31 Aralık 2022 Cumartesi

EĞİTİMCİ ŞAİR ve YAZARIN YENİ YIL DİLEKLERİ

 

İNTERNET

                               ŞAİR ve YAZARIN YENİ YIL DİLEKLERİ

    ( Cumhuriyetin 100.Yılına Erişmenin Sevinciyle )

      Eğitimci yazar ve şair Hasan AKARSU Yeni Yılı: 2023 için kutlama mesajı yollamış;

 “ 2023 Yılı Cumhuriyetimizin 100.yılına erişmenin sevinciyle ve tüm değerlerine sahip çıkılması dileğiyle kutlu olsun.”

  Sanatçının özünde öğretmenlik varsa, öğretici ve eğiti yanı da sözcüklerine-mesajlarına yansıyor. Eski ile yeni yıl arasında bir sürü kutlama mesajları, paylaşımları okuyoruz. Çoğu, bildik tekrarlardan, dileklerden öte, hiçbir heyecan sunmadan saman alevi gibi geçip gidiyor.

   Hasan Akarsu’nun mesajı niçin ilgimi çekti? Bunca mesajı okur okumaz silerken, eğitimci yazar ve şairini yolladığı mesajı silemedim. Yukarıda paylaştığım sözcükler değil,2022 yılında dizelere döktüğü üç şiirini de paylaşmış.

  Eleştirmen yazar Cengiz Gündoğdu’nun şiir sanatı için söylediği sözler çok etkili ve gerçekçidir;

 “ Edebiyat bir takım insanların yazdığı… Bir takım insanların okuduğu soyut bir boşalım kanalı değildir.

   Edebiyat insani bir yaratıcılıktır. Bu yaratıcılık eserde somutlanır. Somut ürün, yaratıcı istese de istemese de işlevseldir.”

   Bu yorumlara, açıklamalara ne denir? İşte, elli yıllık sanat yaşamına yaklaşan şehrimizde yaşayan Hasan Akarsu’nun 2023 yılı dilekleri paylaşımı bile kendi yaratıcılığı ve çoğu zaman sıradan bulduğumuz iyi dilek mesajlarından sıyrılıp, şafak sevinci gibi kim bilir kaç kez doğmuş olduğu gibi doğuyor…

  Hasan Akarsu’nun paylaşımı yeni yıl mesajından öte üç şiire de ulaşıyor. Bir de kitap resmi; tam ortasından açılmış, uzanma menziline, göğe doğru parıldayan yıldızlar neyi anlatıyor alabilir?

  Bilgiyi, görgüyü, nezaketi ve öğrenmen denen gizemli zenginliğin sonsuz evrene uzanan, bitip tükenmeyen ve karanlığı aydınlatan ışıkları olabilir mi?

 2022 yılında yazmış-üretmiş olduğu üç şiiri var. Birincisi; İçiniz Gider başlığını taşıyor. Ekim 2022’de Çağdaş Türk Dili Dergisi’nde yayınlanmış. İkinci şiiri, Yaz Utansın başlığı ile Ocak 2022’de İnsancıl Dergisi’nde yayınlanmış. Üçüncü şiiri de, İçinizde Varsa ismiyle Nisan 2022’de Çağdaş Türk Dili Dergisi’nde yayınlanıyor.

   Ne diyor eğitimci yazar ve şair Hasan Akarsu bir sunu yaprağında;

 “ Şiir, bir okyanustur. Ozanlar için Arif Damar’ın dediğince okyanusta bir damla olmak önemlidir. Her ozan, şiirlerinde kendi sesini arar.”

  Sanatın tohumları, öykülerin kökleri salındıysa sanatçıya, işlediyse gözle görülmeyen milyarlık hücrelerine, yolu da yoldaşı da bellidir; kendi sesini, evrene, evrenin sesini yaşadığı topluma duyurmak-paylaşmak…

   Ocak 2022’de yazdığı şiiri paylaşıyorum; sanatçıyla aynı şehirde yaşama onurunu taşıyan ruh âlemi içinde;

“İÇİNİZDE VARSA

İçinizde varsa

Dere, çay, akarsu, ırmak

Denizlere akarsınız

 İçinizde yoksa

Söylemekle olmaz

Bu akış

Ne deseniz boş!

Boş boş bakarsınız.”

 Güven SERİN 


30 Aralık 2022 Cuma

AYLAKLAR,SAVURGANLAR ve AKŞAMCILARA SESLENİYORUM

 

İnternet

        AYLAKLAR, SAVURGANLAR ve AKŞAMCILARA SESLENİYORUM

   Ne güzel şeydir, kış güneşinde kuytu bir köşe bulup, ticari, siyasi bildik bütün kaygılardan uzak, dem tutmak; yaşamın uçsuz bucaksız ufuklarına sisler ardına bakarak…

   Sadece biriktirme, sadece komşuları, akrabalarıyla statü, ekonomi, sosyal yarışa girmişler ise “Üzgün” olduğumu söylemek isterim. Zor, işleri çok zor! Ama yine de kolaylıklar dilerim; nasıl olsa önlerinde “Bin yıl”lık yaşam var…

   Sözün özü, uzaktan, tebessüm ile izlediğim, çocuk ambarından çıkarıp da sizlere sunacağım ilk konu; akşamcılardır. İkindi vakti neşe, tebessüm içinde hareketlenirlerdi. Dört kafadardılar. Balkanların kıyıcığında kurulmuş Paşaköy’ün dört kafadarı, meyhaneye gitmekten çok köy meydanı münasip yerlerini seçer, kıyıya köşeye koydukları yiyecekleri özenle hazırlar ve sonra, Akşamcı olmanın büyük keyfi içinde demlenirlerdi.

 

  Akşamcıların en güzel zamanı, çilingir sofralarını hazırlama, dostları, arkadaşlarıyla bir araya gelme vaktiydi. En bonkör, neşeli, romantik olduğu an o zamanlardı. Biliyorlardı ki bir sofra kurulacak ki, Halil İbrahim Sofrası gibi, sohbet, anason, kavun, peynir, karpuz, turşu ve bereket kokacak…

   Akşamcıların sofrasında sadece yiyecek içecek yoktur. Renklerin en çeşidi, seslerin en içten haykırışı, Türk musikisi icra ederler, uzaktan gelen seslerin anlattığı şarkılar, ihtiyacı olanı can evinden yakalardı.

    İçlerinden hangisi söylerdi bilinmez, çocuk ürkekliği, merakı içinde uzaktan dinlerdim birbirine sokulmuş, biriktirme telaşını çoktan unutmuş, yaşamın bir başka evresini anlatan yanık sesli akşamcı;

 “ Akşam oldu hüzünlendim ben yine” ezgileri, Paşaköy’ün gecesine öyle güzel yayılırdı ki anlatamam. Hamamcı Osman’ın Meyhanesi, Arap Hasan’ın Meyhanesi hep aynı vakitler kendi has müşterileriyle, onların derin sohbetleri ve yanık türkülerin, şarkıların iç içe geçtiği vakitler birbirine kavuşurdu.

  Kafamızdaki bildik korkuları, yargıları esnek hale getirmediğimiz vakit, her karşılaştığımız insana ilk soracağımız şey; “ Nerede çalışıyorsunuz? Nerelisiniz? Rütbeniz nedir? Af edersiniz ama maaşınız şu kadar oluyor mu?”

  Her onurlu insan, kendi kendine yetme becerisine, şansına sahip olmasını isterim. Eğer olmadıysa da, çevresine zarar vermiyor ve sadece kendi varlığını savuruyorsa, olgun yaşın tercih ile bu işi bonkörce, neşe içinde yapıyorsa; böyle insanları da suçlamayalım. İnanın ki bizlerden daha fazla anıya, neşeye, huzura dokunacaklar. Bizlerden daha fazla da acı rüzgarlarıyla , dövüşeceklerdi de…

  Aylaklığı yücelten, kendi kazancıyla yetinip günün, gecenin büyük zamanını, saatlerini sosyal, kültürel yaşama ait kabul edenlerin ellerinden öpmek istesem de bir sözü de hatırlatmak isterim;

  “ Şeytan hep aylaklara yaptıracak bir kötülük bulur.” Sanırım, bu sözü, edebi, felsefi görgüyle tersine bile çevirmek mümkün;

  “ Aylaklığın yüceliğine, erdemine erişmiş kimseler, şeytanı bile güldürecek, eğlendirecek şeyler bulur.”

  Bu kadar işkencenin, nasırlı telaşların, çamurlu suların içinden süzülüp gelen insanlığın yücelteceği en güzel şeydir; aylaklığın erdemiyle dostları, arkadaşları, akrabaları, komşularıyla vakit geçirmesi. Yeterince aylak olmasaydı Cerventes, doğar mıydı Don Kişot? Ya Dante? Aylaklığın erdemiyle kucaklaşmamış, barışmamış olsaydı yaza bilir miydi İlahi Komedya’yı? Vergilius’un Aeneis Destanı, Homeros’un İlyada ve Odysseia eserlerini dokunmayacağım bile…

   Bugüne kadar 4000 bin yazıyı “Efendi Çocuk “anlayışı içinde yazdım. Bir kez olsun aylaklara, akşamcılara, savuranlara seslenmemiş idim.. Şimdi, bir borç ödemekten öte onların renklerine, neşelerine, kendi içinde yarattıkları yaşam algılarına, eşsiz yaşamın içinde bir iz bırakma suskunluklarına teşekkürü borç biliyorum. Değerlidir onlar. Tıpkı, insanın aylaklığı, akşamcı-lığı, savurganlığı içinde tüten; bir kıvılcım gibi çakan şarkılar gibi;

 “ Dilimi bağlasalar anmasam hiç adını/Gözümü dağlasalar görmesem hiç yüzünü/Elimi bağlasalar tutmasam ellerini/Silemezler gönlümden ne aşkı ne seni”

 Güven SERİN 

 


28 Aralık 2022 Çarşamba

KEPİRTEPELİLER KORKUYOR

 

Kamera ; Güven 
Kepirtepe Köy Enstitü Binaları

Kamera; Güven

Kamera; Güven
Tabiat korumaya almış; öğrencilerin,
öğretmenlerin bütün anılarını.

                             KEPİRTEPELİLER KORKUYOR

  Nasıl derler; “ Kötü haber tez duyulur” Onurlu bir dönemi-geçmişi anlatan Kepirtepe Köy Enstitüsü arazisi ve o dönemin, okul binaları, öğrencilerin uygulamalı tarım dersi ve üretimi yaptıkları, bilim, sanat dallarını, arkadaşlığı, yurttaşlığı öğrendikleri;

“ Kepirtepeliler Eğitim Vakfı ve Yeni Kuşak Köy Enstitüleri Derneği, Kepirtepe Köy Enstitüsü yerleşkesinde kalan 206 bin 400 metrekarelik 177 parselin tamamının ticari saha olarak, satılıp kullanılması iddiaları.” Korku yarattı.

  Nasıl yaratmasın ki? Sahiplenemeyen geçmiş yerle bir edilirse, sürekli yıkarak yeni yerler yaratma, insan denen canlının anılarını yitik uygarlıklar durumuna düşürmez mi?

  Bu korkuyu haberleştiren Lüleburgaz GÖRÜNÜM Gazetesi, kötü haberi böyle duyurdu. Elde kalan viran binaların onarılması, buraların uygar ülkelerin yaptığı gibi bu kuşak ve gelecek kuşaklara aktarılması, anlatılması tam da bu zamanlar gerekmiyor mu?

  Tarımın, doğanın, doğallığın KIT hale geldiği, gençlerimizin odalara, sosyal dünyaya akıp gittiği, yitik bir Atlantis Uygarlığı gibi sonradan batılı tarihçiler, sosyologların araştırmasını mı bekleyecek; gelecek kuşaklarımız?

  Göçün bittiğini ne zaman anlayacağız? Yaşadığımız yerin en küçük anısı, tarihi mekânlar, doğamız; dereler, ırmakların, toprağın vazgeçilemez, yok edilemez değere sahip olduğunu, bugünün can çekişen asosyal dünyasında anlamadıysak ne zaman anlayacağız?

  Geçtiğimiz yaz Kepirtepe Köy Enstitüsü binalarını gezdiğimde gördüm onların gözyaşlarını. İnsanlığın uzayın derinliklerine giderken, bizim insanımızın 80 yıl öteye, Cumhuriyet’in en önemli eğitim, bilim, tarım, sanat, felsefe sıçraması yaptığı yıllara bile dönüp, kurtarma marifeti gösteremiyor oluşumuz neye bağlıdır?

  Acaba, yaşadığımı şehirleri, kasabaları, köyleri anıları yitirmiş olmayı alışkanlık hale getirmiş olmamızın sebebi olabilir mi? Göz göre göre yitirdiğimiz SALAT Yağ Fabrikamız, TARSAL, yıkılan eski HAPİSHANE binamız, Cumhuriyetimizin kalkınma zamanlarında kurmuş olduğumuz Tekirdağ Şarap Fabrikamız ve Trakya’nın onuru, göz nuru, gelişmiş uygarlıklarla denge sağlayacağımız Kepirtepe Köy Enstitü binaları, arazileri…

  Şunu üzülerek söylemek isterim! Doğanın doğal dönüşümü içinde hiçbir şeyi unutmayacağı ortadadır. Doğanın işleyişini anlamayan ulusların yaşarken; “ Ne yaşar ne yaşamaz!” durumuna düşecekleri bellidir. Eninde sonunda doğa kendini tamir eder etmesine ama ya yitirdiğimiz nesiller? Anılarla, anlatımlarla, marifetlerle dopdolu okul binaları! Sadece okul binaları mı? Öğrenci sesleri…

Öğretmenlerin kabına sığmayan öğretileri…

Ekmeyi, biçmeyi, öğütmeyi, üretmeyi, yoğurmayı anlatan araziler…

 Kepirtepe Köy Enstitü binaları SİT alanı tescil edilince herkes umutlanmış, kayıp geçmiş, şimdiyle bir araya gelip, yarınlara köprü olacağı için Kepirtepeliler ve eğitime, bilime, tarihe, üretmeye önem veren insanlar sevinmişti.

   Ya şimdi? Bir korku sardı yaşamdan çok şey beklemeyen; ülke, tabiat, gençlik şuuru içinde olan insanları…

 Güven SERİN 

  








27 Aralık 2022 Salı

İNSAN YAKUP

 

Kamera; Güven

Kamera, Güven

                                                  İNSAN YAKUP

 Tintinpınar Caddesi üzerinde sağa sola, ileri, geriye, çok ötelere baka baka ilerliyordum Perşembe Pazarı kurulan sokaklara doğru.

   Yavuz Mahallesi, Tintinpınar Caddesi ve mahalleye ait diğer sokaklar, gençlik yılları anılarıyla dopdolu. Bu mahallede dostluklar kurmuş, doğmuş olduğum yeri (Paşaköy) özlediğim vakitlerde bu mahallede teselli aramıştım…

  Tevfik öğretmeni, Ali Boylu’yu, Halim Al’ı, İsmail Merih’yi,Sadullah Dağlı’yı,Çatalcalı Ümit,Ferhat,Cengiz’i,Kahraman Maraşlı Ahmet’i,kalın gözlükleri olan Adil Amca’yı,Hüsnü Ateşi,Saadet,Asiye Yenge,Hacer Hanım,Saadettin,Yusuf Bey’i,Recep Özvardar’ı,Ahmet ,Mehmet Karagözdere kardeşleri,Osman’ı,Mustafa’yı,genç yaşlarda ölen Özer ve İbrahim’i ve birçok insanı bu mahalle vakitlerinde tanımış,sevmiş,saymış,çok zamanlı yaşamın içine dahil etmiştim…

   Yine o mahallede, kırk yıl önce ahşap evlerin arasında dolaştığım, koşarak sahile, sandalların yanına indiğim gibi hızlı ilerliyordum. Hiç tasvip etmediğim hızlılığa bir türlü fren koyamamış olmanın burukluğu içinde tam da pazaryerine yaklaştığım anda gördüm Akgün Kıraathanesi önünde oturan “Bizim Yakup” u.Üç ahbabın hemen yanı başlarına oturmuş, bir konferansı can kulağınla dinleyen yaşamdan çok şey bekleyen öğrenci ciddiyeti içerisindeydi Yakup…

   Hemen frene basıp, vitesi küçültüp beden motorları sessize alıp yavaşlattım. Yakup’un gerisinde üç boş iskemle duruyordu. Orta sandalyeye oturup Yakup ile aramızda boş bir sandalye mesafesi bıraktım. Oturduğumu bile fark etmedi Yakup. Dinlemeye dalmıştı yandaki hoş sohbet adamları.

   Kahveciye el işareti yaptım iki çay getirsin diye. Birisi Yakup’a, diğeri bana olan iki çay hemencecik geldi. Kimden olduğunu bile sormadı Yakup. Onun işi sorgulamak, sormak, soruşturmak olmadığı gibi; evsiz, barksız Aborjin felsefesi içinde bir yaşamın içinde durgun bir ırmak gibi akıp gidiyordu.

   Akıllı sanılan insanlar acırlar, hor bakarlar böyle Yakuplara. Biçare, zavallı, şekerli; bilmem başka neler neler söylerler. Evet, biçare olmasına biçare ama kimselere minnet duymayan, yalvarmayan, ağlayıp sızlamayan masum biçare…

   Yakup ile ilgili çok yazı yazdım gazetemizin köşesinde. “Bizim Yakup” dedim ona… Şehrin en dingin, en engin ve en sessiz varlığı; İnsan Yakup…

   Kimin yanına otursak, kimisi gerçek dertlerden, kimisi ise laf ola beri gele alışkanlıklarından hemencecik yaşamın en tatlı anlarını boğazlayıverirler. Yakup ise öyle mi?

   Edip Cansever’in şirindeki Çağrılmayan Yakup, tam da bizim İnsan Yakup’a uysa bile, Yakup’in hiçbir zaman şiirdeki gibi seslenişi de olmamıştır. Olmasa da önceki yazılarımda “ Ben, yani Yakup/Daha hiç çağrılmadım/Biri olsun ‘Yakup’diye seslenmedi hiç” diye Yakup’un sessizliğine ses vermek istesem de bir gün olsun öyle bir şeyi sesli olarak söylemedi Yakup…

  Bugünde öyle günlerden birisiydi. Çayını içtikten sonra parasını vermek istediyse de engel oldum. Onu konuşturmak istesem de o yan taraftaki konuşulanlardan ne çıkardı bilinmez ama çocukça gülümsüyordu. Kim bilir ne telaşsız, koşulsuz algılar buluyordur yan taraftaki insanların konuşmalarında. Bazen sesli gülüyor, onu da konuşmaya katsınlar, Yakup’u da dâhil etsinler diye sesli, tam anlaşılmaz bir şeyler söylüyor ama nafile… Yan tarafta konuşanlardan bir bakış, kafalarını geri çevirip onu süzerek bakanlardan başka bir şey göremiyor Yakup…

 —Yakup, birlikte hatıra fotoğrafı çekilelim, dediğimde “ Olmaz, yakışmam ben fotoğrafa” deyip başında bulunan şapkasını çıkartıp yüzünü örttü. Demek ki yüzü önemliydi Yakup için. Başkalarının yanında poz vererek görünmek, teknolojinin insanlığı ellerine geçirmiş olması Yakup için önemsizdi…

   Ne anlatıyor bize Yakup? Hangi geri kalmışlığı? Hangi sıradanlığı, çaresizliği veya kendi özüne dönük, saf, yabanıl bir canlı gibi varlığını sürdürme isteğini mi?

   O sırada benim gibi pazaryeri yolunu tutmuş arkadaşım Alpay Atay Oral selam verdi. Birlikte çay içip, geçmişe daldık. Yakup ise insanlığın, ormanlarda, dağlarda, kovuklarda yaşadığı zamanların telaşsızlığı içinde, her zamanki uçsuz bucaksız evrenine daldı; ne bir acı, ne bir şikâyet, ne bir isyan; bir kaya, sessiz ve kadim dünyaların suskun sözcüsü gibi…

 Güven SERİN 

 

 

  





26 Aralık 2022 Pazartesi

AVATAR : SUYUN YOLU

 

İNTERNET
İNTERNET

                                    AVATAR: SUYUN YOLU

     16 Aralık tarihinde, bin bir türlü gecikme, erteleme ve yaşanan problemlerden sonra AVATAR 1’den sonra AVATAR: Suyun Yolu, onlarca ülkede izleyicilerle buluştu.

     Teknolojinin geldiği yeri görme ve anlama açısından, sanat ve ticaretin bütün vizeleri, yasaları, duvarları yerle bir edeceğinin de kanıtı: İnsanlık Anıtı gibi kendi ayrıcalığını oluşturuyor.

      AVATAR: SUYUN YOLU eserine sadece film demeyeceğim. Türü bilimkurgu olarak sinema tarihine geçse de, bilimkurgu; mitler, masallar, edebi dünya, Astronomi, Astroloji ve insan dehasının düş gücüyle birlikte teknoloji olmadan hiçbir yol alamazdı.

    Sanat Dallarını ve EDEBİ DÜNYALARI hafife alanlara tekrar hatırlatmak isterim. Okumayan, düşünmeyen bu tür düşsel zenginliklerin, Bilim Kurgu gibi görünen evrensel zekâların ürünlerini anlamaları mümkün görünmüyor.

   Julus Verne, Fransız yazar ve gezgindir. Neredeyse bütün eserleri gökyüzü, uzay taşıtları, denizaltı bilimkurgu türlü hikâyeleri, romanlarıyla bütünleşmiştir. Ne zamanlar? Deniz Altında Yirmi Bin Fersah eserini 1870’de yazdı. Henüz denizaltılar yokken. Dünyanın Merkezine Yolculuk eserini 1864 yılında tamamladı. Seksen Günde Devr-i Âlem eseri ise 1873 yılında bitirildi.

  Önce okumak, dinlemek, seyahat etmek ve sonra; düşlerin ürünlerini İNSANLIK MİRASI olarak gün yüzüne çıkartmak…

  AVATAR: SUYUN YOLU filmi de böyle eserlerden birisi… Görselliğini bir kenara bırakıyorum! Sadece bunun için gidenler dahi pişman olmayacaktır.

  Gelelim, AVATAR filminin sadece bir film sayılmaması gerektiğine. Peki:

—AVATAR daha başka nedir?

—Düş, Rüya, Düşünce, Bilinç, Bilim ve GELECEKTİR…

   Belki de torunlarımız, ALFA kuşağı veya onların çocukları yüzlerce PANDORA gezegenine yolculuğa çıkacak, oraları tekrar şekillendirip, dönüştüreceklerdir.

  Bu filmde bildik, her klasik eserde olan anlatım, gösterimlerden birisi de insan vicdanıdır. Yani, hepimizin vicdanları… Kim bilir kaç zamandır göz kapaklarım bu kadar ıslanmamış, kendi yolunu bulup tuzlu sularını dudaklarıma kadar taşımamıştı.

   İnsan gerçeğinin 4–5 ışık yılı ötedeki gezegende bile acımasızca dönüşümüne devam ettiğini anlayacağız. Aynı karelerde ise bir başka insanı veya canlıları; iyi olanı, doğal olanı korumak için neler yaptıklarını ve yapabileceklerinin de kanıtıdır bu eser.

  Uzayı, neredeyse karış karış tarayan bilim dünyası şu gerçekle karşılaştılar. Sadece bizim evrenimizde yaklaşık 100 Milyar Yıldız var. Dile kolay,100 Milyar.

   Her yıldızın da 8–10 gezegeni ortalama sayısını aldıklarında evrenimizde 1 Trilyon gezegen var. Bu gezegenlerin % 1’nde yaşam olduğunu düşünürseniz, milyonlarca canlı ve birbirinden farklı gezegenler olduğu gerçeğini bu tür filmler; sanat yapıtları anlatabilir.

  Bu eser, aynı zamanda kendi gezegenimiz; dünyamızın 2/3 ve insan bedeninin % 65–70 su olduğunu gizemli, ilahi bir hissedişle anlatmak istiyor. Kapalı bilinç ve vicdanlara da seslenerek! Üzerlerine bağlanmış kalın kabukları çatlatıp kırarak…

  Bu yüzden yayılıyor Suyun Yolu’nun fısıltıları; “ Suyun yolu her şeyi bağlar…”

Güven SERİN 




24 Aralık 2022 Cumartesi

BAŞARI NEYE BAĞLIDIR?

 

İnternet

                                           BAŞARI NEYE BAĞLIDIR?

  Girdiği sınavda bilmem kaç tane soru çözen veya şampiyon olan insanların sınav başarısından söz etmeyeceğim. Tolstoy’un en önemli eseri Savaş ve Barış içerisinde geçen başarıdan söz etmek isterim.

   Eninde sonunda her insanın aradığı o ilahi, manevi, saygınlığın, itibarın başarı ihtiyacından söz etmek isterim. Bugünlerde tesadüf mü yoksa şans mı bilinmez eski, yaşlı Tekirdağ insanlarıyla karşılaşıyorum.

     Seksen, doksan yaşına gelmiş, iyi, güzel, faydalı, duyarlı yaşamış insanlar. Onlarla yaptığım sohbetlerin sonunda yaşadıkları hayal kırıklıklarını da saklamadıklarını da gördüm, şahit oldum. En çok vefasızlık, çoluk, çocuk ve akrabalarına karşı maddi nedenlerden dolayı mesafe koyarak yaşamaları canlarını sıkıyor.

   İnsan, insanlık yolunda didinir durur. Tam olarak sorsak niçin? Özellikle büyük mal-mülk yaratanlara, biriktirenlere, geride bıraktıkları insanlar ile kurmuş oldukları akraba ilişkisi çoğunun tadını tuzunu kaçırmaya yetiyor.

   Tolstoy kötülüklerin iki kaynağı olduğunu savunur; “ Aylaklık ve kör inanç.” Erdemin de iki kaynağı olduğunu görüyoruz; “ Çalışmak ve akıl”

   21.yüzyılın ikinci çeyreği biterken, dünya akılla mı yönetiliyor, yoksa duygular, duygulara hükmeden başka alışkanlıklar, başka kör değerler mi diye tartışmaya kalksak, akıldan çok öte sonuçlara, cevaplara ulaşmak mümkün…

   Tolstoy’un büyük eseri Savaş ve Barış, tam manasıyla büyük çok büyük bir koşu… İçindeki karakterler, insan dünyasında bir türlü bitmeyen savaş taraftarlığı, insanlığın yaratmış olduğu kendi kahramanlar bu davanın daha yüzlerce yıl sürüp gideceğinin kanıtı gibi…

   Bir deha olan Tolstoy, binlerce sayfaya yayılan büyük eseri içinde insanın beyin kıvrımlarındaki zekâ, vicdan ile oynuyor. Derin uykuya yatmış olanlara, hiç ummadığı bir anda, birkaç sözcükle evrensel zekâyı, vicdanı ve öğretileri de anlatıyor.

  Savaş ve Barış eserinin ikinci cildinin başlarında olmalı. Başarıyı sorguluyor Tolstoy. Görünürde, Napolyon ile Rusya’nın savaşından söz ediyor. Gelin hep birlikte Tolstoy’u dinleyip hissedelim;

“ Başarı hiçbir zaman silahların, askerin sayısına bağlı olmamıştır. Hiçbir zaman da olmayacaktır.

 —Peki, neye bağlıdır ya?

—Yüreğindeki duyguya, benim içimdeki, onun içindeki duyguya. Her erin-askerin içindeki duyguya.”

   Savaş başarısını böyle yorumlarken, savaşın yarattığı tiksintiyi, korkunç görüntüleri de aklın, bilimin, sanatın, felsefenin vicdanlı yoluna çıkmış insana şöyle yorumluyor;

 “ Savaş bir salon oyunu değildir. Hayatta en kötü, en pis şeydir! Bunun anlamı savaşçılık oyunu oynamamalı. Her şey buna bağlıdır. Sahte davranışları bir kenara bırakalım.

   Savaşın amacı öldürmektir! Aracı da ihanet ve ihanete kışkırtmaktır. Bir yerde oturan insanları mahvetmek, onları soyup soğana çevirmek ya da orduya iaşe sağlamak için hırsızlık etmektir. Aldatmaya dayalı kurnazlıklardır…”

   Bakın etrafımıza veya biraz daha ötelere. Ya insanları susturmak ya da yaşadıkları yerdeki yeraltı zenginlikleri için öldürülüyor, bölüp bölüştürülüyor, sürekli göç ve vahşet ile birlikte kahramanlıklarıyla birlikte eriyor yok ediliyorlar. Bu insanlar ve insancıklar ABD ve Rusya’dan çok önce kadim milletlerin süzülen saf halleri bile olsa, bu dev kurnazlıklara, hilelerle güçleri yetmiyor, hiçbir zaman yetmeyecekmiş gibi görünüyor.

 Bir başka konuşmasında Tolstoy,ölmeden önce belki de tüm insanlığa haykırdığı sözcükler çok net;

  “ Cinayet cinayettir. Kim onaylarsa onaylasın veya meşru kılmaya çalışırsa çalışsın öyledir. Bundandır ki bütün öldüren veya öldürmeye teşebbüs edenler… Kim olurlarsa olsunlar canilerdir…

 Güven SERİN 


 

  

 

 


22 Aralık 2022 Perşembe

TRAKLAR

 

İNTERNET

İNTERNET

                                                      TRAKLAR

     ( En Çok Sevilen Trak Kadınları )

  Bugün yaşadığımız yer, Trakya’da yüzlerce, binlerce yıl öncesinde Traklar yaşardı. Boylar halinde yaşayan, büyük siyasi birliktelik kuramadıkları için, Trakya’nın yabanıl ormanlarının bulunduğu bereketli topraklarda sıklıkla saldırılara uğrarlardı. Dokumacılık, şarapçılık, hayvancılık, ruhlarındaki sıra dışı özgürlük onların ele avucu sığmayan hallerinin bir parçasıydı.

  Çok tanrılı inançlarının yanında çok eşli yaşarlardı. Ne kadar çok istila edilmişlerse, o kadar baş kaldırdılar… Özgürlük, hür yaşam onları karakterlerinin en çok öne çıkan yanlarıydı.

  Şehrimizin eğitimci, araştırmacı yazarlarından Hikmet Çevik’in Tekirdağ Tarihi Araştırmaları eserinde Traklar hakkında geniş bilgiler yer alıyor. Trak diyarını kimler istila etmemiş ki? Frikler, Yunanlılar, Romalılar, İskitler, Persler ve daha onlarca uygarlık istila etmiştir, yüzyıllar önce meşe ormanlarıyla kaplı sevgili diyarımızı…

  Yaklaşık 700 yıl önce atalarımız; Süleymanpaşa komutasındaki Türkler ayakbastı, yüce ormanların ve Hera’nın Kenti olan yaşadığımız yere.

  Hür yaşamı seven Traklar, eğlenmeyi de çok iyi bilirlerdi. Tanrıların şerefine düzenlenen şölenler çok görkemli yapılırdı.

  Her eski uygarlığın farklı veya benzer adetleri olmasıyla birlikte Trakların çok ilginç adetleri vardı. Bir çocuk doğunca, insan olarak çekeceği acıları düşünür ve matem tutarlardı. Ölünce, bütün acılardan kurtulacağı içinde sevinirler, şölenler düzenlenirdi.

  İşin daha da ilginç yanı, bazı Trak boylarında ölen erkeğin en çok sevdiği karısı seçilir ve kurban edilirdi. En çok sevilmenin bedeli de hiç umulmadık zamanda yaşama çok erken bir şekilde veda anlamını taşıyordu…

  Bu yetmezmiş gibi, Traklar zaman zaman tanrılarına insan kurban ederlerdi. Acımasız, vahşet gibi görünse de, inanç biçimleri, tanrıları her toplumun farklı bir şekilde yorumlayıp, geliştirdikleri gelenekler, bugünkü insanlığı 21.yüzyıla taşısa da, halen korkunç savaşlar, için için yanmaya, kötü bet kokular yaymaya devam ediyor.

  Bazı Trak boylarının bir başka geleneklerinden birisi de, yaşlanan Trak insanları çocuklarına yük oluyorum, çalışamıyorum diye intihar ederlerdi.

  İnsanın yolculuğunun 3 binlik serüvenini bile inceleyip, bilgi sahibi olduğumuzda bazı uygulamaların, alışkanlık veya geleneklerin karşısında küçük dilimizi yutacak gibi olmamız, geçmişin bugüne süzülmesini, gerçeklerin üstü kapanamaz tarih bilgisine dönüştüğünü kabul etmeli ve daha çok yüzleşmeliyiz…

  Bu yüzden tarih bilimi var. Her daim geçmişe dönüp, yaşananların en kanlı veya en eğlenceli, erdemli olanlarından bugüne bir şeyler taşımak için... Taşınacak en küçük kırıntı bile, o toplumun daha şuurlu, samimi, erdemli olacağının kanıtıdır.

  Yüzleşme ve irdeleme sanatı, iyi yoğrulunca edebiyata, tiyatroya, sinemaya, resme, heykele, bilime dönüşüyor.

    Hiç durmayan bir dönüşüm, belli ki tam manasıyla evrenin bir parçası gibi, düzenden düzensizliğe gidip gelecek bir savrulma içinde şaşmaz bir sonsuza doğru, genişleyecek, daralacak ve tekrar tekrar uzayın karanlık ıssız yerlerine dağılan evrenler gibi dünyanın insan tarihine damgamızı vurup, geride bir sürü yıkım ve kazanım bırakarak ayrılacağız…

Güven SERİN  

  





21 Aralık 2022 Çarşamba

ÇOCUKLAR OYUN OYNAMAK İSTER

 


İnternet

                 ÇOCUKLAR SULAR İÇİNDE OYNAMAK İSTER

 Gece yağan sağanak yağışın ardından güneş bahar coşkusu içinde Aralık gününü aydınlatıyor, hatta sahilde yürüyen insanların kabanlarını çıkartacak kadar nazikçe zorluyordu.

  Her zamanki gibi banklarda, yaprakları dökülmüş çıplak çınar ağaçları altında oturdum. Nasip Bey tarafından yapılıp getirilen kahvemi, yalıda oturan insanların aristokrat bakışları ve martı çığlıkları içinde yudumladım. Müzik çalar denen icattan Erkin Koray şarkılarını, yüksekçe ses tonuyla dinledim.

   Deniz boyu beslenmesi bitince, dönüş yolunu uzatma bahanesiyle sahilde yürümeye başladım. Bir anne sıklıkla çocuğuna sesleniyordu; “ Tamam artık. Gel hadi. Üstünü başını batıracak-sın!” gibi bir sürü sesleniş-uyarı, korku ve yaptırım ifadelerini çocuk duymuyordu…

  Gece yağmurundan sonra kalan su birikintisi çocuk için en değerli oyun parklarından daha eğlenceliydi. Küçücük bacaklarıyla olanca kuvvetiyle iki ayağını yer çekim kuvvetini zorlayacak bir şekilde zıplıyor, suya düşüyor ve tekrar tekrar zıplayarak, suyun sağa, sola her yöne sıçramasıyla birlikte sanki çocuğun ruhu da zıplıyordu.

  Sanıyorum, çocukla birlikte su molekülleri de oyun oynuyordu. Çocuğun suyla, su birikintisiyle oynadığı oyunu ağır çekim izlemiş olsak, bir o kadar daha imrenerek bakacağımız bellidir.

  Çocuk uzmanlarına danışsak:- Çocuklar suyu neden bu kadar çok seviyor desek, kendi öğretilerinden bir şeyler söyleyecektir; anne rahminde su içinde yaşama olan özlemini hatırlatarak…

  Dünyadaki suları izleyen, inceleyen bilim insanlarına aynı soruyu sorsak, suların uzaydan, kuyruklu yıldızlardan geldiğini söyleyeceklerdir. Sonra, biz insanlarında vücudunda bulunan su oranını % 60–70 olduğunu hatırlatacaklardır.

   Belki de en saf düşüncelere sahip çocuk bedeni ile su atomları ve molekülleri oyun oynuyorlardı.

  Dünyaca bilinen yazarın, büyük eserlerinden birisinde insanlığa uyarı biçimine dönüşen bir hatırlatması var. Uygar dünyada tiyatro, opera sahneleri yanında veya yakınında kukla sahneleri de vardır.

  Yazarımızın ifadesine bakılırsa öyle bir kukla sahnesine davet ediyor bizi. Soytarı kılığına bürünmüş kukla, sahnede her türlü madrabazlığı yapıyor. Çeşitli hilebaz hünerler, güç gösterileri sonucunda çocuklar eğleniyor.

  Oyun sona erince, kuklanın üzerindeki soytarı giysilerini çıkaran sahne amiri, giysisiz vaziyetteki kuklayı ensesinden tutup sahneye çıkıp oradaki çocuklara, anne babalara sesleniyor:

  “ Bakın, sahici diye inandığınız şey budur! İşte, önünüzde duruyor! Duygularınızı harekete geçiren o değil, BEN olduğumu anladınız mı?”

  Çocuklara verilen mesaj çok açıktır. Madalyonun arkasını da, yanını, üstünü de sorgulamayı öğrenin! Düşünceden, bilgiden, bilimden kaçmayın, korkmayın.

  Çocuklar su birikintilerini çok sever. Şap şap eden, zıplayın yere basan ayaklarını hissederler. Hükmetme becerisinin yanında, yaşam becerileri için hazırlanan, uçma vakti gelen kuş yavrusunun kanat çırpmaları gibidir…

   Sevgili anne ve babalar; bırakın çocuklarımız su birikintilerin tadını çıkartsınlar. Şap şap yaparak havaya zıplayarak eğlensinler. Kuklalara bakıp gülüp eğlensinler. Bırakın, zihinleri berrak gelişsin. Sordukları soruları, doğru ve anlaşılır cevaplarsak, sahne amiri gibi büyük ve değerli iksiri-mirası bırakırız çocuklara; bir sürü taşınmazdan çok daha değerli zarif yaşam hünerleri ile birlikte…

 Güven SERİN  


20 Aralık 2022 Salı

TEKİRDAĞ SÜPER AMATÖR DOLUDİZGİN

 

Kamera; Güven KUMBAĞ SPOR

                                                  Kamera; Güven 

                  TEKİRDAĞ SÜPER AMATÖR DOLUDİZGİN

                 

                    ( Kumbağ Spor, Hocanızın Hakkını Verin )

       Tekirdağ Süleymanpaşa 13 Kasım Sahası Pazar günü 16.00 da başlayan Kumbağ Spor ile Ergene Pınar Spor karşılaşmasını izlemek için kuzey rüzgârının hüküm sürdüğü yere bende gittim.

   Bu şehirde yaşamanın sosyal, kültürel yeri bir yana, Amatör Kulüplerin yeterince basında yer almadığı eleştirilerine hak vererek 90 dakika süren Kumbağ Spor ile Ergene Pınar Spor karşılaşmasını izledim.

   Kumbağ Spor’un başında efsane forvet-ileri uç oyuncusu Zeki Demirkıran bulunuyor. Sahanın kenarındaki heyecanı görülmeye değerdi. Sahaya çıksa, tıpkı 1980,1990 yılında olduğu gibi bu sefer Kumbağ Spor için gollerini atacaktı.

   Soğuğa rağmen oraya gelen 30–40 kişilik Kumbağ Spor taraftarlarını alkışlıyorum. Birkaç eleştirinin dışında maçı, canla başla yöneten hakemleri de aynı alkışlarla selamlıyorum…

   Maçın geneline baktığımızda özellikle Kumbağ Spor oyuncuları kaleye gelmekte, şut çekmekte zorlandılar. Neredeyse şutları yok gibiydi. Saydığımızda 30’u geçin faul yapan Kumbağ Spor sporcuları ne yazık ki, hocalarının fedakarlığını, özverisini anlamamışlar.

   11’ci hafta Sağlamtaş Spor’u yenen Kumbağ Spor ümit vermiş, en altlardan yukarı çıkarım heyecanı içinde sahaya çıkmıştı. Ergene Pınar Spor ise daha yukarılara çıkmak için Kumbağ Spor maçını fırsat bilen taraf oldu. Kumbağ Spor’u 3–0 yenerek, zorlanmadan üç puanı cebe indirse de, göze hoş gelen futbolu oynadı diyemeyiz…

   13 Kasım Futbol Sahasına iki amaç için gittim. Spor yazarlığı yapmasam da, Amatör ve Süper Amatör Kulüplerimizi yakından tanımak, sporun sadece koşma, sayı, birincilik mücadelesi değil, aynı zamanda: Estetik, Zekâ, Sosyal ve Kütler bir etkinlik olduğunu görmek, izlemek ve değerlendirmek için…

   İkinci amacım da, Spor Genel Müdürlüğü sahalarının ne durumda olduğunu, nasıl hizmet verildiğini yakından görmek ve anlamak adına…

   Gördüm ki, yenilenen 13 Kasım Sahası, yardımcı ve teknik hizmetlileri ellerinden geleni yaptıkları gibi, saha pırıl pırıl ve futbol oynamak, spor yapmak adına her şey şahaneydi…

   Her şey bir yana, sahada koşan gençlerin harcadığı emek, sınırları zorlasa da, spor estetiği, seyirciyi şaha kaldıracak muhteşem görüntüler yok gibiydi.

   Ergene Pınar Spor’un üç golünden ilki duran toptan çok iyi bir vuruş sayesinde gerçekleşti. İkinci golü penaltıdan, üçüncü gol ise ardı ardına izlenecek kadar çaprazdan ve çok sıkı bir vuruşla Kumbağ Spor kale ağlarını havalandırdı.

   Tekirdağ Spor’un Taçsız Kralı olarak bilinen Zeki Demirkıran’ın çalıştırdığı Kumbağ Spor’un başını öne eğmek, üzüntülerini karalar bağlama, herkesin birbirini suçlayarak zaman kaybetmesini, pes etmesini esefle karşılarım.

   Başarı denen şey hiçbir zaman tesadüf değildir. Her başarının içinde, spor dâhil: MATEMATİK, İSTATİSTİK ve ANALİZ vardır.

   Kumbağ Spor Başkanı Uğur Işık, Teknik Ekip ve oyuncuları kafa kafaya verip, yeryüzünün heyecanını ile gökyüzünün enerjisini hissederek, her maç tutulacak istatistiklerde; kim ne yaptı? Kaç faul, kaç hata ve hakemle ne kadar uğraştık? Sadece bu istatistikleri; matematik ve spor bilimiyle inceleyip irdelediklerinde Kumbağ Spor çok daha başka yere, en üstlere, şampiyonluğa oynaması mümkündür…

Güven SERİN  


 




17 Aralık 2022 Cumartesi

RÜZGARLARIN KAVGASI

 

Kamera; Güven ,İğde Ağaçları

                                    RÜZGÂRLARIN KAVGASI

 

  Nasıl derler; “ Rüzgâr eken fırtına biçer.” Rüzgârların kavgasına ya bilim insanları ya da sözcüklerin, öykülerin peşinde koşan yazarlar, düşünürler tanıklık edebilirler.

 Lodos ile Günbatısı rüzgârının kavgasını,iğde ağaçlarını göreceğim uzaklıkta, yaşlı çam ağacı altında bulunan bankta izliyordum.. Lodos henüz denizi sahili koruyan taşların üzerinden aşırıp yürüyüş yolunu ıslatmamıştı. Sıklıkla dirsek atıyor:

—Yolumdan çekil! Diyordu Günbatısı rüzgârına. Bu iki arkadaş sıklıkla kavga ederler, birbiriyle didişirlerdi ama hiç böyle kavga ettiklerine rastlamamıştım. Bunun adına serbest dövüş diyorlardı…

  Lodos’un sağlam yumrukları sanki demirdendi. Öyle güçlü ve hızlı birkaç yumruk salladı ki, Günbatısı düşer gibi oldu. Lodos, onun havada dönerek, yarım salto yapıp vuracağını düşünmemişti. İlk önce artistlik buz patencisi gibi havaya zıplayan Günbatısı, sonra iki ayağınla Lodosa öyle bir yüklendi, vurdu ki Lodos ister istemez soluğu kesildi. Yutkunamadı, konuşamadı, muazzam öfkesi, ölüm sessizliğine gömüldü.

  Rüzgârların kavgaları yüzünden yere dökülmüş çınar yaprakları nereye gideceğini şaşırmışlardı. Adeta bir birleriyle yarış halindeydi yapraklar. Kavgayı Günbatısı kazanır gibi olduğunda, Gündoğusu yönüne nehir gibi akıyorlardı. Lodos öne geçtiğinde ise bir anda yön değiştirip ana caddeye doğru sürükleniyorlardı.

  Rüzgârların kavgası bitecek gibi değildi. İğde ve Ilgın ağaçları kırılmamak, kopmamak için her türlü esnekliği, nezaketi gösteriyor, rüzgârların kavgasını izlerken, güneşten aldıkları ışıltılı enerjiler içinde görsel şölenle birlikte, korku gösterisi arasında gidip geliyorlardı…

  En sonunda rüzgârların efendisi Poyraz da kavgaya dâhil olmak için kaba, sert ve emredici sesiyle:

—Hoop, ne oluyor burada? Benden izinsiz, benim krallığımda ne mok yiyorsunuz?

  Bu seslenişi, uyarıyı bir yerde tehdidi ne Lodos, ne de Günbatısı duydu. Öyle gerilmişler, öfkeye yenilmişlerdi ki artık araya giren de onların dayağını yerdi. Belli ki Poyraz’ın kara yüzünü, sert yumruklarını unutmuşlardı. Poyraz inanılmaz bir çeviklik içinde her ikisine de ikişer kez ve çok sert şekilde Osmanlı tokadı vurunca anladılar vaziyeti.

  Poyraz, kendince bir sürü küfür savurdu havaya. Geçmiş zamanlarda insancıklara nasıl kazma kürek yaktırdığını, dışarıda kalanların kanını dondurduğunu:

—Buraların kralı benim! Dedikten sonra etraf buz kesti. Nereden çıktıysa Karayel de dâhil oldu bu kavgaya. Poyraz’ın yüksek ve çıldırmış egosunu izlemiş, yerli yersiz küfürlerini dinlemiş ve az görünen, az konuşan ama tok sesiyle:

—Kendini ne sanıyorsun Poyraz! Yoksa efsanelerdeki tanrılar tanrısı Zeus rolünü mü üstlendin?-Ne sandın ya! Hanginiz bana kafa tutabilirsiniz! İstersem, hepinizi yerle bir ederim. En güçlü benim…

  Olup bitenleri başını öne eğmiş halde dinleyen gezegenimiz Dünya, acı bir tebessüm içinde kendi kendine mırıldandı:

—Ben şu anki yörüngemden çıkarsam görürsünüz siz güç kimdeymiş!

  Güç kavgalarını sessizce izleyen iki rüzgâr; Ege’nin İmbatı ile Tekirdağ’ın Frişka rüzgârları, usulca çekildiler evlerine. Sımsıkı kapadılar kapılarını. Frişka rüzgârı:

—Barışı, sevgiyi, dönüşümü yeşertmek varken, eşsiz gezegenin lüks fırsatlarının yüce erdemlerine dokunmak duruyorken, bin bir çeşit rengi, sesi, kokuyu bilmeden, görmeden, dokunmadan, anlamadan ve koklamadan gitmek ne garip bir şey! Dedikten sonra her zaman tatlı bir düş gibi ortaya çıkan Frişka, yanan ocağının başında bir kedi uysallığı içinde kış uykusuna daldı.

 Güven SERİN 



15 Aralık 2022 Perşembe

İÇİMDEKİ SIKINTI: BUGÜN YAZMAK İSTEMİYORUM

 

İnternet

           İÇİMDEKİ SIKINTI: BUGÜN YAZMAK İSTEMİYORUM!

 

  Yüreği, vicdanı, ülke sevgisi ve sevdası olan her insan 14 Aralık günü verilen karar karşısında endişe duymuştur. Yazılarımın tamamına bakılacak olunursa, her daim siyaset, ticaret üstü yazdım ve yazıyorum…

  Düşlerim ve düşüncelerimde bir başka ülkede aradığım bir Cennet olmadığı açık nettir.

   Kendi ülkemi hiçbir zaman doymayacak kadar sevdiğim için bu sevginin karşılığı olan yörelerimizi gezebilecek ömürlere sahip olma isteğimin buruk tarafı, yetmezlik içine birkaç ömre sığacak haldedir.

 Bölgelerimizin; şehir, kasaba ve köylerimizin binlerce yılda yoğrulan uygarlıkların kökleri ve onlardan yeşeren değerli, eşsiz Anadolu diyarında yaşamanın huzuru her daim ruhuma süzülmüş, beslemiştir.

  Her gün büyük mutluluk, heyecan içinde gelmiş olduğum atölyede bugün bir şeyler yazmak istemedim...

   14 Aralık günü verilen hukuk kararının neredeyse hiç kimsenin içine sinmemiş haliyle; bir sıkıntı içinde bugün daha fazla bir şey yazmayarak; Hürriyet, Özgürlük, Adalet nedir? Bilinç-irade, sorumluluk, sevgi, onur, itibar, nitelik, liyakat nedir diye bu sözcüklere bir kez daha sarılacağım…

   “Adalet Mülkün Temelidir”

Güven SERİN  


14 Aralık 2022 Çarşamba

NEYSE ve KEŞKE-LERLE GEÇEN ÖMÜRLER

 


İnternet

                         NEYSE ve KEŞKE-LERLE GEÇEN ÖMÜRLER

  Toplumumuzun slogan merakı, şairane düzeyi, kesik kesik, küçük küçük sözcükler, bağlaçlar, edatlarla gün yüzüne çıkıyor. Birkaç küfür, birkaç argo, birkaç özlü söz; alın sana dünyayı anlayacak kadar görgü, bilgi ve düşünce biçimi…

   Eskişehirli Fevzi Bey’in küçük oğluna ait teras katını gezdik. Oğlunun ticari amaçla oluşturduğu mekân ve teras katı, tam da deniz manzaralıydı. Etraf büyük çiçek saksılarıyla dopdoluydu. Bazıları dünyaya yeni gelmişler gibi kuru, kupkuru hayatlarından kurtulmuş, yemyeşil çığlıklar atmaktaydılar. Bazıları ise henüz sarıya çalan yapraklarından, cansız görüntülerinden kurtulamamışlardı…

  Fevzi Bey ziraat eğitimi almanın yanında uzun yıllar yöneticilik yapmıştı. Çiçekler konusu geçince durumu izah etti. Bir haftalığına Eskişehir’e gidince su döken olmamış, geldiğimde neredeyse tamamı kurumuştu.

—Kuruyan dalları ziraat okulunda öğrendiğim bilgilerim eşliğinde bir güzel budadım. Sonra?

—Gerektiği kadar sularını verdim. İşte bu canlı hale geldiler.

—Ya yaprakları henüz sarı olanlar?

—Onların da demir eksikleri var. Gerekli mineral takviyesini yapınca yemyeşil, capcanlı olacaklar…

  Görüyorsunuz ya, teras katında beş on saksıdaki bitkiler, bir hafta su verilmeyince, mineralleri eksik kalınca nasıl da yaşama küsüyorlar. Ya toplumu besleyen mineraller, sular kesilirse? Sararıp solmaz mı? Kuruyup yaşamdan kopmazlar mı?

  Geldiğimiz nokta da böyle bir şeyi anlatmıyor mu? Tanıdığım, çokça kulak misafiri olduğum kuru düşünceler böyle dolanıyor toplumun içinde; yaşayan ölüler görüntüsü, her an alev alacak veya alan bedenler içinde kol geziyor sıkıntılı yüzlerin saldırgan veya “Neyse” , “ Keşke” sözcüklerine sığınma avuntuları…

 Tanıdığım kişiye, âdemoğluna rastladım geçenlerde. Biraz yürüdük, dolaştık, konuştuk bir sürü olaydan söz ettik. Yine o bildik kaçamak, güvensiz haldeydi. Sadelikten söz ederken dahi geri planda kalmayı, fikrini bir başkası duyacak diye cılız, sessiz bir şekilde söylemeyi benimsemişti.

  Tanıdığın bu hali karşısında biraz vitesi arttırmak, onu bir parça hırpalamak istedim. Öyle ya “Dost acı söyler” düşüncesi de bize ait… Sıkıştırmaya başlayınca her zaman yaptığı şeyi yaptı; “ Savunma…”

   Kaçamak cevaplar verdikçe, sunduğu düşüncenin kararlılığını, bilimselliğini, gerçekliğini sorguladım. Derhal; “ Neyse…” diyerek bütün bariyerleri, tuzakları aştı; kaçtı, sözcük ülkesinden…

  Sesimizi yükseltmeden, birbirimize ağır sözcükler söylemeden farklı alanlarda yine farklı sosyal, kültürel sözcük oyunlarına girdik. Bu seferde filanca zaman yapamadığı, gidemedi, alamadığı şeyler için “ Keşke…” bağlacına bir güzel bağlandı; sığındı.

Düşüncenin bütün korkularından sıyrılmış halde “ Niçin bu kadar keşke ve neyse-lere sığınıyorsun?” deyince, sıkıştığını anladı.

—Seni almadan, gitmeden, düşünmeden kim men ediyor? Her şeyin tamam görünüyor sevgili arkadaşım. Boyun postun yerinde. Banka hesapların, mülkiyetlerin, kısacası bir sürü diploman ve bir sürü taşınmazın, milyonlar eden zenginliğin var. Niçin bu kadar KEŞKE ve NEYSE?

  Her an kopacak olan sınırda durdum. Taşıyabileceği sınır burasıydı. Cevap vermedi… Olumsuz da bakmadı. Bir şeylerin eksik olduğunu biliyordu bilmesine ama kendi yarattığı o muazzam korkular artık onun düşmanıydı.

  Üç kişilik topluluklar bile ürkütüyordu onu. Her şeyi sağlama aldıktan sonra adımlarını atmayı, keşke ve neyse bağlaçları, adeta onun kurtarıcısı haline gelmişti…

  O zaman son sözcükleri, tanıdık âdemoğlunun ifadeleriyle bitirelim;

 “ Keşke, daha çok okusak… Gezsek… Görsek… Kafamızdaki olumsuzlukları sürekli tımar etsek… Ben egosundan ağır ve usul usul kurtulmaya kalksak…” Neyse, daha fazla başınızı ağrıtmayayım…

 Güven SERİN 

 



12 Aralık 2022 Pazartesi

TÜRKÜ SÖYLEYEN HAMALLAR,ISLIK ÇALAN SIVACILAR

 

Kamera; Güven

            TÜRKÜ SÖYLEYEN HAMALLAR, ISLIK ÇALAN SIVACILAR

   Yazı insanı için neredeyse tanıklık yaptığı bütün olaylar, zamanı geldiğinde, gün yüzüne çıkacak küçük pınarlar gibidir. Muhakkak duyacaktır yazı insanı, esen yelin; insanın türküsünü söyleyip anlattığını…

   Toplumsal, ekonomik, iş yaşamlarının içinde en çok etkilenen sıvacılar ve hamallardan söz edeceğim. Doğru dürüst sosyal güvenceleri olmayan, iş kazalarından en çok etkilenen, büyük çoğunluğu zamanı gelmeden ölen ismi bile anılmayan insanlardan-kahramanlardan, toplumların olmazsa olmazlarından oluşan anılara, edebi düşünce ve yetenekle dokunacağım.

  Belki biraz şans, belki de içinde bulunduğum kurumsal ortam sayesinde hamallara yakın oldum. Tekirdağ Trakya Birlik depoları olarak bilinen yerde yaklaşık bir yıl bulundum. Çoğunlukla, yem, yağ satışları yapılırdı.

  Trakya Birlik ortağı olan çiftçiler, ellerinde yem kâğıtları, kâğıtta ne kadar yem alacakları yazılı gelirlerdi büyük depoların, küçük idare binasının olduğu yere. Hamalbaşı Remzi hemencecik çiftçiye seslenir; “ Dayı, kaç ton alacaksın?” Çiftçinin elindeki kâğıdı alıp, kaç ton alacağını kendi gözleriyle de görürler, çiftçinin alacağı çoksa; 10–15–20 ton gibi sevinirlerdi. Küçük çiftçilerin çoğu, birkaç ton almak için geldiğinde hamalların yüzü düşer “kalkmaya değmez” derler gibi yüzlerini asarlardı.

  Hamalların büyük yem yığınları üzerinde cambaz gibi gezinip, alması gereken yerden çuvalları, tonlarca yükü beş on dakika içinde traktör römorklarına yüklediklerini hayranlıkla izleyen birisi vardı. Sırtlarına savurdukları çuvalların 50 kg olduğuna inanmaz, bazen kaldırmayı denerdim. Ne mümkün, nafile bir deneme olarak kalırdı, sırtıma almak istediğim koca çuvalın 50 kg’lık yükü…

  Hamalların yanık sesli olanları türkü söylemeden edemez, şiir tadında söylerlerken, tiyatro tadında yüklerini 1 kg’lık yükler gibi sırtlarına alıp taşırlardı. İnanılmaz bir ustalıktı onların yaptığı işler.

  Ne derdi eski insanlar? Bir işin çalımını alacaksın! Almazsan çalımını sakatlarsın belini, elini, bedenini…

  İşlerinin çalımını almış bir başka iş dalı var; SIVACILAR… Ahşap, metal iskeleleri üzerinde bizim yolda yürüdüğümüz kadar cesur, rahat, koşulsuz yürüyen, sıva yapan işçiler görür; en çok iş kazalarından sonraki trajik sonları…

  Onlar, yer ile gök arasında bir yerde; kimi birinci katta, kimi onuncu katta, hele bir de kış aylarının kuzey ayazı çarpıyorsa bedenlerine, ıslıkları daha bir gür ve melodik çıkar. Bilirler, mola verecekleri zamanda, inşaatın en kuytu yerinde bir çay molası, birkaç odun parçasıyla yakılan ateşin, güneş kadar değerli olduğunu. Ateşi, yağmuru, rüzgârı, fırtınayı, ovaları, dağları, özlemleri, gurbeti yudumlarlar sıcak çayların eşsiz muhabbetlerinde…

  Çoğunlukla sessizliğin muhabbetine tutunurlar. Bitmeyen sıvaların, bir an önce bitirilmiş olmasına, alacakları yevmiyeleri, gurbet dedikleri yerden gönderecekleri yere ulaşıp, analarını, babalarını, kadınlarını, çocuklarını, gurbetin türküsüyle mutlu etmenin suskunluğudur onların, is kokan çay yudumları…

  Laf aramızda, hamalların, sıva işçilerinin yemek zamanlarını onlardan izin alarak izlemenizi, hatta katılmanızı isterim. Sanırsınız ki dünyanın en lezzetli yemeğidir yedikleri, kâğıt üzerine serilmiş besinleri…

  Sanırım 1980’li yıllarda, bir kamyon un çuvalını boşaltan üç hamalı izlemiştim. Unları indirdikleri yer Paşaköy’ün en titiz- temiz ve üretken insanların deposu-kileriydi. Ahmet Amca’mın kayın validesi Hafize Yenge’nin turşu, pekmez, tarhana kokan deposuna inen unlar da, çalımını bilen hamallar sayesinde görsel bir şölene dönüşmüştü. Çuvallar bir yük olmaktan çok öteydi. İşlerini titizlikle yapan, tonlarca yükü, şakalaşarak taşıyan hamallardan birisi, bir ara oraya gelmiş Hafize Yenge’ye seslendi;

  “ Anacığım, turşuları çok güzel kokuyor, özendik” der demez, her üreten insan gibi Hafize Yenge, getirdiği kocaman tepsiye, çarçabuk birkaç kg turşu çıkarttı. Organikse organik, içine sevgi katıldıysa sevgi katılmış olan turşuları yiyen hamalların ağız şapırtıları, muhteşem tat almaları, kütür kütür eden o biberlerin türküsünü unutamadım bir türlü…

   Ne derler; en lezzetli yemek; “açlık” Aç olan için bir ekmek, bir kuru soğan… Tıpkı yorulmuş, terlemiş, doğal yaşamın içinde doğal kalmış insanların masum insanlık uykuları gibi; onları seyretmeye doyum olmaz…

 Güven SERİN 


 

 

 

 

 

 


9 Aralık 2022 Cuma

MEZARLIKLAR ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜNE SORMAK İSTERİZ

 

Kamera; Güven
Tekirdağ Eski Türk Mezarlığı
Kamera; Güven
Tekirdağ Eski Türk Mezarlığı
Bakıma Muhtaç Bir Halde

Kamera; Güven
Türk Yahudi Mezarlığı
Viran haldeler
Kamera; Güven 2018
Türk Yahudi Mezarlığı Tekirdağ

         MEZARLIKLAR ŞUBE MÜDÜRLÜĞÜNE SORMAK İSTERİZ

 

   Asıl konumuza geçmeden önce Mezarlıklar Şube Müdürlüğüne teşekkürümü sunmak isterim. Günümüzden 8–10 yıl önce insanların cenazesi olduğunda nasıl panik yaptıklarını, acılarını yaşayamadan defin telaşına düştüklerini biliyoruz.

  Ya şimdi? Her şey olması gerektiği gibi yürüyor; Mezarlıklar Şube Müdürlüğü insanların acılarını paylaşıyor, yapılması gerekenleri layıkıyla yapıyor.

   Tekirdağ İl Emniyet binasının yanında bulunan Eski Şehir Mezarlığı ve İl Emniyet Müdürlüğü binasının hemen arkasında bulunan Türk Yahudileri Mezarlığı ciddi tehlike içinde bulunuyor.

  Bir süre sonra İl Emniyet Müdürlüğü yeni binasına taşınacak. İl Emniyet Müdürlüğü burada olduğu için her iki mezarlığın değerli mezar taşları, öyküleri bugüne kadar kısmen de olsa korundular.

  Osmanlı döneminin mezar taşları, şehir esnafımız, kültürümüz adına çok önemli öyküleri barındırıyor. Böyle değerlerimiz varken, üstelik yok olma tehlikeleri yanı başımızda kol geziyorken, onların onarılması, korunması TEKİRDAĞ şehri ve insanı adına çok önemli ve değerlidir.

  Şehrimizde biz Türklerden başka Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler yaşıyordu. Dünyanın kaçınılmaz öykülerinden birisi de göçler, anlaşmazlıklar, ayrılıklar her ülkede yaşandığı gibi bizde de yaşandı. Şehrimizin çok sesli korosu yıllar önce sustu.

   Sadece Sarı Köşk mimarisi, öyküsü incelenirse, Mikes Kelemen’in (Macar yazar) eseri: Türkiye Mektupları okunursa, bugün okul olarak kullanılan o dönem mimarisini, o dönem kültürünü yansıtan okullar gezilir ise, insanlığın birbirine ne kadar çok ihtiyacı olduğu, birlikte neler yapacaklarının kanıtlarını da bulabilir, görebilir ve anlayabiliriz…

 Osmanlı döneminden kalan çok değerli mezar taşlarının halleri içler acısı. Onların ayağa kaldırılıp kitabeleri tekrar yerine konmalıdır. Bu mezarların, mezar taşlarının anlattığı, aktardığı ve taşıdıkları öyküler kitaplaştırılıp şehir kültürüne acilen kazandırılmalıdır…

   Bir büyük tehlike de Türk Yahudi Mezarlığı için söz konusudur. İl Emniyet Müdürlüğümüz taşınır taşınmaz burasının defineciler tarafından yağmalanacağı açıktır.

   Kanıtı mı? Emniyet İl Müdürlüğü’nden uzak tarafı ( yol tarafı ) çoktan yağmalanmış. Güzelim mermer mezar taşları çoktan yok edilmiş… Oysa hepsi bir eser, manevi birer değerlerdir…

  Onlar, orada toprağın altında yatan, uyuyan veya çoktan ruhları ve bedenlerinin de ayrıldığı insanların tamamı Tekirdağ doğumludur. Öyküleri burada yazıldı.

  Aşkları, evlilikleri, umutları, komşulukları, dostlukları, ticaretleri Tekirdağ’da yaşanıp insanlık tarihine küçük bir parça iz bırakıldı.

  Her iki mezarlık da sıradan mezarlıklar değiller. Sadece otlarını temizleyerek buraları var edemeyiz. Burasının tarihsel geçmişi, her büyük milletin bağrında yetiştirip büyüttüğü insanlara değer verme biçimini önce kendi insanımıza, sonra ülkemize ve dünyaya gösterme yüceliğine kavuşabiliriz.

  Burada yetkisi olan ve taşıyan herkes; sadece kanuni açıdan değil, insani açıdan da sorumludurlar.

   Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Yüksel ÖZDAL, Mezarlıklar Şube Müdürü Osman Nuri BEDİR bu konuda ne düşünüyor? Neler yapacaklar? Manevi, kültürel, insani ve kanuni değerler adına çok merak ediyorum…

 Güven SERİN