25 Şubat 2022 Cuma

DÜNYA DELİLİĞİN PENÇESİNE DÜŞMÜŞTÜR

 

İNTERNET

                                      O HALDE, YA İSTİKLAL YA ÖLÜM!

                ( Dünya Deliliğin Pençesine Düşmüştür! )

     Bir milletin kaderini belirleyen bir söz olmaktan ötedir Mustafa Kemal Atatürk’ün 1919 yılında Sivas Kongresinde söylediği tarihi sözü, sözleri…

  Bin yıllık destanların, türkülerin yakıldığı elde kalan son vatan parçası için tek inancı budur; esir olmaktansa ölmek, hür yaşamak içinde kurtuluşa giden yolun savaşmak olduğunu biliyordu…

  Çocukluğundan beri askerlik sanatının ve savaşların içinde olgunlaşan bir insanın dünya görüşü ise şuuru yerinde olan herkesi duygulandıracak kadar insani, evrenseldir;

  “ Bu kararın dayanağı en güçlü muhakeme ve mantık şuydu: Temel ilke, Türk milletinin haysiyetli ve şerefli bir millet olarak yaşamasıdır. Bu ilke, ancak tam istiklale sahip olmakla gerçekleştirilebilinir. Ne kadar zengin ve bolluk içinde olursa olsun, istiklalden yoksun bir millet, medeni insanlık dünyası karşısında uşak olmak mevkiinden yüksek bir muameleye layık görülemez.

  Yabancı bir devletin koruyup kollayıcılığını kabul etmek, insanlık vasıflarından yoksunluğu, güçsüzlük ve miskinliği itiraftan başka bir şey değildir. Gerçekten de seviyesizliğe düşmemiş olanların, isteyerek başlarına bir yabancı efendi getirmelerine asla ihtimal verilmez. Hâlbuki Türk’ün haysiyeti, gururu ve kabiliyeti çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir millet esir yaşamaktansa, ölsün daha iyi…”

  Bu düşüncelerini henüz Kurtuluş Savaşı yapılmamışken söyleyen Mustafa Kemal, yaklaşık dört yıl sonra,1924 yılında “ Zorunlu olmadıkça savaş bir cinayettir.” Diyecektir.

  Her alanda kendini yetiştirmek, savaş alanlarında dahi vicdani değerleri; akıl, bilim, felsefe ve edebiyatla yoğuran bir insana dense dense; dahi denir…

  Hazır konu sanattan açılmışken, Kevın Costner ise kendi sanatı; sinema ile savaşın, öldürmenin ezici, yok edici rezilliğini gösterecektir. Haberci-Postacı filmi başlar başlamaz şu sözleri duyacaksınız;

  “ Dünya deliliğin pençesine düşmüştür.” Niçin mi, savaşarak birbirini yok etme an meselesidir de ondan. Ve hayatta kalmak adına Bill ismindeki beygiriyle şöyle bir diyalog içerisine girecektir;

  “ Bill, kural ezberimde! Uygarlıktan uzak dur! Benim kuralım! Fakat açız…” Bütün mesele budur işte; açlık… Sanılmasın ki bu açlık sadece mide denen şeyi anlatır. İnsanın insana, insanın sanata, bilime, sosyalliğe, kültürel dönüşümlere olan açlığının da sözsüzüdür…

  Bir başka dahi, sanatçı Mustafa Kemal Atatürk’ten üç yüz yıl önce şiirsel bir dille anlatır istiklalin anlamını;

  “ Essin yeller!

Aksın seller”

Ölümse ölüm!

Zincirsizsem kabulüm.”

  Ne demek ister bu dizelerin yazarı olan Şekspir? Zincirlere vurulmanın bin bir çeşidi olduğunu anlatmaz mı? Her türlü teknolojiye, rahata, şımarıklığa bağımlılığın bir başka zincirlenme olayı olduğunun altını çizmez mi Mustafa Kemal gibi seslenmez mi; ?

  “ Ya istiklal ya ölüm!..”

  Bir başka oyuncu, oyunu öteye, insanın saf ruhuna, uygar cesaretine taşımak için seslenir; bize; hepimize;

  “ Yaşa ve yaşat! İşimiz çok, daha yapacak çok iş var…”

   10 Kasım günlerini hüzne mi çevirelim, istiklali, istikbalimize katan yüce değerimiz olan dâhiye, zamanın alın terlerine karışmış olan tarihimize, kurtuluşumuza mı sevinelim?

    İnanmışlık içerisinde söylenmişse, vatan, millet ve dünya sevgisini akıl, bilim, sanatla yoğurmuşsa insan hiç çekinmeden söyleyebilir;

   “ Ölmedi Mustafa Kemal; yaşıyor, hepimizde…”

Güven SERİN  

 

 

 




24 Şubat 2022 Perşembe

NE İÇİNDEYİM ZAMANIN,NE DE BÜSBÜTÜN DIŞINDA

 

Kamera; Güven Tekirdağ


Kamera; Güven  Tekirdağ


Kamera; Güven   Tekirdağ 


Kamera, Güven 
Ayakkabı Ustası Osman amca

                     NE İÇİNDEYİM ZAMANIN, NE DE BÜSBÜTÜN DIŞINDA…

 

         ( Mehmet Öğretmen’in Misafirleri )

 

  Zamanın akışını, bu akış içerisindeki yerimizi kim çözdü bilemem… Bir şeyi biliyorum ki, edebi ve sosyal dünyaya uzanıp merak ettikçe, ne Şekspir’in oyunları, ne Montaigne’nin düşünceleri, ne de Sokrates’in derin sohbetleri kurtarır insanı…

  Tekirdağ Namık Kemal Halk Kütüphanesinin yenilikçi müdürü Hamide Çakır’ın yönettiği kütüphanenin yenilenen kitapları sayesinde zamanın daha da hızlandığını zannediyorum. Son aldığım kitaplar, kütüphane arşivine yeni kazandırılan, okuyucu ile buluşan kitaplar…

  Sefa Kaplan’ın kaleme aldığı Geç Kalan Adam – Ahmet Hamdi Tanpınar, edebi dille, sanatsal tınılar içerisinde okuyunca; “ Yetmez bir ömür, yetemez aç olan insana, sadece Türk edebiyatının birkaç yazarının görmediğim, anlamadığım eserleri ile karşılaşınca, belki de binince kez cehaletimle, zamanın yetmezliğiyle yüzleşiyorum…

  Sanatçının “ Ne içindeyim zamanın, ne de büsbütün dışında” dizelerinden esinlenerek Mehmet Çevik öğretmenimizin daveti üzerine, onun bin bir emekle inşa ettiği kır evlerine gittik.  

   Eski İl Kültür ve Turizm Müdürü Mehmet Altaş, Tekirdağ’ın ayakkabı ustası Osman amca, aramıza sonradan katılan Diş doktoru Birol Karaibiş, masanın etrafında, kır esintileri ve kokuları eşliğinde sanatçının zaman kavramına tutunup da seslenişi gibi hem zamanın içerisinde hem de dışında olmanın, kültüre, sosyalliğe dönüşen en ufak kırıntıların peşinde dinledik. Kır kokuları gibi ötelerden gelen anıların tatlı sohbetlerini…

  Mehmet Öğretmen, her zamanki hünerli hali içerisinde kadim zamanların insanları gibi hiçbir şeyi ziyan etmeme gayretiyle birlikte boşa akacak en küçük ânı bile değerlendirme telaşı içindeydi. Sohbet eşliğinde bezelye ekimi yapıldı. Özenle oluşturduğu bahçesi, bahçenin hem içinde hem dışında olmanın kolaylığı içerisinde defalarca gezildi.

  Kır evlerinin en güzel tarafı da, ruhu demlerken, midenin de değerli olduğunu hatırlamak. Mehmet Öğretmenin ocak başı ateşi, Mehmet Altaş’ın da gayretiyle yarım saat içerisinde bizi doyuracak besinleri pişirmeye hazır haldeydi.

  Ustaların, zanaatkâr ve sanatkârların deneyimi, görgüsü Osman amcanın ruhunda bir araya gelmişti. Boş elle misafirliğe gidilmez, düşüncesiyle eli dolu gelmişti. Midemiz doyarken, ruhumuz da besleniyordu. Eski anılara girince insan, Osman amcanın fotoğraflarını çeken, ulusal ve uluslar arası sahnede ödül alan Canan hanımı da anmamak olmaz.

  Osman amca sıklıkla tekrarlıyor; “ Canan hanımı kızım gibi sevdim. Onu yıllardır görmüyorum. Çok özledim.” Sözleri bir başka bilinmeze dönüştü. Herkes bir şeyle uğraşır, ateşin közünde pişen besinlerin kokusu etrafa yayılmışken, Osman amca usulca seslendi;

  “ Canan hanımın sesini duydum!” , “Ne dedi Osman amca?”, “ Osman amca, Osman amca diye iki kez seslendi. Halen kulağımda duyuluyor seslenişi.”

   Bir zamanlar okuduğum kitapta Avustralya’nın yerlileri olan Aborjinlerin birbiriyle çok uzaklardan haberleşmeleri geldi aklıma. Birbirine inanmış, saf sevgiyle tutunmuş insanların beyinlerinin çok ötelere mesaj yollamasını garipsemedim…

   Yaşadığımız bu olayın daha canlı, hiçbir başka düşünceye emanet etmeden, Mehmet Öğretmene aktardım. Osman amcanın özlemini,84 yaşına gelmiş sanatkarın saf sevgisini boşa çıkarmamak adına Mehmet Öğretmen Canan hanımın telefonunu çevirdi.1088 km uzaklıkta bulunan Canan Hanım telefonun diğer ucunda. Osman amca ile hasret giderdiler. Ve şu soruyu sorduk; “ Kulaklarınız çınladı mı? Sizi andık birkaç saat önce.” Aldığımız cevap aynen; “ İki gündür Osman amcayı rüyalarımda görüyordum. Çok özlediydim.”

 Zaman akarken, zamanın içinde veya dışında kalmış olmanın en güzel, en zengin tarafı; hatırlanmak, anılmak ve aranmaktan geçtiği bellidir. Kazandığımız zenginlikler, akan zaman karşısında almış olduğumuz yaş, ruhsal açıdan huzuru yakalanmadıysa, halen yapay mutluluklarla oyalanıyorsak vay halimize?

  Kim bilir kaç uygarlık böyle arayışların kurbanı oldu; çıkamadılar özgün kültürlerine sahip! Diyemediler, toplumlar, geçmişleriyle, folklorik değerleri, sanatçıları, öğretmenleri, doktorları, mimarları, çiftçileri, işçileri; velhasıl o toplumu MİLLET yapan bütün değerleriyle önemsenirse değerlidir, kalıcıdır, mutluluk ve huzur vericidir…

Güven SERİN 

 

 

 

  








18 Şubat 2022 Cuma

YAŞLI MÜZİSYEN

 


PABLO PİCASSO

                                                   YAŞLI MÜZİSYEN

                     

      ( Tuttum İnsanları Sevdim )

  Onunla hava limanında uçakların kalkma saatini beklerken tanıştım. İkimizde erken gelip hava limanı içerisinde kitap okuyup gözlem yapma görgüsüne saygı duyduğumuz belli… Antalya’ya bir davet için gidiyordu. Sevenlerinin isteği üzerine bir de müzik ziyafeti çekeceklerdi…

   Gözleri ışığa duyarlı olduğu için güneş gözlüğü takıyordu. Bir süreliğine çıkarsa da izin isteyerek yine taktı. Neredeyse ömrünün tamamını müzikle geçirmiş. Bolca anı ve serüven biriktirmekten başka hiçbir yatırımı ve birikimi yokmuş…

  Klasik manada sağlamcı ve çalışkan insanlara göre ; “ Bir baltaya sap olamayan” iyi insanlardan biri sayılmakta. Bu zamanda birkaç ev, birkaç araç ve yüklüce bir hesaba sahip değilsen, iyi olmak, sanatçı olmak yeterli görülmüyor.

  Her şey daha büyük, daha güçlü, daha ses getiren, fazlasıyla beğenilen mantık üzerine kurulunca; tam manasıyla bambaşka bir dünyevi amaç içerisinde buluyor insanlık kendisini.

  Devreye giren, insanlığın o korkunç ve yarı tanrı isteklerini yerle bir eden şey yine sanat oluyor. Sanatçıların insana dokunuşları farklı farklı oluyor. Kimisi müzik, bazıları sinema, tiyatro veya opera ile…

  Öykülerin dokunuşu ise apayrıdır; Goriot Baba’nın yaptıklarına, bugün için kaç kişi “ fedakârlık ve evlat sevgisi” der? Kim bilir ne küfürler ederler; muhteşem serveti sadece sevgi adına harcadığı için Goriot Baba’ya.

  Yaşlı müzisyenin yüzündeki tebessüm, özgürlüğünün kendi ellerinde oluşundandı. Nerede duracağını bilip, neyle yetineceğine çoktan karar vermiş olmasındandı…

  Tuvalete gitmek için izin istedi. Bavulları, gitarı ve yan tarafta duran kitabı bana emanet bırakıldı. Dokundum ben gelmeden önce okuduğu kitaba. Can Yücel’in şiir kitabıydı.24.sayfa ile 25,sayfa arasında beyaz bir kâğıt duruyordu. Kurşun kalemle bir sürü not düşülmüştü beyaz kâğıdın üzerine. Okuduklarıyla ilgili hatırlatma notlarıydı hepsi.

  24.sayfada epey çalışmışa benziyor. Altmış dokuz dizeden oluşan şiirin ismi; Bir Numaralı Halk Düşmanıydı. Dizelerin yarısından fazlasına işaret bırakmıştı yaşlı müzisyen. Kimisinin altını çizmiş, kimisi üzerine bir, bazılarına iki, üç ok işareti yapıp önem sıralarını belirlemişti.

  Can Yücel’in şairliğini sevmeme bilmeme rağmen bu şiiri hiç okumamıştım. Hayli uzun ve neredeyse tüm zamanlara hitap edecek derece sosyal meselelere dokunmuştu şair;

“ Reis Bey dedim Reis Bey

Asın beni dedim dövün öldürün beni”

 Şiire dalalı, notların içinde gezinmem kaç dakika sürdü bilmiyorum. Geçen süre içerisinde yaşlı şair geri dönmüş, kitapla olan tanışma törenini sessizce tebessüm ederek izliyordu. Onu gördüğümü anlayınca;

 “ Lütfen, rahatınıza bakın. Siz gelmeden önce okuyordum. Can Yücel’in Bir Halk Düşmanı şiirini de çok severim” dedikten sonra koltuğuna oturmadan önce almış olduğu kahvelerden birini bana uzattı. Küçük bavulundan bir kitap daha çıkartıp beni rahat bırakma adına açtığı bir başka kitabın sayfalarına daldı.

  Yaşlı müzisyenin nezaketi sayesinde hayli ilginç, duyarlı bulduğum şiirin altmış dokuz dizesini birkaç kez okudum. Dikkat çektiği notlarını irdeledim. En çok çizgi ve ok bıraktığı son dizelere iyice yoğunlaştım;

“ İşte böyle dedim Reis Bey

Başınızı ağrıtmayım

Yoksa bunlara gelinceye dek daha ne haltlar karıştırmadım

Biliyorum suçluyum razıyım cezama

Çalmadım öldürmedim ama

Daha kötüsünü yaptım

Na’aptım biliyor musunuz Reis Bey

Tuttum insanları sevdim”

  Kitabını teşekkür ederek iade ederken yaşlı müzisyene şu soruyu sordum;

-        Siz de şairin yaptığı gibi yaptınız, ömrünüzün bütününde insanları sevdiniz değil mi?

Biraz acılı, biraz soslu yüce bir tebessümle başını iki kez öne eğdi. Onun evet deyişi fazlasıyla sessiz ve duygu yüklüydü. Çünkü gözlerinde birkaç yaş tanesi, ömürleri ve ömürler ötesini anlatıyor gibiydi…

 Güven SERİN 


17 Şubat 2022 Perşembe

PAŞAKÖY'ÜN FLORENCE NİGHTANGALE'Sİ: AYTEN ABLA

 

İNTERNET

              PAŞAKÖY’ÜN FLORENCE NİGHTİNGALE’Sİ; AYTEN ABLA

  

   “İyi sanat kendi başının çaresine bakar” diye bir söz okumuştum. Bu sözden yola çıkarak;

“ İyi anılar da kendi başının çaresine bakar.” Sözünü ifade etmek, Kaf Dağları ardında kalan; özümsenmiş ve erdemli anıların artık yerinde duramaz halini, gün ışığına çıkma isteklerini de saygıyla karşılıyorum…

   Paşaköy dediğim yerin neşeli, huzurlu zamanlarını, bereketli topraklarını, Rumeli insanın marifetlerini anlatacak, sürekli tekrarlayacak değilim. Muhtemelen 1970’li yılların sonlarında Paşaköy’e gelen, iki katlı sağlık ocağına yerleşen Ebe Ayten ablayı anlatıp aktarmazsam, yazı yaşamı bana öyle bir şamar atar ki şaşkına dönerim…

   Ülkemizin Yukarı Fırat Bölgesi olarak bilenen Bingöl, yüksek dağları, sert esen rüzgârları ve yedi bin yıl öteye uzanan uygarlık tarihi ve geçmişin önemli uygarlıklarına ev sahipliği yapması nedeniyle de ayrı bir öneme sahip. Paşaköy’ün Florence Nightingales’si Ayten abla bu topraklarda, sert, temiz, erdemli rüzgârların esip gürlediği, karlarının aylarca kalkmadığı diyarın öz çocuğu-kızıdır.

   Nasıl ki Florence Nigttingale hemşire gencecik yaşta geldiyse İstanbul Selimiye Kışlası hastane bölümüne, Ebe Ayten abla da öyle genç yaşlarda geldi Paşaköy’ün iki katlı sağlık ocağının olduğu yere.

   O zamana kadar kim bilir kaç ebe, sağlık çalışanı görmüştü yüzlerce hane, yüzlerce insanı olan Paşaköy? Hiçbir zaman Ayten abla’yı sevdiği, kabullendiği gibi kabullenmemişti diğerlerini.

   Paylaşamazdı Paşaköy insanı Ayten ablasını. Birine misafirliğe gitse diğerinin gönlü kalmasın diye, bir zaman sonra oraya da giderdi. Sesi, kendisinden önce ulaşırdı mahalleye. Önce çocuklar sevinirdi Ayten Abla geliyor diye…

   İngiliz yaralı askerlere bakmak için İstanbul’a gelen 39 hemşireden birisidir Florence Nightingale. Bir de lakabı vardı; Lambalı Hemşire diye… Gece gündüz, yorulmak bilmeden o hastadan diğerine koşarmış…

   Ya Ayten abla? Hiç yorulmuş muydu her gün onlarca hastaya, yüzlerce soruya çare üretirken? Sanmam! Bingöl’ün yüksek rakımı ve sert eser rüzgârlarında, iyi sınanmış topraklarında test edilmiş ve mayalanmıştı onun ruhu ve bedeni.

   Ayten ablanın ev ziyaretleri, misafirlikten öteydi. Paşaköy’ün Ayten ablasıydı; olsaydı Paşaköy’ün kendi bandosu, belki de bando eşliğinde gelecekti, sağlıkçı şenliğine, insanlara seslenişine, çare üretip, gönül alışına müzik de, şarkılar da eklenecekti…

   Ayten ablanın misafirliğe gideceği ev sahibi kadın, günler önceden hazırlığa başlardı. Meraklı komşular sorardı; “ Niçin yapılıyor bu hazırlıklar” diye. Ev sahibi onur duyarak verirdi cevabı; “ Ayten, bizim Ebe Ayten gelecek” derlerdi, evlerinin kapılarını açacak, çaylarını içip, gönül hoşluğu içinde onları önemseyip sohbetlere sohbet ekleyecek diye…

   Mustafa Kemal Atatürk, savaş sırasında Çalıkuşu romanını okurken bulduğu tek bir gerçeklik vardı; Öğretmen Feride nasıl biri? Dimdik duran, çalışma yaşamına idealizm yürekliliği içinde katılan Feride, Mustafa Kemal Atatürk’ün Cumhuriyet kurulur kurulmaz özlediği Türkiye kadınıydı…

   Ebe Ayten abla, böyle yetişmiş, hizmet ettiği yerde, sorun, çelişkiler üretmek yerine verebileceklerinin fazlasını verip, aynı zamanda sağlık ve kültür, sosyal hareketlerin tohumlarını da ekmişti...

   Bugünün sağlık sektöründe çalışanların yorgunluğunu, bıkkınlığını görünce, zaman zaman Florence Nightingale efsanesini hatırladığımda Ebe Ayten Abla gelir aklıma; sesiyle, neşesiyle, yaptığı görevi, görev olmaktan öte efsane bir yere taşıyan o dik ve erdemli duruşun Ebe Ayten ablası… Mevsimler, şiir, masal, mitoloji tadında hatıralar adına minnet ile selamlıyorum Paşaköy’ün Florence Nightingale’sini…

   Orhan Veli’ye sorarlar ne iş yapıyorsun? O da şiirle, şiirin tok gerçekliğiyle cevap verir;

 

“ İşim gücüm bu benim; gökyüzünü boyarım/Her sabah, hepiniz uykudayken/Uyanır bakarsınız ki deniz mavi/Deniz yırtılır kimi zaman/Bilmezsiniz kim diker/Ben dikerim/Dalga geçerim kimi zamanda/Eh, bu da benim vazifem…”

 Güven SERİN 

 


11 Şubat 2022 Cuma

YİĞİDİM YİĞİT OLMASINA YA

 

Kamera; Güven SERİN - TEKİRDAĞ

Kamera; Güven SERİN 

Kamera; Güven SERİN
Hasan Akarsu-Öksel Demir

Kamera; Bülent

                                     YİĞİDİM YİĞİT OLMASINA YA!

 

   Bazen sahilde görürdüm O’nu. Kaldırılmadan, deşilmeden bağrı Liman Çay Bahçesi’nin iğde ağaçlarının serin gölgesinde otururduk bazı. Öğrenmiştim ondan Frişka rüzgârının Tekirdağ’a da uğradığını.

  O’ndan önce bilmezdik Hora Feneri’nin yüzyılı çoktan aşmış öykülerini. Karanlıkların, fırtınaların dövdüğü denize ışık çakan Hora Feneri denen Tanrıçanın Tekirdağ’a insanına, üzüm bağları ve zeytin kokuları olduğu tepeden kaldırdığı şarap kadehini, görmezdim o şair olmasaydı…

   “ Yiğidim yiğit olmasına ya/Yanık türkülere vurmayın beni” der sanatçı. Öyledir O’nun gülüşü, bazen Frişka rüzgârıyla demlenir, kimi beyaz bir kadının düşlerini sararak eylül mavisinde…

  “Gitmek kaldı yine bize

Soyağacını yazmak sevdaların

Kavgaların ve acıların!

Serin ve çağıltılı suyu gibi boğazların

Bir yaşımı bir yaşıma taşımak

Bir denizi bir denize

Beyaz bir kadının

Düşlerini sararak eylül mavisine…”

  Bir gün rastladım ona, bırakmış kendini Tekirdağ’ın rüzgârına.1940 yılında doğmuş doğmasına, o hep çocuk, tıpkı bir başka şairin, Orhan Veli’nin şiirindeki çocuk gibi;

“ Ben Öksel Demir

1940 yılında doğdum

1 yaşında Frişka rüzgârını duydum

2 yaşında denize dokundum

7’sinde mektebe başladım

9 yaşında yazmaya

10 yaşında okumaya

15’inde şiiri bildim

16’sında öykülerde gezindim

20’sinde Varlık, Yeditepe, Türk Dili, Dost, Yelken, Ataç, Değişim, Yeni Gerçek dergilerinde şiirlerimi, düz yazılarımı gördüm…”

“ Yiğidim yiğit olmasına ya

Yanık türkülere vurmayın beni

Tutuşur dizelerim dizelerim sonra

Her biri yıldız kendi halinde

Geceleri inen inen sessizlik

Umarsız açan eski yaradır

İşte yine yükseldi duvarlar

Etme gözlerim koru kendini”

  Nevzat Çelik’in şiiri, Ahmet Kaya’nın yorumu, kim bilir kaç kez dinlediğim bu melodi, hiç böyle hissettirmemişti beni…

  Düşününce şehri seven birini, kalemi tutan elleriyle, duygulara dem üfleyen şairi, yazarı, öğretmeni ve sanayiciyi, buluşmalar olmayınca kahve tadında atölyemde: Artık, telefondaki seslerimizle hal-hatır sormalara tanıktır bizim dostluğumuza. Yazgılıdır duygular gökyüzünden ötelere ulaşmaya, namludan çıkan mermi gibi, varacaktır menzile…

  Şimdi, şu anda, muhtemelen denizine bakıyordur bulunduğu bol ışıklı evinin koltuğunda. Elini uzatsa dokunacağı denizin, evinin bulunduğu yerden girmezler miydi çocuk çığlıkları içinde, yüzmez miydi serin sularında? Tutmazlar mıydı, gümüş ışıklar saçan balıkların en has olanlarını?

  Belki de kendi yazdığı şiirin dizeleri eşliğinde seyrediyor değerli bir ömrün upuzun serüvenini, termal rüzgârı yakalamış Çılgın Albatros’u izlerken fısıldıyordur;

“ Hadi, bırak kendini göçmen kuşların rüzgârına.

Senin hüznün karanfil kokusu

Bir yosun gibi vurmuşsun kumsala

Hadi bırak kendini

Kırgın bir kent kıyısına

Kendine çıkan bir sokağa

Senin öykün, senin için artık

İzin kalmamış kumsalda.

Hadi, yoğunlaş

Yoğunlaş ve dol bardağına.”

 Güven SERİN 

 


 








10 Şubat 2022 Perşembe

KOCAYOLUN TÜRKÜSÜ

 


Kamera; Şerif BİLİR /PAŞAKÖY/İPSALA

                                              KOCAYOLUN TÜRKÜSÜ

                       ( Ey Köyleri Hududa Bağlayan Yaşlı Yollar )

    Kaç zamandır yazmak istiyordum doğduğum büyüdüğüm yerin; anılarından bugüne süzülen, demlenmiş halde bekleyen kocayolun öyküsünü. Kocayol derlerdi adına. Bir meydandan bir ovaya giderdi; bildik bütün çocukları içine alıp da sıkılmayacak kadar “koca” bir yolun türkü söylediğini, bizi çağırdığını duyardık.

  Kocayol, şehirde olsaydı, adına cadde denecekti. Bir masalın içinde geçseydi; “ Ben diyeyim, bir dudağı yerde, bir dudağı gökte; çok uzun, çok geniş; Kaf Dağlarına kadar uzanır.” Denebilirdi…

  Çocuklar için büyüktür her şey. Merakın kendisi, korkunun, gizemlerin büyülü seçimleri gibidir büyümeye doğru ilerleyen yol öyküleri…

   Henüz delikanlıları vardı yörelerin ve kocayol denen yerlerin. Alımlıydı kızları, çeyizleri, beyaz ve buğday tenleriyle çeşme başı sohbetlerini bilirlerdi; evden çeşmeye, çeşmeden eve, omuzlarındaki ağır bakraçlara tutunmuş gümüş rengi bakırlar da yüzen dupduru suları taşırlarken…

  Kocayol’un sabahı ayrı, akşamüstü ayrı, gecesi ise apayrı yaşanırdı. Soluk sokak lambalarını kimsenin dert ettiği bile yoktu. Çeşmenin yanı başında İsmet ve Ahmet Dayımların evleri, karşısında ve aşağında, İhsan Dayıların, Hafize Yenge ve Osman Derin’in ve emen ardında Şerif Bilir’lerin evleri var. İçlerinde çocuk neşeleri kadar büyüklerin sessiz gülümsemeleri saklıydı…

   Mahallenin destancısı Sebile Yenge, akrabalık ile komşuluk iç içe geçmiş; Yaşalar, Serinler, Derinler, Karalar, Savranlar, Bilirler, Canlar, Çakmaklar, Savranlar, Saracalar, Çetinler, Özdemirler, Araslar, soy isimleri olan bütün fertleri kocayolun kalbinde büyüdüler…

  Kocayol, sadece Paşaköy’ün en geniş, en uzun yolu değildi. Sanırsınız ki şairini; Faruk Nafiz Çamlıbel’in şiirinin dizelerinde de yaşıyor gibiydi;

  “ Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar

   Dönmeyen yolculara ağlayan yaslı yollar!”

  Kocayolun sonundaydı “Yama” denen yüksek tepelik yer, bir çocuk için Meşe ve Gürgen ağaçlarının yaşadığı orman… Hemen aşağıda uzanıyordu bereketin çığlık çığlığa eğlendiği o eşsiz ova toprakları ve ürünleri. Neler yetişmiyordu ki; ak, kara ve nasırlı ellerin çapalarla, sabanlarla ektiği tarlalarında…

  Her tarlanın bir ahlât ağacı vardı; gölge niyetine. Ve bir de kuşların yuvaları, üremeleri, başka başka gece, gündüz yabanıl hayvanlarının yaşamaları, beslenmeleri hatırına…

   Kocayol’un çeşme başında buluşan insanları, basmadan donları olan komşu ve akraba kadınları, kadife, pazen kumaştan etekleri olan kızları, yaşadığı yerin ayrıcalığını bilen, kalplerine yayılmış sevgi enerjileriyle dolu ihtiyarlarının yürüdüğü yol, insanlarıyla birlikte; el ele, gönül gönle yaşardı…

  Kocayolun sonundaki yüksek tepedeydi yaşamın sırrı. Rengârenk bahçe biçimindeki tarlalarının ardındaydı Balkan topraklarından gelen ve nazlı nazlı Ege’ye dökülen Meriç. Bazen göğsünü kabartarak akardı; bildik bilmedik bütün öyküleri de beraberinde taşır, dönüşüm ve kavuşumun sessiz haykırışlarını taşırdı hiç ara vermeden süzülürken; Balkanlardan Ege’ye...

   Kocayolun sonundaki tepenin, yakınında bulunan koyun ağıllarından bölgeye yayılan çan, zil, koyun, kuzu ve köpek sesleriyle birlikte küspe ve Balkan kokuları ve mitolojik öyküler uzanıyordu her daim sisler ardında gizlenen Semadirek Adası’ndan…

  Tanrıça Nike için yapılan anıtlar, tapınaklar var orada, uzaktaki o adada. Homerus’un büyük eserinde yer alan Semadirek Adası, belli belirsiz göründüğünde kim bilir kaç çocuğun içine doğardı Tanrı ve Tanrıçaların seslenişleri…

  Bitmezdi kocayolun türküleri; dinmezdi çocuk çığlıkları ve suya giden hayvanların yabanıl kokuları, ayrı ayrı telaşların anıları… Bilemezdik o zaman Truva’nın nasıl yanıp yakıldığını. Paris, Hektor, Helen, Yarıtanrı Akhilleus,Agememnon,Hakebe bir anlam ifade etmezdi.

  En çok geceleri şenlenirdi kocayolun güney ucunda, köy meydanının hemen kıyıcığında olan Sinemacı Hüseyin’in yeri. İki film birden oynatılırdı; ahşap sandalyeleri, çekirdekli, gazozlu, beyaz büyük perdesi olan sinema sanatının icra edildiği yerde…

  Berber Ahmet’i, Ayakkabıcı Enver’i, Hasan Efendili Bakkalı, Terzi İsmail, İğneci Celaleddin, Kahveci Şefik Baş, Demirci Hüseyin, Arap Hasan ve Hamamcı Osman’ın işlettiği meyhane; çocuklar için ağır adamların yaşadığı, eğlendiği saygı duyduğu yerlerdi. Hepsinde umut, emek, heyecan ve insanlara ait felsefeler vardı…

  Böyledir büyük, geniş ve toprak yolların öyküleri ve türküleri; şairin şirindeki gibi;

  “ Ey köyleri hududa bağlayan yaşlı yollar,

   Dönmeyecek olanlara ağlayan yaslı yollar!”

 Güven SERİN 

  

 

 

 

 

 


7 Şubat 2022 Pazartesi

BIÇKIN REAİLST

 


                                                 BIÇKIN REALİST

 

  Şöyle çevreme bakıyorum da ne çok Bıçkın Realist var. Her şeyin en iyisini bilen, hemen her konuda fikri olan; “ Bilmiyorum” demenin ayıp sanılacağını düşünen bıçkınlara bazen gülmek, bazen de acımak geçiyor insanın içinden…

   Sanırım, ülkemizin kaderi de böyle insanlarımızın çokluğundan ayrı bir yöne evrililiyor. Toplumumuzun kurnaz sakinleri Bıçkın Realistleri pek severler. Onları öne sürüp, öncü rolü verip; “ Sen yaparsın ağabey” deyip, bıçkınları el yanmasın, el yakmasın diye maşa gibi kullanmak, Nasrettin Hoca torunları için çocuk oyuncağı…

  Bıçkın Realistlerin Romantizme olan karşı çıkışları fazla gerçekçi oluşlarından görünse de “ Senin gerçeğin nedir?” dediğinizde, elle tutulur bir gerçeklik de öne sürmedikleri gibi yol haritaları da bulunmuyor bizim bıçkınların…

  Bıçkın Realistler hemen hemen her siyasi parti içinde varlar. Yeter ki onlara mikrofonu ver. Sahneye davet et. Veya toplumun deyişiyle biraz gaz ver; en önde cephe kahramanlarına dönüşürler. Ne hikmetse bu Bıçkın Realistlerin muhteşem fikirleri kendilerinden öte herkese lazımmış gibi konuşurlar, bütün dünyanın dertlerini kendilerine dert ediniyor gibi görünseler de, bir türlü yakına, yaşadıkları ana bir parça neşe, lezzet katamaz-lar…

  Herkes en iyi bildiği alanda faaliyet gösterip kendi yolunun yolcusu olup, kendini önemsediği kadar diğer düşünceleri, canlıları da önemsese ne çok zaman kalır kavga etmekten öte; eğlenceye, dinlenmeye, düşünce dansı etmeye; ne çok heyecan, yepyeni fikirler çıkar ortaya…

  Bıçkın Realistlerin yanında siz siz olun çok ciddi konulara girmeyin. Öyle bir karşı duruşta bulunurlar ki kırk yıllık dostluğunuz da bir anda yok olup gider zamanın çöplüğüne. İnsan denen canlı ister istemez anıları, öncesi olan arkadaşlarını, tanıdıklarını özlüyor. Hele bir de araya birkaç veya daha fazla zaman birimi girdiyse, geçmişte yaşanan bıçkınlık tatsızlıklarını unutur gibi oluyorsunuz.

  Böyle bir anın yolcusu olup en sonunda aylardır görüşmediğim Bıçkın Realisti aradım. Sahilde çay bahçesinde buluştuk. On beş dakika kadar işler yolundaydı. Ortak konular, halden hatırdan söz etmeler sona erince, sazı bir ele aldı ki sormayın! Ülkemizin siyasi geleceğini, seçimlerin ne zaman olacağını, filanca partinin, filanca siyasetçilerin başlarına geleceklere kadar her türlü KÂHİNLİĞE soyunmadı mı?

  Korktum başıma geldi diye düşündüm. Konuyu ne kadar başka yere taşımaya çalışsam da Bıçkın Realistler bir kere motorları çalıştırmaya görsün, durmak bilmezler. Baktım ki sözlerim, uyarılarım sertleşiyor. Oysa ne büyük özlemle aramıştım bıçkın tanıdığı. Ne farklı sohbetler beklemiştim, gezdiği, gördüğü yerlerden geriye süzülen bir şeyler vardır diye…

  Olmadı, yine başaramadık… Konuşmayı, ortak konular bulup, yepyeni fikirlerle tartışmayı bir türlü başaramıyoruz… Her yer, Bıçkın Realistler le dolu… Akşam olunca televizyon kanalları arasında sıçraya sıçraya maymuna döndük… Tartışma programlarındaki Bıçkın Realistlerin bilgisi kaç filozof da vardır acaba? Her konuda, sınırsız, sansürsüz öfkeler, içi boş bir sürü teori; fikir diye insanlığın suratına suratına ne hakiki şamar gibi çarpıyor.

 Eğer Romantizmi, sanat dallarını, eğer bilim dallarını, felsefeyi, sosyolojiyi kendi çabalarımızla aramazsak, kendi yenilenme şölenini oluşturmazsak seyrettiğimiz tartışma programlarından öğrensek öğrensek; Bıçkın Realist olmayı öğreniriz.

  Bir kurtarıcı, bir kâhin gibi başlarız her açılan sohbete; ama çok sonra yalnız bir insanın ezik, büzük hali içinde şöyle diyebiliriz;

  “ Hiç arkadaşım yok! Hepsi bir yerlere kaçtı.” Bıçkın Realist, lafı evirip çevirmeyip “Bendeki sabırsız huylar, düşünce yapısı herkesi kaçırmaya yetti!” dese, belki kendi miladi dönüşümünü başlatacak ve dünyanın bıçkınlıktan öte ne çok rengi, sesi, soluğu, nefesi, dansı olacağını görecek de belki geçmiş günleri için ağlayacak; bıçkın bıçkın, realist realist…

Güven SERİN  

 

 


4 Şubat 2022 Cuma

ZENGİNLİĞİN BAŞ BELASI CEHALET

İNTERNET

               ZENGİNLİĞİN BAŞ BELASI EDEBİ CEHALET!

 

   Ne hikmetse insanlık hep ünlü olanların peşinde koşar. İster sanatçı, ister bilim insanı, isterse bir yemek mekânı olsun. Bir başka şehre gidince, ekonomik durumu iyiyse gidenlerin, hemen oranın meşhur lokantasını, aşevini sorar ve soruştururlar. Öyle ya, dönünce kendi şehirlerine, kasabalarına bolca anlatacakları, hatta övünecekleri bir iş yapmış olurlar…

   Kendi çapında ünlü olan eğitimci yazar arkadaşım Almanya’dan geleli birkaç gün oldu. Tatile gelmekten çok zoraki bir geliş; birkaç günlüğüne…

    Arkadaşımızın konu biriktirme, yani öykülerine, makalelerine malzeme oluşturma biçimi bizlerden epey farklı…

   Her geldiğinde “ÜNLÜ” diye girdiği lokantaya, üzerinde bulunan Komiser Columbo pardösüsü ve kasketiyle girmiş. Kasada duran kişide ünlü lokantanın sahiplerinden en ünlü olanı oturuyormuş. Tabi ki bizim ünlü ve eğitimci yazarı tanıyamamış!

   Eğitimci yazar arkadaşımın nüktedanlığı üzerinde kasada bulunan ünlü lokantanın ünlü sahibine elinde bulunan üç eski kitabı göstererek;

   “ Bak ben bu kitapların yazarıyım. Ünlüyüm. Bu kitapları sana vereyim, dört porsiyon köfteyi bedavaya alayım!”

   Ünlü ve eğitimci yazar arkadaşımın elinde tuttuğu kitapların yazarları, Dostoyevski, Gogol ve Lev Tolstoy’un kitaplarıymış… Yani Rusların ve dünyanın üç dev yazarı; çoktan bir başka evrene yolculuğa çıkmış olsalar bile eserlerin, sanatın mucizesi olan kalıcılığın yaşama biçiminden yararlanıyorlar.

   Ünlü lokantanın ünlü sahibi, eğitimci yazarın teklifini şiddetle geri iter;

  “ Hayır, bu kitaplar karşılığında sana bedava köfte veremem!”

   Oysa kitaplara bir bakıp yazarlarını görse; belki de Tolstoy, Gogol, Dostoyevski onun için bir şey ifade bile etmeseler, onların çoktan ölmüş ve çok ünlü yazarlar olduğunu bilerek, ona yapılan şakaya şakayla karşılık verecek…

   Ne hazindir; “Para kazanmak”, “ Kazanacağım” derken, tüm dünyaya; edebiyata, sanata sırtını dönmek gerekmiyor. Şarkıdaki sözleri hatırlatmak isterim;

   “ Bu dünya senin olmaz

Ettiğin sana kalmaz

Söylemiştim sevgilim

Parayla saadet olmaz”

   Bugünün dünyasında parasız hiçbir şey olmayacağı ortada… Belli ihtiyaçlarımızın; sadece yeme-içme, giyim, ısınma, eğitim, barınma değil, sanat, spor, seyahat giderilmesi, gelişmiş ülke insanlarının ölçüsünde yaşam hakkı elde etmek belli kazançlara sahip olma anlamını taşıyor…

   Sanıyorum bizim insanımızın farkı burada başlıyor; ya çalışmamayı, aylaklığın muhteşem yoksulluğunu yaşamaya adanıyor; ya da neredeyse gece gündüz; yirmi dört saat çalışma aşkına tutuluyor.

   Hoca Nasreddin’in söylediği gibi; “ Yok mu bunun ortası?” Var elbet, fazlasıyla var; dünyevi ihtiyaçların sadece yemek, içmek, üremek, giyinmek, çalım satmak olmadığını anlamak zorundayız…

  Gelelim bizim ünlülere; köfte şakası, eğitimci yazar arkadaşımızın şakasını açıklamasıyla son buluyor. Parasını veriyor dört porsiyon köftesini paketletiyor. Gülüşüyorlar; kasada oturan ünlü lokanta sahibinin gülümsemesi ise acı acı; zenginliğin içinde edebi yoksulluğunun ortaya çıkması onu rahatsız ediyor.

   Bir başka ünlü John Steinbeck almış olduğu Nobel ödülü konuşmasında edebiyat için şöyle söylüyor;

   “ Edebiyat, konuşmak kadar eskidir. İnsanın ona olan ihtiyacından doğmuştur. Ve o günden bugüne, ihtiyaç azalmamış, daha da artmıştır. Halk ozanları… Şairler ve yazarlar birbirinden ayrı ve müstesna değillerdir. Her şeyden önce işlevleri, sorumlulukları, insanlık tarafından belirlenmiştir.

   İnsanlık, gri ve kasvetli bir bilinç bulanıklığının pençesinde… Burada daha önce konuşan selefim büyük yazar Wiliam Faulkner’in söylediği gibi ‘ Bu evrensel korku trajedisi o kadar uzun zamandır devam etmektedir ki, artık ruhsal problemler kalmadı diyemeyiz”

   Bu arada, eğitimci yazarımız köftelerini alır, yeni öyküsüne gerekli malzemeyi bulur ve ünlü lokantamız-dan çıkar; içindeki aziz motorların usulca çalıştığını, dünya sınırlarını aşan edebi dünyanın içinde seçilmiş bir insan gibi varlığını sürdürmenin sevgili neşesiyle yürür; Tekirdağ’ın cadde ve sokaklarına, diğer insanların içene karışır gider…

Güven SERİN


 

3 Şubat 2022 Perşembe

MEHMET ALİ KARAKAŞ

 


Kamera,Güven Tekirdağ
                       MEHMET ALİ KARAKAŞ; BİR TEKİRDAĞ AYDINI

               ( Ab-ı türabın mehtap ile buluştuğu yere; TARSAL’a gidiyorum.)

 

  Uzun zamandır görmediğim bir başka aydın, Kenan Oflaz uğradı atölyeme. Her uğradığında olduğu gibi konular, Tekirdağ’ın mis kokulu bağlarının, meyve bahçelerinin, ahşap evlerinin akıp gittiği gibi, kendi içerisinde demlenerek geride değerli bilgiler, tatlar bıraktılar.

  Okuyan, gezen, gören, deneyim sahibi olan insanların görgüsü karşısında her daim saygı duymayı, onlara çok daha özenle yaklaşmayı sosyolojik, kültürel bir erdem kabul ediyorum. Kenan Oflaz bu seferde dolu gelmişti. Zihni, bilgilerin hatıralarıyla dolu insanların sohbetleri yeter ki doğal olsun. Kendiliğinden yaşanır şehri Tekirdağ’ın kadim anıları, nazikçe, gönüllüce güne davet edilir.

 Karakaşzadeler denirdi Mehmet Ali Karakaş’ın atalarına. Aile, ayakkabı imalatıyla ün salmıştı. Trakya’nın Türklere açılan kapılarıyla birlikte yerleşmişlerdi Güveçli ismiyle kurulan yere. Ve sonra, Mehmet Ali Karakaş gelmişti dünyaya. Onun sıklıkla Kenan Oflaz’a anlattığı anılarının en değerli ve anlamlı olanıydı sekiz yıl yapmış olduğu askerlik…

  Mehmet Ali Karakaş’ı, Tekirdağ’da yaşayan bu zarif ve görgülü insanı diğerlerinden ayıran şey neydi? Çok okuması mıydı? Çok düşünmesi? Nüktedanlığı mıydı? Vatanı için cepheden cepheye sekiz yıl yürüdüğü, ateş altında göğsünü siper ettiği miydi?

  Dünyanın bin türlü hali vardır. Bu hallerin en güzeli; yaşadığı ülkenin yanında yaşadığı şehri, kasabayı, köyü, mahalleyi sevmektir. Sevginin değirmeni işlemeye başlayınca ortaya çıkan ürünler, şafak vakti öten bülbüller kadar anlamlı işler, sesler, değerli anılar bırakırlar geriye.

  Güveçli’den Tekirdağ’a göç ettiklerinde Mehmet Ali Karakaş ve ailesi bugünkü Atatürk İlk Öğretim Okulu olduğu yere, iki katlı bahçeli bir ev kurdular. Ağacı, gölgesi, meyvesi, kuş sesleri, komşuları olan bir ev…

  Daha sonra ne oldu da bu ev okula dönüştü? Okul için en uygun yer olduğu düşünülmesi nedeniyle değerinin altında bir ücretle Karakaş ailesi yerlerini Milli Eğitim Müdürlüğü tasarrufuna bıraktılar.

  Mehmet Ali Karakaş, bugün Muratlı Caddesi Duygu Eczanesi sırasında duran viran ahşap binaların birisinde yaşadı. Sahile, TARSAL denen yere yürüyüşe çıktığında Vilayet önünü tercih ederdi. Orada bulunan iki heykel; Mustafa Kemal Atatürk ile Namık Kemal’in heykelleri karşısında durur, ilk önce Mustafa Kemal Atatürk’e, sonra da Namık Kemal Heykeli’ne selam verirdi.

  Hürriyeti ağzından düşürmeyen Namık Kemal’i, Cumhuriyet’i kurup, ülkeyi işgalden kurtaran Mustafa Kemal Atatürk’ü saygıyla selamlamanın yanında içine işlemiş sevginin de anlatımıydı bu seremoni…

  Böyle törenlere çok rastlamıştı Kenan Oflaz. Usulca yaklaşırdı Mehmet Ali Karakaş’ın yanına;

-        Nereye gidiyorsun Mehmet Ali Amca?

-        Ab-ı türabın mehtap ile buluştuğu yere; TARSAL’a gidiyorum…

   Kenan Oflaz’ın er sorduğu vakit, bir Tekirdağ aydını, gizli şairi olan Mehmet Ali Karakaş’ın verdi cevap hep aynıydı;

  “ Su ile toprağın buluştuğu yerde; sahildeki mehtabı izlemeye gidiyorum.”

 Evinde yüzlerce, belki binlerce kitabı olan, ardında sekiz yıllık askerlik anılarıyla geçmişin yükü, kederden öte destansı bin öyküye dönüşen Mehmet Ali Karakaş, Mustafa Kemal Atatürk’ün isminin geçtiği yerde söze; “ Hazreti Gazi” olarak başlardı.

  Geçmişin acılı, kederli kayıplarını bilenler bir İmparatorluğun ne hale geldiğini de, neredeyse vatanın her karışının işgal edildiğini de çok iyi görmüşler, tanıklık edip, postalsız ayaklarla siperden sipere, cepheden cepheye koşmuşlar…

  Şehirleri şehir yapan sadece coğrafya olmadığı gibi, yüksek binalar da, fabrikalar, kalabalıklar da olamaz. Şehirlerin öyküleri, taş, ahşap mimarileri, doğa ve tarih ile barışık halleri ve öncü, şairleri, yazarları, sanatçıları, zanaatkârları varsa; şehirler Homeros Destanı gibi dilden dile, milletten millete avuç değil, kucak açmaya devam edecekler…

  Bu çalışmamız, yıllar önce bu dünyadan göçüp gitmiş Mehmet Ali Karakaş’a bir selam-dua niyetine Namık Kemal’in bir sözünü edelim;

 “ Okumayı öğrenmek en güç sanattır. Âdemin hayvaniyeti yemekle, insaniyeti okumakla kaimdir.”

Güven SERİN  

  


2 Şubat 2022 Çarşamba

KAHVE KÖŞESİNDE FAZİLETLİ BİR İNSAN

 


                                                   Pallum Çavuş

                              KAHVE KÖŞESİNDE FAZİLETLİ BİR İNSAN

                                                 ( Yabancı )

   Ne değerli bir sözdür; “ Para ile imanın kimde olduğu belli olmaz” Akıp gelir geçmiş zamanların içinden; bu zamana kadar uzanır; kucaklar insanı insanlığın hatırına… Para ve imanın anlatımı karşıtı gibi gerçek sevginin, asaletin kimde olacağı da en kritik zamanlarda, belki de en dibe vurmuş zamanlarda belli olur…

   Bilirsiniz, her şey yolunda giderken bir sürü kuru, içi boş “ Hal-hatır” sormalar olur. Ya, şartların değiştiği, kayıpların arttığı, bulanıklığın çoğalıp, ağırlıkların çöktüğü zamanlar? Erdem, dik duruş, sağduyu, yüksek karakter tam da bu zamanda belli eder kendini; usulca; pis gururdan arınmış, korkunç batıklık kokan çalım atmalar-dan sıyrılmış bir şekilde…

   Akçeşme’de sıradan bir gece vaktinde Sabuncu çayhanesinde tanıdıklarla birlikte sohbet etmekteydim. Yaşar, huzur içerisinde bulmacasını çözmekle meşguldü. Erdal Sabuncu, müşterilerine çay getiriyorken, ayaküstü hal hatır sormanın becerisi içerisindeydi. Ahmet Sabuncu, yeni yitirdiği eşinin acısını, kadersel bir destan içerisinde taşıma gayretinde selam verip geçti kendi masasına.

   Biraz ötemde, sobaya yakın olan yerde Yakup oturuyordu. Hani, şairin dizelerinde dile getirdiği Yakup;

   “ Daha hiç çağırılmadım

Biri olsun ‘Yakup!’ diye seslenmedi hiç

Yakup!

Diye seslenmedi ki, dönüp arkama bakayım”

   Masada oturan arkadaşlara çay söylerken yaşamı boyunca bir kez “ Yakup” diye seslenilmemiş kendi halinde tüm masumiyetini koruyan Yakup’a da bir çay söyledim. Ve ilk kez konuştum, yaşamı boyunca seslenilmemiş Yakup ile. Tane tane, çocuk mahcubiyetinde ve biraz bekledikten, belki de lafını demleyip mayaladıktan sonra konuşuyor, cevap veriyor; dosdoğru, apaçık…

   Boyu bir seksen, yaşı yetmişe yaklaşmış birisi girdi kahvehaneden içeriye. Bir yıldan beri akşamları gidip geliyormuş Erdal Sabuncu’nun kış günleri sıcak olan kahvehanesine. İsmi,”Yabancı” olarak çağrılıyordu. Nereli olduğunu kimse sormamış; birkaç Türkçe sözcükten başka bir şey bilmeyen yabancı küçük masaya, sobanın kuzey kısmına oturdu.

   Göz göze geldik yabancı denilen kişiyle. Sonradan masamıza davet edince öğrendik isminin Pallum Çavuş olduğunu. Müslüman Arnavut vatandaşıydı. Hangi suçu işledi bilinmez, iki yıldır açık cezaevinde cezasını çekmekteymiş. Covit–19 yüzünden onun gibi mahkûmlara izin verilmiş. Ellerinden pasaportları alınmış, dışarıda olun, içerisi yeterince kalabalık deyip salınıverirmişler Tekirdağ şehrinin içine.

   Pallum ile göz göze geldiğimde gürdüm ruhundan dışa vuran erdemine. Suçu ne olursa olsun, bakışlarında en masum çocuğun bakışı, en soğuk güne dokunan güneşin aydınlığı vardı. Yakup ile birlikte ona da çay söyledik. Derdini, kıt olan Türkçesi ile anlamaya çalıştık.

   Gördük ki Arnavutluk’ta kimsesi yokmuş. Ne arayanı ne de soranı vardı, Türkiye’de, Tekirdağ’da yarı açık cezaevinde cezasını çekerken. Şimdi dışarıdaydı; kaderiyle, daha önce yüzleştiği gibi kim bilir kaç yüzleşmenin içerisinde, malı mülkü yerinde, banka hesapları sağlam olanların bile yüzündeki huzurdan daha büyük, daha insanca bir huzur içinde çaresizliğini anlatırken bile fazileti haykırıyordu…

   Sevilalı Keşiş, sığındığı mağarasının duvarına şu sözleri kazımış;

   “ Öyle bir tapınak inşa edelim ki, bizi deli sansınlar!”

   Arnavut Pallum, öyle bir tapınak inşa etmişti ki, bir lirası yokken cebinde, yaşamın içinde kalmak için günü camilerin yakınında, yardımseverlerin kıymetli tercihlerinde zorluyordu insanın insanlık yolculuğunu. Eline geçen birkaç lirayı, yine çevresinde gördüğü garibanlara dağıtıyormuş, onu yakından tanıyıp bilen;  “Bu adam çok iyi bir insan; bana kötü deyin ona demeyin!” diyen büfecinin tanıklığını da dinledim birkaç gün sonra…

  Ne anlatmak istiyordu filozof Augustinus;

   “ Cahilliğim yüzünden bu sorular akılımı iyice karıştırıyordu, hakikatten uzaklaştıkça hakikate eridiğimi sanıyordum. Çünkü bilmiyordum ki kötülük yoktur, kötülük denen şey sadece hiçbir iyi kalmayıncaya kadar iyilikten mahrum kalmaktır.”   

 Güven SERİN 

 


1 Şubat 2022 Salı

YARIN,BİRBİRİMİZE SARILIP AĞLAYACAĞIZ

 

internet

         YARIN, BİRBİRİMİZE SARILIP AĞLAYACAĞIZ

                                        ( Üç Genç Kız Öyküsü )

    Yürüdüğüm yer Tekirdağ Süleymanpaşa sahili. Yan tarafımda Belediye Başkanı Ekrem Eşkinat zamanında farklı ülkelerden gelip yarışmaya katılan heykeltıraşların kazandıkları mermer eserlerle süslü; müzisyen heykelleriyle, bir sürü öykü anlatıyor. Bir anlığına kendimi antik bir şehrin ana caddesinde yürüyor sandım.

    Yaşadığımız yerlerin büyük çoğu antik zamanların uygar şehirlerinden bile geri olduğunu bilmenin acı yoksulluğunu kaç kişi hisseder acaba? Şehrin Açıkhava Tiyatrosu, atletizm alanları, çok büyük kütüphanesi, muhteşem mimarileriyle, meydanlarında konuşan filozofları; hangi şehirde öne çıkıyor günümüzde?

   Tenha tatil günün başlangıcında Özgürlük ve Barış Parkı’na doğru yürüyordum. Hemen ardımda Z Kuşağı olduğunu düşündüğüm genç bir kız, arkadaşıyla telefon konuşması yapıyordu. Aynı ritimde yürüdüğümüzden ve sahilin sessiz sükûnetinden dolayı konuştuklarını duyabiliyordum.

   Bir gün önce yaşadıkları, birlikte geçirdikleri gecenin ardından yaşadıkları hayal kırıklıkları üzerine bir konuşmaydı. Belli ki olgunluk yolunda eğlenmek, kendilerince büyüme adına yol almak istemişler. İçmişler, efkârlanmışlar ve sonu pek de iyi bitmemiş…

   En sonunda arkadaşlarından birisi içmenin yüce erdemini bilemeyerek fazla kaçırmış. Ambülâns çağrılmış, tıbbı yardımlar istenip alınmış. Gece, eğlenceyle başlayıp hastanede bitmiş.

   Yaşadıkları o geceyi, belki de yaşam boyu öğrenecekleri en önemli görgüyü, aşırılığın zararını konuşuyordu iki arkadaş. İçkiyi fazla kaçırıp hastaneye getirmek zorunda oldukları arkadaşıyla az önce konuşmuş ve onun yaşadığı pişmanlığı, ezikliği, utancı da anlatıyordu telefonun diğer ucundaki arkadaşına.

   Z Kuşağı denen Alfa Kuşağı’ndan önceki, Y Kuşağı’ndan sonraki nesli yabana atmamalı derim. Beslenmeleri, müzik dinletileri, felsefeye, edebiyata bakış açıları hafif gelebilir ilk önce bize. Şu soruyu sormak isterim kendimize; ağır görünmek, ezbere yaşamak, öğretiler peşinde koşmak yerine, toplumsal dönüşümün habercisidir Z Kuşağı olan genç insanlar.

   Onları sıkıştıramayacak köşeye bizlerin ağır söylemleri. “ Elalem ne der?” düşüncesi kim bilir kaç gencimizin, insanımızın canına okudu yıllarca, hatta yüzyıllarca. Değişmeyen tek şey değişimin kendisi ise, Z Kuşağı ise bunun habercisidir; ağır adamlığın, ablalığın sonuna gelindi…

  Telefonda konuşan Z Kuşağı genç kız, geceyi utançla bitiren, soluğu hastanede almalarına neden olan arkadaşıyla konuşmalarının son bölümünü aktardı konuştuğu arkadaşa;

   “ Esra ile az önce konuştum. Çok utanıyordu. Pişmandı ölçüyü fazla kaçırmak adına. Şöyle söyledi son sözlerini bana; ‘ Yarın, üçümüz bir araya gelelim. Konuşalım, dertleşelim ve birbirimize sarılıp ağlayacağız…”

   Genç kızın son sözleri; “Birbirimize Sarılıp Ağlayacağız!” Zamanlar ötesine uçtum sanki… Üç genç kız, yaşadıkları, belki de hayatlarında alacakları en önemli dersi, pratik bir şekilde konuşup, tartışacak ve insanca; filozofun de üzerinde durduğu; “ Pek insanca” yoldan halledecek, aynı zamanda sarılacak ağlayacaklardı…

   Oysa onlardan birkaç kuşak öncesi; yani bizler; ağlamanın, ayıp olduğu zamanlardan geliyoruz…

”Gülmenin, ağlamanın, fazla konuşmanın, düşünmenin, bacak bacağa atmanın, şöyle-böyle giyindin!” AYIPLARI ardından geliyoruz…

   O yüzden bizler çoğunluğun olduğu yerde bir söz alsak; yutkunur, konuşamayız. İçimiz doludur; neredeyse yüzyılların doluluğu, atalarımızdan kalan, bir türlü ağlayamamanın, gönlünce gülememenin doluluğunu; birbirine sarılacak olan üç genç kız; SARILIP AĞLAYACAKLAR; bütün kuşaklar adına…

   “ Uykumun arasından çağırdım

     Çocukluk sesime ağlayarak

     Sen benim hiçbir şeyimsin”

   Böyle yazmış Attila İlhan ve yorumlamış Ahmet Kaya…

Güven SERİN