26 Şubat 2015 Perşembe

SÜREKLİ TEHDİT HİSSİ İNSANLARI ÇILDIRTIYOR


Kamera; Güven Ganoslar

Işığın imbikten,tarihin koridorlarından,baharat kokulu diyarlarda
geçip yeryüzünü şenlendirdiği yer...

SÜREKLİ TEHDİT HİSSİ İNSANLARI DELİRTİYOR

  Gün geçmiyor ki bir vahşet diğerini altüst etme cesareti göstermesin. Sanki vahşetler birbiriyle rekabet içinde. Yer gök insan manzaralarıyla, hüzünlerle, kurtuluşa avuç açan insanlarla doluyor. O kadar… Medyanın bizim aynamız olduğu ortada. İstediği şeyi başköşeye oturtuyor. İstemediği şeyi hiçbir şekilde görmüyor. İnsanların gözünün içine baka baka kan, vahşet, kaza haberleriyle uyuşan insanların tıbbı açıdan tam olarak ne durumda olduğunu bilen hiç kimse yok…

  Bildiğim bir şey varsa; hastaneler ağzına kadar dolu. 2014 yılında ilaç rekoru kırıldı. Sağlık çalışanları inanılmaz bir koşturmaca içinde. Çare aramaya giden insanlarımızın çoğu, çaresiz, dermansız hastalıklara gebe olduğunu biliyor. Tesellisi nedir? Kader! Nasıl bir kader bu? Uygar ülkelerin insanlarının kaza, vahşet haberleri, insanların tepkileri, akademisyenlerin ve siyasetçilerin duruşları hiç görülmez mi?

  Yunanlı yönetmen yıllarca didinip durdu; insanlığı sınırlar, dinler, kirli politikalarla nefessiz, şifasız kaldıklarını anlattı durdu. O yüzden; ne İsa, ne de Musa’ya yarandı; hiç yaşamamış gibi sessizce ayrıldı. Geride bıraktığı filmler; bir gün insanlığın birikmiş, buza dönmüş gözyaşları, vicdan yasalarıyla didik didik edilecek. Eşelenecek; film sahnelerinden, sanatta yapışan ruhların bıraktığı ruhların yapı malzemelerinden tekrar sağlıklı, düşünen, sorgulayan insanlar doğacak.

  Theo Angelopoulos’un yönettiği Leyleğin Geciken Adımı filmindeki sahnede geçiyor bu konuşma;

“ Sürekli tehdit hissi, insanları delirtiyor.”

 Gerçek tüm çıplaklığıyla gözler önünde. Ülkemin gerçekleri de, dünyanın gerçekleri de öyle…

 Durmadan ölüm, öldürme üzerine oluşan gündemleri seyreden gençlerin vicdan, şefkat, yaşama dair sağlıklı düşünceleri ne halde? Daha da robotlaşıp hislerinden sıyrılıyorlar mı? Yoksa bu kadar korkunç olayların olduğu bu dünyada “ BİZİM İŞİMİZ NE?” sorgulamasını yaparken, ağır ağır beyin hücrelerini kaybediyorlar mı?

 Brezilyalı şair Thiago insan yasası şiirinde belki de sanatçı sezgileriyle bir şeyler anlatmak istedi; buruk bir kargaşa teslimiyeti içinde yaşayan sıkışık insan sellerine.  Thaago, insan yasası şiirinde şöyle sesleniyor;

Bu yasaya göre
Buyruk yoktur artık, yasak yoktur.
Her şeye izin verilmiştir.
Gergedanla bile oynayabilir insan
Ve ikindiüstü yürüyüş yapabilir
Elinde kocaman bir begonyayla…

  İnsan yasaları insanlığı yerin yedi kat altından gökyüzünün yetmiş yedi katına taşımak üzere. Yıllardır uzayın derinliklerine uydular, uzay araçları yollanıyor. Yakın zamanda insanlı uzun yolculuklar, uzayda insanların yaşam kolonileri duyacağımız sıradan haberler olacak. Ama bütün bunlar olurken, insanlığın geriye kalan kısmı; sınırlar içine; her türlü eskimiş, tükenmiş insan yasalarına teslimiyet içinde, topluca çıldırırsa ne olacak?

 100. Maymun ne zaman ortaya çıkacak?

 Yakın zaman önce batı kökenli bir belgesel izledim. Yaşlı bir adama, sıhhatli bir gençten daha neşe, bilgi, görgü içinde ülkemizi tanıtıyor. Özellikle İstanbul-Kapalıçarşı bölümü… Seyrederken imrendim. Bizim ülkemizde mi bütün bu insanlar diye kendi kendimi ayıplı bir utangaçlıkla sorguladım.

 Kapalıçarşı esnafını tanıtırken 1973 yılında ülkemize gelip yerleşmiş Amerikalı bayan esnafla da röportaj yaptı.  42 yıl önce ülkemize gezmek amaçlı gelmişler. Gelir gelmez; “ işte benim yaşayacağım yer burası; bu ülke!” deyip burada esnaf olmaya karar vermiş. Gözlerinin içi gülüyor.

 Yaşlı adam ona sordu; “ Ne buldun burada?”

  42 yıl önce yerleşen artık ülkemizin değerli bir ferdi olan Amerikalı kadın içtenliğin yüceliğiyle, insan hissiyatıyla cevapladı;

 “ Burası büyük uygarlıkların yaşadığı çok zengin bir memleket; sevdim burayı. Mutluyum.” Bütün eksikliğe, kargaşalara rağmen, kendi doluluğu, birikimiyle; tarihe, felsefeye, folkloru, sanata sarılarak; bizim tüketmekle meşgul olduğumuz bedenleri, ruhları ve ülkemizi seven Amerikalıyı izlerken; sevginin, SEVMENİN ne büyük lütuf olduğunu mahcubiyet içinde izledim.

 Güven Serin 





 

  

23 Şubat 2015 Pazartesi

HARBİ BOKSÖR


Kamera; Güven   Pera Müzesi


HARBİ OLDUĞUM İÇİN

 Tekirdağ Gençlik ve Spor İl Müdürlüğünün havuzunda yüzdükten sonra, sauna bölümünde karşılaştığım boksör sanki ringe çıkmışçasına saunanın içinde bir o yana, bir bu yana gidip geliyor. Uzun bir süre boks sporuyla uğraşmış olduğu hareketlerinden belli…

 Boksörümüz yetmiş yaşına gelmiş. Sporu sevdiği için birçok genç delikanlıya meydan okuyacak duruş içinde. İçine hapsettiği bütün birikimi; o küçük sauna odasında ortaya çıkartmak istiyor.

 Konuşmaya başlayınca onu konuşma fırsatı veren soruyu sorduğum için epey düşündüm. Sporun öneminden, bu işi yapmanın gereği olan bilgi-bilme görgülerinden tutun da boksörlerin dünyanın en akıllı adamları oluşuna kadar… Yine ondan öğrendiğim kadarıyla boksörler en akıllı adamlar oluyorken, güreşçiler de en akılsız olanlarıymış…

 Bizim boksör konuşmaya başladı bir kere susar mı? O da öyle yaptı; susmadı… Saunanın sıcak ortamı, yetmiş yılın birikimi bir de harbi olduğu için çok hakkının yendiğini savunduğu için neredeyse tüm zamanların acısını çıkartır gibi; ses tonu, duruşu, biçimi, gözlerinin büyüyüp küçülmesi her an, usta bir tiyatro sanatçısının değişimi içinde değişiyordu.

 Yıllarca Almanya’da bulunmuş boksörümüz oldukça sık; sola yükleniyor; sağ iktidarların çok şey yaptığını, onlara çok şey borçlu olduğumuzu neredeyse evrensel teraziyle tartmış gibi; en ince ayrıntıları biliyormuşçasına; onlara kalbi kırık olsa da hakkını helal ettiğini, oldukça sık tekrarladı.

 Ama en çok sığındığı sözcük “harbi” harbi oluşu yüzünden çok şey kaybetmiş. Bir de Özal dönemine, bu iktidar dönemine saygı duymayan, sevmeyen “kâfirdir” çıkışı var ki, saunada ben ve boksörden başka kimse olmayışı epey tedirgin olmama neden oldu. Yıllarca boksörlük yapmış; ben elimi kaldırana kadar birkaç can alıcı vuruşla çok rahat sauna huzuruna geçmeme neden olabilir; korkusu…

 Kâfir, kimdir diye sorsam; muhtemelen şaşıracak, belki de kızacak. Çünkü bir başka soruyla kâfirler dediği memleketlerden birisinde yıllarca çalışıp, yine onun söylemiyle bu ülkeye çuvalla para getirmiş… Ne yaman çelişki, demeyin sakın… Çünkü bu şekilde düşünen, bu yaman çelişkiyi neredeyse alışkanlık; hatta bir yaşam kültürü haline getirmiş milyonlarla iç içe yaşıyoruz…

 Saunadan gelince “harbi” sözcüğünün anlamına baktım. Birinci anlamı; Ateşli silahları temizlemekte kullanılan demir veya ağaç çubuk; ikinci anlamı ise; Doğru, hilesiz, mert Osmanlı ülkelerinde ticaretle uğraşan yabancı uyruklulara verilen ad. Üçüncü anlamı; Savaşla ilgili…

  Kullandığımız sözcüklerin nasıl doğduğunu bilmek ve gerçekte savunduğumuz şeyin ne kadarını içselleştirip kabul edip, ne kadarını yaşayıp yaşamadığımızı bilmek de öyle bir şey… Sadece slogana sahip söylemler ile kendimizi ortaya sürmek; sonra büyük hayal kırıklıklarıyla eriyip gitmek; en sağlıklı bedeni yerle bir etmez mi?  

 24 saat boyunca boksörümüzün yaşama, büyük boşluğa savurduğu yumrukları düşündüm. Ne çok insan aynı yumrukları sıkıp, aynı savuruşları yapıyor. Ve gerçek olan şey; boşluk, ne kadar büyük; milyonlarca, milyarlarca savuruşu içine çekip yok sayacak kadar…

  Harbi boksörün harbi söylemleri kulaklarımda çınlarken güne başladım. Soğuk ve taze bir gün… Yaşamın milyarlarca yaşanmış günü gibi; kış mevsimine yakışan bir gün… Üşüyen elimi cebime sokmanın, karnı tok olup da açlara üzülerek tokluğun kıymetini bilen bir beden içinde yürüyorum şehrimin Kolordu Caddesinde.

 Çoktan beri görmediğim yaşlı adamı gördüm. Kızı koluna girmiş. Berber dükkânından çıkıyorlardı. Eskiden de yaşayan ölü görünümündeydi. Mercedes binerdi inleyerek sarı, sapsarı yüzüyle. Meğer eski hali çok iyiymiş. Şimdi, hastalığının kemirmesi öyle hızlanmış ki artık bir iskelet gibi ayaklarını sürte sürte, kızının büyük yardımıyla belki de son bir kez berbere inip, yaşamın gereği olan tıraş olmak istemişti.

 O an, artık ölümle yaşam arasında bir yerde duran yaşlı adama bakan insanları gördüm. Pür dikkat kesilmişlerdi. Ne bir acıma, ne bir nefret; sadece bir küçümseme vardı yaşlı adamı kemiren hastalığı ve ona ait bedeni.

 “ Bak gördün mü, Mercedes’e binen de böyle oluyor. Zengin olsan ne çıkar! Sonu ölüm!” Bu tür söylemler artık sığ düşüncenin kalıbı haline gelmiştir. Kendi yokluğunu, yoksulluğunu veya arızasını gizlemenin bin çeşidinden sadece birkaçı…

 Ve o zaman, 24 saattir düşündüğüm harbi boksörün harbi seçeneğini daha iyi anladım. Asıl olan, kişiliğimize yüklediğimiz kavramlar, anlamlar, sıfatlar değil. Yaşamın en hakiki harbi gösterisi; doğum ile ölüm arasında var oluyor. En hakiki ve şaşmaz olan şey odur; doğumun çığlıkları, kendine has kokuları ve ölümün inlemeleri ve renksizliği…

 Güven Serin 
 



20 Şubat 2015 Cuma

BİR ÖLÜ MERHAMET İSTER Mİ?


Kamera; Güven  Marmara Adası-Balıkesir


BİR ÖLÜ MERHAMET İSTER Mİ?

 Ölüm törenleri de, düğün törenleri gibi geçmişin izleriyle dolu. Nesilden nesle aktırılan, beden ve ruhumuza geçen kültürler sesli bir şekilde irdelenmek gerekiyor.

 Bugün sokağımızda bir genç ölüm daha yaşandı. İbrahim’in dünyevi varlığı, onu ayakta tutan var olduğunu düşündüğümüz ruhunun bedeninden ayrılık haberini aldım.

Sessizdi İbrahim…

  O sessizlik kim bilir neleri barındırıyordu koca dünyasında. Ayrıldığı eşinde kalan çocuklarını gerektiği kadar, görüp görmediğini mi sorguluyordu? Yeni evliliğine yaptığı, yapamadığı katkıları, evlendiği eşinin çocuklarına yeterli olup olmadığının düşünceleri nasıldı? Bilemiyorum…

 Bildiğim şey; İbrahim öldü. 51 yaşında. Beyin kanaması… Şairin o ölümsüz dizeleri geliyor İbrahim’in ölü bedenine bakarken; “ Her ölüm erken ölümdür” der şair. İbrahim içinde erken miydi geç miydi? Büyük yargıç karar vermiş. Bu kararı irdeleyen çok olacak bir süreliğine. Sadece kısa bir süreliğine. Suçlu aranacak. Tıbbın teşhisine, içgüdülerin, sezgilerin ve bir de cehaletin teşhisleri eklenecek…

 Nasıl bir toplum haline geldik? Dirhem dirhem, damla damla biriktirdiğimiz gelenekleri, görenekleri sorgulamayıp, sesli düşünmeyip, sanatın, felsefenin, ilimin ve aklın yoldaşlığını reddedip, sadece kör duygu kuyularına hapsolduk…

  İbrahim’in ölü bedeni boylu boyunca yatıyor oturma salonunda. İçerisini ölüm kasveti kaplamış. Bu kasvet İbrahim’in ölü bedeninde kaynaklanmıyor. Ölüme gözyaşı, sessiz ve donuk bakışlarla katkı sağlayan, kendi dertleri içinde geçici dert ortağı olmaya gelen insanların çare üretmekten uzak bakışları yol açıyor.

 Ne hazin şey; İbrahim’in ölü bedeni canlılardan daha özgün, daha huzur içinde! Yapmacıktan çok uzak… İçeride, etrafında birileri var diye boylu boyunca yatmaktan dolayı utanmıyor, sıkılmıyor. En özgün haliyle; onu sonsuza taşımış ruhunun güvencesiyle teşekkür ettiği bedenine belki de görmediğimiz kadar yakından saygıyla bakıyordur.

  Bir ölü beden, merhamet bekler, ister mi? Kendini diri sanan, solgun, bıkkın ve kendine yetmez durumda olan insanlardan. Dini açıdan dua bekler; beklediğini söylerler ölmüş bedenin huzur arayan ruhu. İnsan samimiyeti, inanmışlığıyla yapılacak duaların hiç kimseye zararı olduğu da düşünülemez. Sesli törene de ihtiyaç duymaz; içsellikten tütecek yakarışlar.

 Ölü bir beden merhamet istemezse ne ister? Geride bıraktığı, sevdiklerinin korunmasını ister. Onların güvenli, huzurlu ortamlarda yaşamalarını ister. Ölü bir bedene merhamet, acınma, ağıt, tütsü yakarken onun sevdiklerini, geride bıraktıklarını düşünmeli! Yetmezlik içinde büyük tüketim ve koşturmaca içinde kendi kendimizi tedavi edemezken, ölü bir bedenin bıraktıklarına kaç kişi yardımcı olabilir? Öyleyse; içimizdeki şefkati, merhameti, insaniyeti daha doğru tanımlamalı!

  Kurumları çoğaltmalıyız. Yetmezlik içinde olan, çaresiz kalmış, annesi, babası ölmüş insanların çocuklarına sahip çıkacak, en doğru, en şefkatli, en evrensel yardım yapan kurumların var oluşunu, çoğalmasını savunmalıyız. Bu düşünceleri savunmak ağıt yakmak, kuru kuruya merhametimizi de sağlıklı duruşlara, kendi kendimizle barışık yaşama davet eder.
Ölü bir beden geride bıraktığı insanlardan, en az kendi kadar özgün, duru, bilge olmalarını; Dönüşüme, büyük geçişe bu biyolojik törene saygı duymalarını ister.

 Georgetown Üniversitesi çevre tarihçisi John McNail, “ Bazı şeyler insan ömrü ile karşılaştırarak ölçmek normaldir ve insana özgü doğal bir düşünme halidir.” Diyor. Bu değerlendirme ışığında Derin Zaman anlatımı, algısı çıkıyor ortaya.

  Ve onu anlamak için anlaşılacak diğer gerçeklerden söz ediyor CBT/1456 Şubat sayılı bilim dergisi;

 “ Derin zaman, tarihsel bilimlerin gelişimin-jeoloji, evrim biyolojisi ve kozmoloji-en temel kavramlardan biridir ve böyle kalmaya da devam edecektir. McNeill, ‘Bu bilimlerdeki egemen fikirler mutlaka derin zaman kavramıyla ilgilidir. Bu kavram olmadan bazı süreçleri kesinlikle anlayamayız. Örneğin kayaların havaların etkisiyle değişmesi, türlerin evrimi veya galaksilerin oluşumu gibi... Bunlar, insan ömrüyle karşılaştırılamayacak kadar yavaş bir süreç içinde meydana gelir. Öyle ki insanlar bu değişimi algılayamadıkları için her şeyin durağan olduklarını sanırlar.’

 Playfair’in belirttiği gibi, derin zamanı algılamaya çalışmak yüksekllik korkusu gibi insanın başını döndürür. McNeill bu zorluğu aşılacak formülü şöyle açıklıyor: ‘ Hepimiz hayal edilemeyecek kadar uzun bir varlık zincirinin parçasıyız. Bu varlık zinciri insan olabilir veya olmayabilir de… İnsanın bu zincirin içindeki yeri devede kulaktır.”

 Güven Serin 




  

19 Şubat 2015 Perşembe

AVAZ AVAZ ÜÇLEME


Kamera; Güven  Pera Müzesi


AVAZ AVAZ ÜÇLEME


  Üç sayısının anlamı oldukça büyüktür. Yaşamımızın her anında karşımıza bir başka kavramların karşılığı olarak çıkar.

  Coşkusu yüksek, temposu oldukça hızlı bir spor karşılaşmasında bildik seslenişlerden birisidir üçün tekrarı;

  Ya, Ya, Ya, Şa, Şa , Şa; Bizim takım çok yaşa… Seslenişler neredeyse çocukluğumuzun en tanıdık seslenişleridir. Bir kahve falındaki falcının buğulu sesine, üç vakte kadar, seslenişleri gizemli, büyülü bir şekilde etki yapar. Üç vakit neyse; bu sesleniş çıkar çıkmaz sular durulur…

 Dinlerde de üçün anlamı büyüktür: Katolikler için; üçe bükülme, üç kat, Tanrı, İsa ve Meryem; aynı kişi olma inancı…

  Bir şeyi kazanma veya kaybetme şansımızın devam edip etmemesi üç sayısına göre belirlenir. Birçok çocuk oyununda üç canımızın olduğu inancıyla oyun kurulur, oyun oynanır veya oyunlar sonlanır. Bir, iki; bu son şansın denir. Sanki hiçbir şekilde yaşam hakkı kalmamış gibi; büyük bir korku, hipnotizma yapılır; yani kendine gel; oyun bitti veya yeni başlıyor anlamına da gelebilir.

 Üç sayısı yönetmenler içinde oldukça önemlidir. Yaşamlarının sonuna yaklaşırken; Yunanlı yönetmen Theo Angelopolus gibi üçleme yapmak isterler. Theo da öyle yaptı. Bir sürü film yönetti. Onun üçleme olarak çektiği, yönettiği filmlerin ilki Ağlayan Çayırdır. İkincisi, Zamanın Tozu. Ve üçüncüsü Öteki Deniz…

 Üç sayısı fallarda önemli olduğu kadar rüyalarda da önemlidir. Bir rüya tabiri anlatımına göre rüyadaki üçün anlamı; işlerin güzeleceği, rahatlayacağı; kısacası huzurun yakında olacağı anlatılıyor. Özellikle ekonomik açıdan; tam da günümüzün beklentilerine uygun bur şey; çünkü her şey para demek…

  Belki de her şeyin para olmadığı nadide şeyler de vardır; o büyük insan sanatında gizli olan şeyler; gerçek sanat, gerçek sevgi, gibi…


  Bir yerde şöyle bir sözcük demeti gözüme takılmıştı; “ Sanat sanatı gizlemek içindir.” Belki de bu yoğun insan-insanlık karmaşası esas olanı gizlemek içindir; tüketirken, yok ederken en nadide olanları daha da değerli, daha da nadide hale getirmektir yapay telaşlı vazifelerimiz…

 Üç sayısı tek sayıdır. Sayılar hakkında bir başka inanç; Kötülük çift sayı, hakikat tek sayı, ölüm ise noktadır…

  Üç noktanın anlamı ayrıdır mesela…

  Üç sayısına tutkun bir Alman hayatındaki her şeyi üçlemeye göre yönetir olmuş. Bir gün yaşamına son vermeye karar veriyor. Kendine üç kahve hazırlıyor. Elbette her kahve fincanına üçer şeker atıyor. Ve karısına son bir not bırakıyor. Notu, itinasız, dikkatsiz bir şekilde yazıyor; hoşça kal, hoşça kal, hoşça kal, notundan sonra bileklerini üç yerden keserek ölüme; yaşamın büyük sanatından bir başka dünyaya geçiyor.

 Yaşamı, bu gezegenin gizemlerini, karanlık noktalarını; her şeyden önce kendimizi tanımanın biricik yollarından birisi de meraktır. İster üç sayısına, ister yediye, ister bir başka sayıların yüzyıllardır bize anlatmak istediği totemleri, ritüelleri, dini emirleri; insanın dokunuşuyla her türlü söylem, inanç, efsane, hikâye; geceye ışık saçan bir mum, lamba, ampul; belki de sonraya bir güneş olacak büyük yangının üçlemeler gerçekleşecek” “ yalan”, “kısacık” dediğimiz bu muazzam, muhteşem dünyamızda…

 Güven Serin

 



18 Şubat 2015 Çarşamba

ŞEKER PORTAKAL


Behiç ustadan bir makaleme konu olmuş karikatürü. 
Mutluluk çocuklukta ekilir. Hatta resmi de
o zamanlar yapılır...


ŞEKER PORTAKALI

  Portakal sözcüğünü ne zaman duysam; sulu, tatlı bir portakal anısı canlanır çocukluğumun hafıza kayıtlarında.

  Bir çocuk tiyatrosuydu bu anının özü. İki çocuğun oyun oynadıktan sonra dinlenme anında, yanlarında getirdikleri bir portakalı bölüp, sulu sulu, tatlı tatlı yemelerinin oyunu. Sonra, yakınlarında bulunan çeşmeden ellerini yıkayıp, yanlarındaki mendile silmeleriyle devem eden; öğretici, eğitici bir oyundu. Paylaşımı, temizliği anlatıyordu…

  Okuma Güncesi Kitabında Aziz Nesin 1982 yılının 11 Ağustos zamanı kâğıda düştüğü notu okuyunca bu anı tekrar canlandı. Bu tarihte Jose Mauro de Vasconcelos’un Şeker Portakal isimli kitabını okuyan Nesin, bilinen açık sözlülüğüyle, iyi bulduğuna iyi, eksik bulduğuna eksik, kötü bulduğuna kötü deme özgür iradesiyle açıklıyor:

  “ Roman içimi sevgiyle ve acıyla doldurdu. Öyle coşkulandım ki, bu mutluluğu birisiyle ve elbet sevdiğim birisiyle paylaşmak istedim.

  Ama sevgimi, mutluluğumu paylaşabileceğim kim var ki… Acılarımı, çekilerimi, üzünçlerimi başkalarıyla paylaşmak istemedim. İstemedim, şimdiye dek de hiç paylaşmadım. Ama güzellikleri, mutluluklarımı, coşkularımı sevdiklerimle paylaşmak istiyorum.

  Açıkça ve doğrucası, gerçekten yalnızlıktan yakınmam yok. Seviyorum yalnızlığı. Benim için yalnızlığın bitek kötü yanı var; Güzellikleri, mutlulukları, onların verdiği coşkuyu paylaşmak için sevdiğim kimsenin olmaması. Sanırım yalnızlık da işte bu…”

  Edebiyatın zenginliğiyle, bitmek tükenmek bilmeyen öğrenimlerin içgüdü ve bilgileriyle insan her şeyi tanımlayıp, o her şeyle baş etmeyi öğreniyor. Ustanın söz ettiği, birçok insanın tırstığı, beyin hücrelerini korku ve karabasanların girdabına teslim ettiği yalnızlığı bile üretim için; okuma ve yazmak, düşünmek için kullanmış büyük bir düşünür…

 Bir yazarın, şairin toplum öncülüğü yapan kişilerin bu kadar açık, anlaşılır ve edebiyatla yüklü olması ne büyük kazanç…

 Bu kazancı daha da pekiştirmek için bir örnek daha vermek isterim ustanın bize katacağı değer, edebi netlik öğretileri adına;

  “ Ne zaman bizde bir sanatçı, bir bilimci, uğraş olarak, iş diye politikanın içine girse, hem politikayı pisler hem kendisi pisliğe bulanır. Ahmet Mithat Efendi’yi düşünsenize… Türkiye’de ilk roman deyince o, ilk öykü deyince o, Türkiye’deki ilklerin pek çoğu Ahmet Mithat Efendi’dir. Ama politikanın içine dalınca o büyük Ahmet Mithat Efendi küçülüverir, mini minnacık olur. Göbeğine varan sakalından utanmadan, daha önemlisi boyunu aşan kitaplarından utanmadan Abdülhamit’e jurnalcilik eder. Basiret gazetesinde, ancak Mithat Paşa öldürülürse ‘Aziz vatan kurtulacak!” diye yazar.”

 Kaç yazar, şair, aydın eleştirisinin içini ulvi bir haklılık, gerçeklik ile bu kadar güzel doldurur.

 Şeker Portakal tadı var bu ustanın koca ömründe; korkusuzluğu edebiyatın kalkanlarıyla korumak var; tankların, topların, tüfeklerin, kancık pusuların kurnazlıklarını göremezsiniz onda.


Güven Serin 

17 Şubat 2015 Salı

İÇİN İÇİN YÜZLEŞME


İnternettten


İÇİN İÇİN YÜZLEŞME

  Toplumu, aynı zamanda toplumun bir parçası olan kendimi törpüledikçe, biraz, daha biraz yakından irdeledikçe şaşırtıcı yanlarımız ortaya çıkıyor. Sosyolojinin, psikolojinin, toplum bilimcilerin ilgilenmesi gereken yanlar.

 Nedir bunlar?

 Başkalarının çektiği üzüntülere acı hissederken, neredeyse tüm dünyayı merhamet ile kucakladığımızı sanırken aynı zamanda kendimizden daha da fazla hoşnut olmamız oldukça ilginç. Hatta garip… Kendimizden oldukça emin bir insan olarak görünürken, herhangi bir ustanın, yüksek kabiliyetin yanında ise acemi bir çırağa dönüşen, “ ben anlamam” mantığına sımsıkı yapışan, vaziyeti idare eden büyük topluluklara dönüştük.

  Aynı irdelemeyi Jules Renard da yapıyor;

 “ İyi babalık taslayarak çocuklarımı fazla sevdim, yüreğimin aileme karşı aldırışsızlığını fazla gösterdim. Neyin ne olduğunu bilinmeyeceği bahanesiyle hiçbir şey vermediğim yoksullara fazla acıdım.

  Durmadan, başkalarına seveceklerini düşündüğüm öğütler verdim. Kendim için değil, başkaları için bir sürü şey sevdim. Kendimden fazla söz ettim, ah! Evet, çok fazla! Pascal’dan, Montaigne’den, Shakespeare’den fazla söz ettim, oysa onları yeterince okumadım.

 Bana karşı çıkılacağını anladığımda kendimi fazla karaladım, övülmek için fazla övdüm.

 Yaşamımı kitaplarıma fazla yansıttım. Kemirilmiş kemikten başka bir şey değilim.”

  İnsan kendini aramaya görsün; o süslü deriyi, gururu, eti, yağları öyle bir kazır ki; ortaya Renard’ın dediği şey; KEMİRİLMİŞ BİR KEMİK KALIR…

  Bu irdelemeyi, gerçek yüzleşmeyi kaç kişi yapar; bilemiyorum. Yapmayanların çok olduğu bir gerçek! Mazeretleri oldukça önemli; çünkü yaşamları onlara aktarılmış yaşamların bir devamı. Değişimi sadece teknolojik olarak ve işlerine

  Gazeteci Nurcan Baysal İŞİD’in elinden kurtarılan kızlardan birisi olan İrvin ile çok önemli bir gazetecilik olayı gerçekleştirdi. 18 yaşındaki genç kızın İŞİD tarafından köle olarak satılması, diğer kızların içler acısı hali bir kez daha yüzleşmeyen, yüzleşmek istemeyen bütün aydınlığın, namusun, onurun, erdemin önüne serildi.

 Üstelik İrvin’in anlatmak istediği köle ticaretinin bir bölümü bizim ülkemizde gerçekleşiyor. Hani sürekli doğruculuk, kahramanlık tasladığımız güzel ülkemizde…

 İrvin, gazetece Nurcan Baysal’a şu tarihi haykırışı yapıyor;

 “ Beni bir mahkemeye çıkartın. Hangi mahkeme olursa olsun konuşmak istiyorum. Anlatayım bize ne kötülük yaptılar, anlatayım ki dünya utansın…”

 Acaba Nurcan Baysal, o genç kıza, onun beden ve ruhuna yüklenen derin yarıkların acılı yüzüne şunu söyleye bildi mi? Utanmaz olan dünya insanı, İrvin bir insan, beş insan, yüz insan eziyetiyle utanır mı? Daha 60 yıl önce öldürülen 50 milyon için utanılmadığı gibi, daha nice genç kız, kadın, çocuk için utanılmayacak…

 Bir başka yazar Olcay Kasımoğlu Zagnos Dergisi’nde şu seslenişi yapıyor;

“ Tarafsız kalmalara ne demeli? Yüreğim konuşurken, ben susamam; susarsam bir ölüden farkım ne?

 Birbirine rest çeken, sürekli güç gösterisiyle dünya gelişmelerini, teknolojik yükselişlerle, ilkelliği tam olarak irdelemeyen gamsız, renksiz, tutarsız insanlar topluluğu olmanın yüzleşmesini kim yapar ki? Zordur törpüyü nazik bedenlere sürmek; oldukça zor…

 Acılı baba kızı Özgecan için dışa vurmuyor ağlama yaşlarını. Gizlemiş, adalet isteğiyle örtmüş; ince haykıran, ağzından salya akanlar gibi yapmıyor; “katile de zulüm edilmesin, onun cezasını adalet versin” diyor. Bu topraklar böyle şeyler de üretiyor; vahşet ve evren kadar temiz adalet arayışları; dilekleri…

 Güven Serin 






12 Şubat 2015 Perşembe

İKİ PENCERE ve ATAOL BEHRAMOĞLU


Sanatının 50. Yılını Kutluyorum


Fotoğraf kendi sayfasından. Yıl 1977 -Yunanistan
İKİ PENCERE ve ATAOL BEHRAMOĞLU

  İki önemli yazar; Aziz Nesin ve Ahmet Cemal; ikisi de kendi pencerelerinden bakmışlar Ataol Behramoğlu’na.

  Edebiyatın yolculuğu farklılıkların bir araya gelmesiyle daha da anlam kazanır. Bu farklılıklara tat katan insanlar da yine edebiyatçılardır. Onların izlenimleri, irdelemeleri önemlidir.

  Aziz Nesin 1981 yılında Ataol’un gençlik yıllarında dokunmuş Ataol’un şiirlerine, şairliğine. Ahmet Cemal şiirinden, şairliğinden öte dostluğunu çıkartmış ortaya. Elbette şiirine de dokunarak.

  Aziz Usta 1981 yılında Ataol Behramoğlu’nun üç şiir kitabını birlikte almış. Ne Yağmur Ne Şiirler, Kuşatmada, Bir Gün Mutlaka şiir kitapları.

  Ahmet Cemal 2015 yılında yaşın yaşlanmayla buluştuğu yalnızlıkların ürkütücü hal aldığı bir anda dökmüş içindeki dostluk anlayışını;

 “ Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var/ Yaşadın mı büyük yaşayacaksın/ Irmaklara, göğe, bütün evrene karışırcasına/ Çünkü ömür dediğimiz şey, hayata sunulmuş armağandır/ Ve hayat, sunulmuş bir armağandır insana.”

  Aziz Usta ise sabırla okudu üç kitabı. Ataol’un yakınındadır da aynı zamanda. Buluşmuşlukları oldukça fazladır. Bir gün Okuma Güncesi olacak notlarını almaya başlar. İnce ince dokur birikimlerini, şiire, romana, hikâyeye, insana, şaire, yazara olan saygısını. Beyaz kâğıda bildik hatıra defterlerine yazılan hep hoşluk, sağlık, övgü sözcüklerini dökmez sadece; bir ömrün birikimlerini, edebi, felsefi, toplumsal anlayışını da döker;

 “ Ataol’un daha önce Mustafa Suphi Destanı’nı okumuştum. Ne çok beğenmiş, ne de hiç beğenmemiştim. Yukarıdaki üç kitabından kimi şiirlerini toplantılarda kendi ağzından dinlemiştim. Yine öyle pek sevmemiştim. Dörtlükler diye bir kitabı var. Okumadım. Ama Dörtlüklerden birini okumuştu o dörtlüğü çok sevdim.

 Bu kez üç kitabını özenle okudum. Kitabı okurken kitabın üstüne aldığım notlardan: Ben mi? Evet… Başlıklı şiirinin yanına şunu yazmışım: ‘Bence tekniğini, biçimini ve biçemini dahaca bulamamış bir şair, hem de epey yılın genç şairi olduğu halde…

  Bütün bu kitaptaki şiirleri okuyunca, ‘İşte bunlar Ataol’un şiirleri!’ ya da ‘Bunlar Ataol’un şiirleri olabilir…’ diyemiyoruz.  

  Ataol’un düşünsel yapısında da çok kısa sürede tam karşıt uçlarda düşüncesini değiştirdiğini, TYS yönetim kurulu toplantılarında tanık oldum. Kendi savunduğu herhangi bir düşüncenin, yarım saat tartıştıktan sonra, kam karşıtı olan düşünceyi savunduğunu gördüm. Birbirine karşıt düşünceleri nasıl savunduğunu sorduğumda, ‘ Değişim esastır, insan değişir…’ diye, hem de diyalektik olarak, kendini savunmuştu. Diyalektiğin böylesine kötüye ve acemice kullanıldığı her zaman görülmez.

  Bugünkü Ataol o günkü Ataol değildir. Daha sağlam ve sağlıklı bir temel üzerinde kişiliği oluşuyor. Ben o zaman da, bana düşmanca karşı olduğu, yarım saatte bir düşüncesini değiştirdiği zaman da Ataol’dan umudumu kesmemiştim. Nasıl olsa günün birinde doğruları görüp anlayacağını umuyordum. Niçin? Çünkü şair… İnsanda gerçek şairlik mayası varsa ve şiir onun vazgeçilmeziyse, nasıl olsa şairlik sezgisiyle ya da yordamıyla bilinçlenerek doğruyu bulacaktır.

 Pencerenin diğer tarafında duran Ahmet Cemal, dostu olarak gördüğü Ataol Behramoğlu için son notlarını köşesine aktarıyor:

 “ Acılardan aldı bütün diplomalarını. Ve şiirlerle, yazılarla, çevirilerle, öğrencilerle doldurduğu bütün bir hayat boyunca, o diplomaların hakkını vermeye doyamadı.

 Hayat yollarımız kesiştiğinde, sanırım seksenli yılların başıydı. Ama ne zaman arasam o insanca ses hep karşımda, hep kulağımda buldum. En büyük Rus yazarların şiirlerini, öykülerini, oyunlarını onun dilinden müziği eşliğiyle tanımanın mutluluğuna erdim.

  Ve bu paylaşım hiç bitmesin istiyorum.”

 Güven Serin 

 

 

  



11 Şubat 2015 Çarşamba

BİR ÖMÜR,BİR AVUÇ YAŞAM


Kamera; Güven-Ganoslar

BİR ÖMÜR, BİR AVUÇ YAŞAM

  Sağlıklı bir insanın ortalama ömrü 25 Bin gün ve geceye denk gelir. Sadece dünyamızın bile dört milyar yaşında olduğunu düşününce 70 yılın ne kadar bebek kaldığını görmek mümkün…

  70 yıllık ömrün yarısını uykuya, çeyreğini büyüme çağlarının kaygılarına, diğer çeyreğini kavgalarımıza, kinlerimiz, nefretlerimiz, ego tatminlerimiz ayırırsak; geriye sadece ve sadece bir avuç yaşam hakkı kalır.

  İşte o bir avuç sizin gözünüz gibi bakmanız gereken yaşamdır. Onu yudum yudum içmek bile korumak, anlamlı kılmak için yeterli değildir. Koklayarak, üzerine; doğanın titremesi gibi küçük esintiler, fısıltılar, çam, baharat kokuları serperek dokunmalısınız…

  Bir avuç yaşamı sımsıkı avuçladıysanız, dünya ile olan bağınızın o güzel yaşam avucuna bağlı olduğunu biliyorsanız; şairlerden, yazarlardan, doğadan da yardım alarak o bir avuç yaşamın size yapacağı sürprizlere hazırlanın derim! Çünkü doğanın, doğal olmanın çok sıra dışı sürprizleri vardır.

  Neler mi? Belki de akan zamanı yavaşlatmak; belki, durdurmak… Algılarınızı öyle bir düzenler ki, bir avucun kurbanı olur; yeşeren her filizle yeşerir, dönüşen her sararmış çiçekle dönüşürsünüz…

  Bir avuçluk yaşamınıza dünya edebiyatına, tiyatrosuna edebi damgasını bırakmış şairden; W. Shakespeare’nin Kralı VI. HENRY dünyasından sesleneceğim;

 “ Ah Tanrım! Ne mutlu bir yaşamım olurdu,
Basit bir çobandan daha yüksek bir yerde olmasaydım;
Bir tepenin üzerinde otururdum şimdi yaptığım gibi,
Büyük bir incelikle usul usul yontardım saatleri
Ve görürdüm dakikaların nasıl geçtiğini,
Kaç dakika bir saat yapar;
Kaç saat bir günü tamamlar;
Bir yılda kaç gün var;
Ve bir ölümlü kaç yıl yaşar.
Bunları öğrenince, bölerdim zamanı;
Şu kadar saat koyun otlatma;
Şu kadar saat dinlenip rahatlama;
Şu kadar saat düşünüp tasarlama;
Şu kadar saat eğlenip takılma;

Ah, ne güzel bir yaşam olurdu bu, ne tatlı, ne hoş! “

 Yaşamın içinde yeterince uzun süre kurtarmak istediklerimizin haberleri bile olmadı onları kurtarmak isteyişimizden. Şimdi kurtaracağınız yegâne güzel şeye yönelin; bir avuç yaşama… Bölün, çarpın, çıkartın, toplayın; işte elinizde kalan zamanı usul usul yontun; o sizin biricik yaşamınızın en güzel anıdır; yüksek gurur arınmış, hüznü anlamlı bir duyarlılığa, insan kabul edişine özümsemiş bir yaşamın ta kendisi; o, temiz avucunuzda duruyor işte…

 Güven Serin 


 



10 Şubat 2015 Salı

EKMEĞİNİ TAŞTAN ÇIKARTANLAR


Kamera; Güven   Tekirdağ-Çingeneler
Ben onları öyle tanıdım. Hiçbir sıfatın diğer
insanları ezmek için,mutsuz etmek için kullanılması
gerektiğine inanmıyorum. 


Kamera; Güven

ÇİNGENELER 
Daha yakından bakınca,dana nice
güzellikler,farklıklar çıkıyor ortaya


Kamera; Güven


Kamera; Güven -Çingeneler


Kamera; Güven  


EKMEĞİNİ TAŞTAN ÇIKARTANLAR

  Hasan Efendi Caddesinde eski bir bina yıkıldı. Neredeyse her gün bu yıkım çalışmasının yanında geçtim. İş makinesinden önce içeride balyoz sallayan kişiler Roman genç ve yaşlılardı. Hatta çocuklar ve kadınlar…

 Onlar kendilerine Roman denilmesini istediği için bu sıfatı kullanıyorum. Dışarıdan oldukça eğlenceli bulunan, dışı bizi, içi onları ilgilendirir felsefesiyle onları varken yok saymanın sadece belli zamanlarda anıp yüceltmenin hiçbir anlamının olmadığına inanıyorum.

  Seçim zamanı her siyasi parti gibi şu anki Süleymanpaşa Belediye Başkanı Ekrem Eşkinat da Romanlarla ilgili sözler verdi. Onlar için daha aydınlık, daha huzurlu, daha sağlıklı ortamlar hazırlamak; ülkeyi temsil eden bütün kurumların görevi.

 Yurttaşının bedensel ve zihinsel sağlığını korumak devletin görevidir. Aynı yurttaş suç işleyince nasıl mahkemelerin, hapishanelerin devreye giriyorsa; suç işlemeden, suça karışmadan; hatta hiçbir suça özenme ortamı hazırlamadan yurttaşını kazanmanın onlarca formülü vardır.

  Hasan Efendi Caddesinde bulunan binanın yıkımı günlerce sürdü. Balyoz sesleri diğer sokaklardan diğerine yankılandı durdu. At arabalarıyla, küçük kamyonetlerle gelen Roman gençler, çocuklar binanın yıkımından ayıkladıkları demirleri maden bulmuşçasına bir bir ayıkladılar. Elleri yaralı. Yüzleri tozlu. Kirpikleri yeterli beslenmeyişin cansızlığıyla yine de çoluk-çocuk; kadın-kızan hepsi oradaydı. Yaşlısı, genci, erkeği, kadını, kızı, çocuğu…

 Pazar sabahı yanlarından geçerken yıkımın sonuna geldiklerini gördüm. Belki birkaç günlük işleri kalmıştı. İnen her balyoz birkaç kilo demir umuduyla toz ile sesin senfonisini oluşturuyor.

 Yaptıkları iş oldukça tehlikeli; zaten tehlikenin en küçük izleri; kanayan, yarılmış el ve bedenlerinden belli. Ama asıl tehlike iş makinesi çalışırken neredeyse ölüm veya yaralanmayla burun buruna geliyorlar.

  Bir gurup genç delikanlı balyozuyla yıkımdan ortaya çıkan beton molozları kırarken, kadın, çocuk ve yaşlılardan oluşan bir grup ise yaktıkları ateşin etrafında toplanmışlar; yetmeyen güneşin erişemeyen ısılarını telefi için ısınıyorlardı. Ateşi daire şeklinde çevirmişler. Dünyamızın, gezegenlerin, yıldızların; hatta evrenin oluşturduğu gibi; dönme, yörüngeni oluşturma; yaşama katkı vermek adına en güzel şey daire oluşturmak…

  Selam verdim. Selamımı neşe içinde aldılar. Sızlanmalarında bile neşe var… Biraz dertleşince, onların yüzlerine, çocukların besinsizliklerine yakından bakınca kendi kendimden ürktüm…

 Kurumlarımızın yeterli samimiyet içinde olmadıkları için ürktüm. Merkezinde insan varmış gibi görünen kurumların şova yakın fotoğrafları, çalışmaları hiçbir zaman tam anlamıyla Roman çocuklara, kadınlara uğramamış…

 Benim samimiyetime inanan Romanlardan sesler yükselmeye başladı. Yüzlerde çalışmanın onuru vardı. Günlük 30–40 TL kazanmanın onuru…

 Aynı şeyi, tüm insanların istediği şeyi onlarda istiyor; İŞ… Hangi onurlu insan sadaka ve acınma terazisinde yer almak ister. Her erdemli insan evine giderken markete uğrayıp kendi kazancının parasıyla bir şeyler alma kıvancı yaşamak ister.

  Küçük Roman çocuk peşimden hiç ayrılmadı; “ Abi beni çek! Abi beni birde burada  çek” diyerek sürekli ayaklarımın dibinde dolaştı durdu. O küçük bir çocuk… Ama daha şimdiden büyümüş gibi; orası burası yaralar içinde. Üzerinde bulanan kazağı kaldırınca vücudunun her tarafının sedef hastalığı tarafından sarıldığını gördüm.

 Romanlar için hastalık, yoksulluk sıradan bir şey… Yanıma gelen genç delikanlılar Zafer ile Gökay ; “ Ağabey, nereye gitsek iş bulamıyoruz. Tuğla fabrikasında yıllarca çalıştık sigortamız ödenmedi. Tekstilde iş buldum, oturduğum mahalleyi söyleyince işten çıkartıldım.“

 Orta yaşlı Roman Adam en güzel haykırışı yaptı; “ Bizleri dışarıdan neşeli buluyorlar. Ne güzel oynuyoruz diye seyrediyorlar. Hâlbuki içimiz öyle mi? Oynamayalım da ne yapalım? Kafayı mı yiyelim?” 

 Bu oyun daha ne kadar devam edecek dostlar; merkezde insanın olmadığı; Roman deyince sadece “şüphe” akla gelmesi; ama bir taraftan şafak vakti kâğıt toplamaya çıkan Roman kadınları, erkekleri bilmeyişimiz, görmeyişimiz… Bir inşaat yıkımında, oradan çıkacak demirlerden birkaç yüz lira para kazanmak için hiçbirimizin kaldıramayacağı balyozu kaldıran, çift camlı pencerelerimizin ardında uyuyan insanlar; yani bizler daha ne kadar körlük ve sağırlık rolü içinde sanata dönüşmemiş heykeller gibi gezinmeye devam edeceğiz;

Sorarım, DAHA NE KADAR?

 
 Güven Serin 





9 Şubat 2015 Pazartesi

OHA SAYIN SEYİRCİLER


Kamera; Güven Sabancı Müzesi- Nilüfer Çiçekleri

OHA SAYIN SEYİRCİLER

  Suudi Arabistan Kralı Abdullah’ın ölümü ardından yaşananlar ancak bir tiyatrocunun seslenişle anlamlı bir anlatıma kavuşabilir; “ Oha sayın seyirciler!”  denir…

  Kralın ölümü için ülkemizde bir günlük yas ilan ediliyor. Kralın ölümünü, yas ilanını gerekçe gösteren Devlet Tiyatroları ve Şehir Tiyatroları bir günlük perde açmayarak büyük tepkilere neden oldu.

 İşin garibi, bu tepkilerde en çok öne çıkan şey ise Kral Abdullah’ın sanat düşmanı oluşudur. Diğer bir ikinci tepki de ülkemizde o kadar büyük ölümler oluyorken bile yas ilan edilmezken, Kral Abdullah için yas ilan edilmesi…

 Ama en ilginç tepkiyi de yine tüm yaşamını sanata adamış Genco Erkal , “ Oha Sayın Seyirciler ve de Yuh! Devlet Tiyatroları Suudi kral için oyunları iptal etti, oyuncular tepkili. Ben de bu akşam rahmetli sultanın anısına ‘ Bir Delinin Hatıra Defteri’ni oynarım. Akraba olurlar zaten. Bu da kendini İspanya Kralı sanıyor.

  Bu matrak dünyada insanların gözlerinin içine baka baka akıl almaz şeyler onurlu bir şeymiş gibi satılıyorsa, elbet ülke insanı da kendi buluşlarını en az krallar kadar krallık gösterisinde bulunurlar.

  Örnek mi?

 Karısını öldüren adam için ilk önce ömür boyu hapis veriliyor. Sonra, öldürme olayını hafifletici sebeptir diye karısının sevgilisiyle mesajlaşmasını aile sadakati açısından doğru bulmamış hâkimler, katilin ömür boyu hapis cezasını 5 yıla indiriyorlar. Yani erkekçe koruma hiç güdüsüyle hukuka, adalete kuşkunun tırpanını vuruyorlar…

  Oha, diyorum; oha…

  Sonra, bir başka hâkim bu davayı yenide inceliyor. Maktul Kadriye’nin telefon mesajları için Türk Telekom’dan döküm istiyorlar. Böyle bir şeye rastlanmıyor. Tabi ki katilin rahatı kaçıyor. Çünkü yeniden görülen davada 24 yıl hapis kararı, iyi halden dolayı 20 yıl hapse çarptırılıyor.   

 Katilin mahkemeye son bir hamlesi, son bir seslenişi oluyor. Hâkim söyle diyor;

Karım, başkasını seviyorum dedi, dayanamadım o yüzden öldürdüm. Bu sebepten indirim istiyorum, diyor.

Oha sayın seyirciler; gerçekten oha…

  Son ‘oha” seslenişini çekmek için bir başka ülke gerçeğimizin halen tam olarak aydınlanmamış bir olayını; cinayetini anlatmak istiyorum. Genel Maden İş Sendikası Başkanı Şemsi Denizer en parlak döneminde genç bir yaşta Cengiz Balık tarafından öldürüldü. Bu ölümün sır perdesi aralanmadı. Belki de aralanmak istenmedi. Böylece adalet, yine puslar arasında kendi yolunu aramaya devam etti…

  Şemsi Denizer’in katili yakın zaman önce izinli dışarı çıktı. Gazetelere verdiği demeçte şöyle söylüyor;

 “ Şemsi Denizer ile aramızda özel bir sorun vardı. O artık öldü. Birbirimizin ekmeğini yemişliğimiz vardır. Ona laf söyletmem!”

  Oha sayın seyirciler! Gerçekten de oha… Bir katilin ne büyük, ne yüce duyguları olduğunu da öğrenmiş oluyoruz. Katil Cengiz Balık bu iş şahsi mesele dense de, hesabına 150 ayrı kişiden yatırılan paralar, yakalanınca üzerinde bulunan 100 Bin TL değerindeki çek uyuyan adalet, hukuk tarafından görülmemişe benziyor…

 Sayın dostlarım; duyduklarınıza, gördüklerinize hiç şaşırmayın; sadece oha be kardeşim deyip geçin; yoksa pus, girdap, şamata sizi de yutar; varken yokmuş gibi olursunuz…

 Güven Serin



7 Şubat 2015 Cumartesi

KARA GÖZLÜ ÇOCUK


Kamera; Güven Ganoslar

Doğada var olmak için yaşama arzusuna sımsıkı tutunmak
gerektiğini canlı olan herkes bilir. 
Her güzelliğin dönüşümü ,yok oluşla sonlansa bile,
başka bir var oluş ve başkaları peşi sıra
geleceğini de biliriz. 
Bilmediğimiz şey nedir o zaman? Bu kadar sıkışmışlık
ağır yük sahibi olmayı genlerimiz mi, evren mi istiyor?
Yoksa bir türlü peşimizi bırakmayan soylu egomuz mu?

KARA GÖZLÜ ÇOCUK

  Daha henüz hava kararmış. Kış gününün serin gecesi. Aynı yerde aynı kız çocuğu; kara gözlerine düşmüş insan asaletiyle ona öğretileni, çocuk ruhuyla yoğurarak;

  “ Abii bir liran var mı? “

  Tekirdağ'ın sembolü haline gelmiş merdivenlerin yarısındayım. Kargaların akşam şamatası çoktan başlamış. Göçmen kuşların birkaç ay konakladıkları yaşlı çam ıssızlılığa gömülmüş. Tekirdağ'ın tenha gecesi bir kez daha döngünün içinde kaybolmaya hazırlanıyor. Aynı yerde; genç annenin birkaç metre ötesinde duran kara gözlü çingene çocuğu; çocuk seslenişinin en görkemlisini yapıyor…

 Birkaç metre gittikten sonra durdum. Bozukluk çantamı açtım. Yüreğimdeki en derin hislerle, en karşılıksız, en içten, en koşulsuz halde o küçük ele bıraktım. Oysa parayı vermekten öte o kara gözlü küçüğe ne kadar çok sarılmak istedim…

 Genç anne çocuklar birlikte teşekkür etti; kendi bildik dualarını tekrarladılar. Hiçbir dua, hiçbir bakış o çocuk seslenişindeki merhamet, sanatsallık kadar değildir.

 Sonra, sığınağıma uğradım. Her gece; çayını, salebini, ıhlamurunu içtiğimiz neredeyse sahilin tek yeri; Cafe D Marin’e. Nazım’ın 113. ölüm yıldönümü anısına paylaşılan makaleler, sanatçının yazdığı piyesten diyalogları inceledim.

 Sonya ile birlikte ortaya çıkarttıkları piyesi Nazım Rusça yazmış Sonya da Çekçe’ye çevirmiş. Oyunun bir bölümünde şöyle bir diyalog var;

HANOŞ (Kuba’ya) Ne yapıyorsun? Başkasının evini gözetlemek olur mu? İnsanın ruhunu gizliden gözetlemek nasıl ayıpsa evinin içini gözetlemek de öyle ayıptır.
KUBA; İhtiyar Çingene ölmeğe hazırlanıyor. Bak sen de. Ölümü hiç kimse onlar gibi güler yüzle karşılamasını bilmez…
İHİTYAR ÇİNGENE: (Çalgıcı Başıya) Bu dünyada kimseye kötülük etmedim, kimse bana öteki dünyada köpek yahut inek ol, diye lanet etmedi.
(Bu sırada çalgıcılar başlamışlardır oyun havalarına… Kızlar da teker teker oyuna kalkarlar ve çok geçmeden cümbüş kıvamını bulur.)

  Nazım yaşlı çingenenin ölümünü sanata sığınarak yapmış. Bir ölümün güzel, eğlenceli ve güler yüzlü olabileceğinin dikkatini çekmiş. Oysa ağır adam, ağır kadın olma merakı yüzünden ölümü unutan bizlerin, ölüm korkusu, çevrimize bulaşmaya başladıkça ne büyük travmalara dönüşür…

 Acaba kim ne kadar haklı; seçtiği yaşama dört elle sarılmakta! Yaşamın tınılarına, ritmine, her anına; soğuğuna, sıcağına, muhtaçlığına, bolluğuna, kıtlığına tanıklık eden çingene kadın mı, yoksa sürekli korkularla, kahramanlık hayalleriyle yer değiştirmeye zorlanan ruhların bedenleri mi? En büyük kahraman; yaşamı en sevda, en sevgi içinde; en eğlenceli, en güler yüzlü yaşayanlar olmasın sakın?

 Hepimizin sarıldığı küçük çocuklar olmuştur. Hatta bebekler… Onların kendilerine has kirlenmemiş kokularının en demir kalbi bile nasıl ahşap ustasının mimari sıcaklığına dönüştürdüğünü bilirsiniz. İşte o gecenin ıssızlığında, serin ayazında karşıma çıkan kara gözlü çingene çocuğa da öyle sarılmak istedim; en kirlenmemiş, en temiz ruhu olan küçük bir bebeğe sarılmak istediğimiz gibi…

 Bir gün, “bu çocuklar da bizim çocuğumuz efendim!” diye yazdığımda; burada el açan çocuklar için göstermelik bir çalışma yapılmıştı. Sonra; sonrası, birkaç ay sonra bir müfettiş görevlendirilmiş; benim şehrimde el açan, dilenen çocuk yoktur; sen bunu ne amaçla yazdın-çizdin; nazik sorgulaması…

 Sanırım, Bir Çingene kadının güler yüzlü ölümü kadar, güler yüzlü ve samimi yönetmiyoruz kurumları, haneleri, dostlukları; o yüzden, gülümsemeyi bilmeyen suratlar; ya sırıtmaya çalışıyor; can çekişen balıklar gibi; kıvrım kıvrım kıvrılıyor; ya da bir kötü kalpli cadının kahkahası gibi ürpertici bir ses yayılıyor ortalığa…

 Güven Serin 





5 Şubat 2015 Perşembe

SAİT DEYİNCE AKLIMA...


Fotoğraf; internetten

SAİT DEYİNCE AKLIMA…

  Sahi Sait deyince sizin aklınıza ne geliyor? Benim, ilk önce Burgazada geliyor. Kayasının üzerine oturup hülyalara daldığı, gözlemleri sayesinde bir tabiat aşığı geliyor.

  Arkadaşı Bedri Rahmi Eyüpoğlu içinse bunlardan öte çok daha başka şeyler geliyor akla;

“  Sait deyince aklıma gelenleri gelişigüzel sıralamak istiyorum. Aklıma çakıl taşları geliyor. Yer yer çok diri renklerle donanmış, kimisi serin, kimisi ılık, kimisi ayağı kavuracak kadar kızgın çakıl taşları!

  Sonra Amerikan filmlerinde gördüğümüz yüzü çilli, kınalı, perçemleri perişan, üstü başı toz toprak, yama içinde on iki on üç yaşlarında Allah’ın belası bir çocuk. Dediği dedik, kestiği kestik.”

  Ülkü Tamer’in aklına Sait deyince gelenler daha da ilginç;

“  Başka bir ülkede yaşamış olsaydı, adına kim bilir ne etkinlikler düzenlenirdi. Sık sık konferanslar, paneller, oturumlar, radyo-Tv programları, sergiler, gösteriler bir birini izlerdi.

  Sait Faik’ten söz ediyorum. Doğum haftasında Mozart’ın yaş gününü coşkuyla kutlayan bizler, kendi sanatçımızı neredeyse unutuluşun sessiz sayfalarına gömmüştük.

  Öyle ya, o bizden biri… Yabancı değil.”


 Mehmet Fuat ise Sait deyince aklına gelenleri, düşüncenin hürriyeti içinde, gördüğü, anladığı Sait’i anlatıyor:

 “ Bir savdaydı onun toplumsalcılığı. Belki eksik, belki yanlış, belki yetersiz, ama her türlü kuşkunun ötesinde, katışıksız, içten bir toplumsalcılık!”

  Acaba şehir Tekirdağ’ımızın bu şekilde kaç sanatçısı vardır? Yazın, şiir, resim, heykel, müzik dünyasına adanmışlık içinde, yerin yedi kat altındaymış gibi bilinmezlik, görünmezlik kültürlerine çevirdiğimiz; şehir sanatçılarımızı ne kadar hatırlıyor ve onurlandırıyoruz?

  Söz konusu Sait, şiir, şair, hikaye, yazar; düş ile gerçeğin arasındaki ince çizgiyse; Sait Faik; bir günün Sait’ini anlatsın bize;

  “ Bir çavdar ekmeği kırk kuruşluk kaşar peyniri aldım. Vapurun bomboş bir kenar kanepesine, birinci mevkiden sızan ışıkların iki pencere arası loş bir yerini seçerek oturdum. Akşam yemeğini yedim.

  Ölesiye yalnız, ölesiye mesudum. İçim kalabalık çekiyor. İnsanlar çekiyor. Çocuklar istiyorum: haşarı, sarışın, esmer, edepsiz… Seyahatler çekiyor içim.”

  Dostlar, bazen hülyaların peşinde koşmak, yaşamın diğer tarafına dokunmak iyi gelir; idealizmin ağır yükünü, bir parça kenara koyar, dost bildiğiniz, şairin, yazarın, sanatçının edebi salıncağı ile sallanmanın, yer çekimine dokunmanın çekiciliğini yaşarsınız.

 Güven Serin 





4 Şubat 2015 Çarşamba

KAVGA ETMEK VARKEN


Kamera Güven  Modern Sanat Müzesi
Mehmet Güleryüz
Sanatına, felsefesine;minnetle...


Kamera; Güven- Modern Sanat Müzesi
Ayağımı Yerden Kestin


Kamera; Güven- Modern Sanat Müzesi
Beni Sıkıyorsun


Kamera; Güven   Mehmet Güleryüz


Kamera; Güven  Modern Sanat Müzesi

Sanatın elini ve ayağını öpüyorum. Hoyratlığı,
daha güzel ne anlatır. Canlı olmanın erdemini kaybettiysen,
gücü gösterirken nasıl caniliğe dönüşüyorsun,
görmek adına;illa sanat;yeryüzünün şefkatli anası...


Kamera; Güven Modern Sanat Müzesi

KAVGA ETMEK VARKEN!

  Kavga etmek varken, park, bahçe, çiçek, şiirden söz etmekte nereden çıktı. Resimden, fotoğraftan, heykelden ise hiç söz etme!

  Bu içlenme, gamlanma nereden mi çıktı? Şehirleri yöneten bürokratların veya seçilmiş yöneticilerin yanına gidin, bu tür istekleriniz olduğunu söyleyin! Size gülerek değil sırıtarak bakacaklardır.

  Niçin mi? Elbette onların projeleri o kadar büyük ki; sizin söz ettiğiniz, meydanlar, parlar, bahçeler hepsi göstermeliktir. Merkezinde insan, çocuk, yaşlı yoktur. Bakımı zar-zor yapılır; yani öylesine…

  Bu köşeden, her daim bıkmadan sesleneceğim konulardan birisi de; bir sürü görünmeyen yüklerle omuzları, omuriliği ezilen, yüzünün yağları çekilen insanlarımın o büyük uykudan uyanması için; illa sanat diyeceğim…

  Hangi dalı olursa olsun! İster sinema, ister resim, heykel… İsterse şiir, şarkı, fotoğraf, tiyatro…

  İstanbul’un aristokrasisi çeyrek yüzyıldan bu yana sanata el attı. Gördüler ki şehirlerin talanını, insan sıkışmışlığını yine sanat kendi yöntemleriyle düşündürecek, insanlara esnekliği, zarafeti, barışı, sevgiyi, eşitliği, hakkı anlatacak…

 Çok geç kalınmış aristokrasi uyanışı da olsa, “kötünün iyisi” denen deyime sarılarak, şehrimin insanlarını; birkaç saat mesafedeki İstanbul’a dikkat çekmek istiyorum.

  Ne var bu şehirde? Bolca kargaşa… Büyük insan yığınları… İnanılmaz beton ormanları… Tamam, hepsi de doğru. Ama başka neler var? Büyük insan kalabalıklarının inanılmaz rengi var. Neredeyse tüm Anadolu, Balkanlar, Ortadoğu; hepsi orada. Göz merceklerinizi, kulak kirşlerinizi biraz daha netleştirin; o kadar!

 Özel müzeciliğin önemli girişimcilerinden birisi de Modern Sanat Müzesidir. Bugünlerde oldukça değerli sanatçıların eserlerine ev sahipliği yapıyor. Bunlardan birisi de Mehmet Güleryüz’dür.

  Mehmet Güleryüz kimdir? Kendisinin anlatımıyla;

Gücünü her noktada sorgulayıp, gözlemlemeye önem veren bir insan. Sanatçı… Onun gücü; sanatının gerçekliğidir. Gerçek yaşamdan alınma eserler. O da öyle söylüyor zaten;

“ Benim resmim gerçeği, gerçek nedenlerden ve ihtiyaçlardan çıkmasıdır. Yaptığım resim seyredenlerle kurduğu ilişki açıktır, şüpheye yol açmaz.”

 Değerli dostlarım; kiminle konuşsam, içindeki şüphe tohumlarıyla, siyaset ve sivil hayatın karmaşasıyla bunalmış durumda. Bu kadar büyük kargaşaları, şüpheleri, düzenbazlıkları inansın taşıması mümkün değildir. O yüzden de kullanılan antidepresan ilaçlar çığ gibi büyümeye devam ediyor.

 Şu kadar söylemek isterim; kendine acımayan ve bakmayan insana en yakını bile acıyıp, hoşnutluk içinde bakmaz. İlk fırsatta sizden uzak kalmayı düşler…

 Bugün, sırıtarak bakılan sanat; yine insanların biricik dostu, kurtarıcısı olacaktır. En acılı günlerde, sanat içerikli bir tiyatro, senama, sergi gösterimi; insanlığa, yaşayan ölülerin ağıtlarına “dur” deme cesareti gösterir; üstelik gönüllü bir davet çağrısı algılayarak…

  Kavga etmek varken, barışa, sevgiye, sanata yürümek istiyorsanız; çok yakınınızda bulunan resim, heykel, video ve sinema gösterimi çılgınlığı yaşanan Modern Sanata; tam da bugünlerde uğramalısınız. Çocuklarınıza, arkadaşınıza, sevgilinize en iyi bir hediye gibi sunmalısınız bu müzenin boğaz esintili sanat kokularını.

  Milan Derey Mehmet Güleryüz için şu metni yazmış;

“ Zamanın büyük bölümünü sağda solda dolaşmaya, düş kurmaya harcayan, özellikle akşamları gezinmeyi, sağanak altında serin yerleri yara yara yürümeyi, yaz ikindilerinde uyuşuk uyuşuk sendelemeyi seven gezgin bir karakterdir. “

 Düşlerinizden, kendi ruhunuzun öz iradenizle ortaya çıkarttığı büyük aşktan korkmayın; bilmelisiniz ki korkunun ecele faydası yok. Üstelik hiçbir insanın büyük gururu, korkunç duyarsızlığı daha iyi bir yaşam sanatı ortaya çıkartamaz; hoyratlığın ve miskinliğin böyle bir yasası yoktur…

 Güven Serin