29 Eylül 2017 Cuma

KOSTAK KOSTAK YÜRÜYÜŞ




KOSTAK KOSTAK YÜRÜYÜŞ
----------------------------------------

  Sanırsınız ki Kostak Ali zeybek oynuyor. O takma peruğu her daim, simsiyah boyalı. Bıyıkları da öyle; ayakkabıları bildik yumurta topuk…

  Ne zaman halk otobüsüne binsem, çarşı karakolunu biraz geçince, bir bekleme yerinde veya oraya yakın görüyorum, kostak yürüyüşlü, çıplak başı görünmesin diye siyah; simsiyah peruk takmış adamı.

  Öyle bir kostak yürüyüş ki, bir başka benzeri yokmuşçasına; en iyi kel örtücü, siyah peruğun, simsiyah boya yapılmış bıyıkların tek sahibi ve aksak kostak yürüyüşüyle, kostak bakışıyla örtüyor bütün çıplaklıkları; ona göre eksik olan her şeyi.

  Evrim ne dehşetli yaratıyor ve yönlendiriyor insanı; insanları. Kimini mahcubiyetten yerin dibine seriyorken, kimini kostak bakışlı, kostak yürüyüşlü bırakıveriyor. Biliyor ki, lazım olan bu, ciddiyete bürünmüş, her şeyi kendi kalburunda elemeye çalışan insana, bir başka insan davranışının siyah çeşitlemesini sunma şansı yaratıyor.

  Lise zamanlarında kostak yürüyüşlü bir kadının ardına takılırdı nice öğrenci. Yürüyüşünde ki kostaklık, kalçalarından başlardı. Onun gibi kostak kalçalar, sanki hiçbir kadında yokmuşçasına, ardında bir sürü serseri öğrenci; oysa tiplerimiz, pek de mahcup, yüz kıllarımız yok denecek kadar az ve bol sivilce içinde…

  Bu kostaklanma işi o kadar önemli ki, bestelere, şarkılara kadar uzanmıştır. Minik Serçe lakaplı Sezan Aksu ve daha nice sanatçı seslendirmişti bu türküyü;

  Boşa kostaklanma karam; köprüler yaptırdım gelip geçmeye/Çeşmeler yaptırdım suyunu içmeye/Kavli karar ettim alıp kaçmaya/Boşa kostaklanma kostak değilsin karam…

  Kostak, kostak ilgi bekleyen, başının çıplaklığını simsiyah perukla gizleyen kostak bakışlı bu adam, bu şarkıdan etkilenmiş midir bilinmez. Bilenen bir şey; her daim, kostaklı yürüyüşü, bakışı ve simsiyah peruğu ile aynı yerlerde; vahşi bir hayvan gibi, yerini işaretlemekle, kontrol etmekle meşgul…

Güven Serin 

28 Eylül 2017 Perşembe

YAŞAYAN EFSANELER


İnternetten



YAŞAYAN EFSANELER
--------------------------------------

  Tenis dünyası; dünya bir ve iki numarası; Nadan ile Federer;Rod Laver Cup’da Avrupa Takımını temsil ettiler. İkisini bir arada görmek; çiftlerde, birlikte, dünya takımını temsil eden Amerikalı, Sam Querrey ve Jack Sacro’ya karşı…

  Bir başka efsane tenisçi, Rod Laver’in anısına bu yıl ilk kez düzenlenen Laver Cup, efsaneyi anarken, yaşayan efsaneleri de bir araya getirdi.

  Bu turnuva iki gruptan oluştu. Birincisi Avrupa takımı, ikincisi Dünya takımını temsil eden tenisçilerden kuruldu.

  İsimlere bir bakar mısınız; Avrupa takımında yer alan tenisçiler; Rafael Nadal,Roger Federer,Marin Cilic,Dominic Tihem,Alexander Zverev,Tamas Berdych…

  Dünya takımında yer alan tenisçiler ise; jack Sock,Nick Kyrgios,John İsner,Sam Querry,Denis Shapovalov,Frencis Tiafoe.

  Spor programında tam da onların birlikte oynadığı, takımlarını şampiyonaya taşıyacak galibiyeti; Nadal ve Federer birlikteliğini ilk kez sahanın aynı tarafında, çiftler maçında görmek; Beşiktaş RB Leipzig maçı başlamasına dakikalar kalaydı.

  Bir taraftan siyahın, beyazın, Seba’nın, babamın, çocukluğumun ve ülke sporunun estetik, istikrar ve disiplin anlayışının koşturacağı yeşil saha ve vuruşlarına hazırlanma aşamasında bir bardak bira yudumladım.

 Bir taraftan da yaşayan efsaneleri; Federer ve Nadal’ı, iki disiplini, istikrarı, işini en iyi yapan; değerli sanatçıları kortlarda izlemek; gülümsemelerin, yaşama olan tutanakların en iyilerinden…

  İşini iyi yapan insanların en büyük zenginlikleri; bedenlerine yansımış ruhsal halleridir, demek geliyor içimden. Bir şavk, bir huzur ve neşe yayılıyor ki, bir yıldızın, yıldız topluluğunun karanlık gecenin içinden yayılıp, bize yol, yön verecek kavramalara, efsanelere, destanlara dönüşmesi gibi bir şey…


Güven Serin 

27 Eylül 2017 Çarşamba

62 GÜN GİBİ...


Kamera; Güven

Başkonuğum,Aziz öğretmen



Kamera; Güven


62 GÜN GİBİ
-----------------------

  Çeyrek yüzyılı bir arada, birbirimizden haberdar olarak geçirdiğim bir dost; Aziz öğretmen atölyeme uğradı. Bir gece önce telefonla konuşmuştuk. Belli ki onu merak etmiş olmamı önemsedi ve tedavi süreci bitmemiş olsa da, halsizliği tam olarak geçmemiş.

  Bir öğretmenin nezaketiyle kapıyı vurarak girdi içeri. Tam da kahvaltı anında; oysa o çoktan yapmış kahvaltısını. Gece atıştırmalarım; yiyecek yemelerim çocukluğumdan bu yana devam ettiği için, kahvaltıyı geç yapma alışkanlığı geliştirdim. En kıvamı;09–10.00 saatleri arasında yapılan kahvaltı oluyor.

  Sanırım, Aziz öğretmen de yaptığım kahvaltının tadını çıkartıyor oluşumun farkında ki; bir yudum da bana uzat, diyerek dostluğa yakışır bir iletişim diliyle; “ Özendim” dedi. Özenmeyecek gibi de değil; Destereciler fırınından aldığım sarı ekmek, bir gün bekleyince daha da yenir hale geliyor.

  Küçük bir ekmek parçası üzerine önce tereyağı, sonra beyaz peynir, pazardan aldığım tarla domates ve biberi; Uçmakdere Mehmet Beyden aldığım el yapımı zeytinler; deymen benim gamlı keyfime…

  Söz sözü açtı. Kahvaltı üzerine çay ve sohbet harmanlaması yapılırken; Aziz öğretmenin gördüğü tedaviye geldi sohbet; istesek de istemesek de… Yıllar oldu; kim bilir kaç kür, kaç hastane yolculuğu yaşadı Aziz öğretmen.

  Psikolojik olarak epey yorulmuş. Duyguları her an gözyaşlarına etki yapacak durumda. Onun en önemli özelliği olan, fıkra ve şiir kültürüdür. Ya bir fıkra, ya da bir şiirle katkı verir; sohbet dem tutmuş, kıvama gelmişse…

  Bu sefer, bir şiirle katkı yaptı. Celal Sahir Erozan’ın 52.Yıl şiirini, Aziz öğretmen kendi yaşına göre uyarlamış. Sadece yaş kısmını değiştirmiş. Şair,52 yaşından söz ediyorken, Aziz öğretmen 62 yaşından söz ediyor.

  Şiir de şiir ama bir yaşam öyküsü adeta;

“ Hâla yaşım genç ama vücudum ölgün gibi
Bütün acı günlerim aklımda, bugün gibi.
İçimde hayata küskün, dış yüzüm düğün gibi.
Elli iki yıl geçti; Elli iki gün gibi…

Doğmayan hülyaların saçlarını taradım,
Ezop gibi fenerle gündüz insan aradım
Ne kendime yar oldum, ne kimseye yaradım
Elli iki yıl geçti; elli iki gün gibi…”

Güven Serin 


26 Eylül 2017 Salı

KARANLIK ODA


YOĞUNLUK ATÖLYESİ-SANATÇI ATÖLYESİ



KARANLIK ODA
---------------------------------

  Aslında bu ismi kendi algılarım sayesinde, karanlığı iliklerime kadar hissetmem sayesinde oluşturdum. Burası 2013 yılında açılmış; Sanatçı Atölyesi veya Yoğunluk Atölyesi olarak bilinen; İstiklal Caddesinin etrafında serpiştirilmiş en yoğun sokaklardan birisi; Asmalı Mescit Sokakta kiralanmış bir sanatçı evi.

  15.Bienal-Yılaşırı Etkinliğine destek olan ve kendi etkinliğinle çok önemli bir çalışmayla; benim söylemim; Karanlık Oda sunumuyla katkı veriyor. En fazla beş kişinin alındığı çatı katına üç kişi çıktık. Ağır perdenin ardında ki karanlık odaya girer girmez; korku ve diğer duyu organlarının farkına varma telaşı…

  Dört dakikalık zaman, ne yapacağını bilmemek; bilememek… İmdadınıza içeride veya yan komşunun odasından gelen saatin sesi; ışığın karanlığın içerisinde birkaç objeyi gösterip tekrar kavuğuna çekilmesiyle; mekânın sınırlarını ve sığınacağınız köşeleri anlamaya çalışmak…

  İç ve dış etkilerin, bizim üzerimizde ki etkisi; yani, komşunun merdivenleri çıkan ayak seslerini duymak, içeride ki saatin tik takları kadar etkili… Karanlığın savunulmaz, önlenemez yoğunluğu, çaresizliği çareye dönüştürecek diğer duyu organlarının topyekûn neler yapabileceğinin evrimsel telaşı başlıyor.

  Zaman denen şeyi, ne çok ve ne bonkörce harcamış olduğumuz dış dünya ve karanlık odanın zamana dokunuşu ve onu ileri geri ayarlaması, yok sandığımız hislerimizin, duyularımızın varlığıyla kucakladığımız kocaman karanlık ve güneş kadar önem kazanan, karanlığı aralayan sızma ışık kırıntıları…

  Zaman zaman içeri sızan ışık, etrafı, odanın içinde ki objeleri gösterse de, daha fazla seslere, sesler sayesinde etrafımızı; yani en yakınımızda olan insanları; komşularımızı hatırlamaktan öte, onların önemini de görmek; bu çalışma sayesinde, görme biçimine, algılar, dış dünyanın büyük kargaşası sayesinde daha sokulmak da mümkün görünüyor.

  Yoğunluk Atölyesi çok iyi bir iş çıkarmış. Hayatımızı kolaylaştıran teknolojiler sayesinde neredeyse, duyma, dokunma, hissetme kavramlarını, evrimsel üstün yanlarımızı körleme noktasına gelme vakti; geri dönüp, var olanla çatışmadan da, yeni olanla birliktelik mümkün olabilir…

  Hemen hemen girdiğim tüm bienal-yılaşırı, mekanlarında genç insanlara sorduğum soru; Sizce iyi bir komşu nasıl olmalı? Çoğunun verilecek bir cevabı olmadı; gülümsemek, ciddi düşünmekten başka; şimdilik… Bir genç kız cevap verdi; “ Bana saygı duysun yeter.”


Güven Serin 

25 Eylül 2017 Pazartesi

BOŞLUK


Kamera; Güven

Küçük Mustafa Paşa Hamamı

15.Bianel Etkinliği...Bir ses;kaba ve dehşet anını
hatırlatıyor; "Gel Buraya" diyor...İlikleriniz titremez mi?


Kamera; Güven -Küçük Mustafa Paşa Hamamı


BOŞLUK
----------------------

  Evrimin sürecini hissetmiş olan insanın, evreni kaplayan yerde ki minicik varlığını duyumsaması her şeyin başlayıp yok olduğu ana denk gelir. Mülkiyet, mülkiyetsizliği; kutsanmış olanlar doğallığı kucaklar…

  İşte tam da burada bir ozan ve hikâyeci çıkar karşımıza. Hani bildik olan Burgazada’nın şairi; bir yere aitmiş gibi görünüp de hiçbir yere ait olmayan insan; belki de bizim aynımız…

  Fazıl Hüsnü Dağlarca Sait Faik Abasıyanık’ı bir tek şiire sığdırmaya çalışmış ve bana göre de başarılı olmuştur.

“ Dört dizeyle Sait’i anlat deseler
Bir dikdörtgen çizerdim
Sonra bütün çizgileri kaldırırdım
Derdim geride kalan boşluktadır.”

  Tam da şu an; savaş boruları çalıyorken; savaş sanayi ellerini ovuşturup, düzenbaz paylaşımcılar yeni yeni haritalar çizerken; başımı kaldırıp boşluğa; büyük uygarlığa; evrene bakmayı tercih etmek istiyorum; acaba başaracak mıyım? 

Güven Serin 


21 Eylül 2017 Perşembe

İŞEMEZLER KESİK PARMAĞA




İŞEMEZLER KESİK PARMAĞA

  Böyle sesleniyor bir kitapta ona görev verilmiş karakter. Bu kadar bol olan idrarın, işi yarayacak hale dönüşeceği zaman nasıl kıt hale geldiğini anlatmaktan çok öte; insanın insana bakışını;her daim;tüm zamanlar hep aynı satranç oyunu geliştirdiğini de anlatıyor;yazarın yazgıya bile mizah diliyle yaklaşımları.

  Hatta Davut’un krallığına bir güzel laf atıyor, edebiyatın seçkisin, zengin seçkinliği yakalamış olmanın sayesinde. Hele, meşhur Yunan Medeniyeti; yeri geldikçe kıs kıs güldürecek kadar öne çıkartılıyor.

 Bizim toplumumuzda da sıkça kullanılan bir sözdür; “Yaralı parmağa işememek!” Hangi topluma ait olduğunu aramaya kalksak; belki birkaç yüzyıl, belki de milenyum; bin yıl…

  İsmail eniştemin sıkça kullandığı bir sözcüktü;”yaralı parmağa işememek” ona göre, nankörlüğün en nankörü… Kimse de demez o durumda; kendi parmağına kendin işe be kardeşim…

  Maksat o değil elbet… İşte tam da burada başlıyor; insanlara olan sınırsızlığımızın tartışması. Düşünsek ne zarar gelir? Her daim bize servis yapacak, garsonlar, başgarsonlar; uşaklar, baş uşaklar ve yardımcılar, başyardımcılar bekler dururuz.

  Ya, bu kalıplardan sıyrılmak? Düşüncesi bile korkutuyor mu bizi? Her daim birileri tarafından buyur edilmek, saygı beklemek; hâlbuki işeme organımız elimize ne yakın…

  Şu denetleme kuruluna da iyice gıcık alıyorum. Buraya yazdığım her işeme sözcüğünün altını yeşille çiziyor. Neymiş; yazılan argo sözcükmüş. Ulan deyyus; bu olayı, boşaltım sistemimizin vazgeçilmezi olan bu harika gösteriyi daha nasıl anlatayım?

 Güven Serin 


 

 

 



KEDİNİN YAPTIĞINA BAKIN!






KEDİNİN YAPTIĞINA BAKIN!
------------------------------------------

  Malezya’da çekilmiş kısa bir video. Beyaz bir kedi, mezarlıkta, ölen sahibinin mezarını kazmaya çalışıyor.

  Bize ne anlatıyor bu görüntüler? Hepimiz niçin bu kadar şaşırıyoruz? Sevgiyi, özlemi lüks hale getirdiğimiz; hatta yeterince anlayamayıp, onu işleyemediğimiz, büyütemediğimiz için olabilir mi?

 Her daim şaşırıyoruz! Belediye başkanın su getirmesi, kanalizasyon yapmasına da! Oysa heykel ve resim yapmak için mi seçiyoruz be kardeşim; diyememenin garip sancısı içinde; kahramanlar içinden kahramanlar yaratıp, günü kurtarma; her daim kısa koşularla; hatta yata yata galip gelme peşinde oyalanıp duruyoruz.

  Yetmedi mi? Bunca devlet kuruldu; bunca yol yüründü. Nice uygarlıkla danslar edildi. Günler, geceler, gelenek, görenekler karıştı. Onca övgüyü bırakıp, Osmanlı zamanında kurulan rasathanenin kurulur kurulmaz kapatılmasını düşünmek yerine…

  Kedinin sahibine olan bu gösterisi, mezarlıkta bulunan Malezyalı kadınları çok duygulandırıyor. Kediyi usulca çekmek istiyorlar mezarın üzerinden. Kedinin ısrarı; bedensel dili; dilsizleri bile konuşturacak, donmuşları bile yaşama kavuşturacak nezaket içinde; yaslanıyor toprağa, kopmak istemiyor köklerinden, sahibinden; Belki son bir koklayış bütün çabası?


  Kedinin davranışı, sıcakkanlı her hayvanın yapabileceği normallikteyken, üst seviyeye ulaşmış görünen insanın; biz insancıkların bu muhteşem, bu korkunç hayreti tam olarak nedir? Anlayan, anlatacak olan varsa; beri gele…

Güven Serin  

19 Eylül 2017 Salı

KERAHET VAKTİDİR





KERAHET VAKTİDİR
--------------------------

  Bilinen anlamıyla en makbul zamanlardan söz eden; onları anlatan iki kelime… Yıllar öncesinden bir rap şarkıcısı olan Sagopa Kajmer’i dinlerken şarkının içinde, tekrar bölümlerinden sürekli geçen sözcükler;

“Kerahet vaktidir, iç de içlen fondiplerim başımın belası/ Kervana katılamadım, kalbimi zımbaladım ellerine.”

  Şarkının nakarat bölümü böyle! Şarkıyı dinleyişimden on yıl sonra aynı sözcükleri bir başka anlatım zamanını, yüz yıl önce yazılmış bir eserin içinde görüyorum; Kerahet Vaktidir, makbul olan zamanı anlatmak adına yapılan etkileyici vurguda.

  Türkçenin diğer dillerle yapmış olduğu birliktelik, kazanılan ve hayatımıza kattığımız deyimler, sözcükler, en az Türkçe kadar anlamlı hale gelmesi; düşüncemizi anlatmak adına çok önemli bir güç, kültür ve dönüşümün, sosyolojik ilerlemenin, çeşitlenmenin bir karşılığı mıdır acaba?

  Bu sözcükler; Kerahet Vaktidir, niçin bu kadar ilgimi çektiğini tam olarak anlatamayacağım. Namaz kılanlar açısından en uygun zamanı anlatsa da, doğaya düşkün olanlar için de en iyi, en makbul zamanlara işaret ediyor.

  Günün taze saatleri, güneşin en tepede olan vaktinde, koyu bir gölgenin istir atini ve akşam saatlerinin geceye süzülüş anını; çeşitli görüş, alışkanlık, deneyimlerle anlamlı bir kazanım hanesine yazmak mümkün görünüyor.

  Bir şarkı, rap tarzı ne çok şey anlatıyor; sıkıntıyı, iç içe geçen batık medeniyetleri, oradan oraya savrulan insanlık güzellemelerini… Kendi felsefesine uygun, tarzının gereği olan şeyi; savrulanı, savrulacak olanı; gelgitleri ve maskeli baloya dönüşmüş hayatları;

 Kerahet vaktidir, iç de içlen fondiplerin başımın belası
Kervana katılamadım, kalbimi zımbaladım ellerine leyli.

  Sanatçının takma ismi; Sagopa Kajmer, bir başka bilinmezlik, geçmiş ve gizem anlatıyor; belki de çağrı yapıyor, büyük medeniyetlerin görkemine, gücüne ve sonradan büyük çöküşlerine dair; güne hakiki bir anlam kazandırmak istiyor.

Güven Serin 



15 Eylül 2017 Cuma

GÜN SONU KONUŞMASI





GÜN SONU KONUŞMASI

  Oktay Rıfat’ın önemli bir çalışması; hatta kendi ifadesiyle; gün sonu konuşması… Kim bilir kaç insanın hiç durmadan yaptığı; belki de yaşamsal olana, ruhsal bir dinginlik, karmaşaya, biz çözüm, değerli bir korunak yarattığı konuşmalar.

  Hepimizin şahit olmuşluğu vardır. Ayşe ninemin, tavukları, kazları, kedi ve köpekleriyle yaptığı konuşmalar; dün gibi aklımda. Ne kadarını anlar bizim konuşmamızın tümünü bir ağaç? Bir kedi, köpek, kaz, ördek?

  Bir başka şekilde de sormak isterim; biz, ne kadar anlaşılırız? Bilinen sözcüklerle, aynı dili konuşurken bile nice karışıklık, anlaşılmazlık yaratan bizler; bir başka dünyanın canlıları gibi saydığımız, hayvanlar, ağaçlarla nasıl anlaşa biliriz?

  Bilim insanları, akasyaların bile dilini; bir birleriyle haberleşmek için kimyasal salgılar yaptığını anlatıyor; gözlemliyor ve ortaya çıkartıyor. ABD’de Kargaların dünyasını daha net ve anlaşılır kılmak için; Enstitü kuruldu. Daha niceleri…

  İşte; Oktay Rıfat’ın da gün sonu; akşam konuşmaları böyle bir şey! En dokunaklı sözcükler ise ağacın dilinden yazılanlar;

Hatıralar da dal istiyor
Kuşlar gibi konacak.

  Şimdi, bugünün dünyasında bu kadar olayı, saniye, dakika ve saat içinde paylaşırken, hatıra olmaktan çıkartıp çıkarmadığımızı düşünüyorum. Onları, yaşama, yaşamlara tıka basa sokarak; devasa bir gardolap, kütüphane, büyük kilerler ve para kasaları gibi; acaba, ne zaman dokunup onları, yaşama davet edeceğiz?

 Ağaç konuşur Oktay Rıfat ile. Bir de ağaca Oktay’ın diyecekleri vardır elbet;

Hep yaşadığımı hatırlatıyorum kendime
Diyorum ki işin acele
Bir gün ne el kalacak tutmak için
Ne yürümek için bacak
Ne bulutların seyri
Ne de bir hatıra dünyamızdan

  İnsan, ne çok kavrama ihtiyaç duyuyor. Ne çok unutulmazlık ve kalıcılık istiyor. Aynı insan, aynayla; yani kendisi, kendimizle yüzleşmek denen can sıkıcı işe; hiçbir zaman nöronlarıyla değil, ona baskı yapan, alışıldık, hayvansal içgüdü ve toplumsal baskılarla hareket ediyor; savuruyor, avazı çıktığı kadar


Güven Serin 

13 Eylül 2017 Çarşamba

ŞEYTANIN TANGOSU




                                                 ŞEYTANIN TANGOSU


  Neredeyse 7,5 saate yaklaşan bir filmi; durağanlığın en durağanlarından… Özlediğimiz rüzgâr ve beklenen yağmur; hafızalara; yani genetiğe kazılan kıyametimsi bir şıpırtı içinde; çamura; insanın hammaddesine dönüşen bir ıslaklık…

  Rüzgâr ve çamur; göçleri tetikleyen doğa olaylarından sadece birkaçı… Rüzgârdan, çamurdan, soğuktan kaçtı insanlar; insanlığı aramak ve daha rahat etmek için kentlere.

  Yedinci Sanat olarak kabul gören sinema; insanın bırakıp gittiği, nice yabanıl olayı, objeyi; anı ve hatırayı; yine insanın eli,düşüncesi ve iradesiyle ortaya çıkartıyor. Bale Tarr, Macar Sineması için yapmış olduğu sınırların çok ötesine taşarak; uluslar arası kavuşuma hak kazanıyor.

  Neredeyse bütün sahneler ıssızlıkla ödüllendiriliyor. Sıkça donan perde; üşüyen, yalnızlaşan ruhlarımızın, hiç bitmeyecek düşlerine doğru savruluşumuzu ve her savruluşta bir inanca yapışıp, öteki tarafın, diğer boyutun giriş biletini; sırat inceliğini geçiş hakkını arama gerçeğinden hiç vazgeçmediğimizin de hatırlatmasını yapıyor Şeytanın Tangosu.

  Gücün çekiciliği, yoksulluğun, çaresizliğin devasa, masalımsı düşleri… Kurtarıcı rolüne sarılan rejim ve diğer etkiler… Hepsi, aradığı karşılık, beklediği kurtuluş gibi insanın… En küçüğümüzden en büyüğüne kadar; şükür ederken de, aynı kurnazlığa, lanetlerken de aynı kurtarıcıya; hesabın başkası tarafından ödetilecek oluşun çare üretme mantığına sarılmamız gibi…

  Filmin başlangıcında korkunun duyurusu yapılır; hiç bitmeyen çan seslerinin uğultusu sanki bu duyuruyu yapıyor gibi başlar; canlanır canı çıkmış, donuk, soluk sahneler;

-         Geliyorlar, geliyorlar, seslenişleri, rüzgârın ve yağmurun sıradanlaştığı kadar etkisizdir… Gelenlere karşı direnecek birileri yok gibidir. Can çekişen kedi gibi; kusursuzluğu düşleyen ve bin bir türlü kusurlu hale gelmiş insanın; temiz kalması için ısrarla; dünyevi dürtülere sarıldığı kadar, ebedi dünyanın göstergesi sayılan seslere, öğütlere, yasalara da kulak verişi; ilginç ve çaresiz bir şeyi anlatır.

 Kabul edişi; usta işi rol yapıp, ruhumuzu bile, gerektiğinde kandırma zanaatına kavuştuğumuzun gerçeğini; kim bilir kaç milyondan bu yana…

  Oysa kentlere hücum ederken; doğanın yasalarından birisi olan rüzgârdan da kaçıyorduk… Yüzümüzü, ellerimizi yaralayan, katılaştıran doğa olayından… Bu rüzgârı en iyi hisseden, hissedilen bölgeden seslenir Bela Tarr; yedinci sanat kabul edilen sinema dünyasına adanmış bir şekilde.

 Korkusu yoktur, aksiyonu, albenisi yok gibi görünen sahnelerin beğenilmemesinden dolayı. Sanatın doyurucu tarafı, tam da açken, yoksulken, alkışlar yokken; en sağlam rüzgârlar esiyorken ve çamura batmış; birkaç insanlık can çekişiyorken çıkar ortaya.

  Şeytanın Tangosu, bütün insanlığın oyunundan ibaret sadece bir sinema sahneler topluluğu. Üç günde izlediğim bu film, üç kez daha izlenilirse yer edip, kendi imbiğinden geçecek olanla yetinme şansı verir insana.

   O zaman rüzgârın, yağmurun, çamurun da gerekli olduğunu, düze çıkıyoruz derken, her tarafı asfalt, beton ve renkli düşler yaratarak, yine insanın ruhunu, teslimiyetini, yalnızlığını, lüks içinde ki çaresizliğini kurtaramayacak oluşumuzun farkına varırız.

  Kendimize adil odlumuz kadar; bütün toplumlara, deneyimlere, rejimlere, övdüklerimiz kadar, tükettiğimiz, yok ettiklerimiz kadar var etme onları anlama çabaları geliştirmek gibi güzel bir görgüye, algıya sahip olabiliriz…

  Sinema sanatı; teknolojinin verimliliği, ticari, siyasi, psikolojik tarafı iyi ayıklandığı an veya bunu analiz edip, kalanla yetinme, yenilgileri ve galibiyetleri bir kenara itme gibi beceriyle buluşturabilir bizleri.

 Ne yücelme derdiyle ömür tüketip, tepinme şamatası içinde hiçbir şeyi fark etmeden gitme, ne de korkuları katmerleşmiş ama bu korkuları her daim bir karşılık, ödendi yoluyla erteleme, neredeyse insan olmadan yılma sıyrıklığımızı bir tarafa bırakmak gerektiğini da anlatacaktır.

 Bütün yasaları, gelenekleri, telaşları, bizi zapt altına almış bilinçaltı bekçileri, nezaket hoşluğu içinde selamlayarak, kendi yasalarımızın bol seçeneklerini; erdemli bir birleşik; yeni bir buluş, icat ve anlayış şeklinde yürürlüğe koyup keyfini çıkartmamız çok mümkün…

  Katiyen, kabul etmiyorum; her türlü seyrin, her türlü kitabın, tiyatronun, insanın; insansızlık ile dengeye ulaşacağını! Ayıklamak, seçice davranmak; en doğal bir hak, gerekli bir 21.yüzyıl şansıdır bize.

  Titizliğimiz, insanlardan kaçmak değil; belaların ağır yükünden; bir sürü çürümüş bilginin, görüntünün, değerin, yasanın ruhsuz hale gelişlerinden ötürü…

  Şeytanın Tangosu; hazırsanız; ısrarla girip rüzgârın içine; çizmelerinizle veya yalınayak basarak çamurlara; izlemeniz, kendinizi de görüp, ruhunuzdan, değerlere yapışmış veya en az Bela Tarr’ın sahneleri kadar kıpırtısız oluşunuz ile yüzleşme şansını, ısrarla korkmadan, usanmadan isteyin; kendinizden…

 Güven Serin 



12 Eylül 2017 Salı

KARANLIKTA EL YORDAMIYLA ÇALIŞANLAR


TORETTO


KARANLIKTA EL YORDAMIYLA ÇALIŞANLAR


  Ressamlar üzerine; iyi sanat ve sanatçı üzerine yapılan yorumlardan sadece birisidir; ressamın karanlıkta; el yordamıyla çalışması…
  Karanlık nedir? Görüntünün yok olması, seslerin geri gelmesi mi? Yoksa teslimiyet; öze dönüş; düşündükçe uzağa ve daha uzağa; ışığı yutan kara deliklere kadar uzanır da şaşkına döneriz.

  Ama John Berger’e göre karanlık; ressamın boyun eğmesinden öte, ileri doğru gitmek yerine daireler çizmek anlamına geliyor. İşbirliğini ve belki de o güne kadar keşfetmediğimiz her türlü yeteneğimizi; fark etme çabası içinde kalırız.

  Seslere odaklanır kulaklar. Yeterli olmasa da, tuvale dokunacak parmakların ne kadar hassas bir organ olduğu da o zaman anlaşılır olacağı bellidir.

  İşte tam da burada bir başka yorum; bizi, bildiğimiz bütün algıları, beklentileri şaşırtacak kadar kabına sığmayacak davranışlar gösteriyor;

“ Ressamın sürekli aradığı şey, yokluğu ağırlayabileceği bir yerdir. O yeri bulabilirse onu düzenler ve yokluğun yüzünün belirmesi için dua eder.

  Yokluğun yüzü bir katırın kıçı da olabilir! Tanrıya şükür bu alanda hiyerarşi yoktur.”


 Güven Serin 




11 Eylül 2017 Pazartesi

KENDİ KENDİNE GÜLENE!




KENDİ KENDİNE GÜLENE!
----------------------------------


  Biliyorum, bu sözü herkes ezbere biliyor; deli derler… Belki de gülmenin bile lüks sayıldığı bu diyarda, ayda, yılda bir soylu kıkırdama yaşama, özsuyuna muhtaç bir bitki gibi yaşama bağlıyor insanı.

  Kıkırdamamın ana sebebi; Leman Dergisinin çizeri Can Barslan’ın Terelelli çizgisidir. Yöremizde de sıklıkla tanık olduğumuz yamaç paraşüt görüntüsü ve küçük bir diyalog bu kadar mı etkiler insanı?

  İşin içinde mizah; yani aklın tesiri, cüretkârlığı olunca evet böyle olur; engelleyemezsiniz deliliğin belirtisi sayılan kendi kendinize gülmeyi; gülümsemeyi. Üstelik biraz ötemde birkaç masada insanlar var. Engelleyemediğim, ısrarla kendimi sıktıkça güldüğüm bu çizgiye karikatür sanatı diyorlar.

  Barbarların hiç hazzetmediği şey… Binlerce yıllık hikâyenin özetidir aslında bu anlatım. Birkaç söz; binlerce yılın yükünü, gücünü veya güçsüzlüğünü anlatır mı hiç? İş, karikatür olunca; işin içine karikatürist girince anlatıyor işte!

  Yamaç Paraşütü iki amaçlı yapıldığına şahit oldum. Tekirdağ yamaçlarında da öyle; Babadağ da yapılan yamaç paraşüt atlayışlarında da öyle… Birisi, spor, coşku, aksiyon, yüksek heyecan amaçlı olurken, diğeri ticari bir gereksinimden kaynaklanıyor.

  Bu işe aynı zamanda Tandem Atlayış diyorlar. Yani hiçbir deneyimi olmayan, ama parası, arzusu, heyecanı olan her kişi, bu haktan yararlana biliyor. Babadağ’a yolunuz düşerse; bunu çok daha iyi anlarsınız; yüzlerce, binlerce atlayış; neredeyse hepsi ticari…

 Can Barslan da bu konuya dokunmuş. Bir acemi, usta bir yamaç paraşütçüyle uçma denemesinde; göklerden aşağı doğru süzülüyor. Usta paraşütçü onun fotoğrafını çekmek için çaba harcıyor. Yani bildiğimiz anlamda öz çekim yapmak istiyor.

 Buraya kadar her şey normal görünüyor. Çünkü atlayan bütün acemilerin en büyük isteğidir, özçekim, video ve fotoğraf çekimleri. Çünkü bu büyük anı, nasıl kanıtlayacak? Kendisi için yapıyor yapmasına da; eş, dost, düşman da görsün; yerçekimine, korkulara nasıl meydan okuduğunu…

 Bizim karikatürist de bunu yakalamış; usta paraşütçü öz çekim yapmak için gülümsemesini isterken; önde oturan acemi paraşütçünün yüzü asık; çok asık… Niye mi? Kendi kendine konuşuyor; kulak verelim;

  “ Berber değdirir,tellak değdirir!Büyük şehirden,stresten kaç gel…Burada boncuk gibi kucağa otur..Hayır,bir de selfi falan…Bi yayılırsa eş dost hısım diline düş,YAMAÇ OĞLANI olmuşsun diye.”

 Bizim aceminin terlemesini, neşesizliğini anladınız mı? Bir ömür, eril-erkek argosuna sığınıp, her daim, yapmak, koymak, etmek fiilleriyle büyüyen, bizi büyüleyen sözcük seçimlerimiz, bizi gün gelince nasıl da hokkanın altına sokuyor.

  Aklımız, fikrimiz, apış da kalmışsa; her daim orasının güdüleriyle namus, onur, saygınlık arama peşinde ömürler tükettiysek; işte böyle bir anda, en güzel zamanda bile; çelişkinin kucağında tepinip durmak, erkekliği kaybetmekle eş değermiş gibi bitmeyen kâbusun içine düşeriz…

 Güven Serin 
 



9 Eylül 2017 Cumartesi

BU DA MI GOL DEĞİL BE!







BU DA MI GOL DEĞİL BE!
----------------------------------

 Bazı yaşamlar; doğuştan başlar ofsayt düşmeye. Yazgının şansızlığı, bir başka gizemin, değerlendirilme biçiminin gereği mi? Bilinmez…

  Klasik laf, inançtır; bazı insanlar da doğuştan şanslı… Tam manada hiçbirine katılmadığımı anlatmak isterim. Bütün ömre yayılan sosyolojik, psikolojik bir araştırma var mıdır? Yapılmış mıdır? Bilinmez… Şansın, şans denen şeyin, eşitliği maddiyat olduğu için, bunun getirisinin uzun vadede ki biçimleri; elle tutulur bir şey midir? Yoksa büyük bir kayıp, hiçlik, doymazlığı tetikleyen bir can sıkıcı gidişat mı?

 Ofsayt Osman, doğuştan şansız olan; yani yazgının onu terk ettiği birisini anlatır. Aslında, doğuştan sanatçı olan birisi tarafından; Sadri Alışık… Tıpkı Ayhan Işık, Kemal Sunal, Levent Kırca, İlyas Salman, Müjdat Gezen ve niceleri gibi.

 Buna, bu yeteneklere sadece şans demek ayıp olur. Evrimin adaleti; milyonlar içine serptiği farklılıklardan birisi; birileri…

  Ofsayt Osman, yeteneğini yönetmen Osman Seden ile kesişen yollarına da borçludur dersek yalan olmaz. İyi bir yönetmen, iyi sanatı ve sanatçıyı, bakışlarından, sesinden, ritminden; daha sahneye çıkmadan, sanatın kokusundan anlayacağı da bellidir.

  Bu filmin başlangıcı; yani doğuşu; yarım yüzyılı geçti. Yıl 1965;bir başka doğuşun, yükselişin duyulduğu. Alkış aldığı zamanlar. Beşiktaş Futbol Takımı, Ofsayt Osman filmi çekildiği yıl şampiyon oldu. Gol kralı da Güven Önüt…

  Ofsayt Osman, her daim ofsaytta kalırken, hiç gol yüzü görmemişken, Güven Önüt, Türk Futbol tarihine,” Gol Kral”ı olarak geçer. Üstelik bu futbolcuya, takıma gönül vermiş yazgının babam olacağını belirlediği kişi de, oğlu olursa ismini Güven koyacağım demiş;365 gün öncesinden.

 Ofsayt Osman, yitik, yenik ve ezik bir adamın hikâyesidir. Aynı zamanda Türk sinemasının, sanatçıların hatıralarına dokunma, anma, onları anıların boyunduruğundan çıkarma-kurtarma anın başlangıcıdır da…

  Edebiyatın derin analizlerinde, burada aranan bütün cevapların karşılığı mevcuttur. İçinde, her türlü düş ve gerçeğin karması; kavuşum örnekleri doludur. Üstelik ağzına kadar! Çoğu zaman önem verilmeyen düşünce sanatı, düşlerin, izlenimlerin, mayasını yeryüzü ve gökyüzünden aldı sezginin karşılığı; her harfi insana, insanlığa aitken, çok az kimse önemser.

 Ofsayt Osman, yazgısında olanlara bir İrlandalı yazar çıkıp şu sözleri söylese;

“ Hep denedin
  Hep yenildin,
  Olsun!
  Gene dene!
  Gene yenil!
  Daha iyi yenil!”

  Siktir oradan, denir; siktir; defol; fazla aklın varsa kendine sakla! Sanki bu tepkiler Samuel Beckett’i yıldıracak! Daha da sarılır kaleme ve sözcüklere…

Güven Serin 


7 Eylül 2017 Perşembe

ONURSAL MAKAMLAR




ONURSAL MAKAMLAR
---------------------------

  Bir yazar, onur adına, nice insanın peşinde koştuğu itibar adına şöyle söyler; “ Onursal makamlar ancak budalalar içindir.”

 Oysa tüm yaşamımız içinde biricik mücadele, koşumuzdur onurlu bir makama ulaşmak. En çok alkışı alan müzisyen… En çok kitabı satılan yazar… En çok seçilen siyasetçi… En çok kazanan iş insanı… En büyük ödülü hak eden, sinema yönetmeni, oyuncusu…

  Sözcükler karmaşası, aklın tabularını, kabuğunu kırmaya başlamasın bir kere! Yazar, Ellas Canettı, söylemini daha da ileri taşıyarak;

  “ Onursal makama düşkünlük, ulaşmak, utanç yaşamak, onurlar içinde yaşamaktan daha iyidir; saygınlık olmamalı, ama ne pahasına olursa olsun, özgürlük olmalı, düşünme özgürlüğü. Onurlar duvar halıları gibi gözlerin ve kulakların önüne asılır. Artık ne gören kalır, ne duyan; düşler, onurlar içerisinde boğulur, verimli yıllar da kuruyup gider.”

 Çok ince bir nokta; tam da kırılma anı gibi bir şey… Yazarı anladığımı, anlaşılır olduğunu söylemek isterim. Peki, ama bunca onur yazısı; itibar arayışı, eşelenmesi ne olacak? İnsan, onurlu bir makama sahipken, utanç içine düşme adaletini niçin istesin?

 İşte, tam da büyük an burası. Bir filmin ismiyle bile ne çok şey anlattığını, burada hatırlatmak isterim; Burjuvazinin Gizli Çekiciliği; Luis Banuel’in 1972 yılında çektiği önemli sinema eseri.

 Onurlandırılmanın, ince, görünmez tesirlerinin insan ruhuna; zarif düşüncelerine yapacağı tesir… Hep böyle olmamış mıdır?

  Muhalif nice insan, hükümdar kılığına girince; onurlandırılınca, nice utanmazlıkla suçlanan insanları bir kenarda unutup, tanrısal lütif1lar içine girme cesareti, içgüdüsel saplantılar içinde kuruyup gitmemiş midirler?


 Güven Serin