27 Kasım 2020 Cuma

İKİ ADA İKİ ÖYKÜ

 



                                        

                                                İKİ ADA, İKİ ÖYKÜ

  

  İnsanoğlu adalara her zaman farklı, bir parça gizemli bakmıştır. Suyun ortasında, bazen sislerin-pusların ve bazen romantizmin içinde ada kültürü denen yaşam serüvenleri…

   İnsan beyni ve iradesi, hatta vicdanı öğrendikçe öğrenmek, her öğretiyi ayrı ayrı işlemek istiyor. Yani, bir nevi üretim; öğreti ve üretkenlik motorları çalışmaya görsün; ne denizler yetiyor, ne okyanuslar; uzayın öz evladı olan kişi, uzayın derinlikleri gibi derinlere uzanmak istiyor.

   Bugün yazıp anlatacağım iki ada öyküsü var. Birincisi, Umman Denizinde bulunuyor. Hindistan’ın Mumbai şehrine ait Fil Adası. Antik devirlerin öykülerini barındırıyor içerisinde bulundurduğu heykellerde.

   Fil Adası’na Mumbai Üniversitesi’nin davetlisi olarak giden KUÇURADİ Felsefe ve İnsan Hakları Vakfı kurucusu İoanna Kuçuradi, Fil Adası’na gitmek için bindikleri kayık, karşı kıyıya geldiğinde fil heykelleri satıcısının tezgâhına uğramış. Bir sürü güzel fil heykelciği görmüş. Fil heykelleri satıcısına ; “ Dönüşte alırım, şimdi epey yürüyeceğiz, dönüşte uğrarım.” Diyerek Fil Adası’nın derinlerinde olan antik yerleri, mağaraları görmeye gitmiş.

   İoanna Kucuradi, dönüşte söz verdiği gibi fil heykelcikleri satıcısına uğrayıp bir sürü heykel satın almış. Satıcı arkasından koşarak ona küçük bir fil heykelciğinin yanında bir çift söz söylemiş;

   “ Sözünüzde durduğunuz için teşekkür ederim. Bu küçük fil heykelciğini size hediye etmek istiyorum.”

   Bir küçük fil heykeli o günden sonra Kuçuradi’nin de kurmuş olduğu vakfın simgesi olmuş. Bir küçük fil heykeli, filozofun elinden düşürmediği etik bir değeri anlatan kutsal bir objeye dönüşmüşcesine sıradanlığın, sadeliğin etiğini de anlatıyormuş…

   Bizleri şaşırtacak olayların, öğretilerin nerede çıkacağı hiç belli olmaz. Hareket, gidilen yerlere koşulsuz bakış açısı, görme ve anlama duyuları sanatın ve felsefenin de borazanları çalıyorsa, kışkırtıcı ve delice bir üretme aşkının yanında aitlik hissiyatı içinde dünyalı olursunuz. Hatta evrenin bir parçası; hisseden, dokunan, anlatan rüyamsı bir parça…

   İkinci ada öyküsü ise ressam Arnnold Böcklin’in Ölüler Adası isimli çalışması-eseri. Sipariş üzerine yapmış olduğu Ölüler Adası çalışması, ressamın mitolojiden etkisinin karşılığı olarak doğmuştur.

   Efsanevi Styks nehrinin bir kolu olan Acheron üzerinde bulunan bir ada. Adaya yaklaşan bir kayık. İçerisinde yine mitolojiden bilinen ismiyle Kayıkçı Kharoon, beyaz giysisi ve kayıkta taşıdığı bir tabut usul usul Ölüler Adası’na yaklaşıyor.

   Küçük, gizemli ve tekinsiz görünen bir ada. Önden yaklaşan kayık ve kayıkçı, bir başka ölüyü getiriyor, yapması gereken görevin ve almış olduğu ücretin bilinci içinde. Servi ağaçları, ölümü bir kez daha hatırlatırken, adayı çeviren büyük, sağlam kayalıklar, bir tapınak etkisi yapıyor, kayalara oyulmuş kaya mezarlarının oyukları sayesinde.

   Sanat ve felsefe, insana dair öykülerle besleniyor. İnsansız bütün kavramlar, denizin geri çekilmesi gibi geri çekiliyor. Birden o büyük yatak, o muhteşem deniz, kocaman bir vadiye dönüşüyor; sularından ve canlılarından sıyrılmış, çırılçıplak kalmış bir halde…

   İnsan da öyle; en iyi şiir, en büyüleyici resim, şarkı veya öykü; insansız hiçbir anlam taşımıyor. Oysa insan ne kadar çok gürültü çıkartıyor 21.yüzyılın ikinci çeyreği yaklaşırken; ne büyük bir curcuna yaşıyoruz…

   Bütün bu yaşamları anlamlı kılacak olan şeydir sanat, edebiyat ve felsefe; uçsuz bucaksızlığın yaratıcısına uzanacak eli yüreklendirecek şeylerdir…

 Güven SERİN 

 

 

 


24 Kasım 2020 Salı

ÖĞRETMENLER

 


Aziz ATEŞ, huzur içinde...



                                                       ÖĞRETMENLER!

 

   Herkes bilir başöğretmenin  “Öğretmenler “ diye başlayan seslenişini. Var oluşlarının en onurlu doğum tarihi cumhuriyettir. Öyle böyle derken neredeyse bir yüz yıl geçti. Öğretmenleri önemsemek sadece öğretmenler gününe kaldı. Önce yaşam ve yaşama biçimleri, sonra; bolca yüklediğimiz kutsallıkları eridi gitti…

   İyi bir ustaya iyi bir çırak verseniz, önce kalfa, sonra ustalığa yükselen bir insan doğar. İyi bir öğretmene bir öğrenci verseniz neler doğar?

      Kimyagerler, fizikçiler, matematikçiler, astronotlar, bilim insanları, doktorlar, hemşireler, avukatlar, hâkimler, veterinerler, mühendisler; kısacası insanlığa hizmet edecek, sadece unvandan ibaret olmayan insanlar doğar…

   İyi bir öğretmen tam da yokluk, karanlık zamanı doğar. “ Adam olmaz “denilenden adam, sadece anneliğe sıkıştırılmış, kaderi erken yaşta evlendirilmek olan kadınlarımızdan erkeğin erişeceği her türlü meslekler doğar; iyi bir öğretmenden…

   “ Öğretmenler “ diye başlayan yüce sesleniş, kimin yüreğini kabartmaz, kimin kılcal damarlarındaki kıvılcımı ateşleyip, evrensel yürüyüşe yorulmak bilmeden yol almasını sağlamaz?

   Güzel şey, öğretilere ait bilgilerin içinde her daim yeşil kalmak! Değerli bir şey, bilginin bilgeliğe giden yolda arayışların, yenilenmenin içinde kalmak! Kargaşa denizlerini, dehşete düşmüş okyanusları aşmak; öğretmenin sadece bilgilerinde gizli değil; sezgilerinde, marifetinde ve vicdanında da gizlidir.

    Öğretmenler; öğreticiliğin iz, gününüz KUTLU olsun…

 Bu öğretmenler gününü 2018 yılında aramızdan ayrılan arkadaşım Aziz ATEŞ’i de anarak kutluyorum; 25 yıllık dostluğun yüce anıları, hepsi yaşama ait…

Güven SERİN 

 

 

 

 


20 Kasım 2020 Cuma

ŞÖHRET AFETTİR!

 


Cahide Sonku






Sami Hazinses


                         

           ŞÖHRET AFETTİR!

 

   Yaşamlarını insan yaşamlarına hediye etmiş insanların tespitleri, duru bir pınar lezzetindedir. Bütün çelişkilerden arınmış, süzülmüş saf bir pınarın su tadını bulabilirsiniz; eğer ki edebiyata “Lafazanlık” olarak bakmıyorsanız…

  Çalıkuşu eserinde Tekirdağ’a da yer vermiş Reşat Nuru Güntekin, Miskinler Tekkesi eserinde sosyolojinin sınırlarını zorlayan betimlemelerle yaşadığı zamanın kültürünü bugüne taşımayı başarmıştır. Çok değerli bakış açıları, yaşam çeşitliliği, edebi ve sosyolojik bir dille, hiçbir insanı sıkmayacak bir öğreti esenliğine dönüşmüş bir halde anlatır…

  Şöhret’in AFET olduğunu, dilenerek zengin olan bir DİLENCİ gözüyle; düşündürücü ve gülümseten bir yorumlamayla aktarır.

  Şunu itiraf etmeliyim; edebi cehaletim her daim baki kalacaktır… Reşat Nuri Güntekin’i okumayalı neredeyse kırk yıl oldu. Oysa farklı sahalardan, farklı milletlerden yüzlerce yazarı, şairi okumaya çalıştığım bu sürede; Reşat Nuri Güntekin, Miskinler Tekkesi’ndeki dilencinin hoşgörüsü, sabrı içinde beklemekten bir an bile sıkılmadı…

  Nerede kalmıştık? Şöhretin; yani zenginliğin bir afet olduğu üzerine konuşuyorduk. Kısacası zenginliğin bir felaket olduğunun fikrine; “istisna”lar olmak koşuluyla katıldığımı ifade ediyorum.

  Canlı çok canlı örnekler, şehrimizde ve diğer şehirlerde her an yaşanıyor. Şöhretler dünyasında da öyle… Parlak ve güçlü ışıkların altında, yüksek sahnede onca alkış alan şöhretlerin ACI sonu, her ne kadar onların suçu gibi görünse de, İNSAN denen canlının beyin hücrelerinin kıvrımları içinde milyarlarca etkinin, zaafın, köşe başlarında suç işlemeye hazır veya hata yapmak için can atan küçük canlıların bizi yönettiğini unutmamak lazım gelir…

  Onurlu, gururlu ve kendine özgü yaşayan şöhretlerin sonu çok acıklı aynı zamanda edebiyatın sımsıkı yapışıp onları gözlem altına alacağı değerlere sahiptirler. Sadece CAHİDE SONKU’nun yaşamını bile irdelersek, şöhretin ne büyük, ne korkunç silahları, hileleri olduğunu anlarız…

  Şöhret’in felaket rüzgârlarıyla sarsılan; Sami Hazinses’i, Bilal İnci’yi, Kazım Kartal’ı, ses sanatçısı Serpil Örümcer’i; daha yüzlercesini ve halkın içerisinde birden zengin olup şöhret yaşamına katılmak isteyen; yüz binlercesini anabilir, irdeleye biliriz…

  Bunca düşünce yazı niçin? Yaşamımızın, varlıklarımızın, zenginliğimizin veya yetinme bilinciyle yaşamımızı biraz daha iyi yönetmemiz için olabilir mi?

  Çoğumuz şu inanç içinde kendi aldanışına imza atar: “ Talihim böyleymiş” Bir türlü, talihe atmış olduğu kazıkları, yapmış olduğu yanlışlıkları gün yüzüne çıkartıp yüzleşmez… Bir de onu bunu; konu komşuyu, ısım akrabayı suçlayan; şöhret batıkları vardır. Herkesi analarda bir türlü kendilerinden söz etmezler…

  Bir gün bir arkadaş Tekirdağ’ın Ganyan Bayilerinden birisinde bana: “ Şu kişiyi tanıyor musun?” dedi. Hayır deyince; ismini söylerdi. Kendisini tanımıyordum ama ismini 1990’lı yılların başında duymuştum. At Yarışından zengin olur olmaz, şöhret rüzgârına kapılıp çok güzel bir işi varken, İSTİFA eden bu kişi; şimdi kendi yalnızlığı ve yoksulluğu içinde kıvranıp duruyormuş. Tıpkı, Tekirdağ limanına gelip giden, ondan bundan bir sigara parası isteyen eski bir AĞA oğlunun şöhret zenginliğini anlamayıp, onun oyununa yenilmesi gibi…

Güven SERİN  

 

 

 

 

13 Kasım 2020 Cuma

BİLGENİN GÜLÜŞÜ İŞİTİLMEZ GÖRÜLÜR

 


Sanatçı; Mehmet ÇEVİK
22 ülkede sergilendi



                             BİLGENİN GÜLÜŞÜ İŞİTİLMEZ GÖRÜLÜR

 

     Süleyman peygamber’in söylediği bir söz;” Bilgenin gülüşü işitilmez, görülür.”

    Bilgisayarımda uzun zamandır kayıtlı bir fotoğrafa neredeyse birkaç günde bir bakıyorum.22 ülkede sergilenmiş üç ülkeden ödül almış,”İhtiyar Adam” fotoğrafı… Fotoğraf sanatçısı Mehmet Çevik tarafından çekilmiş Tekirdağ Ortaca Mahalle nüfusunu kayıtlı “Yaşlı Adam” çalışması, bu çalışmadan 5–6 ay sonra vefat eden kişi Hasan Ayvaz’dır.

   Sanatçının objektifine yansıyan yüzde, donukluk çok ötelere; Eski Çağlara uzanıyor. O dönemde gülünç, komik, kaba, garip figürler olarak adlandırılan grotesk çalışmalara yakın bir bakış, dünyaya sanatın yoluyla sonlu bir ebedi bakış içerisinde heykelimsi pozunu vermiş…

    İhtiyar adamın fotoğrafa yansıyan ruh âlemi, bildik korku, sevinç, koşullardan çok öte uzanıyor; sanki bilim adamının ışığı, evreni incelerken yakaladığı eğilme, bükülme kıvrımlarının törensi şenliği, çılgın buluşu gibi…

    Geçtiğimiz yılbaşı gecesi, televizyon kanalları arasında tutunma çabalarımı, bir türlü çapası dibe oturmayan geminin akıntıya kapılıp usul usul ilerleme biçimiyle yapmaya çalışırken Kanal 8 ‘de Acun Ilıcalı’nın sunduğu O Ses Türkiye programına da zaman ayırdım.

   Bir tarafta hafızama kazınmış “Yaşlı Adam” ın 22 ülkede sergilenmiş “Yaşama Veda” fotoğrafı! Yaşamı neredeyse aldırışsız bir şekilde bırakıp gitmeye hazırlanan soğukkanlı bakışın, varla yok arasına ki donukluğu, çelişkili dünyamızın şartlı yaklaşımlarını yerle bir eden birleştirici yanı, diğer tarafta ise Acun Ilıcalı ile birlikte yarışmanın diğer dört sanatçısı; Beyazıt Öztürk, Murat Boz, Seda Sayan ve Hadise…

    Tekirdağ'ın Ortaca Mahallesinde yaşamış yaşlı adam; Hasan Ayvaz.Sanatçı Mehmet Çevik’in belgelediği, ulusal ve uluslar arası sahneye taşıdığı duruşu, hiç gocunmadan, kimselere yalvarıp yakarmadan geçen bir ömrün ipuçlarını da veriyor…

   Ya televizyonda bütün gecemizi ayırdığımız EĞLENCE (!) programları olarak öne çıkan Acun Ilıca’nın ticari ekmeğine yağ sürmenin yanında bal döken, insanlarımızın koşarak gittiği, saatlerce izleyip alkışladığı programın sanatçıları! Kırmızı koltuklarına oturmuşlar, sadece düğmeye basıp, kendi rollerini yaparak, sanatçı ve sanat analizi yapıyor görüntüsü içindeki salon takımının eğmiş olduğu boyunlar!

    Hallerine bakılırsa, orada bulunmalarının biricik amacı PARA; KAZANÇ elde etmekten başka hiçbir şey değil… Onları alkışlayan insanlar her daim karanlıkta, loş tenha köşelerde kalıyor. Bütün seyirci karanlığın içine, uğursuz bir cadı tarafından hapsedilmiş ve sadece ALKIŞLAMA cezası verilmiş gibi; eğriye, doğruya alkışlıyorlar…

   Meşhur bildik söz; “Alan razı, satan razı; sana ne oluyor!” Hiçbir şey olmuyor! Benim de işim bu… Televizyonda izlediğim Acun’un “ O Ses Türkiye” yarışmasını bir tarafa, ihtiyar adam fotoğrafını bir tarafa koydum… Birisi, yaşamı olduğu gibi, doğanın içinden gelen, içgüdü, sezgi ve ananelerle-kurallarla ama kimseleri aldatma lüksünün olmadığı iradesiyle yaşamış, diğer taraftaki beş kişilik grubun sanatçıları ve program sunucusu; tiyatro türleri; komedi ve müzikli komedi bölümlerini sahneleyip durdular…

   İşin garibi, yıllarca izleyip de sonunda hiçbir yere varmayacağınız eğlence adı altında yaşanan bir; CURCUNA… Sizin anlayacağınız karışık bir durum; gürültüsü, acınası halleri o kadar çok ki; içinde kayboluyorsunuz…

   İhtiyar adamın bakışında kaybolduğunuz gibi; bu kadar saflığın karşılığı, saf kuru bir gözden süzülen bir damla yaş ve ortaya çıkacak en doğal görüntü; kimseyi kandırmak, alt etmek ve kendini sayısız kere alkışlatmak gibi bir niyeti olmayan bir insanın sessiz sedasız ve uzaya akıp giden derin siyah pırıltılı bakışları…

   Süleyman peygamber’in sözünü bir kere daha anmak, hatırlamak niyetine “İhtiyar Adam”ın fotoğrafına bir kere daha baktım; kim bilir kaçınca bakış; izlemiş olduğum sanatçıların seslerinin, gülüşlerinin saflıktan değil ticaretten, kazançtan, gururdan beslendiğini bilerek tekrarladım Süleyman peygamberin sözünü;

  “ Bilgelerin gülüşü işitilmez görülür…”

 Güven SERİN 

 

 

 


10 Kasım 2020 Salı

GÜL KOKULU SELANİK

 



                                     

       GÜL KOKULU SELANİK

                        

  Eski bir efsane neredeyse beş yüz yıl öteye uzanıyor. Bir gece Sultan II. Murad bir rüya gördü. Uykusunda Tanrı düşüne girmiş ve ona koklaması için mis kokulu bir gül vermiş. Sultan II. Murad gülün güzelliği ve kokusu karşısında bu gülü saklayıp saklayamayacağını sormuş. Tanrı’nın cevabı nettir; “ Bu gülün ismi Selanik’tir.” Der…

  Selanik kadim zamanlara uzanan tarihi geçmişe sahip bir kenttir. II. Murad’tan önce Çandarlı Hayrettin Paşa ve Gazi Evrenos kumandası tarafından uzun süren abluka neticesinde ele geçirilmesine rağmen 1402 yılında tekrar elden çıkmıştır.

  II. Murad ile başlayan Selanik 482 yıl bir Türk şehri olmuştur. En büyük Türk’ü; Atatürk’ü ve daha nice değerli komutanı bağrında beslemiş, bir milletin kaderini etkileyecek dönüşümün şehri olma unvanına erişmiştir.

  Mustafa Kemal’e Trablusgarp görevi verildiğinde Selanikte’dir. Arkadaşı Ali Fuat onun üzgün olduğunu fark etmiş ve şu soruyu sormuştur;

“ Sende bir şey var ne oldu?

Bir şey yok fakat müteessirim-üzüntülüyüm. Ben eğer Trablus’tan dönersem tekrar buralara gelebilecek miyim?

Ne demek istiyorsun? “

   Mustafa Kemal iyice dolmuştur; ağlayacak durumda olan gözleri ve ağzından çıkan sözleri;

“ Korkuyorum, Fuat, korkuyorum! Doğup büyüdüğüm Selanik acaba Türklerin elinde kalacak mı?”

  Mustafa Kemal’in korkuları boşuna değildir. 9 Kasım 1912 yılında Selanik’i bekleyen Tahsin Paşa’nın başında bulunan 25 Bin kişilik ordu, destek alamayınca panikle dağılır, çöker…

  482 yıllık destan da bir başka yöne evrilir; Türler için Selanik, güzide bir anı, uzaklarda bir diyar olmaktan öte bir efsaneye dönüşür; unutulmuş, hafif bir yel esintisi içinde zaman zaman hatırlanan Orta Asya efsaneleri, o kadim şehirlerin göç eden insanların tertemiz öyküleri gibi bir yere taşınır Selanik Destanı…

  O gece, Mustafa Kemal’in arkadaşı Ali Fuat ile birlikte geçirdiği ay ışığının Olipmos Dağına yansımaları eşliğinde Mustafa Kemal son bir kez fısıldar; binlerce haykırıştan daha keskin bir fısıltı milyarlık hücrelerinden Selanik gecesine süzülür;

“ Ah Selanik, seni bir daha Türk olarak görecek miyim? “ Tüm yaşamı boyunca çok az ağlayacak bu asker; o vakit ağlıyordur; içinde temiz bir sevgi, sevda büyütmüş olmanın en saf haliyle; asker olmaktan çok öte, bir Selanik çocuğu, genci olarak için için ağlıyordu…

  İnsanlar doğup büyüdüğü yerlerden ayrılırlar. Ayrılabilirler, bu iş gönüllü olursa ve tekrar dönebileceğini biliyorsan; bu ayrılış, çok değerlidir ve hüznü de can yakmaktan öte canı-özlemi besler. Tıpkı, yıllar önce Balkanları usul usul izlediğim doğduğum topraklardan bir akşamüstü ayrılışım gibi. Babamın sürdüğü traktörün arkasına bir çuvala doldurulmuş olan tüm yükümü alıp, traktör hareket ettiğinde beni uğurlamaya gelen komşu kızlar, akrabalar ve annem, ninem; saygın bir duruş içinde sevgiyle el salladılar. Tekrar döneceğimi bilmiş olmanın o destansı ayrılışı; Meriç, Balkanlar ve İpsala Ovası geride kalırken, yepyeni bir başlangıcın de öyküsü başlıyordu denizin, Ganosların-Işıklar Dağlarının ve çok eski hikâyelerin yazıldığı yer olan Tekirdağ’da.

  Mustafa Kemal Atatürk’ün Gül Kokulu Selanik’i uzak diyarlarda şimdi. Bizim gönlümüzü alacak bir düşünce de yok Yunanistan diyarında… Her insanın aşkıdır doğduğu topraklarda sonsuzu hayal etmek, düşlemek ve o hayal ile gerçeğe yavukluya sarılır gibi sarılmak…

  Büyük Ata, geride bıraktığın büyük vatanın içinde o kadar çok uygarlık var ve gizli ki, hangi bir destanın, hüznün, sevincin ve soylu suskunlukların peşinde koşacağız? Yitik olan her değere değer katmak için sıklıkla ifade ettiğin gibi; çalışmak, çalışmak ve çalışmak… Çelişkiye düştüğümüz an; bilime yaslanmak, bilime yaslanmak; Atatürk’ün bıkmadan tekrarladığı gibi…

 

Güven SERİN 


2 Kasım 2020 Pazartesi

BURHAN KUZU KOMEDİSİ 2014 ARŞİV ÇALIŞMASI

 İzmir'de ölenlerin anısına arşiv çalışmasını tekrar yayınlıyorum; hırsa.hilebazlığa,gurura kurban gitmenin her daim mazeret hazırlayan yüzü kara yöneticilerin vicdanlarını bir parça sorgulamak ve anlatmak amacıyla; ölenlere,o canlara "huzur içinde" kalanlara da bir an önce yeni yaşama dönün demekten başka bir şey gelmemenin sancısı ile yeniden yayınlıyorum...




BURHAN KUZU KOMEDİSİ

 Bir güç, ne kadar büyürse o kadar da kontrolden çıkma olasılığı artar. Tarih, nice güçlerin, güçsüzlüğe dönüşmüş mezarlarıyla doludur. Büyümenin, yayılmanın kendi varlığınızı var ederken diğer canlıları da korumanın şartı; evrensel merhameti vardır.

 Kamil Masarcı’nın çizmiş olduğu karikatür kaç gündür oyalıyor beni. Sanatçılar, en nazik zamanlarda, en gerçekleri mizahi yolla aktarırlar bizlere. Sanatçıları anlaya bilmiş iktidar; yani güç sahipleri, kendi alanlarındaki öz denetimleri de, oto kontrolleri de arttırıp, kendi huzurlu geleceklerine huzur ve kalıcılık katarlar.

 Ne hazindir ki, gücü eline geçirmiş siyasetçi, gücü, adaleti, hakkı sorgulayan sanatı ve sanatçıyı pek sevmez. Çünkü sanatçının elinde tuttuğu bir ayna vardır. Siyasetçi de yüzünü, esas yüzünü bu aynada görmek istemez.

 Kamil Masarcı ibretlik çizimini üç aşamada tamamlamış; dalgın dalgın yürüyen bir adam, ilk sözcüğünü söylüyor;

“KİMSEDE PARA YOK! “

  Ve yürümeye devam ederken, ikinci cümlesini mırıldanıyor;

“ HERİF GENE DE”

 Dedikten sonra, son cümle ile sanatın gerçek ibretialem hatırlatmasıyla aynayı tutuyor; insanlığın yüzüne;

“ÇALACAK PARA BULUYOR”

 Karikatür sanatı böyledir işte; çok kısa çizgiler ve söylemler ile günlerce, aylarca anlatacak konuları, özetler; derdimize tam bir çare olmasa da, baygın lığımıza güzel bir limon kolonyası gibi küçük bir esinti katar.

 Şimdi, bazı muhteremlerin bu sözcüklere karşı çıkacağını biliyorum; hadi canım sende, kimse de para mı yok; öyle olsaydı, bu kadar araba, ev nasıl satılırdı? Ne güzel bir cevap! Bankalara, borçlanma miktarlarına, icralık, hacizlik adli işlemlere bakmak, kulak kabartmak, birbirini beş-on kuruş için dolandıranları, mal-mülklerin hızla el değiştirmesini anlatsam da, bu soylu muhteremler anlamaz.

 Kamil Masarcı’nın değerli çizimiyle kafa yorar, hafiften gülümserken, neredeyse bir kara mizah örneği olan değerli profesörümüz Burhan Kuzu’nun Enver Aysever ile yaptığı röpertaj ise tam da ; “Çevir kazı yanmasın” şarkısı gibi kulaklarımda, beynimi saran nöronlarımda dans etti.

 Enver Aysever, bilmişliği konusunda ün salmış Burhan Kuzu’ya şöyle bir soru soruyor;

“ Neden Türkiye’de solcular düşünce suçlusu, sağcılar yolsuzluk suçlusu oluyor?”

 Burhan Kuzu’nun tarihe, harika bir Yıldırım Akbulut fıkrası gibi düşecek, insanları gülümsetecek cevabı ise şöyle;

 “ Solcular pek fazla iktidara gelemediği için! ”

 İktidara gelmenin önemi de anlaşılmış oluyor böylece. Ne hazin bir şey; savcı ayrı telden, polis ayrı telden şarkılar söylüyor; sanki kurtuluş savaşı; her cephede bir gurup insan; sözüm ona ülkemizi-vatanımızı savunuyor; bir ileri, iki geri; doğuya giden bir gemide batıya koşan insan çığlıkları, gibi...

Güven SERİN