik, kıyamet gibi unutmalar yaşanırken; halen utanıyor, acı çekiyor olmanın da moralini yok sayamam…

   Muhtar Burhan Bey’in öncülüğünde Yunus usta ve ben İbrahim’in evine gittik. Bizim geldiğini haber verince hanımı, kapıda karşıladı o ilk zamanki saf gülüşün en samimi haliyle…

   Bir neşe, bayram havası sardı iki katlı evin küçük odasını. Koah hastalığına yakalanmıştı İbrahim Akyol. Buna da şükür diyerek, henüz yaşamın yamaçlarından, Uçmakdere rüzgârlarından, zeytin çiçeği, ıhlamur kokularından uzak kalmak istemediğini büyük bir sevinç içinde karşıladık; bin makinenin yardımını alıp, buna da şükür demesini dinlerken…

   Elimdeki dergide üzerinde çalıştığım bir insan-şair; Mascha Kaleko, kendi zamanından bizim zamanımıza, belki de Güneş Yüzlü İbrahim’in yaşadığı iki katlı ahşap eve kadar gelip şiirini okuyor, türküsünü söylüyor;

“ Sadece bir ada lazım insana/Yalnız, engin denizde/Sadece bir İNSAN lazım İNSANA/ Ve o,çok lazım ama.” , “ Kovala korkularını, korkunu da korkularından…”

 Güven SERİN