28 Ocak 2013 Pazartesi

ŞANS,TALİH, KISMET...


Kamera, Güven   Pera Müzesi



ŞANS TALİH KISMET…

  Ülkenin büyük bir kısmı, yani bu ülkenin topraklarında yaşayan, havasını soluyup suyunu içenler, ümitlerini, hayallerini şans oyunlarına bağlamışa benziyor. Çoktandır uğramadığım Şans Oyun Büfesine, tam bir acemi şans oyuncusu gibi seslendim; “ Neler var, hangisi ne zaman çekiliyor, ben bilmiyorum.” Dememe kalmadan şans oyun büfe çalışanı, tam bir iştah içinde cevap verdi; “ Neler yok ki, Şans Topu, Sayısal Loto, On Numara” diye saymaya başladı. Neredeyse haftanın her gününe şans oyunları, onlar yoksa At Yarışları, şans, talih ve kısmet elini uzatmaya devam ediyor.

  Uzun zaman önce şans oyunlarına şans vermeyi bırakmış bir adamın, şansa ihtiyaç hissedişine boyun eğerek iki kuponda ben aldım. Kuponlara acemice bakarken ne zaman geldiğini görmediğim taksici tanıdığım yardım sever bir sesle;

  Birinci kupona, yani elinde tuttuğun on numara kâğıdına on tane rakam yazacaksın dedi. Peki diğerine ne yazacağım? Ona da altı tane sayı işaretleyeceksin. Peki, kolaymış, diyerek şansın göklerden yere inmesine ve akıldan, bilimsellikten, çalışmaktan, büyük uykudan uyanmamış güzel halkıma ve bana biraz yardım etmesini rica ile istedim. Taksici tanıdığım, bana nasıl oynanacağını göstermekle kalmayıp, hangisinin ne kadar devrettiğini, hangi oyunda bu hafta ne kadar para kazanıldığını, hangi kente çıktığını bile söyledi. Bu kadar olur dedim, kendi kendime; bu kadar usta işi takip edilir bu işler…

  Birkaç günlüğüne bende şans ve kısmetimi değiştirecek kuponlarla dolaşacağım. Hayallerim birkaç günlüğüne daha da renklenecek. Fakat hayal kurmanın büyük başarısına sahip olmama rağmen bu dünyada, yaşadığım bu büyük dalgalanmalar, büyük dengesizlikler, adaletsizlikler yaşayan bu ülkede, kendi şansımı yakalayıp büyük zenginliğe ulaşsam dahi, mutlu olamadığımın hayalinin sonuna gelmem beni rahatsız ediyor.

 Ne kadar zengin olursam olayım, zenginliğimi koruyacak kale gibi eve ve korumalara ihtiyacım olacak. Ve hayatın borçlarıyla pençeleşen bir sürü arkadaş, akraba… Onlara yardım etsem, zenginliğim bitecek ve hazıra alışmış bu güzel insanların yardım sonrası yine aynı tasla, aynı hamama döneceklerini de biliyorum. Sonra, vermesem, zenginliğimin safhasını sürsem; büyük uygarlıkları istila etmeye bekleyen büyük barbar orduların büyük gücü gibi beni de aşağı çekmek isteyen güçlerin olacağını biliyorum.

  Şans, talih ve kısmet, denemesi bedava olmasa da az parayla da bu işler yapılıyor gibi; ilk önce azar azar başlıyor ve sonra evin ekmek parası bile verildiği anlar oldukça fazlalaşıyor. Fala da inanma, falsız da kalma felsefesi güzel olmasına güzel ama asıl mesele, hak edilmemiş zenginlikler ile hak edilmemiş fakirliğimizi, çaresizliğimizi değiştirecek şey;
 ŞANS değil, insanların hakkıyla, inanarak isteyecekleri uygar ülke yaşam biçimleri olacaktır.

  İmam istediğimiz kadar, öğretmen, doktor istemeyi öğrenmek zorundayız. Açlığımızın, sefaletimizin, aldanışlarınızla gerçek sebeplerini bulmak, irdelemek ve bize düşen suçu ve günahı elimize alıp başımızın üzerinde dolaştırmak zorundayız. Ondan sonra diğer insanlara tepkiler, eleştirileri getirme özgürlüğüne, inancına ve korkusuzluğu-na sahip oluruz.

  Şans, talih ve kısmet dağıtmak devletin işi haline dönüşmüş; sanırım devletin güzel, erdemli yöneticileri de bu işin böyle olacağını biliyorlar. İnanmak isteyen insanlara, milyonlarca insanın içinden çıkacak birkaç zenginin diğer insanlara bırakılacak harika bir masal ve destan olacağını görmüş olacaklar ki, her güne bir şans oyunu seçme ve oynama imkanı yaratmışlar.

  Öyleyse ne duruyoruz; ŞANSI, KISMET ve TALİH, belki size de çıkabilir, benim gibi yapıp birkaç kupon oynayıp, hayallerinizi çantanızın, cebinizin en kıymetli yerine koyun. Sonra geriye zenginliğinizi nasıl yöneteceğiniz kalıyor. İyi niyetliyseniz, eş-dost ve akrabalar sizi bir anda başladığınız yere, yani hayallerin merkezine çekecektir. Yok, iyi bir para yöneticisiyseniz, eşten, dosttan, akrabadan kaçıp bu işin tadını çıkaracağınız birkaç yıla doğru yola çıkmanın planlarını yapın.

 Bol şanslar dostlarım, şansa muhtaçlık içinde, hazır göklere açtığımız ellerimize düşecek banknotlar için şimdiden antrenman yapın; ne olur ne olmaz, büyük heyecan, büyük bir düş kırıklığı yaşamamak adına…

 Güven Serin
      

24 Ocak 2013 Perşembe

İNSANLAR İNANMAK İSTER


Kamera; Güven Sığacık -Seferihisar

İnsanlar inanmak isterler güce; ama asıl
sorun aradaki ince çizgide; fayda ile zararın
kesiştiği yerde...

İNSANLAR İNANMAK İSTER

  İhtişamlı bir güce inanmak ister insanlar; o gücün büyük ihtişamından kendi ölümsüz güçlerini doğurduklarını sanırlar. Tarih böyle yanılgılar ile doludur. Tarih az bilinip yeterince önemsenmediği için, bilginin en bol olduğu zamanda bile çok değerli bilgilerin merdivenlerinden aşağı inmek istemez; güce, ihtişama inanmış insanlar-insancıklar…

  En güzel ekmeği ekmeğin sanatına inanmış fırıncı pişirir; en güzel unu, suyunu, tuzunu ve mayasını nasıl ve ne şekilde koyacağını bilerek. En güzel besteyi, duygularını ve sözcüklerin büyüsünü tanıyan besteci yapar ve en güzel şarkı çıkar ortaya. En güzel heykeller, resimler, en güzel düşüncenin, inancın, bakışın ve çalışmanın eserleridir.

   Bütün güzelliklere rağmen, aranan en güzel, en şaşırtan ve en faydalı gibi görünse de tarihin içindeki insan rezillikleri hiçbir insan zekası ile izah edilemez. Daha bir yüz yıl önce Birinci Dünya Savaşı, Balkan Savaşları ve İkinci Dünya Savaşının büyük ve korkunç kalıntıları, ağıtları, yazılımları, fotoğrafları ve filmleri ortadadır. Bu yüzyılın savaşları da gözümüzün önünde yaşanıyor; ama inanmışız bir kere; güce ve güçsüzlüğe inanmışız…

  Artık Yunanlı bir yönetmen olmaktan çıkmış Theo Angelopulos’un yönettiği filmlerde insanların inanmak istediği, boyun eğdiği güçlerin büyük göçleri, düşündürücü hikayeleri yaşanıyor. Her şeyden önce müziğin insan için nasıl bir gereksinme, nasıl bir beslenme olduğu, insanın bölük-pörçük ruh yapısını sağlamlaştırıp medeniyet yolculuğunda sağlam bir kalkan gibi yanı başımızda duracağı anlaşılıyor.

  Theo ustanın Zamanın Tozu filminde de iç arayışlarımızın uyarılması yapılıyor. Düşüncemizin kabalıktan sıyrılıp, felsefeye, tarihe, insana, sevgiye dönüşmesinin şırıltılarını duyuyorum. Zamanın Tozu filminin öne çıkan müzik aleti piyona oluyor. Seslenişler yine felsefenin ve mitolojinin desteğini almışa benziyor.

  “Hiçbir şey sona ermez” diyor filmin içindeki ses; “gelecek asla durmaz.” Ve bir ses daha ; “ melek haykırdı, üçüncü kanat” diye…

  Tabiatın boşluğu sevmediği tabiatı seven herkes tarafından bilinir. Biline biline tabiatla ahmakça danslar ediliyor. Sabırlı, dayanıklı olan doğa, insandan çok önce var olduğu gibi, insandan sonra da döngünün hizmetinde yaşamaya devam edecek. Öyleyse bizim alıp veremediğimiz nedir? Neden asıl gerçek olandan, asıl kaybedenden, ezilenden kaçıyoruz? Korkularımızın güç karşısında bizleri daha da erittiği ortadayken, bizler bu pis ve lanet korkuları neye besliyoruz?

  Biliyorum, insanlar inanmak ister; bu yüzden at yarışları, spor toto, büyük hayallerin kumarını oynarlar. Bu yüzden komşumuzun kaybetmesini, kızdığımız birisinin ölmesini bekleriz; çünkü bizim kendi lanetin tuttuğunu, şartların eşitlendiğini sanırız; ama gerçek öyle midir? Kalan var mıdır? Eşitliğin denk olduğunu sandığımız akıl karşıtı, kin ve nefret ve kıskançlık dolu duyguların inandığımız gerçekten uzak olduğunu bir bile bilsek; ah, bir bile bilsek…

 İnsanlar inanmak isterler masallara, mitolojiye ve destanlara. Onların büyüsü, güzelliği, kurtarıcılığı ve masumiyeti iyiyi korur, güçsüze yardım eder çünkü. İnsanlar inanmak ister daha büyüğe, daha güçlüye ama asıl inanmak zorunda oldukları kendi büyük güçleridir. Neden daha ucuza elektrik tüketemiyoruz, su içemiyoruz, seyahat edemiyoruz sorgulamasını yapmak yerine bizler içimizdeki kurtarıcıya ve büyük çelişkilerin kavgalarına, küskünlüklerine inandığımız için asıl inanmak istediğimiz büyük cennetin dünya olduğunu bir türlü göremeden ölüp gidiyoruz; ne büyük bir kayıp; ne hazin bir gerçek…

 Güven Serin


19 Ocak 2013 Cumartesi

FARKLI İNSANLAR


Kamera; Güven   Ganoslar Kamp Zamanı

Sevdiğim iki insan; iki güzellik; Latife Hanım ve Aziz Bey

FARKLI İNSANLAR

  Beş milyar yaşındaki dünyanın yedi milyar insan topluluğuyla, saatte 110 km hız yapan dünyanın büyük yolculuğu devam etmekte. Ne büyük, ne muhteşem bir şey, böyle hızlı bir dünyanın içinde ve sırlarla dolu bir evrende yol almak…

  Yolculuğun içinde, yaşam dolu bu gezegende en önemli canlı insandır. Hiçbir canlı dünyanın gidişatını, doğal yaşamı böylesine etkilememiş ve etkileme kudretinde değildir. Kaderin başkaldırıcı-lığını ve büyük zarafetin boyun eğişini, büyük insani hareketleri ve muhteşem katliamları, hepsini insanın yüksek bünyesinde görüyoruz.

  Şüphesiz tarihimiz sayılamayacak kadar güzel ruhlu, yüksek karakterli insanlarla dolu; çünkü tarihin içinde tarihler yazmış, tarihlere konu olmuş milletin evlatlarıyız biz. Bu, biz-dir işte bizi şımartan, pişkin ve suskun yapan; büyük beklentilerin küçük mesafeli, şahsi çıkarlı yaşam çalkantıları içinde büyük güzelliği her zamanki gibi şaşırıyoruz.

  Yakın tarihimizin, tanıklık ettiği, bizden öte diğer ülkelerin tarihlerine geçtiği yüksek karakterli insanlar geldi geçti bu ülkeden. Biz anmasak da, hatırlamasak da, üzerinde fazla kafa yormasak ta, onlar bu ülkenin, bugünkü yaşam hakkımızın en önemli insanlık kültürleridir. Bir oyunsa bu dünya yaşamı, onlar oyuncu ve yönetmendir…

  Hazır farktan söz etmişken şehrimizden çok öte tüm ülkenin kalbine, özgürlük ve hürriyet sevdasına isim olmuş Namık Kemal’i anmamak olmaz. Yüksek karakterinde topladığı bilgilerini, davranışlarını, düşüncelerini zamanından öte zamanlara hediye etmiş farklılığın insanıdır. Tevfik Fikret, batılı, felsefi düşüncenin Aşiyanında yüksek adaleti, büyük dengeyi düşünerek yaşadı ve öldü. Mehmet Akif Ersoy, vatan sevgisini, inancını yüreğinin her hücresinde hissede hissede yaşadı. Kazım Karabekirler, Hasan Ali Yüceller, Nazımlar, Sait Faikler, Abidin Dinolar, Cemal Süreyyalar, Orhan Kemaller hepsi farklı insanlardı; kimi dizelerinde, kimiyse hikâyelerinde farklı seslendi ve farklı anıldı, benzer, ezber sıkışmışlığın ülke gezegeninde.

  Sabahattin Ali de, İsmet İnönü de, Yaşar Kemal de, Barış Manço da, Cem Karaca da, Azra Erat da farklılığın renkli, bilgili ve büyük insan karakterini yeşerten insanlardı; kimi müziğiyle, kimi felsefesiyle…

  Bir farklı insan daha var ki, bu farkın farklılığın insanı olmak, dünyevi asaletin en büyüğüne sahip olmak demektir; kendinden öte, sevdiklerine, vatanına, milletine adanmak; insanoğlunun zayıf karakteri, büyük yanılgıları içinde tam ve ödünsüz bir düşüncenin içinde olup insanlığın kaderine etki edecek bir ulusu yoktan var etme sanatı gösteren Mustafa Kemaldir…

  Otuz üç yaşında Bulgaristan Sofya’ya Askeri Ateşe olarak atanır. 15 aylık zamanın hikayeleri oldukça büyüktür. Evet, o da bizim gibi insandır ama bizim gibi, yaşamın hem içinde, hem de dışında kalmaz; yaşamın tatlarını, öğretilerini, inceliklerini bir sanat kabul eden sanatçı titizliğinde otuz üç yaşında yarbay rütbesinde hiç boş durmaz. Her gün sekiz saat işinin başında hiç durmadan çalışır. İnsanın yüksek karakterinde yer alması gereken güzele hep ilgi duyar. Dünyevi güzelliklerin en hiç açıcılarından biriside kadınlardır; akıllı, görgülü, sanatsal birikimi olan güzel sesli kadınlar. Mustafa Kemal de ilericiliğe, yüksek erdeme ve büyük görgülere kadınlara yakın olmasının da büyük etkisiyle kavuşmuştur.

  Sofya’da Askeri Ateşe görevinde 17 yaşında bulunan Nazmiye Hanımı beğendi. Bir çay ve bir sohbet sonrası evlilik teklifi yaptı. Nazmiye, taze yüreğiyle, heyecan içinde bu durumu anneannesiyle görüştü; cevap olumsuzdu. Çünkü Mustafa Kemal bir askerdi ve nereye gideceği belli değildi; ülke her yanıyla savaş tütüyordu.

  Mustafa Kemal iyi bildiği Fransızca dilini büyük saygı duyduğu Corinne hanımdan öğrendi. Bir sohbette bu güzel hanımdan şöyle söz eder;

 “ Arkadaşlar bu hanım Corinne, memleketin en zeki kadınlarından biridir. Kendisinden ve ailesinden birçok konuda esinlendim. Batılı yaşam tarzını, Fransızcayı, batı müziği zevkini bu aileden öğrendim.”

  Bu farklı insan Mustafa Kemal Sofya’da da boş durmaz Almanca öğrenir. Frau Hilda’dan Almanca öğrendiği gibi, yüksek zekâlı, bilgi ve görgülü insanlara derin saygıyı da büyük dostluğa çevirmişti. Onlar, Frau Hilda ve ailesi Sofya’dan ayrılırken onlara bir Türk halısı hediye etti. Dostlarına veda olarak yeni öğrendiği Almanca diliyle seslendi;

“VON HERZ ZU HERZE İN WEG” Yani şu demekti; KALPTEN KALBE GİDEN BİR YOL VARDIR…

  İster bu ülkede, ister başka ülkede, iyinin, güzelliğin, sanatın farklılığına adanmış insanlar arasında Mustafa Kemal’in söylediği veda sözcüğünde olduğu gibi, kalpten kalbe giden bir yol vardır…

 Güven Serin
 

  



17 Ocak 2013 Perşembe

ULİS'İN BAKIŞI


Kamera; Tamer Kaptan   Ganos Dağları 

İnsan yükseklerde aşağıları, aşağıda ise yukarıları
merak eder; bütün telaş,görme, dokunma ve sahip
olma üzerinedir; ya dinleme...


ULİS’İN BAKIŞI

Bu dünya için, kendi edinimlerinde  kendi hayatlarından çok daha öte emeğin, düşüncenin, oluşumların içine giren insanlar vardır; o insanlar, onlara kızan, onlara taş atan, küfür edenlerin bile saygısını kazanır, öyle giderler bu dünyanın bitmeyen kargaşalarının içinden.

  Theo Angelopoulos Yunanlı yönetmende öyle insanlardan birisi; sadece birisi, iyilerinden, insanlığa, günahsız-lığa  ağırlıksızlığı adanmışlardan yani. Ulus’in Bakışı da onun yönettiği ciddi, düşündürücü bir filmdir.

  Dünyanın sinema tarafından kurtarılacağına inanmak isterim, der Teho Angelopoulos. Gerçekten de inanmak ister! Aynı inancı bende taşıyorum; inanmak istiyorum sinemanın dünyayı kurtaracağına. Sadece sinemanın mı; tiyatronun, şiirlerin, romanların, felsefenin, tarihin, sanatların…

  Sinema ciddi bir iştir. Günü kurtarmak adına yapılan binlerce film, günün büyük kargaşalarda yok olanlar gibi doğarlar ve sessizce ölürler. İnsana, hatta insandan öte insana seslenen filmler sanat yapıtlarıdır. Görselliğinin yanında işitselliği, insanın incecik ruhuna akan, süzülen insanlık pınarları-dır.

  Theo ile aramızda sınır olarak Meriç Nehri vardı. O sınırın ötesinde filmlerine can verirken, ben sınırın beri tarafında İpsala Ovasının, Meriç Nehrinin, masal dağları gibi görünen Balkanların tadını çıkarmakla, çocukluğumun haylazlığı sürmekle meşguldüm.

  “Ruh kendini kurtarmak için kendine bakmalıdır.” Sözü, filme mitolojiden, eski çağlardan da bir tat katar. Yakın tarihimizin gözyaşları, hayal kırıklıkları, iç içe geçmiş kültürlerin nasıl bir kıyıma uğradığını da anlatır sinemanın sanata, büyük bir esere dönüşmüş gücü.

  İnsana unutmak yakışır; unutmasa çıldırabilir insan. Tarihe de hatırlamak görevi verilmiştir; tarihe arkadaşlık yapan kitaplara, yönetmenlere, senaristlere, müzisyenlere hatırlamak evrenin büyük, içten bir ricası gibidir.

  Sinema bu yüzden önemlidir, içinde azap çeken ruhları da anlatır. Onları hatırlatır ki, savaşların, lanetli adaletsizliklerin, kan içiciliğin önemi anlaşılsın; anlaşılsın ki bu kadar güzelliği olan dünyaya güzel bir eser olarak gelmiş insanın insanlıktan çıktığının kanıtları da önümüze serilsin.

 Teho Angelopoulos’u 2012 yılında kaybettik. Geride bize ve bizden öteye anlatacağı, seyrettireceğini  dinleteceği ve insana yakışan düşüncenin erdemini tattıracağı filmleri kaldı. Bu filmler, bize bizi getirecek. Kulaklarımız kemanla, viyola, akordeon la, gitarla, piyano ile sarmaş dolaş olacak. Hüznü, geçmişin büyük çentiklerini en iyi keman ile viyola anlatır; sanki bütün şikayetçi ruhlar o an ayağa kalkar ve bize seslenir; bir türlü kendimize gelemeyen, hâla sınır çizmek, ülke bölmekle meşgul olan bizlere.

 Tekirdağ şehri; yani benim, bizim şehrimiz sinema salonu yönünden zengin olmasına rağmen sinema salonları çığlık atıyor. Ne okulların, ne üniversitenin sinemaya gözle görünür bir katkısı var; oysa ilericiliğin, geçmiş ile geleceğin en güzel köprüsünü bu zamanımız, şimdiki bulunduğumuz zaman kuracaktır. Ama nasıl? Susarak, korkarak, özendiremeyecek mi? Sinema salonlarımız boş olduğu gibi, sanata adanmış filmlerden çok uzaktalar; oysa altı yedi salondan bir tanesi sadece sanat yapıtlarına ayrılıp, insanlar birer birer özendirilerek, sinemanın büyük gösterisi, büyük insanlık için gerekli olduğu anlatılarak bir yol alınabilecekken ne hazindir ki böyle bir düşüncenin yoğrulmuşluğun  el uzatmasına uzak kalarak, bize ayrılan zamanı, diğer unutulmuş zamanların canlılarına ayrılan zamanlar gibi büyük bir hoşluk ve boşluk içinde geçiriyoruz.

  Ulis’in Bakışları bir Teho Angelopoulos filmidir; ümitsizliğin, savaşın, hayal kırıklıklarının içinden bile ümidin yeşereceğinin zamanına sinema ile Teho Angelopoulos ile başlayın.

  Bu filmde belki de içinizdeki diğer kendinizi çıkaracaksınız ortaya. Balkanlara düşen ateşlerin acılarıyla göğe yükselen ağıtları, Teho ustanın büyük yardımcısı büyük müzisyen Eleni Karaindrou’yu da bu filmde dinleyecek; dünyanın içinde değer dünyalara; sanki yeraltının, gökyüzünün başka dünyalarına da tanıklık edeceğiz.

  Ulis’in Bakışı filminde müziği, felsefeyi, yakın tarihimizi bulmanın yanında bakışı, yolculuğu şu sözle daha bir özümseyeceksiniz;

“Yolculuk bitmedi henüz. Keşke sana döndüm diyebilsem… Yunanistan ölüyor, yolun sonuna geldik…”, “ Ey tabiat çok yalnızsın değil mi; bende senin gibi yalnızım!”

 Duyuyorum, kemanı, viyolonseli, top seslerini, insan çığlıklarını ve ölen uygarlıkların büyük seslenişlerini duyuyorum…

 Güven Serin

 

  


16 Ocak 2013 Çarşamba

EVREN SEVGİSİZ YAŞAYAMAZ

Kamera; Güven    Kaş

Sevgi her yerde var; zorla kimseye vermek zorunda
değiliz; o zaman sevginin taklidi bizi şaşırtır...
İnanmışlık, zorlamayla, takıntılarla dans etmez; o,
büyük boşluğun ışıltılarıyla dans eder.

EVREN SEVGİSİZ YAŞAYAMAZ

  Sevgi sözcüğü çok uzaklarda kalmış ikindiler gibi, şafak vakitleri gibi uzak bir müziğin dansını hatırlatıyor bana. Gerçekten de sevgiyi tükettik mi? Hiç sanmam, çağlar arasın geçişlerin, her toplumsal manevranın kendine has zorlukları, unutkanlıkları ve uyuşuk miskin zamanları var; şimdi de öyle bir zamanın en bonkör zamanlarındayız; sadece bu…

  Sevgi sadece insana mahsus sanılırsa en büyük aldanışın da taraftarı oluruz. Sevgi çevremizdeki hayvanların kuyruklarında, kulaklarında ve gözlerindedir aynı zamanda. Sevgi toprağa diktiğimiz küçücük bir tohumun muhteşem başarısı olan döngü-dedir  kuru, siyah ve çirkin bir tohumun; yeşil, kırmızı, pembe, sarı; kısacası renkten renge, kokudan kokuya geçmesin dedir.

  Sokağımıza çoktandır yaşayan küçük beyaz köpek; yani diğer bir ifade ile biz sokak yaşayanlarının verdiği ismiyle; Pamuk, sadece insanda var olduğunu sandığımız sevginin, sevecenliğin içgüdüsel gösterisini yapıyor bizlere. Köpek, kedi, keçi, tavşan, güvercin besleme-yeli çok oldu. Onların davranışlarını sevgilerini üzerime çekmeyeli, onların bir yudum ekmek, bir yudum su ve biraz okşanma karşılığında yaptıkları o muhteşem sunumları yaşamayalı neredeyse çeyrek asır oldu ve geçti.

  Yakın bir zaman önce her gün yanından geçtiğim sadece selam verdiğim sokağımızın köpeği olan Pamuğa biraz tavuk kemiği ikram ettim. Biraz temkinli davrandı beyaz küçük köpek; çünkü her zaman selam veren bu ciddi adam, bu sefer tam da ağzına layık tavuk kemiği sunuyordu, olacak iş mi bu, der gibi oldu. Sonunda kemikleri yanına bırakırken, biraz hayvan temkinliliğiyle üç dört metre öte gitti. İzleyen günlerde her gün selamıma kuyruk ile “merhaba, günaydın” diyen Pamuk, artık kulaklarıyla da, gözleriyle de “merhaba, günaydın” demeye başladı; bir yudum kemiğin bir kucak sevgi karşılığıdır bu sunum; aynı zamanda evrenin de içinde barındırdığı sevginin en hakiki gerçeğidir…

  Pamuk ile aramda geçen diyalog ve sevgi alışverişinden sonra, beslemediğim yılların köpek, kedi ve diğer canlıları adına sevgisizliğin derin acısını hissettim. Beslemediğim, büyütemediğimiz güllerin, yaseminlerin, zambakların, karanfillerin, sümbüllerin sevgisizliğin yarattığı büyük boşluktan ürkerek titredi bedenim.

  Meğerse büyümenin haylazlığı içinde, çocukça yaşadığımızı sandığımız zamanlarda bile en güzel yıllarımızı nasılda tüketip, buzdolabına kaldırılan yiyecekler hanesine koyup ta bir türlü yiyemediğimiz zamanlara sakladığımızı farkına vardım; sevgi için, sevgiyi üretmek ve onu yaymak için hiçbir şarta ihtiyacımız olmadığı ortada; güneş her sabah doğuyor; bütün zamanların, boşlukların, karanlıkların, çirkinliklerin, soğukların dönüşümü aşkına… Ya bizler; insanca uydurduğumuz, insanca sıraladığımız gülünç edinimler için bir ömrü nasıl da yaşlandırıp, hırpalıyoruz; nasıl…

  Evren sevgisiz yaşayamaz, evrenin derinliklerinden ve genişlemesinden üretilen bir enerji demetleri milyonlarca,  milyarlaca büyük boşluğa dağılıyor; gözle görmediğimiz, elle dokunmadığımızı zannettiğimiz nice ışıklar büyük bir gösteri içinde canlı rastladıkları ilk gezegene, o gezegende büyümekle, yeşermek-le meşgul olan bütün canlılara o muhteşem gücü, canlıların gülümseyen, saran, sarmalayan sevgiyi akıtıyorlar.

 İstanbul Dünya Ticaret Merkezinde konuk olduğum önemli bir mertebenin duruşuna sahip olan insanda da bunu gördüm; gücünü, konumunu, yaptığı işin dışına taşımamış, otuz dört yılın hakkını büyük bir çalışkanlıkla, vefa örneğiyle göstermiş insanın büyük lütufları, beni bir kez daha düşündürdü; bu kadar gurur, bu kadar utanmazlık, bu kadar korku var ve çoğalmışken; bu mütevazı insanlar hâla varsa, kaybolmamışsa; belli ki evren sevgisiz yaşayamıyor… Bu insanlar aynı zamanda bir kara, çirkin tohumun nasıl renkten renge, kokudan kokuya girmenin de anlatımını yapıyor bizlere.

  Yine çok taze bir günün yakın martı çığlıkları içinde İstanbul Karaköy’de bulunan Kadıköy iskelesi yakınındaki Mado  pastahanesinde çayımı yudumlarken, bir erkek ile bir kadının buluşmasını gözledim; erkek, üşümüşlüğün farkında bile değildi; heyecanı beden motorlarını çoktan çalıştırmış sımsıcak bir sevgi ile Barış Manço vapurundan inen kadına adeta koşarak ilerliyordu. Kadın da öyle; gülümsemesi sadece yüzün şekil değiştirmesiyle gerçekleşmiyordu; evrenin derinliklerinden dağılmış ışık demetçikleri, kadının ruhuyla daha da inceltilmiş, daha bir insan kılığına ve insan gözüyle görülecek bir sevgi ışımasına dönüşmüştü; anladım ki,

EVREN SEVGİSİZ YAŞAYAMAZ…  

 Güven Serin
  



15 Ocak 2013 Salı

ŞEYTANIN BACAĞINI KIRDIM

Kamera; Güven  Salvador Dali

Eğilmek güzeldir insanı önünde, eğer insan
felsefenin, sanatın sularında yıkandıysa.

ŞEYTANIN BACAĞINI KIRDIM

  Güzel bir sözdür şeytanın bacağını kırmak. Bir taşla iki kuş vurmak gibi; hem şansımızı devam ettirmek, hem de şeytana, bize musallat olan iblise “bacak kırma” cezası vermek pek de keyif vericidir.

  İşlerimiz ters gidip, aksi bir şey olsa “kör şeytan” gelir aklımıza ve lanetle onu anar ve hatırlarız. En karanlık köşelere, mağaralara bile saklanmış olsa, insanın hatırlatması ve çağrısı ile çıkar dinleneceği huzur dolu bilgiçlik ve bilgelik kokan köşesinden. Nedense bütün lanetli hatırlayışlarımızda ve çağırışımızda şeytan gülümseyerek yaklaşır bize; bizim ucuz kaçamak mazeretlerim ize  biz olmayışımıza güler de göremeyiz, kendi öfkemizi gördüğümüz kadar.

  Uzun zamandır, çocukluğumdan bu yana düşünüyorum; bu şeytan, bu iblisin hiç işi-gücü yok da hep bizi, biz düşünen, düşündüren ve düşünmeyen insanları, insancıkları bulur diye… Ve yine düşünürüm; bütün dünyaya dağıldığını sandığımız ve her an her yerde var olarak kabul eylediğimiz bu iblis, sevginin, sanatın, felsefenin karşısında hiçbir şey yapmadığı gibi bunlara da hayrandır. Nasıl oluyor bu? Bizim iblis tiyatrolara, sinemaya, sevgiye, sevgililere bayılıyor da, savaşları, kargaşayı, hilebazlık hep ona aitmiş gibi etrafa saçıyoruz; nasıl bir insan haykırışı, insan YANLIŞIDIR bu!

  Yaklaşık dört aydır aksayan sabah yürüyüşler-ime yeniden başladım. Sabah uykusunun bal kokan çekiciliğine kanmadığım gibi, iblisin şair kılığına girip sabah uykusundan uyanmamam için şiirler söylediğine de aldırmadım. Şeytan sabah uykumun muhteşem çekiciliğinde şu şiiri fısıldıyordu derinlere açık kulaklarıma;

  Erken kalkmak için erken yatmalı/ İnsan denen canlının besine ihtiyacı olduğu gibi, uykuya da ihtiyacı vardır, ey akıllı insan/ Miskinliği bana söyleyip seslendireceğine, miskinliğin kaynağı olan seni besle ve geri çağır; tazeliğin sabahını çağırır gibi, duy geceden sabaha süzülen ve geceyi karşılayan her türlü sesin sessizliğini; duy ve kendi yaşamının, yaşlanmanın korkusunu, garipliğini anlayamamak yerine, yaşamın güzel sanatına, serüvenine bir çocuk gibi kapıl ve ak; git akıntıların temiz yataklarında.

  Alman şairi ve yazarı Goethe aklı mıdır diye düşünüyorum. Alman şairin şeytanı, yani o meşhur Mefisto bize bir şeyler mi anlatmak istiyor;

“Zamanı iyi kullanmalı. O, hızla geçer. Fakat düzenlilik size vakit kazanmayı öğretir dostum, size öneririm, öncelikle mantık dersleri alınız. Bu ders aklınızı eğitir. Hani bir İspanyol çizmesine sokulmuş gibi, düşünme yolunda adımlarını sağlamca atar, oraya buraya saparak yanlışa düşmez, sonra yemek-içmek gibi uzun zamandır bildiğiniz ve kendiliğinden yaptığınız şeylerde bile bir, iki üç diye saymaya gerek olduğunu size öğretirler.

  Sonra, her şeyden önce metafizikle başlamalısın. Onda, insan beyninin almadığı şeyleri, akıllıca kavramayı öğrenirsin! Aklın alsın almasın, her şey için gösterişli deyim bulmaya çalışacaksın.

  Sizi hatalı yola yöneltmek istemem. Bu bilime gelince, ondan hatalı yola gitmekten korunmak güçtür. İçinde ne kadar gizli zehir vardır ki, şifa gibi görünür. En iyisi bunda da hocanın sözüne uymaktır. Yani sözcüklere bağlanıp, böylece güvenli kapılardan inancın mabedine girersin.”

  Bu şeytan, bu iblis sözü ve sazı bir eline aldı mı günlerce konuşur efendim. Ama kabahatin büyüğü bizde; onu uykusundan uyandırıp, derin mağaralarından çağıran bizleriz. Onu derin uykusundan büyük huzurlu dinlencesinden çekip bugüne davet etmesek, şeytan yani meşhur iblis her şeye karışıp bize akıl vermeye kalkar mı hiç?

  En hazini de Geothe’nin şeytanı Mefisto akıl ile akla seslenirken, bizim içimizde büyüttüğümüz şeytan ise bizim aklımızı çeliyor; çelinen akıllar akıl mıdır ki kırdıkça kırası, öldürdükçe öldüresi, dolandırdıkça dolandırası geliyor bu aklın yüksek kurnaz bedenleri.
 Güven Serin


14 Ocak 2013 Pazartesi

AENEİS'İ YAKIN


Kamera; Güven      Erdek

Gün güneşli,gün sımsıcak, ya insanların ruhları? 

AENEİS’İ YAKIN

  Latin şair Vergilius bu çağrıyı yaptığında zaman M.Ö’19’u gösteriyordu. Sözcüklerin düşünceye, iradeye, akla yaptığı büyük katkının büyük eseri Vergilius’dan Hermann Brooch’a ve ondan da Ahmet Cemal, ondan da bizlere süzüldü. Süzülen şeyler güzeldir, sarhoşluğu, nezaketi barbar ve yakıcı değil, tam tersine sanata yakın, değişime, harekete öncülük ederler. Bu yapıtın karşısında titrerken, varken yokluğa, büyük içliğin ve taş kesilmişliğin farkına varmamak mümkün değil.

  Zaman dediğimiz bu zaman, insan dediğimiz insanın birbirine yüklediği her şeyi; coşkuyu, kederi, ümidi, yılgınlığı bir taş sessizliğinde ve kendini zorlayan, evrenin içinde küçük ve görünmez olan canlının uzay boşluğundaki çaresizliği ve çareleri, terazinin dengeli ve dengesiz hali, insanın yok veya var oluşu, kabul veya ret edişimiz, nefret veya sevgi taraftarlığımız, hareket veya durgunluk sızıları içinde dinledim.

  Hermann Broch’un kaleme aldığı büyük eseri Ahmet Cemal neredeyse kendine saklamış bir kırk yılın mücadelesi, içselleşmesi, yeterliliği ve o büyük sesin “hadi çevir artık” demesiyle gün yüzüne çıkan bir hazine gibi bizim dilimize de bu yıl Ekim ayı içerisinde çevrildi. Ahmet Cemal çevirisini yaptığı Vergilius’un Ölümü kitabında anlatılan Vergilius gibi son saatlerinde büyük bir başkaldırı, dönüşümün sözcüsü, evren içindeki farklılığın devamı gibi bu çeviriyi yaptı ve o huzuru, Vergilius’u bulmanın, anlamanın, hissetmenin ve anlatmanın büyük huzuruna kavuştu.

  Meraktan, düşünceden, devinimden birçok insan korkar; çünkü alışkanlıkları, rahatımızı bozacak, bizi riske atacak, canımızı yakacak kavuşumlar yerine alıştığımız, risklerini azalttığımız yaşamların sefasını, büyük durgunluğunu ve büyük tükenişini sürmek çok daha kolay gelir bize.   

 Bu muhteşem eseri dilimize kazandıran Ahmet Cemal’e minnettarım. Dönüşüme adanmış her canlı gibi büyük sancı çekenler, büyük iç huzura da kavuşurlar ve bu büyük enerjinin onurunu da büyüklüğe ulaşmış insanlara armağan ederler. Ahmet Cemal de bu büyük çeviriyi önemli bir isim, bir cumhuriyet aydını olan insana Azra Erhat’a armağan etti. Onun anısına küçük bir yazı yazdı eserin ilk yaprağının sol köşesine;

Mustafa Kemal Cumhuriyeti’nin kuruluş döneminde Türk aydınlanmasına ve ülkemiz antikçağ kültürünün, Anadolu kültür tarihinin doğal bir parçası olarak benimsenmesine, başta Halikarnas Balıkçısı ve Sabahattin Eyüboğlu olmak üzere, dava arkadaşları ile birlikte unutulmaz katkılarda bulunan düşünür, yazar AZRA ERHAT’ın anısına saygıyla.

  2030 yıl önce fısıltı ile evrene yayılan ses, tekrar fısıltı ile evrenden dünyaya indi ve şöyle dedi;

 “ AENEİS’İ YAKIN!”

  Aeneis Latin şairi Vergilius’un büyük destanı, insanlık sınırlarını zorlayan düşünce cenneti ve sözcük okyanusudur.

  Fısıltılar birbirine karıştı, hangisi hangi şairin, hangi yazarın belli olmadan ama onların derin düşüncelerinden doğal insan ağzıyla sahibi konuşmasına ruhun ayrılış törenine başlamış bildik insan ağzıyla seslendiler;
 “ Vergilius bugüne kadar neyi yazdıysa ve neyi şiirleştirdiyse hepsinin yakılmasını buyuruyordu, ah, evet bütün yazıları yakılmalıydı, hepsi ve bu arada Aeneis de yakılmalıydı; buydu Vergilius’un duyulmazlıkta doyduğu. Vergilius’u kuşatan belirlenmezlik içerisinde emir, zorlayıcı olarak söze geri dönülmesini işlemekteydi; suskunluğun duvarları hâlâ Vergilius’un etrafındaydı, fakat artık birer tehdit değildiler, ah, evet dehşet hâlâ birbirinin içlerine dönüktüler, fakat Vergilius, kulak kabartışı sonucu onların nasıl çözüldüklerini ve birbirine bağlandıklarını hissedebiliyordu.”

  Vergilius kendi elleriyle yazdığı destanını, bütün şiirlerini yakmak istemiş, yakılması için seslenmiş, çünkü insanlığın adaleti kargaşalardan arınmamış ve bunca seslenişin bir kıymet bulmayışı ömrünü adadığı eserlerinin yakılması isteğini doldurmuştur. Ya bugün, bugün nasıl? Bunca yazılmaya, çizilmeye, uyarılmaya ve büyük insanlık dramlarının seyrini izlemeye bıktık mı? Gerçekten, yüreğimizle adalet, yüreğimizle doğruluk isteyip, yüreğimizden sevgi ürete biliyor muyuz acaba?

 Güven Serin







8 Ocak 2013 Salı

KOLAY BULUNAN KOLAY HARCANIR

Kamera; Güven     Bergama
Muhteşem bir kalıntı; sanki gökyüzünden indirilmiş iki kartal,
insanlığı, korumak için zamanın bütün yok edicilerine karşı
direniyorlar; Hâlâ onarılmamış olması ne hacı...



KOLAY BULUNAN KOLAY HARCANIR

  Tabiatın ve aklın, insanca yaşamanın vazgeçilmezidir emek harcayarak kazanmak. Emeksiz, erdemsiz ve adaletsiz her türlü kazanım ağır çok ağır bedeller ödettirir lükse aç, şöhrete susamış insancıklara.

  Cumhuriyeti çok kolay kazandığımızı sanıyoruz. Yılların İmparatorluk baskıları, yok sayılmaları, yüzyılların göçleri, hor görülmeleri bizi bizden, bizi insanlığımızdan koparıp atmış da haberimizi bile yok.

  Şimdi size içim sızlayarak bir masalı değil de bir gerçeği, tam 95 yıl önce yaşanmış bir gerçeği hatırlatsam; İstanbul’un bizden gittiğini, ülkemizin çoktan paylaşıldığını söylesem kaç kişi anlar ve inanır. Doksan beş yıl önce İstanbul şehrinde yedi ülke bayrağı sallanıyordu. Çalınan marşlar bize ait olmaktan çıkmış, Türk Bayrağı paçavra muamelesi görüp, postal silmek için kullanıyorlardı. Durumu biraz iyi olanların tamamı malı-mülkü satıp İsviçre pasaportu alıp, ülke sandıkları ama elden çıkmış ülkeden kaçmanın yolları aranıyordu.

  Bu ülke, bu Cumhuriyet ne kadar kolay kazanıldı ki doksan yıl sonra, onu hırpalamanın büyük keyfini, onu kuranlarla uğraşmanın korkunç zavallılığını yapmaktan geri duymuyoruz. Niçin? Hepsi gelişme adı altında, özgürleşme, demokratikleşme adı altında yapılıyor; güya… Gazeteciler, yazarlar, çizerler ve askerler DEMOKRASİ için neredeyse ölüm hapsine atıldılar. Daha yargılanmadan suçlu ilan edilmenin güzel zevklerini tattırdılar vatan sevgisi kalmamış gaddar ruhlu iblislere.

  Tekirdağ'ın yolları, kaldırımları eğri büğrü! Asılan tabelaların, klimaların ne zaman düşeceği belli değil. Kimisi kırk yıl önce takılmış. Apartmanların birçoğunun badana, boyası yapılmamış; derisi olmayan insan gibi öylesine korkunç bir ibretlik heykeli gibi duruyorlar.

  Marmara denizi ölüm-kalım savaşı veriyor. Trakya'nın dereleri rüşvetin, vurdumduymazlığın bedelini çoktan ödedi; artık su değil zehir taşıyorlar. Çünkü hepsi çok kolay kazanıldı; burada yaşayan Ermenileri, Yahudileri, Rumları yok sayıp, vatandaş saymayıp korkutup kaçırmanın büyük laneti çökmüş gibi zengin ovalarımız, ormanlarımız, vadilerimiz, ırmaklarımız ve derelerimiz çöle, zehir çöplüğüne dönüşüyor.

  Sadece miras yedi gibi yaşamanın sersem çöküşü elbet yakamıza yapışacak. İstediğimiz kadar uzatmaları oynayalım; borcu borçla ödemeye, kredi almanın yüksek atlamalarına kucak açalım; dönülmez bir döngünün büyük ikramiyesi olan çöküş, ağır bataklık kokuları kaçınılmaz bir şekilde bedenimizden öte ruhumuza bile yapışacaktır.

  Ülkeyi yönetenlerin tek derdi,  Cumhuriyeti kuranları, yüceltenleri yargılayıp kamu önünde küçük düşürmekten öte geçemiyorsa, tarihi gerçek verilerle erdemli bir şekilde değerlendiremiyorsak doksan beş yıl önceki büyük çöküşü hatırlamanızı öneririm. Kilise çanlarının ve yok saydığımız Yahudilerin, Ermenilerin semirerek keyif çattığı, çalım sattığı İstanbul bizim olmaktan çıkmış, ezanlar bile soluk benizli insanların yürüyüşü gibi halsiz, heyecansız ses veriyorlardı.

  İki üç ay içinde kapanan bir sürü esnaf kepenk açıyor. Anlı şanlı açılış törenleri yapanlar da var. Bir bakıyorsunuz ki üç ay sonra o esnaf kapatmış. Yani yerinde yeller esiyor. Çünkü zengin olma hayali, iş kurma hayali çok kolay kazanılıyor ve kolayca yokluklar kervanına katılıyor.
  Televizyonlarda başlayan dizilerin sayısı belli bile değil. Onlara göre iyi reklâm alırsa, yani çok çok paralar kazandırırsa tutmuş demektir. Ya tutmadıysa, tıpkı yeni açılan dükkânlar gibi, daha bir ay dolmadan bütün kadro dağıtılıyor. Ölmez, sağ kalırsak görüşürüz, denip yeni para ve kolaycılık rüzgârları aranıyor.

  Sevgili değiştiren değiştirene… Âşık olan olana… Ama bir de bakmışsın ki, sevgililerinin adlarını karıştırıyorlar. Kime âşık olduğunu unutuyorlar. Çünkü çok kolay bulunmuş; ne haber, nasılsın? Çıkalım mı güzelim. Çok güzelsin, fıstıksın, şekersin, bir içim su gibisin derken, harcana harcana ilerliyoruz medeniyetin tek dişi kalmış güzel topraklarında.

 Bu ülkeyi kolay bulduk çok kolay harcamak istediğimiz ortada. Şehirlerimizi de çok kolay bulduk. Şehirleri yöneten koltukları, sandalyeleri de; bir bakmışsın ki Ankara bizi uygun görmüş, şans yaver gitmiş; oldu mu sana başkan, meclis üyesi… Ne çalımından geçilir, ne de ciddi adam duruşlu pozlarından…

 Kolay bulup kolay harcıyoruz. Kolay doğup kolay yaşadığımız sandığımız gibi; hayat ne kolay, harcama ne kolay; eşi, dostu, sevgiliyi, sırdaşı, tarihi, taşı, toprağı harcamak ne kolay! Acaba biz onları harcarken onlar da bizi harcamanın soylu düşlerini kuruyor olmasınlar?

   Güven Serin