31 Mayıs 2011 Salı

ŞAFAK YÜRÜYÜŞÜ

Kamera; Yunus   Ganoslar Diyarı
Saat: 04.45 gün ağarmaya başlıyor; tıpkı
düşüncelerimiz gibi...

Kamera; Yunus  Ganoslar
İnsanın uykuya yattığı,uykunun en tatlı olduğu
zamanda tabiat capcanlı bizi bekliyor...


Kamera; Güven  Ganoslar Diyarı
Çiçeğin kaç çeşidi var sayamadım. Her
çiçeğin bir hikayesi, kendine ait bir tepesi ve
yaylası var yemyeşil çayırların olduğu diyarda.


Kamera; Güven  Ganoslar Diyarı
İç içe geçmiş tepeler; iç içe ışıklar... 

Kamera; Güven  Ganoslar
Kahvaltı Zamanı 



Kamera; Yunus  Ganoslar
Çayırlar,otlar,çiçekler... Birkaç saatlik emek
harcama; karşılığında ufkunuzu açacak güzellikler
size dokumaya başlıyor. İnanın dostlar; tabiatın
dokunması kadar güzel bir şey yok...


Kamera; Güven  Ganoslar
Yunus, çiçek dolu çayırlar içinde mutluluğunu
sessizce yaşayarak gösteriyor; tıpkı Tamer kaptan
gibi...

Kamera; Güven Ganoslar Diyarı
Grilik kendi krallığını oluşturmuş. Ganoslarda
her rengin krallığını görmek mümkün...


Kamera; Tamer Kaptan  Ganoslar
Çoban Selami'nin Heykeli
İlk fırsatta yıkılacak heykellerden bir tanesi; Ucube...
Elbette bize göre emek harcanmış, bir çobanın
yalnızlığını kendi sanatı ile bütünleştirdiği bir eser...


Kamera; Güven Ganoslar; dünyada da
cennetin oluğunu hatırlatan diyarlar...


Kamera; Yunus Ganoslar
Dinlence anı... Bazen sadece beden değil
düşünceniz de dinlenmeye çekilmek ister..




Kamera; Yunus Ganoslar
küçük yollar, patikalara,iç içe geçmiş renkler
ve bedenler...


Kamera; Güven Ganoslar
Küçük dere, kim bilir kaç canlıya can katıyor...
Sürekli almayı bilen insana, veren tabiat
öyle güzel sunumlar yapıyor ki; kaybetmeden
mutlu olmayan soylu insan; bolluğun kıymetini
bilemeden çölleşmeye doğru yol alıyor...


Kamera; Güven Ganoslar Diyarı-Çoban Selami
Keçileri dinlenirken, selami de yeni sardığı
sigarasını, tabiatın zengin sunumu ile
dengeler gibiydi. Sigara ölümü hatırlatırken,
tabiat; Selami'nin keçileri ile mola
verdiği tepe; alabildiğine yaşamı anlatıyordu.
Yaşam; en zor anlışılan öğretilerden birisi...


Kamera; Güven Ganoslar
Selami'nin keçileri bereketli toprakların
en güzel otları ile doymuşlar; haylazlık yapıyorlardı.
Hoşçakal, Ganoslar ve bağrında barındırdığın
binlerce renk,ot,çiçek,böcek ve hayvan...

ŞAFAK YÜRÜYÜŞÜ



 Saat gecenin 04.00’nı gösterirken alarm çaldı; kalkış zamanı… Akşamdan hazır olan çantam ve ben; on dakika içinde apartmanın giriş kapısındaydık. Gece, sessizliğin içine gömülmüş, ne bir köpek havlaması, ne bir kedi miyavlaması, ne de araçlar… Sessizlik o kadar alışılmışın dışındaydı ki sanki evrenin ilk zamanı, sıfır noktasının büyük sessizliği gibi; canlılar, cansızlığına; hiçliğe dönüşmüşlerdi…

 Yunus tam da zamanında geldi; aracın sesi, gecenin sessizliğini çok kısa bir süreliğine de olsa deldi. Tekirdağ şehri derin uykusunda renkli ve renksiz rüyalarını görürken, boş caddelerden geçtik. Tamer kaptan odasının ışığını yakmış bizi bekliyordu. O da hazırdı. Hepimiz hazır ve heyecanlı; şafak yürüyüşü, ilk uygulamamız olacak. Güzelim uykularımızı terk edip, gecenin içinden geçip gün ağarırken Ganos diyarına geldik. Ganoslar; birbiri içine geçmiş karanlık gölgelerle mitolojik bir kurgu sahnesi gibiydiler. Her şey karanlığa ve sonra gölgelere ve daha sonra renklere doğru ilerliyordu. Dağlar, tepeler, ağaçlar, çiçekler, kuşlar…

 Mermer ile Yeniköy arasında karanlığın tam orta yerinde aracı durdurduk. Bizi durduran iki şey vardı. Birincisi yol kenarındaki kesik dal parçalarından yürüyüş için dayanak; birer sopa hazırlamaktı kendimize. Elbette bu işin uzmanı; baltası ile birlikte Yunus ustaydı. Tam iki dakika içinde üç tane dayanak; sopalar hazırdı. Yunus ustanın baltası sessizliğin içine gömülünce, tabiatın esas sahipleri; kuşların sesleri gecenin sessizliğine ses katarcasına duyulmaya başladı. Derenin içindeki gür ağaçlık; kuşların yaşam alanıydı. Aracın ışıkları, karanlığı, belli bir mesafede aydınlığa çeviriyordu. Geri kalan, siyahlık, başka bir boyutun hemen yakınındaymışçasına gizem ve farklılık doluydu.

 Tamer kaptana sordum; kaptan öten bu kuşların cinsleri nedir, diye! Kaptan; şu sağ taraftan gelen ses, isketeye, ileriden duyulan ses; florya’ya, daha aşağılardan gelen ses de bülbüle benziyor, dedi. Orman tavukları belli aralıkta, belli bir ritimde sesleniyorlardı gecenin en sessiz zamanına. Guguk kuşu sanki tarih öncesinden, çok derinlerden varlığını işaret ediyor; gece, kuşlar, böcekler ve adını bilemediğimiz hayvanların sesleriyle canlılığını, ölmediğini, ölemeyeceğini anlatıyor…

 Sonra, araç yine ilerliyor, akıp gidiyor yukarılara doğru. Rakım hızla yükseliyor; serinlik bedenlerimize dolanıp sımsıcak bir kadın gibi değil, yüze çarpan soğuk bir su gibiydi… Yeniköy’ün üstünde baharat kokularının birbiri ile yarıştığı yerde aracı bırakıp, şafak yürüyüşüne adımlarımız; bedenlerimizi taşıyan ayaklarımız ile başladık.

 Deniz hemen tepelerin aşağısında biliyor ama göremiyorduk. Gün yeni ağarıyor ve ışık, renklere, belirli ritmik hareketlere dönüşüyordu; hiç acele etmeden. Ganos tepelerine son yıllarda daha fazla yağmur düşmesi ve köylülerin şehir aşkı ile göç edip bu diyarları terk etmeleri; doğayı, ilk zamanlardaki gibi yalnızlığa, bakirliğe sürüklemiş. Her tepenin ardında bir başka yayla, bir başka vadi de neredeyse dizlerimize ulaşan otlar, çiçeklerle kucaklaştık.

 Kaç çeşit çiçek, kaç çeşit ot ve böcek vardı bu diyarlarda; hepsi bilinmezin içinden bilinmek istiyordu ama kavgaya, yalnızlığa, öğrenmemeye, uyandırılmamaya adanmışlığın zamanları olduğu için; bir başka zamanın kurtarıcısını bekler gibi bekliyordu bu diyarların canlıları.

 Gecenin en derin yerinde, uykularımızın en tatlı zamanında yola koyulmuş, kendi zorluğumuzu sırt çantalarımızı sırtlar gibi sırtlamıştık ama fazla olmadan muhteşem hediyeler bize; gece, dağlar, çiçekler, kuşlar ile birlikte sunuluyordu. Gözlerimiz gördüğü güzellikler karşısında büyülenirken, görünmezler adına muhteşem bir ürperti yaşadık.

 Bir ara Yunus sordu; acaba öldük de başka bir dünyaya mı geldik, dedi. Onun bu sorgusu tepeler arasında bir yayla; çiçekler, ardıç ağaçları, otlar ile kaplı; sanki insanın tüm yükünü bırakıp, başka bir beden ile ayrılacağı sağlık merkezi gibi bir yerdi. Gülüştük; burası başka bir dünya, gezegen olmalı dedik; sisli ve dingin bu yerin birbirine karışmış çiçeklerinin kokuları ile ruhlarımız sarhoş, sarhoş dolaşırken…

Her özgürlük, her kavuşum; belli bir sırat köprüsünden geçiyor; ulaşılacak huzur, öğrenilecek öğretiler; hepsi adımlara, yürüyüşlere muhtaçtı.

 Şafak zamanı güne, günün en taze sabahına kavuşmuştu yine. Renksizlik yüzlerce renge dönüşmüş, etrafımızı, ağaçları, karşı tepeleri, ormanları ve ilerideki denizi görüyorduk. Siyalık, yeşile, pembeye, kırmızıya, sarıya, eflatuna, mora, laciverde dönüşüyor; konuşmayı unutmuşçasına sessizce bir töreni izliyorduk… Tamer kaptanın elindeki poşet, bahçesine getireceği çiçeklerle doluyor; bedenlerimiz, uygarlığın çok yakınında sanki ölümden, yaşama; yaşamdan ölüme geçeceğini bildiği halde tekrar; merhaba dünya, diyordu; tekrar, merhaba dünya…

 Her tepemin ardında bir başka rüya, bir başka yaşam kendi egemenliği ile hoş geldin diyor; her orman kendi değişik patikaları ile zorlu geçitlerde sınıyordu bizi. Yeni bir orman yoluna girerken, arkadaşlara; biraz yalnız kalmak istiyorum; bir süre sonra buluşuruz, dedim. Yalnızlığımı, ruhumun kırıntılarına tutunan değişimin izlerini aşağılardaki denize; süt liman büyük suya bakarken yaşadım. Sanki bir kadın sesleniyordu uzaklardan; telaşı olan, önündeki torbasına çiçek doldurup, taş kulübesine çiçek taşıyan ve onların sularını kaynatıp aşağılardaki insanlara; şifa arayanlara bıkmadan usanmadan taşıyan bir kadının sesi geliyordu, rüzgârsız havanın denizin kıpırtısız olduğu yerlerden…

 Kadının sesi susunca bir adam konuşmaya başladı; “özgürlük ana, babaların reddedildiği, ya da gömüldüğü yerde değil, olmadıkları yerde başlar; insanın kiminle olduğunu bilmeden dünyaya geldiği yerde. İnsanın ormana atılmış bir yumurtadan dünyaya geldiği yerde.


İnsanın gökyüzü tarafından yere tükürüldüğü ve hiçbir minnet duygusu olmaksızın ayağını yere bastığı yerde.” Uzaklardan çok uzaklardan sesleniyordu; Milan Kundura…

 Fazla uzaktan gelmeyen ses; Tamer kaptanın öten düdüğüydü. Nerede olduklarını ve beni çağırdıklarını anlatıyordu çiçek dolu yaylada düşlerin içinde düşünen bana. Ve ben, Tamer kaptan ile Yunusun girdiği ormana, küçük patikanın ilerlediği yola doğru ilerledim…

Güven Serin












27 Mayıs 2011 Cuma

CAMDAKİ BEN

Ankara Ekspres    
Gece bira,gündüz kahve ve zaman akıyor,siz
onu izlerken...

Kamera; Güven  Moda-İstanbul
Selçuk Bey'in Müzesi(evi)


Kamera; Güven  
 Selçuk Bey'in Kütüphanesi
Kimbilir kaç milyon bilgi,öğretiye,öğreti insana,
insanlığıa seslendi, sesleniyordur buradan...

Kamera; Güven    ÇELİŞKİ
Sanatçı;Selçuk Bey


Kamera; Güven Evvel Zaman İçinde
Sanatçı; Selçuk Bey
Selçuk Bey'in kırk yıllık çocukluk anısı; bu esere
süzülmüş...


Kamera; Güven
Her yan sanat kokuyor... Nesneler, insana
korku vermekten öte,bilgi, esin, huzur vermek
adına yer bulmuştu bu mekanda...



Kamera; Güven  Moda
Selçuk Bey'in askerlik zamanı; el işi yelkenlisi.




Kamera; Güven   Selçuk Bey ve Filiz Hanım

Paylaşımlar, öğretiler, anılar...
İnsanı insan yapan güzel duygular,eylemler...


CAMDAKİ BEN



 Batıdan doğuya doğru yol alıyordu tren. İstanbul Haydarpaşa’dan, Ankara’ya; başkente doğru… Ankara Ekspres o bildik sesleri çıkarıyor; demir ile çeliğin muhteşem sevişmesinin seslerini… Sanırdınız ki ahşap ile taşın o bildik gösterimi yapılıyordu. Sanki insandan çok öncelerinin türküsü söyleniyordu insan taşıyan, ruh ve beden dolu tren.

 İnsan ne garip bir canlı! Yıllarca uyuduğu ininden çıkmaya görsün; sanırdınız ki Alman filozof F.Nietzche’nin Zerdüşt’ü uyuduğu mağaradan çıkmış insanlığa, aşağılara ovalara doğru iniyor.

 Gecenin karanlığa akan zamanında, kasabalara, şehirlere akan trenimiz de ilerliyordu; zamanı delip geçen bir gayretle. Küçük vagondaki her şey: Dolap, raf, yatak, lavabo, ayna ve dışarıdan gelen ses; dokuz saatliğine bana aitler. Sanırım bana aitlik içinde yaslanan her şey de bir başka değişim; yazının sihirli gücü ile diğer insanlar; okuyuculara ait oluyor… Sizin anlayacağınız; Edip ustanın Yer Çekimli Karanfili gibi; “ Sen o karanfile eğilimlisin, alıp sana veriyorum işte/Sende bir başkasına veriyorsun daha güzel/ O başkası yok mu bir yanındakine veriyor/ Derken karanfil elden ele.”

 Küçük vagonun zaman içinde akıp giden treninde ben de insanlaşmaya doğru akıyordum. Vagonun camı kocaman! Gecenin içinde ilerlerken tren, ışıkların aydınlatması ile beton ormanı olan yerleşim yerlerinin izliyorum. Buralara mimarlar, mühendisler uğramamışlar… Bir sanatçı el ile dokunmaya korkar bu diyarın beton ormanlarına benzeyen mekânlarına. Tren ilerledikçe bazen de yerleşim yerleri ve ışıkları yok oluyor. İşte o zaman trenin büyük camı, dev bir aynaya dönüşüyor. Ve o aynada benim içindeki ben görünüyor. Diğer insanlar gibi gözleri, burnu, ağzı, kaşları, yanakları, dudakları olan donuk bir ben… Sanki birisi ruhumuzu şırınga ile çekmiş, lanetli bir tanrıça tarafından kendine besin yapılmış bedenlerin yansıması gibiydi aynadaki yüzüm.

 Trenin aynaya dönüşmüş camı, ara sıra dışarıdan süzülen ışıklar olmasa, korku ile sorgulayacağım yabancı ile baş başa bırakacak beni. Yabancıyı inceleyip irdeledikçe belki de ruhlarımızın uyuşuk ve miskin bedenlerimizden sıyrılmaya çalıştığı bir anı yakaladığımı düşündüm. O an, geceyi delip geçen çeliğin ve demirin çıkardığı sesle birleştiği, ovaların, tepelerin, dağların bize doğru aktığı bir andı. Ruhumuz ile bedenimizin çelişkiye düşürüldüğü, birbirini belki de anlamaya çalıştığı zamandı.

 Tuhaf bakışlı irdelemelerin ardındaki bakışım; benim içindeki beni sakinleştirip zamanın birkaç saat öncesine gittim. Tren, zamansızlığa akarken, ben de zamansızlığa doğru akıp, birkaç saat önce bir sanatçının evindeki sanat diyarında yaşadıklarımı bir bir, tekrar, tekrar yaşadım. Selçuk Öğretmenin Moda’daki evine daveti aldığımda heyecanlanmıştım. Sanki olacakları öncede biliyor gibiydim. Sanatın erdemli duruşu, kokusu, renkleri ve kadınsı kokusu çarpar insanı.

 Selçuk Öğretmenin Modadaki evinde, sanat ve insan adına her şey vardı. Sanki eksiklik, hoyratlık, bencillik hiç uğramamıştı bu eve. Selçuk Öğretmen ne kadar yakışmışsa, eşi Filiz Hanım da o kadar yakışmıştı sanatın bolluk içinde yüzdüğü eve. Ahşap kütüphane ağzına kadar kitap doluydu. Taptaze bilgilerin yaşlanmış, sararmış kitapları da vardı, beyaz hamurun yenilik kokan kitapları da; yan yana, koyun koyuna insan eliyle insanlığa adanmayı bekliyorlardı.

 Bu ev, sanatçı evi olmasına sanatçı eviydi ama aynı zamanda bir müzeye dönüşmüş gibiydi. Selçuk Öğretmenin ahşap sevgisi, resim sevgisi ve el marifetleri olduğu gibi sergileniyordu; özgürce…

 Yere uzanmış gazete okuyan ve o muhteşem bedeni ile erotizmi davet eden kadının çelişkili gösterimi de vardı, evvel zaman içinden doğan sanatçının çocukluğunu anlatan çalışması da… Askerlikten, yakaladığı boş vakti değerlendiren genç adamın oymacılık sanatının yelkenli gemisi de oradaydı, yaşlı bir kadının tüm makyajlara meydan okuyan acılı bakışlarının portresi de oradaydı… Daha başka neler yoktu ki…

 Selçuk Öğretmenin Modadaki evine yürüyerek gelmiş, merdivenleri yürüyerek çıkmıştım; ama evinin içinde yüzüyordum adeta…

 Ankara Ekspres yol alıyordu batıdan doğuya doğru.Sadece Ankara Ekspres mi? Hayır; bazı idarecilerin, yarı aydınların, hilebazların, sultanların aldıkları yollar gibi! Arınmamış ruh, öğretilerle, vicdan ile desteklenmemiş bir beden; ne kadar bol parfüm sıksa, ne kadar gösterişli elbiseler giyip, takılar da taksa; o bedenin kirleri, kokusu gözlerindeki nefret, ağzındaki salyalarla birlikte çıkar ortaya…

 Vagonun camına tekrar bakıyorum; yine ben… Ben içinde ben, ruhunu besleyecek, çok fazla asit yağmurlarına rağmen derman aramaya gidenler gibi çelik rayların üzerinde ilerleyen demir trenin sımsıcak vagonunda süzülür gibi akıyorum…
Güven Serin





                        

23 Mayıs 2011 Pazartesi

MUHTEŞEM REZALET

Kamera; Güven  Gölbaşı-Ankara
Anadoluyu Vermeyeceğiz yürüyüşünün iki
kahramanı dinlence halinde. Bu insanlar, burada
görünen güzel tabiatın bu şekilde bozulmamış halde
kalmasını istiyorlar. Çünkü tabiat bozulmaya,
gücündirilmeye gelinemeyecek kadar hayati
bir önem taşır; vicdanı, aklı alan insan için..

Kamera; Güven Gölbaşı-Ankara
Tabiat için yola çıkmış insanların besili çevik ve çelik
kuvvetlere direnmesi de tabat gibi olur; şarkılı,
türkülü ve güleç...


Kamera; Güven Gölbaşı - Ankara
Tabiat hor görülmediği zaman bu kadar güzel,
bu kadar narin ve gösterişlidir...

Kamera; Güven   Gölbaşı Ankara
Tabiatın onurlu duruşu; alnından öpüyorum
seni...


Kamera; Güven Gölbaşı-Ankara
Ege diyarının İbrahimi; selam olsun sana


Kamera; Güven Gölbaşı Ankara
ANADOLUYU VERMEYECEĞİZ


MUHTEŞEM REZALET



 Bu çalışmamın ismi daha ilk baştan; YÜRÜYÜN ARKADAŞLAR diye olacaktı. Niye olmadı; çalışmamın ilerleyen cümlelerinde anlaşılacaktır. Ama yine de son söz; yürüyün arkadaşlar, olarak sonlanacaktır…

 Hani bildik, çok bildik bir laf vardır; “bir avuç insan” işte, bu bir avuç insan yurdun yedi bölgesinden çıktılar yola. Bazıları kırk, bazıları elli gün önce. Ege diyarından atları, talikaları ile güney diyarından develerle, Karadeniz diyarından, Doğudan, Batıdan, İç Anadolu’dan kadınlı, erkekli, gençli, ihtiyarlı yolun yolcusu oldular. Yürüdüler, günlerce sadece yürüdüler…

 Ve Mustafa Kemal’in Ankara’ya süzülmesi gibi ağır, ağır süzüldüler başkent diyarının bahar kokulu çiçeklerinin olduğu tepelere. 25–30 km kala Ankara’ya bildik kuvvetler; çelik ve çevik kuvvetlerimiz tam donanımlı besili, bakımlı güçleri ile “dur” dediler. Durun yoksa Anadolu’nun kaç bucak olduğunu gösteririz size…

 Bu insanları günlerce yürüten, neredeyse insan kılığından çıkaran yürüyüşün gerçek sebebi neydi? Saçı-sakalı birbirine karışmış, güneşten, rüzgârdan yüzleri yanmış, gözleri şişmiş, ayak tabanları su toplamış bu insanların derdi neydi? Daha fazla ihale kazanmak mı? Özel torpiller aramak mı? Af dileyip, bir daha ve bir daha insanların canını yakmak mı? Köylüyü, işçiyi, memuru sistemin içinde kul-köle ol felsefesi ile iyice sindirmek mi? Hiçbiri değil; hiçbiri dostlarım…

 Bu insanları, şişmiş yorgun ama o huzurlu gözleri, yanık yüzleri, su toplamış tabanları ile ayakta durmanın gururunu taşıyan insanları gittim ve gördüm. Onlarla birlikte oldum. Anadolu’nun baharat kokularını, yaylaların tozunu onların üstünde gördüm. Kimi ayakta duramayacak kadar yorgun ama elindeki bayrağı bırakmayacak kadar inançlı… Kimilerinin gözleri, şişmiş, yüreği deşilmiş; ağlıyordu; bunca cefanın, emeğin karşılığında Ankara’nın soylu siyasetçileri tarafından başkente sokulmadıkları için.

 Ne yapacaklardı Ankara’da? Söyleyecek, anlatacak bir şeyleri mi vardı? Elbette, bunca yürüyüşün tek bir derdi, anlatımı vardı; artık can çekişen, her yerde imdat çığlıkları veren doğanın; hepimizin bildiği ama bir türlü anlatamadığı ölüm çığlıklarını anlatmak istediler.

 Bu insanları, bir avuç Anadolu insanını neredeyse tek tek gördüm, izledim. Ruhları tertemizdi. Bilerek ve isteyerek hiçbir canlıya zarar veremeyecek kadar narin ve naziktiler. Açtılar ama onlara uzatılan bir yudum ekmeği, yemeği; diğer arkadaşım da yedi mi diye kenara ayıracak kadar toktular… Bu manzara karşısında, tok olan bedenim, sıcak giysilerle sarılı vücudum; onlar gibi aç ama onurlu, onlar gibi üşümüş ve horlanmış ama erdemli olmak için yalvardı bana; yalvardı…

 Cumhurbaşkanına, başbakana açıklamak istedikleri bildirileri hiçbir kimseye zarar vermeyecek gibi görünse de belli ki sadece para ile meşgul olan ve Anadolu’nun bakir-duru derelerine, dağlarına, ormanlarına göz dikmiş insanları rahatsız etmişti. İzin verilmeyerek, muazzam bir polis gücü göndererek ne kadar önemsenmişti bu insanlar! Önemsenmiş olmalarının asıl sebebi iyi anlaşılsaydı, diyecekleri dinlenseydi yapılsaydı ne olurdu acaba? Çok şey olurdu dostlarım çok şey? Zengin dostları, verilmiş sözleri ve alınmış kredileri daha fazla geciktirme olmaz… Doğanın, orası deşilmiş, burası kurutulmuş, şurası yakılmış; ne olacak; nasıl olsa doğa kendi çığlığını içe atar…

 On beş polis otobüsü ve yüzün üzerinde ki Ankara Polisi bir an bile gözlerini ayırmadı, türkülerle dertlerini anlatmaya çalışan bir avuç Anadolu sevdalısından. Bence hepsi birer âşıktı bu insanların. Paranın, yüksek çıkarların, çılgın projelerin, aldatmacaların, hilekârlıkların dışındaydılar… Bu insanlar, diğer kazananlar gibi en yüksekte olmanın rüyasını hiçbir zaman görmeyecekler. Çünkü kazanmayı, doğayı katlederken, insanlığı umutsuzluğa iterken düşünemezler bile… Onların kazanımları, derelerin temiz ve düzenli akmasından yanadır… Onların kazanımları, ormanların yeşilinin bitmemesinden, tarihi eserlerimizin sular altına gömülmemesinden, dağların soylu bağırlarının deşilip, zehirli atıkların toprağa bırakılmamasından yanadır; onların kazanımları…

 Ankara Polisi Gölbaşında Anadolu sevdalılarını durdurmuş olabilir. En donanımlı, en marifetli güçleri ile bastırmış, sindirmiş olabilirler ama asıl olan yeni bir ateşin yandığını ve üfledikçe ateşin ağır ağır alev aldığının farkında bile değiller… Doğa, ölmeyecek kadar yaşama inanmış yaşam tohumları ile doludur. Ve doğa öldürüldükçe üreyen, başka, başka zorlukları ahmak insanlığa sunan soylu bir yaşam sunucusudur…

Bir avuç doğa aşığı, tabiat sevdalısı; geri dönülmez bir yola çıkmışlardır; tozlu, baharat kokulu, yanık yüzlü, yorgun duruşlu bedenlerine sarılıyorum ve onların onurlu duruşlarını kutluyorum…

 Yürüyün arkadaşlar...

Güven Serin

18 Mayıs 2011 Çarşamba

KURTULUŞA GİDEN YOL: 19 MAYIS

Kamera; Güven  Muratlı Tren İstasyonu
Küçük taş bir mekan... Gidenleri, gelenleri
hoşgeldinlerle uğurluyor ve karşılıyor...
Savaş,zorunlu olmadıkça bir cinayettir,
demiş Mustafa Kemal.
Bir başka filozof,yazar; "savaşın
kendisine savaş açmalıyız." der...
Savaşarak ilerleseydi insanlık; bugün savaşlar
olur muydu acaba?
Hillebazlığın dört yüz çeşidi olur da,
savaşların olmaz mı? Şimdi, yarın; sürekli
kılık değiştiren soylu efendiler ile kendi
soylu savaşımızı vereceğiz...

KURTULUŞA GİDEN YOL; 19 MAYIS



 Tarih, kapkaranlık odada bekleyen milyonlarca kitap gibidir. Bize düşen görev; ışığı yakıp elimize alacağımız bir kitabı taraf olduğumuz taraftan; tarafsız gözlerle okumaya başlamaktır. İnsan kendi tarihini bilmiyorsa; tarih dediğin birkaç savaşın övünçlü ganimetleri olarak anıyorsa; tarihe en büyük ayıbı yapmış olur. Tarih, bize konuşma, aynı zamanda konuşmama; utanma ve övünmeyi layıkıyla öğretir.

 Kazandığımız bilmem kaç milyon kilometrekare övünç kaynağı mıdır acaba? Yoksa kaybettiğimiz bilmem kaç kilometrekare toprak mı düşün kaynağı olabilir! Tarih, övünçleri ve ayıpları mükemmel bir denge içinde ortaya çıkarır. Düşünmeye zorlar düşünmeyi unutmuş beyin hücrelerimize.

 Tarih, aynı zamanda övgü ve yergilerle gündemden düşürmediğimiz büyük; çok büyük insanları da insanlığa giden yolda irdeleyip hak ettikleri veya hak etmedikleri yere koymamızı sağlar. Tarih, aynı zamanda insan denen zavallı canlının hırçınlıklarını, yalanlarını, soysuzluklarını da tabiatın, felsefenin yardımı ile tertemiz hale getirir. Çünkü geçmişin soylu hatırı; bugünü ve geleceği daha iyi düzenleyebilir…

 Daha bir yüzyıl bile olmadı kurtuluşa giden yoldaki yaşanmışlıkların tarihe emanet oluşu. Bir yüzyıla yakın bir süre önce 600 yıllık kocaman bir imparatorluk çöküyordu. Çöküntü sadece kendi içinde olsa iyi; aynı zamanda üzerimize çöken başka milletlerin ağılığı; İngilizler, Yunanlılar, Fransızlar, Ruslar… Ağırlık; milyonlarca kilometreye yayılmış imparatorluğu 1 milyon kilometrenin altına düşürmüş; şimdi buda yok edilecekti.

Muhteşem hazineleri, uygarlıkları bağrında taşıyan Anadolu, Trakya kâğıt üzerinde de servis edilmişti. Ve yemeğe uzanan eller; İstanbul’daydı, İzmir’deydi, Gaziantep’teydi.

Tarihin ışığı göz kamaştırmadığı gibi insanı sarhoş da etmez. Yıl 1919 ve Mayıs günü bir Mustafa Kemal yeni bir başlangıca; son toprak parçasında yaşayan Türkiye’nin miladını oluşturmaya Samsun’a gidiyor.

 Falih Rıfkı Atay, o günleri şöyle anlatıyor: “ Yurtsever Osmanlı aydınları arayış içindedir. Ne yapsak da milli bir uyanış hareketine dönüştürebiliriz! Esat Paşanın evinde toplanmışlar dertleşiyorlar. Aralarında Prof. Akçura oğlu Yusuf ve Ferit(Tek) Beyler de var. Hepsinin birleştiği nokta İstanbul düşman baskısı altındadır. Çıkar yol Anadolu’yu hazırlamaktır. Fakat kim yapabilir bunu? Kimi göndermeli Anadolu’ya? Rafet Bey(Bele) Jandarma Komutanı, Gazze savaşlarında tanınmıştır. Bir defa da ona danışalım, diye karar vermişler. Kendisini toplantıya çağırıp fikrini almak istemişler. Rafet Bey:

- Siz düşünün, ben de aradığınız adamın kim olabileceğini araştırayım, gelecek defa görüşürüz, der.

Ertesi toplantıda sormuş:

—Kimi tasarladınız?

—Rauf Bey’e (Orbay) ne dersiniz?

—Yüzde elli bulmuşsunuz, Bende bir yüzde yüz var, bizi kurtarır ama sonra biz ondan nasıl kurtulabiliriz, bilmem.

—Canım gâvura kalmaktansa ona kalırız.

- Mustafa Kemal, der.

 İttihatçıların daha Selanik’te iken vurdukları damga üstündedir: “Haris” dir, hiçbir rütbe ve makama doymaz… İnsanca yaşamayı, eğlenmeyi ve içmeyi sevdiği için o devir anlayışına göre “Sefih” dir. Ve durmadan tenkit ettiği ve İttihatçıların tutumunu beğenmediği için “ uzlaşılmaz bir adamdır.

 Samsun yolculuğu bu tartışmalardan, kuşkulardan sonra bu milletin kaderine bir lütuf gibi sunuldu. İşte tarih bu yüzden gereklidir; matematik, fizik, biyoloji, tıp, felsefe, kimya kadar gereklidir… Tarihin, övgülere ihtiyacı olmadığı gibi nefrete de ihtiyacı yoktur. Tarih, damgalanmaları da, zevk ve eğlenceyi de, vatan sevgisini de, ucuz bir kişiliğe sahip olup da en ufak bir yel esintisinde yok alabilecek çınar görünümündeki çürümüş insanları da saygı ile yerli yerine koyar.

Samsun, Erzurum, Sivas ve Ankara, İstanbul görülmemiş bir kader savaşını var olmakla olmamayı yaşıyordu. Ülke insanının duyguları altüst olmuş; artık dayanacak takat kalmamıştı.

 Mustafa Kemal Ankara’ya geldiğinde cebinde 1200 TL’si kalmıştı. O da müfettişlik için verilen 20 bin liradan kalan paradandı. Yıllarca süren savaşlar yüzünden ülke perişandı. Kırklareli’nden gelen rapor: “Balkan Savaşı bölgeyi çok sarsmıştır. Eşraf çekingendir. Fedakârlık beklenemez.”

Keşan’daki 60.Tümen’in raporu: “ Yerli halk teşkilatsız, duygusuz, kaygısız ve silahsızdır. Teşkilatı isteyen yok. Ellerindeki silahları Rumlara satanlar bile var.”

 İpsala Müftüsü: “ Cihadı imam ilan edebilir! Sultanımız serbest değildir. Cihadı kimse ilan edemez.” Bolu ve Gerede de Kör İmam, Biga’da Gâvur Hoca, Düzce’de Ahmet Hoca ve daha bir sürü çete ile baş edecek bir adam; Mustafa Kemal…

 Kendi tarihini bilen insan, tarih içindeki tüm acıları, katliamları, düzenbazlıkları da öğrenir ve tarihini sadece övgüler ile süslemeyip bilgiye, vicdana dayalı öğretiler ile de örmeye başlar… Bu örgü. aynı zamanda diğer milletlerin de tarihini anlamaya, insanı insanlığa yaklaştırmaya başlatır…

GÜVEN

16 Mayıs 2011 Pazartesi

RUHLAR YAŞIYOR

Kamera; Güven   Doğa Irmak(küçük arkadaşım)
Taptazedir çocuklar; daha kirlenmemiş,
kurnazlığın nasırları ile kaplanmamıştır bedenleri.
Ama, temizliği-arınmayı yine bu kirlilik ve kurnaz
nasırlar davet etmez mi bizlere? Ödenesi ve
beklenesi bedelleri vardır arınmaya giden muhteşem
dinginlikte...


RUHLAR YAŞIYOR



 Keriman teyzemi bu dünyadan uğurlayalı on gün oldu. Hastalığı ile mücadelesini duyduğumda dipsiz bir hüzne dalmadım nedense. Çünkü bu kadın, zaten doğdu doğalı hep mücadele içindeydi. Fakir Baykurt’un Irazca Anası gibi sürekli mücadelenin merkezindeydi. Elleri hep ıslak; ya ahırdan yeni gelmiş, ya yemeği ateşe sürmüştü. Ya da sürekli haylazlık yapan oğullarına tüm köyün duyabileceği şekilde nasihatler veriyor olurdu.

 Ölüme herkes inanırmış da, kendinin öleceğine kimse inanmazmış. O da son nefese kadar hastalığı dert etmedi kendisine. Sanki tüm yüklerin hamalı oymuş gibi olanca kuvveti ile birkaç kadının yapabileceği işleri hem yaptı, hem de sessiz olmak yerine o gür sesi ile ses verdi yedi düvele. Onun normal konuşması hiç olmadı! Sanırdınız ki her an kalkacak uçağa yetişecek ve zamanın aktığı gibi tüm işler-yükler ona akacak ve o, tüm işleri yetiştirmek zorunda kalacaktı…

 Keriman teyzem ile baştan kurulan akrabalık ilişkimiz saygıdan çok sevginin eseriydi. O gür ses, o yüce bakışlar ve iç içe geçmiş sıkıntıların korkunçluğu benle konuşurken sakinleşir, içinde gizlediği müşfik kadın çıkardı ortaya. Bir ana, bir teyze sıcaklığında çok kısa konuşur; birbirimize güvendiğimizi, inandığımızı onaylar kendi yollarımıza giderdik.

Keriman teyze ismi gibi; cömert, ulu ve büyüktü. O, çalışarak, koşuşturarak ve elleri hiç kurumayarak büyüdü. Büyüktü, tüm yükü o büyüklüğün cesaretiyle sırtlamıştı. Sert ve dayanıklıydı; toprağın en sert olanını kendi sertliği ile karıştırır, kaldırıp indirdiği çapası ile o ikna olmaz, o verimsiz görünen toprak, ürün vermeye hazır hale gelirdi.

 İsmi gibi cömertti. Zamanı bile yoktu lafları uzunca bir şekilde yaymaya. Hiç zamanı yoktu… Sanırdınız ki bir orduyu besleme görevi ona verilmiş. Ahırdaki hayvanları o besleyecek. Yemeyi o hazırlayacak. Peyniri, ekmeği o yapacak! Hiç bitmeyen koşuşturma, yaşam telaşı bitti işte! Son buldu bir kış günün bahara; yenilenmeye dönüştüğü bu zamanda.

 Annem bana telefon açtığında ölümlere kanıksamış bedenim; “Oğlum Keriman teyzen öldü.” Dediğinde, nedense başa çıkılmaz bir çöküntü yaşamadım. Bu gidişi-ayrılışı bir veda gibi kabul etmedi teyzeyi daha doğar doğmaz sevmiş bedenim. Zaten, bu yüzden; hoşça kal demenin sevmişliği bu yüzden değil midir? Bir gün görüşebilme, kavuşa bilme iradesini yaşatmak değimlidir “hoşça kal” diye seslenişlerimiz…

 İnsanı daha bir insan yapan duygular olmasaydı nasıl bir havyan olurduk biz? Bu üstün, bu değerli duygularımızla bile bütün hayvanların üstünde, üstün kıyımlarımız, saldırılarımız, nefretlerimiz, tüketimlerimiz devam ediyorken; bizleri birkaç saatliğine insanlaştıran ölümün uğurlama yolculuğu değil midir? Sonsuza kadar yaşacakmışız gibi, gidene çeşitli sözler söyleme bilgeliğini kendimizde yeşertip; “ kendine bakmadı, çok sigara içerdi, yemedi-içmedi, doğru yaşamadı veya erken gitti zavallı” gibi üst sözlerle, kalan bizlerin ne kadar şanslı olduğunu o anlık keyfini; saflığını yaşamayız mı; bir sonraki kurbanın biz olacağını düşünmeden…

 Keriman teyzemin ölüm bildirisin duyunca hiçbir yakınımla ölüm ağıtları yapmak istemedim. Onu kalbim ile sevip, kalbim ile ancak ruhların duyabileceği şekilde uğurlamak istedim. Ve öyle da yaptım. Mezarlara adanmış, o anlık kuru söylemleri, o anlık gözyaşlarını hiç kimselerle paylaşma ihtiyacı duymadım.

 Bu hüzün bana aitti ve benim hüznümdü… Kentin sağır edici araç gürültüleri içinde ve diğer hüzünlü canlılar ile zaten kanıksanmış bedenim; sadece kırlara koşmayı istedi. Evet, bu hüznü, bu buluşmayı; hoşça kal teyze; görüşmek dileği ile deyip o kadına el sallamayı kırlarda; insanın olmadığı sadece doğanın ve bizim görmediğimiz ama iyi ruhların da olabileceğini hissettiğimiz yerlerde olmak istedim. Ganos Dağları da, Istıranca Dağları da, Balkanlar da beni anlayıp bana küçük bir kamp ateşinde istemediğim kadar dayanışma sunarlardı.

 Uygarlığın araç gürültülü yüzü gülmeyi, şakalaşmayı unutmuş insanlar içinde gizli hüznü, gizli buluşmayı yaşarken; kim bilir hangi kitapta hangi yazar tarafından yazılmış, hangi yüzyıla ait olduğunu çoktan unuttuğum sözleri tekrarladım; “Aşağısı yukarı, yukarısı aşağıya benzer…” Neydi bu benzerlik; neydi bizi aşağıya bağlayıp, sürekli yukarı sürükleyen istek; neydi?

GÜVEN

14 Mayıs 2011 Cumartesi

ATEŞ ve KEFEN

Kamera; Güven-POLONEZKÖY İSTANBUL
Ahşap ve tabiat, son kalan insanlık kırıntıları... Ninelerimiz,
bir tek kırıntıya bile minnet duyarlardı!Neden? ...
Yokluğu ve acıları merhamet ile yoğurmuşlardı...



ATEŞ ve KEFEN



 “Uyku sarhoşluğu bene de yeniyor. Fakat ben, gene de onların neler yaptıklarını ve neler yapmakta olduklarını hatırlıyorum. Ben zavallı insanlığın, uğursuz gecesinin karanlık kefeniyle örtülü bir inde bilmem ki hangi büyük ışığı gene düşünüyorum.” Henri Barbusse, Ateş isimli romanındaki karakterini bu duygular içinde konuşturuyor; günümüzden yıllar önce. İşini iyi yapan bir yazar, bir filozof, toplumunun yalnız bugününe değil, geleceğine de adanmış bir ruh içinde ışık tutar.

 Bugünkü makalem de ismini, “Ateş” H.Barbusse’nin kitabını isminden etkilenerek seçtim. Ve aynı zamanda Başbakanımızın kefen merakını acılı bir hüzünle kabul edip “Kefen” ismine de bu duygularla ulaştım. Ateş, romanı insana, insan eliyle sunulan büyük bir yol gösterici, irdeleme, lanetli savaşları, faşizmi, emperyalizmi insanın kanını donduracak kadar sömürmesini anlatıyor.

 Büyük oylarla, büyük kalabalıklarla ve çok önemli destekle sahneye çıkan Başbakanımız ise yol göstericilikten, ışık yakmaktan çok korkuyu bazen tehditlerle, bazen soylu kaset olaylarının hatırlatılıp kaynayan ocaktan hiç indirmeyerek, bazen de ölümü gösteren, ölüm yaşam dengesini altüst eden kefen benzetmesi ile…

 Ne diyordu Başbakanımız yürüyüş yapan gençler için; “öyle bin kişi yürütmek mesele değil; biz, karşılarına beş bin kişi çıkarırız.” Büyük bir yolsuzlukla çalkalanan sınav olayı için ne diyordu Başbakanımız: “ Ben yeterince tatmin oldum. Ama süreç iyi idare edilmedi.” Geçen yıl meydana çıkan kaset olayı yılların siyasetçisini yerle bir ederken ne diyordu Başbakanımız; “ Biz bu konuları siyasi malzeme yapmayacağız.” Şimdi, kasetleri ağzından düşürmeyen Başbakanımız büyük bir ahlak gösterisi yapıyor; ama kefeni de yanına aldığını hatırlatan bir cengâver gibi…

 Henri Barbusse’nin eseri için Nazım Hikmet: “ Henri Barbusse’nin Ateş’ini okumayan bir işçinin, bir emekçinin ve bir hakiki münevverin kafası bir parça yarımdır. Ve bu kitabı çevirerek kütüphanesine sokmayan bir dil, insan kafası ve yüreğinin en büyük değerlerinden birinden mahrum kalmış demektir.” Der…

 Sanata adanmış hayatlar şiirlere hayat verirken, diğer eserlerin önemi içinde de nasıl, bir büyük heyecan taşıdığını Nazım’ın kaleminin uyarısında gizlenmiş olarak bulabilirsiniz.

 Bugünün, dünün siyasetçileri ne yaptılar; kavga, gürültüden başka! Elbette onların işleri çoktur. Siyasetin dipsiz şehirlerinde gezinmek ve açılan her kapı ile başka labirentlere uzanmak normal insan işi değildir. Siyasetçilerin kafasını ve anlayışını Kapadokya Bölgesindeki yeraltı şehirlerini gezerek bir parça anlamanız mümkündür. O, muhteşem şehirlerin içindeki dar tüneller ve birbirine bağlanmış odalar; bir yaşamı var ederken, aynı zamanda o yaşama etki edecek tehlikeler için nasıl da her an hazırda beklediklerini, bir kez düşmanın o tünellere, o dünyaya girence, geriye çıkamayacağını da anlarsınız.

 Ortaya çıkan kaset skandalları ile zaten halkın güvenini yitiren siyaset ve siyasetçi ikilemi için hiçbir yarar sağlamadığı gibi dünyanın en masum sevgi ve sevmek ile ilgili ilişkileri nasıl da karabasanlaştırdığı gün gibi ortadadır. Gelişmiş ülkeler neyle uğraşırken, bizler apış arasına sıkıştırılmış ve çok güzel planlarla siyasetçilere sunulan harika bir malzeme gibi tam da seçim üstü gösterime girmiş bulunuyor. Yönetmenleri, senaristleri, oyuncuları ve bu işe para ayıran yapımcıları alkışlıyorum…

 İnsan denen soylu yaratık; akıl ve bilimle beslendiği zaman; cellâtlığı da, pornografiyi bile meslekleştirip kendi saygınlığını yaratıyor! Ya akı ve ilim yoksa nice anaları, nice öğretmenleri, imamları, filozofları bile taşa tutuyor kendi korkunç nedenleri adına…

 Hâlbuki iktidar kendi işine bakıp kendilerinin söylediği gibi doğru ve dürüst çalışmalarından yeterince esin kaynağı alsalardı böyle büyük ayıplı gösterilere; gösterimlere ihtiyaç duyup onların arkasına geçip, rakiplerini arkadan vururlar mıydı? Türk siyaseti, Türkiye Sahnesinde 21. yüzyılın ilk çeyreğinde inanılmaz rezilliklere sahne oluyor… Neredeyse sanatın, ilimin adı yokken her gün pişirilen yemekler; halka besin, mutluluk, enerji vereceği halde; halkın, korkularını, umutsuzluklarını daha da yüceltiyor…

 İyi ki Henri Barbusse gibi insanlar yaşamış ve geride bıraktıkları eserlerle insanlık eserine dayanmak adına büyük bir moral kaynağı olmuştur. Bir yüzyıllık dönemde, düşünüyorum da, Mustafa Kemaller, Nazım Hikmetler, Orhan Veliler, Atilla İlhanlar, Orhan Kemaller, Fakir Baykurtlar, Hasan Ali Yüceller, İsmail Tonguçlar, Henri Barbusseler olmasaydı hayat yine olurdu ama biraz daha yavan, biraz daha ümitsiz olmaz mıydı?

Henri Barbusse Ateş isimli romanında harbin facialarını tasvir ediyor. Bugünkü iktidarın sınırlı görülen sınırsız güçleri neyi tasvir ediyor anlayan var mıdır acaba?

 Kerim Sadi, H. Barbusse öldüğünde: “ Istırap çeken insanlık en değerli çocuklarından birini daha kaybetti. ‘Ateş’ adını taşıdığı ölmez eserin sahibi, devrin en büyük ediplerinden Barbusse, Kremlin Hastanesinde, bir güneş gibi söndü. Ölümü tamiri imkânsız bir kayıptır. Çünkü o emperyalist harbe ve faşizme karşı açılan savaşın ruhu demektir.”

Barbusse gibi düşünen insanlar şimdi birer, birer hapishanelere koyuyorlar. Belli ki ışıkları göz alıp ışıksızlığı bir yaşam kültürü görenleri korkutuyor; bellidir…

1935’in 30 Ağustos günü Henri Barbusse öldü. Eylül’ün yedinci günü, Paris’te dört yüz bin kişilik bir halk kitlesi büyük bir samimiyetle cenazeye katılmıştır. Mezarlıktan çıkarken halk büyük bir üzüntü ile karısına şöyle sesleniyordu: “ Metin olunuz! Yalnız değilsiniz, onu bizde kaybettik.”

Barbusse, kefeni değil; emeği, sevgiyi, aklı, bilimi, felsefeyi sahiplenmişti. Ve bu yüzden; “olacak, olacak” diyordu tüm karamsar düşüncelere karşı ümit-umut vermeye devam ederek; olacak…

GÜVEN

9 Mayıs 2011 Pazartesi

İNSANLIĞI ÖLDÜRMEK

Kamera; Güven     İstanbul
İnsanlığı öldürmeye çalışanlar; şehirleri de
öldürmediler mi? Güya, hepsi uygarlık adına!..
Mimarinin, estetiğin günahkar bulunduğu zavallı
şehirlerimiz...

İNSANLIĞI ÖLDÜRMEK



 İnsanı öldürmekle başlar insanlığı öldürmek. İnsanla birlikte ormanları, ırmakları, öldürmeye başlamışız… Öldükçe canlanmış hayat; öldürüldükçe fışkırmış öldürmeye inat binlerce hayat…

 Öldürmelerin, katledişlerin izahını akıl ve duygular ile anlatamayız. Ahlak da, vicdan da yardımcı olmaz ağıtların, yanık bir şekilde yakılmış türkülerin açıklanmasına. Acaba, tanrı bizim taşmış gönüllerimizin acılı yüreklerini teselli etmeye kalksa; nasıl bir söz ile başlardı?

 Ayıba, günaha, sevaba, ödüle, suça, cezaya ağzına kadar doymuş bu dünya; hangi sözü, kalıcı bir öğüt, gönüllü bir kabul ediş içinde algılanırdı. Bu dünyadaki oyunu sahneleyen tanrı; öldürmek ve yaşatmak için mi bunca insanı milyarlık döngünün bağrına bıraktı? Bunu hangi din adamı, hangi merhamet yüklü yüreklilikle açıklayabilir? Bu işlerde şeytanı suçlayıp; bu soylu, bu canavar insanın kurtulması mümkün müdür artık?

 Deniz Gezmişin idam sehpasındaki ölümü, tam tamına 25 dakika sürmüştür. Hâlbuki 1933–1955 yılları arasında İngiltere’de yaşamış ve baba mesleğini devam ettirmiş Cellât Albert, bu işi babası 13 saniyede yaparken 6,5 saniyeye indirmiştir. Ya Deniz Gezmişin cellâdı bu işi kaç saniyede yapmış? Tam tamına 1500 saniyede… Daha yaşama doymamış ve kendi yaşamını başka yaşamlara adamış bu genç adamın ölüm eziyeti bir değil, beş değil, 1500 saniye yaşanmış.

 Ne büyük bir insanlık ayıbı… Ne büyük bir lanetin çıkmayacak asla kazınamayacak insanlık lekesi. Ne hikmetse; kayırmayı, hileyi, hokkabazlığı, öldürmeyi kültürleştirmişiz de adam gibi cellât yetiştirmeyi bir türlü kültürleştirememişiz. Belki de vicdanlarımızdaki nasırlar bu işin hissedişini hiçbir zaman merhamet ile anlayacak durumda bile nice cellât ellerini bir ömür yıkadığı halde temizleyememiştir. Çünkü ellerin gerçek temizliği ancak vicdanın da temizlenmesi ile olur.

 Bu ülkede ölen, öldürülen insanların insanlık adına, ruhlarının rahatlaması için katilleri ortaya çıkarılmadığı takdirde bu ülke insanı; varlık içinde yokluk, mutluluk içinde hüzünleri yaşamaya devam edecek; kısır bir döngünün sallanan beşiği hiç durmayacak; dünyaya mutluluk yıldızları milyarlarca kilometre öteden ışıklar dağıtırken bile…

Her ölüm farklı türküleri, farklı sesleri yaşayanları ölüm ardından sessizce yaş dökenleri biraz olsun teselli olsun diye söylenecek. Bu türküler-sesler; ölümün ardından kalp ve gözyaşı dökenlere teselli olurken, öldürmeleri destekleyen canilere geceler boyu uykusuzluğun habercisi, uyarıcısı olacaktır.

Öldürme hangi koşulda tam anlamı ile ahlaki ve hukuki bir gönül rahatlığı yaratır insan denen canlıda. Öldürülecek kadar cani olabilecek bir canlıyı, bu kadar din ve ibadet ve aynı zamanda ibadethane bolluğu içinde bizi düşünen tanrı niye yolladı bu dünyaya? Bu soru, bu sorgulama ölümümün son nefesine kadar benle yaşayacak ve cevabı bir türlü alınamayacak bir irdelemenin anlatımıdır.

Federal Almanya’nın Başbakanı Merkel, ABD’nin temiz elli askerleri tarafından öldürülen Bin Ladin için; “ Bin Ladin’in öldürülmesinden memnun oldum.” Demesi halkı ve bazı hukukçular tarafından tepki ile karşılandı. Sanırım hukukun tükenmediği, adaletin kök saldığı ülkelerde sadece katiller değil, katilleri övgü bile suç olarak kabul görüyor. Ya bizlerde? Katil ve caniler neredeyse her köşede, her gölgenin ardında harika bir gönül rahatlığı ile cirit atıyor…

Federal Almanya Başbakanı Angele Merkel sadece tepki alsa iyidir! Aynı zamanda İş Mahkemesi Yargcı Heinz Httmann, Merkel’e Alman Ceza Yasasının 140. maddesine gereğince cezalandırılmasını istedi. Bu madde ağır suçları onaylamak ve övmeyi yaptırıma bağlıyor. Markel yargılanıp suçlu bulunursa 3 yıla kadar hapis de yatacak. Adalet adına, böyle kahraman yargıçları büyük bir saygı içinde bu onurlu görevlerinde öldü sanılan insanlık için bir damla da olsa katkılarından dolayı şükranlarımı sunuyorum.

Yargıç Heinz Httmann; “ Başbakanın bir öldürme karşısında memnun kalmasını, insanlık onuru, Hıristiyan ahlakı, merhameti ve hukuk devlet ilkeleri bağdaşmıyor.” Diye açıklama yapıyor yargıç Heniz Httmann.

Bu hatırlatma sadece Alman Başbakanı Merkel’e mi yapılıyor? Hayır… Tüm insanlığa, vicdanları küçülerek yok olma eşiğine gelmiş tüm insanlığı yok oluşun sınırından döndürecek yargıçlara, siyasetçilere, din adamlarına, eğitimcilere yapıyor…

Şimdi tam da bu anda bir şarkı geliyor kulağıma; “işte geldik gidiyoruz; hoşça kal kardeşim Deniz. Hoşça kal…”

 Güven