30 Haziran 2022 Perşembe

JAMES JOYCE'NİN BÜYÜK ESERİ ANILIYOR

 

İnternetten

                JAMES JOYCE’NİN BÜYÜK ESERİ ULYSSES ANILIYOR

 

 Gelişen, dönüşen dünyanın önemli motorlarından birisi de yazı sanatı, yazı sanatına iz bırakmış, eserler yaratmış insanları ve eserleri anmak, hatırlayıp uluslar arası düşünce içinde, tüm insanlığa adanmış olmanın anayasası gibi bir başka toplumsal, kurumsal coşku yaratmak değil de nedir…

   Yazı, söz sanatı kadar insanı ortak noktaya getiren en önemli kültürel etkinlik ve olaylardan ikisini say deseniz; spor ve şarkılar derim. Bütün sınırları aşan, gönüllü bir dolaşım ve kalıcılık elde eden, insanı insanlaştıran buluş ve üretimlerin en ilerisi ve kalıcı olanları…

   İrlandalı yazar James Joyce Ulysses isimli eserini 1922’de yayın hayatına sunmasının üzerinden 100 koca sene geçti. Bu sebepten 18 önemli şehirde etkinlikler düzenlenecek.

  Bu eser; Ulysses için ölümsüz diyorlar. Eserin sonuna gelip de eseri anlayacak, anlatacak ve yorumlayacak aşamaya gelenleri gönülden kutluyorum. Ulysses’i yıllarca duyduğum halde YKY (Yapı Kredi Yayınları) çıkan eserle 3 Mart 2014 yılı tanıştım. İki büyük cesaret-okuma çabası gösterdiğim halde her ikisinde de “ Sonra” ya, diyerek kitabı okunacaklar arasına nazikçe bıraktım.

  Eserin; Ulysses’in basılmasından, yayın yaşamına girişinden bu yana yüz yıl geriye kalması nedeniyle 18 farklı şehirde etkinlikler yapılacak. İstanbul’da bu şehirlerden birisi… Dünya çapında bir eseri anacak, anlatacak veya onurlandırma coşkusu yaşayacaksak, İstanbul’u yok sayamayız…

  Paris, Berlin, Kopenhag, SanSabastian, Cluj, Zürih, Groningen gibi dünya şehirlerinin yanında İstanbul’da çok az insanın okumayı, anlamayı başardığı Ulysses’i, yazarı James Joyce’yi farklı etkinliklerle anacaklar, anlatacaklar, belki de bilmediğimiz birçok yönlerini tanıtacaklar…

  İki kez başlayıp da bitiremediğim Ulysses’i okuyamamış, hatta tırsmış birisi olarak etkinliklerden geriye kalacak bilgi besinlerini çok merak ediyorum.

   Sivri dilli bir dehanın eseri, okuduğum sayfalardan geriye neler kaldı diyecek olursak, birkaç satırı burada paylaşmak isterim.

  Bir köpeğin anlatıldığı sayfalardan birisinde, özgürlüğe dokunuyordu yazar;

“ Bir zağar, capcanlı bir köpek kumlu düzlükten koşa koşa beliriveriyor. Tanrım, bana saldıracak mı? Bırak özgürce koşsun. Başkalarının da efendisi de olma, kölesi de.

   Bastonum elimde. Sıkı dur. Ta uzakta, köpük taçlı dalgaların önünden kıyıya doğru yürüyen karaltılar, iki kişi. İki meryemler. Sazlıkların arasında, gözlerden ırak gizlemişler onu. Ce’e. Sizi gördüm. Yo, köpeği. Dönmüş, koşuyor onlara doğru. Kim bunlar?

  Düşmanın köpeği…”

  Harflerin, sözcüklerin, şiirlerin, öykülerin peşinde koşanlar, bildik manada bütün bilimlerin de peşinde koşuyorlar.”Ne çıkar bundan-şundan!” düşüncelerini çoktan öteki dünyaya bırakmışlar.

    O yüzdendir gelişen ülkelerde dâhilik ile delilik arasındaki insanların bildik bilmedik bütün notlarını, çalışmaları, orada burada kalmış ifadeleri her daim didik didik edilir. Bir kırıntı, faklı bir sesleniş, diğerleriyle yoğrulur; yarıştırılır Ulysses, Hamlet veya diğer dünya klasikleriyle, karşılaştırılır kıvama gelmiş düşünce erdemleri; bir bir, ilmik ilmik; yudum yudum…

Güven SERİN 


21 Haziran 2022 Salı

YILMAZ BÜYÜKERŞEN'İN ŞEHRİNDE OLMAK

 


Kamera; Güven Eskişehir


Kamera; Güven 
ESKİŞEHİR YILMAZ BÜYÜKERŞEN
BALMUMU MÜZESİ

                            YILMAZ BÜYÜKERŞEN’İN ŞEHRİNDE OLMAK!

 

  Eskişehir, hemen hemen herkesin dilinden düşürmediği İç Anadolu rüyası… Bazı isimler şehirleri, ülkeleri, bazıları da dünya ile anılır. İsmin dilden dile dolaşması neyi anlatır? Tam olarak ifade etmek gerekirse; başarıyı, samimiyeti, sevgiyi anlatır, diye düşünüyorum.

  Kayseri deyince akla Osman Kavuncu geliyorsa, Eskişehir denince… Çok önemli markaları olan şehirler, o markalardan önce insanı, yöneticisi, sanatçısı, mimarı, mühendisi, şairi, felsefecisi ile anılıyor olabilir. Nasıl ki Mevlana dersek, Konya başköşeye oturursa, Akşehir deyince Hoca Nasreddin gülümserse bize; Eskişehir denince bildik cevap; Yunus Emre,Kral Midas ve Yılmaz Büyükerşen geliyor akla…

  Yılmaz Büyükerşen’in Balmumu Müzesi ve ünü müzesinin bulunduğu şehrin çok ötesine aşalı çok oldu. Her ünlenen mekânlar, eserler gibi Frigya gezisi sırasında Balmumu Müzesi beni de kendisine çekti.

  Şaşırdığımı söylemeliyim. Müzenin giriş kapısında sıra bekleyen bir sürü insan vardı. Oysa koskoca arkeoloji müzesinde sıra filan yoktu. Genci, yaşlısı, yerli veya yabancı turisti, her yaştan ve farklı şehir, ülkelerden bir sürü insan, merak, neşe içerisinde sıranın kendisine gelmesini bekliyordu.

  Müzeler, kütüphaneler pek kuyruk oluşturmazlar. Neredeyse, toplu öğrenci ziyaretleri ve bildik o büyük eserler harici büyük çoğunluğunda aynı anda birkaç kişi zor görürsünüz. Aynı yoğunluğu, farklı neşeyi Sabancı Müzesi’nde Picasso ve Rodin sergilerinde gördüğümü de burada not düşmeliyim.

   Gelelim Eskişehir Yılmaz Büyükerşen Balmumu Müzesi’ne. Kendi sınırlarını çoktan aşmış mekânda bir sürü tanıdık, ünlü insanın heykelleri orada bulunuyor. Büyükerşen, kendi sanatçı bakış açısıyla adaletli davranmış, ünlü siyaset insanlarını, sanat insanlarını, ticaret insanlarını yıllardır devam eden mücadelesiyle zanaat ve sanatın hünerli elleriyle onurlandırma işini, mekânsal alana taşıyarak yaşadığı şehre apayrı hizmet, kazanım yolunu açmış…

  Şehirlerin turizm hareketleri birçok zenginliğin bir araya gelmesiyle derinlik kazanır. Müzeler de böyle zengin derinliklerin en başında geliyor. Odun Pazarı Evleri, kendi sunumunu, insanlara mimarlığın, dinlenme, eğlenme ve tat alma seçeneklerinin farkını sunarken, Balmumu Müzesi de bu ayrıcalıklı yerde önemli pay, başarı ortaklığına imza atmış görünüyor.

  Müzenin giriş ücreti 25 TL. Ücretsiz olduğu halde birçok müzenin çok az gezildiğini biliyor, duyuyor ve tanıklık ediyoruz. Müze duyarlılığının eksikliği iyi araştırmalarla ortaya konula bilinir. Müzelerin sunumlarının her yaşa hitap etmemesi, sönük, heyecan içermeyen eser veya objelerle doluluğu da sebepleri arasında sayıla bilinir.

  Eskişehir Balmumu Müzesi ise bir başka tezatlığı, canlılığı, insanların kutsal alanları gezerken duyduğu o hazzı yaratmış gibi geliyor. Neden derseniz, gördüğümü amatör bir dille anlatmak isterim.

  Yılmaz Büyükerşen isminin efsane oluşu, on veya yirmi yıl önce başlayan bir çalışmadan kaynaklanmıyor. Çok ötelere, yaşadığı şehri daha ilk gençlik yıllarından beri benimseyip, daha ileriye çıkartmak için çalışmaların karşılığı, aslında onun kurmuş olduğu, bir şehrin şimdiki zamanı ile geleceğine bırakacağı felsefeyi de aktarıyor…

  Mesela, müzede yaklaşık 170 eser olduğunu düşünürsek, bu eserlerin bildik ünlü insanları temsil ettiklerini de söyledikten sonra o insanlara ne kadar benzeyip benzemediklerini anlamak istiyorsunuz!

  İşin garipliği de burada başlıyor. Başkanın-sanatçının eserlere olan emeği, müze düşüncesi tartışmasız bir şekilde büyük alkışı, kıymet bilmeyi hak ediyor. Görüp de kendi kendime fısıldadığım şey, belki de müzeyi gezip gören her insanın da fısıltı halinde söyledikleri olabilir.

  Bazı heykeller sahiplerine, temsil ettikleri kişiliklere muhteşem derece benziyorken, bazıları ise neredeyse o kişileri komik, hatta trajikomik derece temsil ettiğini düşündüm. Acaba; sanatçının, siyasetçi rolü, üstlendiği sorumluluklar, belli zamanlarda sanatına yoğunlaşmasını mı engelliyor?

 Nasıl derler, on parmakta on marifet tamam da, yorgunluklar sanatın özüne haykırı bir dalga da getirmişe benziyor. Moğolların efsane sanatçısı Cahit Berkay’ın katıldığı bir söyleyişi de yeniden aşk şarkısı yazıp yazamayacağı sorulduğunda;

—Bu yaşta âşık olursam tabi ki yazabilirim. Hissetmem lazım aşk şarkısını yazabilmek için. Ama ticari olarak elbet her zaman yazabilir, yapabilirim…

  Öyle sanıyorum ki, Yılmaz Büyükerşen bazı balmumu heykellerini yayarken çok ama çok iyi hissetmiş. Bazıları ise “ yapmak” için yapmış…

   Son sözler ise, müze çoktan diğer müzelerin önüne geçmiş. İnsanlar; genci, yaşlısı, yabancısı, yerlisi eksik olanı değil, bu işin samimiyet, istikrar içinde yapılmış olduğunun kredisini çoktan açmışlar Büyükerşen’e…

 Güven SERİN 

 




16 Haziran 2022 Perşembe

GÖÇEBE HAYATLAR

 

İNTERNET

                                                       GÖÇEBE KENTLER

                                

              ( Kendi Hayatından Gizlenen Hayatlardık)

  Yazın hayatımın başlangıcından bugüne sürekli üzerimde durduğum konulardan birisidir: Yaşadığımız şehri-Tekirdağ’ı hotel, motel, pansiyon olarak görmeyelim… Göçebeliği saygıyla, nezaketle selamlarken, yaşadığımız yerlere sımsıkı sarılıp, gözlerinden, yanaklarından; orman, dağ, nehirlerinden öpme fikrini sahiplenenlerdenim…

  Gerçekte öyle mi oluyor? Sadece en büyük nehrimiz Ergene’nin bataklık, zehir kokan simsiyah haline bakarak öyle olmadığını, sarılamadığımızı, kucaklayamadığımızı anlayabiliriz…

  Yanılmıyorsam Erdal Alova’nın şiirinde anlatıyor Göçebe Kentleri ve bu kentlerin insanlarının yaşadıkları öyküleri; korkuları, coşkuları, sevinçleri, kayıp ve kazançlarıyla birlikte;

“Göçebe Kentler

  Kovgun kentlerdik kendimizden

  Bir dalgayla, bir buyrukla…

  Kireçsiz, harçsız, taş taş üstüne

  Bir gecede kurduk kendimizi.

  Taşlardık, yalnız taşlar

  Yabancıya, gelip geçen yolcuya…

  Birlikte uyuduk

  Ölülerimizin külleri, hayvanlarımızla,

  Bir bayrak gibi çekip korkuyu

  Gönderine gecenin…”

  Bugünün dünyasında yaşadığımız kenti düşünecek olarsak; sürekli göç aldığını, kentlerden, kasabalardan, köylerden gelen insanların bir pota, bir şehir içinde dönüştüğüne tanıklık ediyoruz.

  Görünen o ki; insan merkezli yatırımlar, düşünceler, planlar yok. Siyasi düşüncelerin, ticari kaygıların dışında insanın sosyal, kültürel bir canlı, öteden beri karakterinde, genlerinde, alışkanlıklarında bir sürü kültürü; acıyı, sızıyı, coşkuyu barındırdığını önemsemiyoruz…

  Şehrimizin gerçeğine baktığımızda, kentimizi kent olarak kullanamayanların çoğunlukta olduğunu elem içerisinde anlatmak isterim. Onlar, hem varlar, hem de yoklar…

   Ne yapılan parklardan, caddelerden, park ve bahçelerden haberdarlar, ne da içlerindeki suskun türküleri haykırabiliyorlar…

  Ne olacak peki? Caddelerimiz, mahallelerimiz, göç eden insanlarımız sadece SEÇİM-SEÇİLME zamanı mı hatırlanacak? Onların öykülerini hangi tiyatro, opera, yazar anlatacak? Söyleyemedikleri, haykıramadıkları, hatta KENT bilinci nedir; ne değildir düşünceleri bile analiz edilmeden, kendi kovuklarına çekilmiş yabanıl canlılar gibi evlerinde öyküsüz, etkisiz, kimsesiz ve çaresiz bir şekilde KENTLİ nüfusuna dâhil ediliyorlar…

 Şairler bu yüzden yüreklerinden seslenirler. Gerçek şairler, evrenin derinlerinden beslenenler bu yüzden acı çekerler ve hissederler, her mısra düşerken ruhlarının imbiğinden;

“ Ortak bahçelerde uyuduk

  Ortak bir uykuyu

  Geçici yurdumuzda

  Üç günde bir

  Yeni adlar bulup büyüyen Aya,

  Kalsın diye

  Kendi hayatından gizlenen hayatlardık”

                                                    Güven SERİN 

13 Haziran 2022 Pazartesi

Y ve Z KUŞAKLARI NEYİ ANLATMAK İSTİYOR?

 



İNTERNET

                Y ve Z KUŞAKLARI NEYİ ANLATIP, NEYİ REDDEDİYOR?

  Yaşları 40 ile 60 arası olan anne ve babaların muhakkak bu kuşaklara ait evladı, hatta iki kuşaktan çocukları vardır. Hiçbir zaman kuşaklar arası çatışma, ayrılık, farklı düşünce bu kadar olmamış görünüyor…

   Yakın zaman içerisinde tanıştığım beyefendi de Z Kuşağı kız sahibi. Kuşaklar arası sorunları, onları anlama biçimlerini masaya yatırıp söz etmeye başlayınca kendi öz düşüncesini, başına gelenleri ifade etti. Üstelik bu ifadeler Üniversitede ders niteliğinde tanıklıkları, gerçekleri de birinci derece babanın kendisinden dinledim;

  “ Toplum ve yakınlarımız bizlere onların kafalarındaki baba olma biçimini dayatıyor. Klasik manada evladına karşı çıkıp, her söyleneni dinlemesi, her söyleneni yapması isteniyor. İlk başlarda bende öyle yaptım; kızıma, kendi çevremizden, babamızdan gördüğümüz dayatmaları yaptım. Neredeyse evladımı kaybediyordum…

  Sonra, bu işin yanlış olduğunu, ilk önce bizlerin değişmesi gerektiğine karar verip, onu anlamaya çalıştım. Çalıştıkça kızım da bana, annesine daha yakın, daha açık konuşmaya, davranmaya başlayınca aileye huzur, hoşgörü, hatta özlenen o sevgi geldi.”

  Bu tür konuşmaları kim bilir kaç anne babadan dinledim. Çok azı durumu kavrayıp 21.yüzyılın gençliğinin dönüşümünü anlayıp, katı tutumdan vazgeçip, sevginin, hoşgörünün elini uzatınca büyük başarılara, çözüm ve ortak anlaşma yollarına gitmeye başarmışken, reddedenler, halen 30–40 yıl öncesinin baba ve anne-lik savaşını verenlerin nasıl da savaşı kaybedip aile içinde şiddete, kırgınlıklara, korkunç girdaplara düştükleri, görünen acı bir gerçek…

 25 yıllık dostum da böyle bir savaşın yitik, kaybeden tarafında bu dünyadan kırık, anlaşılmamış olarak gitti. Hâlbuki bir çocukları vardı. Her iki tarafın istediği şey anlaşılmaktır… Bizler daha deneyim, daha yaşlı, gün-görmüşsek, niçin değişemiyoruz? En değerli varlıklarımıza; CANLARIMIZA, niçin, “Elalem ne der?” korkularıyla anne ve baba-lık yapmaya kalkıyoruz?        

  Eğitim ve öğretim kurumlarımızın en küçüğünden tutun da Belediyelerimizin birçok birimine kadar, tıpkı Kurtuluş Savaşı felsefesi gibi “ Hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır” felsefesi, ülkenin bütün çocuklarının, bütün kuşakların önce iyi anlaşılıp; GELECEĞİMİZ dediğimiz düşünceye uygun sarılışlar, dönüşümler, büyük reformlar yapmalıyız…

  Kendi çocuklarımızı istediğimiz kadar ayrıcalıklı yetiştirelim. Ülkemizin tamamı önemsenmezse, çocukların büyük çoğunluğu daha küçük yaşlarda hırpalanır, kötü eğitim, kötü beslenme, kötü davranışlarla büyütülürse, toplumun huzurlu, milletin hoşgörülü ve devletimizin başarılı olmasını beklemek hayal olur…

  Çocuklar, hepsi anlaşılmayı doğuştan hak ederler. Anlaşılmak, sevgi gösterisi içinde büyütülmek şımarmak değildir. Gelişmiş uygarlıklar nasıl önemsiyor, nasıl özgüven, görgü sahibi yapıyorsa evlatlarını, bizler de öyle sarılmalıyız kuşaklarımızın farklı olan taleplerine, davranışlarına…

  Unutmayalım ki Z Kuşağı, giyimi, beslenmesiyle tam manasıyla kendisine dayatılanı reddediyor. Farklı bir şeyler denemek istiyor. Namusun belin altında olduğunu değil beyinde olduğunu anlatmak istiyor. Beslenme biçimlerinin de yeterince anlatılıp, anlaşılmadığı için reklâm dünyası altında ezilmeleri onların suçu değildir.

  Biz büyüklerin tekrarladığı safdillik'lerin sayesindedir. Sürekli KAPİTALİZM şöyle, böyle diyoruz ama onun nimetlerine; uçaklarına, akıllı evlerine, haberleşme sistemlerine ilk önce bizler oturuyoruz. Sonra da kapitalizm çocuklarımızı kuşattı, diyerek KÖR gönlümüzü rahatlatıyoruz.

  Bilgi, sadece diploma almak değildir. Eğri, büğrü, yanlış, karanlık veya kullanmaya kalkan kötülüğü reddetmek, ona mesafeli olmak ve onunla baş edebilmektir. İşte o yüzdendir çocuklarımıza; Z ve Y Kuşaklarına çok farklı eğitim, dönüşüm biçimleriyle sahip çıkmalıyız;

    Eğlenceli, hoşgörülü, bilim ve sanattan da destek alarak… Görün bakalım nasıl bir barış, nasıl bir hoşgörü ve sevgi rüzgarı esecek…

Güven SERİN  

 

 


 


8 Haziran 2022 Çarşamba

AYŞE

 


İNTERNET

                                                         AYŞE

 

   Sanırım 1980’li yılların birinci yarısıydı. Babamın Selimiye Kışlası eziyeti son bulmuş, kısacak saçları, daha olgunlaşan yüzü, delikanlı tebessümüyle Tekirdağ’a gelip, sonbahar sürpriziyle çıktı karşıma…

   Tekirdağ’da sandallar modaydı o zamanlar. İki arkadaş bir araya gelip, bir sandal kiralamak, eski limanın altından geçerek ilerlemek Erol’un Çay Bahçesi istikametine, orada oturan genç kızlara, bir yerde çalım satmak… Pamenko parfümü ise sabun ve kır kokuları taşırdı öğrenci yurt binasının tozlu, kirli, paslı dünyasına. Bir de bir genç sanatçı-ses haykırıyordu üçüncü albümünde; bir başka genç kızın, Ayşe’nin öyküsünü anlatıyordu.

“Ona sordular nedendir diye? Neden kaçtın evden Ayşe? Anlatamadı… Seviyordu, anlatamadı… Verdiler onu zengin birine. Olmaz dedi, dinletemedi… Ergün dayak, her gün çile; çocuk kalbini susturamadı… Bir akşamüstü kaçtı evden…”

  Müzik sevgimin tahtına bir sürü sanatçı oturmuştu. Barış Manço, Erkin Koray, Cem Karaca, Ahmet Kaya, Ümit Besen, Edip Akbayram, Sezen Aksu, Ajda Pekkan… Ama o ses; Rüya Çağla’nın sesi; ağır ağabey, ağır abla gibi dinlediğimiz sanatçıların çok ötesindeydi. Savuruyordu kendi harmanını, döküyordu geriye kalan tanelerini değirmenine ve Ahmet Kaya, Cem Karaca, Barış Manço ile demlenen küçük dünyamıza; “ Hadi biraz eğlen biraz” diyordu kendi genç nefesiyle, gençliğin sarhoşluğuna; şartsız-şurtsuz davet ediyordu bizleri…

  Kabul ettik davetini. Bildik şarkıların onun tarzı, onun sesiyle dinlenmesi, genç zihinlerimize, başka taze ritimleri katmış, müzik dünyasının, sanat deryasının sınırlarını zorlamıştık…

  O gün bugün, neredeyse 40 yıldır sevdiğim sanatçılar başköşede. Vazgeçemiyor insan, tutun-duysa ruhun sesine, yorumun demine, sözcüklerin zamanlar adası dolaşacak olan gizemine, tutkun olmaktan; vazgeçemiyor…

  Nasıl ki Ahmet Kaya, Cem Karaca, Barış Manço, Edip Akbayram’ın öne çıkan daha çok sevdiğimiz şarkılarını daha çok kayırır, onları daha çok dinlersek, Rüya Çağla’nın da bazı şarkılarını öyle kayırırdım. Takıl Dostum, Sarhoş, Leyi Leyi Ley, Sende Sev Arkadaş gibi…

  Naciye şarkısından sonra gelen albümünde Ayşe de o günün kısa düşünceler ve düşlerin arasında kaybolup gitti. Sadece ritimsel açıdan dinlemiştik Ayşe’nin şarkısını. Onun bir öykü, insanlığa ait hiç bitmeyecek bir ders olduğunu bilemezdim…

  Neyi anlatıyordu Ayşe? Kimi temsil ediyordu Ayşe? Nasıl bir son bekliyordu onu? Küçük yaşta evliliğin çaresizliğini, çocuk olmadan kadın yapılan insanın eziyetlere tahammül edemeyip evini terk etmesini anlatıyordu. Kim bilir kaç milyon insanın yaptığı dehşetin yolculuğunu…

  Özgür iradeyle, bir başka yüce arayışlara kaçanlara sözüm yoktur. Yol yordam bilmeden, sadece son bulsun diye ona dokunan kara düşüncelerle kaplı kaba ellerin dokunuşu düşleri içerisinde bir rüya âlemine kaçan Ayşe’nin öyküsünü bu sefer tekrar tekrar dinledim.

  Rüya Çağla tam da Ayşe’nin yaşlarında olduğu zamanlar anlatıyordu Ayşe’yi. Evden kaçan Ayşe, yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştu. Bir dertten kaçmıştı oysa. Artık bin derdi vardı; düşürülmüştü kötü yollara…

  Ve bildik hikâye; “ Canıma tak etti; dayanamıyorum” sözcükleri Ayşe içinde savruldu gökyüzüne. Yaşamdan vazgeçti Ayşe…

  Artık, Ayşe’ye giden de, gelen de vuramayacaktı. O yolcu, kötü kadın seslerini de duymayacaktı Ayşe...

  Ama şimdi, Ayşe antik şehirler kadar temiz, pırıl pırıl bir ruh âlemi içinde hiçbir kötülüğün sonsuza kadar yaşamayacağının kanıtı gibi; zamanlar arası dolaşmayı, bir filozof gibi kendi öyküsünü gençliğe anlatmaya devam ediyor…

  Halil Cibran, Çocuklara Dair sözcüklerine dokunuşu, içimizdeki çocukların; Ayşelerin, Alilerin ruhlarına sağlam bir teselli, yüce bir sesleniş değil de nedir;

 “ Bebesini göğsüne bastırmış bir kadın dedi ki, bize Çocuklardan Söz Et. O da dedi ki: Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil. Onlar Hayat’ın kendine duyduğu hasretin oğulları ve kızları.

   Onların bedenlerini barındırabilir-siniz ama ruhlarını değil… Çünkü ruhları geleceğin evinde, sizin düşlerinizde bile ziyaret edemeyeceğiniz o yerde yaşar.”

 Güven SERİN 

 



6 Haziran 2022 Pazartesi

NEYSE ve KEŞKE-LERLE GEÇEN ÖMÜRLER



İnternet

                               NEYSE ve KEŞKE-LERLE GEÇEN ÖMÜRLER

 

  Toplumumuzun slogan merakı, şairane düzeyi, kesik kesik, küçük küçük sözcükler, bağlaçlar, edatlarla gün yüzüne çıkıyor. Birkaç küfür, birkaç argo, birkaç özlü söz; alın sana dünyayı anlayacak kadar görgü, bilgi ve düşünce biçimi…

   Eskişehirli Fevzi Bey’in küçük oğluna ait teras katını gezdik. Oğlunun ticari amaçla oluşturduğu mekân ve teras katı, tam da deniz manzaralıydı. Etraf büyük çiçek saksılarıyla dopdoluydu. Bazıları dünyaya yeni gelmişler gibi kuru, kupkuru hayatlarından kurtulmuş, yemyeşil çığlıklar atmaktaydılar. Bazıları ise henüz sarıya çalan yapraklarından, cansız görüntülerinden kurtulamamışlardı…

  Fevzi Bey ziraat eğitimi almanın yanında uzun yıllar yöneticilik yapmıştı. Çiçekler konusu geçince durumu izah etti. Bir haftalığına Eskişehir'e gidince su döken olmamış, geldiğimde neredeyse tamamı kurumuştu.

—Kuruyan dalları ziraat okulunda öğrendiğim bilgilerim eşliğinde bir güzel budadım. Sonra?

—Gerektiği kadar sularını verdim. İşte bu canlı hale geldiler.

—Ya yaprakları henüz sarı olanlar?

—Onların da demir eksikleri var. Gerekli mineral takviyesini yapınca yemyeşil, capcanlı olacaklar…

  Görüyorsunuz ya, teras katında beş on saksıdaki bitkiler, bir hafta su verilmeyince, mineralleri eksik kalınca nasıl da yaşama küsüyorlar. Ya toplumu besleyen mineraller, sular kesilirse? Sararıp solmaz mı? Kuruyup yaşamdan kopmazlar mı?

   Geldiğimiz nokta da böyle bir şeyi anlatmıyor mu? Tanıdığım, çokça kulak misafiri olduğum kuru düşünceler böyle dolanıyor toplumun içinde; yaşayan ölüler görüntüsü, her an alev alacak veya alan bedenler içinde kol geziyor sıkıntılı yüzlerin saldırgan veya “Neyse” , “ Keşke” sözcüklerine sığınma avuntuları…

 Tanıdığım kişiye, âdemoğluna rastladım geçenlerde. Biraz yürüdük, dolaştık, konuştuk bir sürü olaydan söz ettik. Yine o bildik kaçamak, güvensiz haldeydi. Sadelikten söz ederken dahi geri planda kalmayı, fikrini bir başkası duyacak diye cılız, sessiz bir şekilde söylemeyi benimsemişti.

  Tanıdığın bu hali karşısında biraz vitesi arttırmak, onu bir parça hırpalamak istedim. Öyle ya “Dost acı söyler” düşüncesi de bize ait… Sıkıştırmaya başlayınca her zaman yaptığı şeyi yaptı; “ Savunma…”

   Kaçamak cevaplar verdikçe, sunduğu düşüncenin kararlılığını, bilimselliğini, gerçekliğini sorguladım. Derhal; “ Neyse…” diyerek bütün bariyerleri, tuzakları aştı; kaçtı, sözcük ülkesinden…

  Sesimizi yükseltmeden, birbirimize ağır sözcükler söylemeden farklı alanlarda yine farklı sosyal, kültürel sözcük oyunlarına girdik. Bu seferde filanca zaman yapamadığı, gidemedi, alamadığı şeyler için “ Keşke…” bağlacına bir güzel bağlandı; sığındı.

Düşüncenin bütün korkularından sıyrılmış halde “ Niçin bu kadar keşke ve neyse-lere sığınıyorsun?” deyince, sıkıştığını anladı.

—Seni almadan, gitmeden, düşünmeden kim men ediyor? Her şeyin tamam görünüyor sevgili arkadaşım. Boyun postun yerinde. Banka hesapların, mülkiyetlerin, kısacası bir sürü diploman ve bir sürü taşınmazın, milyonlar eden zenginliğin var. Niçin bu kadar KEŞKE ve NEYSE?

  Her an kopacak olan sınırda durdum. Taşıyabileceği sınır burasıydı. Cevap vermedi… Olumsuz da bakmadı. Bir şeylerin eksik olduğunu biliyordu bilmesine ama kendi yarattığı o muazzam korkular artık onun düşmanıydı.

  Üç kişilik topluluklar bile ürkütüyordu onu. Her şeyi sağlama aldıktan sonra adımlarını atmayı, keşke ve neyse bağlaçları, adeta onun kurtarıcısı haline gelmişti…

  O zaman son sözcükleri, tanıdık âdemoğlunun ifadeleriyle bitirelim;

“ Keşke, daha çok okusak… Gezsek… Görsek… Kafamızdaki olumsuzlukları sürekli tımar etsek… Ben egosundan ağır ve usul usul kurtulmaya kalksak…” Neyse, daha fazla başınızı ağrıtmayayım…

Güven SERİN