23 Ekim 2020 Cuma

GİTME O GÜZEL GECEYE USULCA..

 





GİTME O GÜZEL GECEYE USULCA

Muson yağmurları ve göçebe çobanlar, tıpkı şairin (Dylan Thomas) şiirindeki gibi usulca gider ve gelirler;

“ Gitme o güzel geceye usulca

İyi insanlar, son defa ellerini sallarlar,

Öylesi ateşli bağırarak.

Faydasız işler yeşil bir koyda

Dans ediyor olabilir ama onlar da,

            Öfkelenirler, öfkelenirler

             Işığın ölümünün karşısında.

 Güneşi uçarken yakalamış olan vahşi insanlar." 

  Bazen bir şiir,bir fotoğraf,resim,karikatür ; günlerce,aylarca söylenecek olanı söyler ve öyle gider; usulca,hafiften ıslık çala çala...

Güven SERİN 



14 Ekim 2020 Çarşamba

SAĞLIKLI YAŞLANMAK

 





                                             SAĞLIKLI YAŞLANMAK

  

  Bu güzel toplum birbirine bakarak kararmaya devam ediyor. Kişioğlu kendine bakmadığı için sağlıklı kalma mücadelesi verenler de hemen göze batıyor. Nasıl; derseniz anlatayım. Bir tanıdığım evine zeytinyağı almaya başladı. Sadece salatalara değil, yemeklere, kızartmalara da kullanmaya başlamışlar. Niçin? Zeytinyağı daha sağlıklı olduğuna inandıkları için.

   Bu tanıdık bir akşam akrabalarını ağırlamış evinde. Patates kızartması yaparken akrabaları erken gelmişler ziyaretlerine. Zeytinyağı kokusunu duyan akraba kişi; “ Öf bu koku da ne?” diye bir güzel paylamış, azarlamış bizim tanıdığı. O da, zeytinyağı izah etmeye kalkmış. Sonunda ne mi olmuş? Bir güzel cevabını almış; “ Bugüne kadar diğerinden yediniz de ne oldu? Şimdiden sonra zeytinyağı yeseniz ne olacak? Hem, siz ölmeyecek misiniz?”

   Meşhur soru veya çıkıştır; “ Sen ölmeyecek misin? “ Azcık kendinize bakmaya başladığınız zaman; spor, seyahat, daha bilinçli beslenme; hemen en yakınınızda bu çıkışı görürsünüz; “ Siz ölmeyecek misiniz?”

   Sağlıklı yaşlanma denen bir şey var. Anlamayana anlatmak çok zor olan şeydir; sağlıklı yaşama tercihi… İki büklüm, aksıra-tıksıra bir yaşam mı; yoksa hem fiziksel, hem ruhsal olarak son ana kadar zinde yaşamak mı? Sağlıklı yaşlanmanın sonucu olan şey; yaşamın her bölümünün, her yaşın değerli oluşunu hissettirir.

   Meşhur bir atasözü vardır; yüzlerce yıl tecrübesi ve deneyimiyle her daim seslenir; sağlıklı yaşam gibi; “ Bakarsan bağ, bakmasan dağ” olur der bu söz… Özü, bakılmayan, hizmet edilmeyen hiçbir şeyin sağlıklı, düzenli, huzurlu olamayacağını anlatır. Tıpkı, bedenimiz de bağ-bahçe gibidir; bakmaya, beslenmeye muhtaçtır…

   Duyarlı ve bilinçli doktorlarımız ısrarla dile getiriyor;

 BESLENME,

ETKİNLİK,

 UYKU,

STRES YÖNETİMİ

   Neredeyse tüm hastalıkları tetikleyen üç unsur; Yanlış beslenme, hareketsizlik ve STRES… İnanın bana sağlıksız olanı hiç kimse sevmez. Ondan hoşlanmaz. En yakınınız bile; bir an önce sizden kurtulma düşleri kurmaya başlar. Sağlık derken; hem beden, hem ruhsal sağlığımızdan söz ediyorum. Boğa gibi güçlü olsanız bile, ruhsal dengeniz yerinde değilse, çevrenize zulüm etmeye başlarsınız; belki de farkına bile varamadan…

   Daha yetmişli yılların sonunda Bilim ve Teknik okumaya başladığımda hareketin evrenimiz, dünyamız ve bizler için ne büyük mucize şey olduğunu anlamaya başladım. Dünyanın saatte aldığı hızı bir düşünseniz, tam olarak hissetsek; şaşar kalır, heyecandan coşar ve o coşku içinde panikler-iz…

   Yaşamın var olabilme mucizesidir hareket… Nasıl ki evren bu harekete-hıza, döngünün muazzam gücü olan istikrara, genişlemeye muhtaçsa; insan denen canlı da; harekete-spora; yani etkinliğe ihtiyaç duyar.

   Sporun her çeşidi makbul olsa bile, herkesin yapabileceği en değerli spor; YÜRÜYÜŞTÜR… Kendi kendinizle zararsız ve masrafsız deneyler yapabilirsiniz. Haftanın dört-beş gününü yürümeye başlayarak bu deneye başlayabilirsiniz. Yarım saatlik yürüyüşler; bir parça hareket ve istikrar neleri değiştirecek bir görün. Bir şey olmuyor diyorsanız birkaç ayın sonunda; bir kusur bulmalısınız kendinizde; hareketin kendisinden önce…

 

  Beslenme konusundaki bilgilerin, yazılanların ve çizilenlerin sonu yok. Peki, ama nasıl yapacağız? En doğru bilgiye, görgüye nasıl sahip olacağız? Bilgi denen şey bu yüzden değerlidir. Gerçek ve faydalı olana ulaşmak için biraz çaba, biraz dikkat gerekir. Bu çabayla beslenmemizi kontrol altına alıp, yetersizliğimizi doğru takviyelerle ciddi değişimler yapabiliriz. Hatta yaparız…

   Dünyanın yükünü kaldırmak için ne kadar çok insan doğdu ve öldü; hesaplayabilir misiniz? Oysa kendi yükümüzü ağırlaştırmak yerine, onu parçalara ayırıp taşımayı ve gereksiz olanları sırtlamaktan vazgeçmeyi becermek; yine kişinin altyapısı; bilgi ve deneyimiyle mümkündür.

    Bugün, niçin değişim gününüz olmasın? Hep Kaf Dağının ardında aradığınız huzur; niçin sizin içinizden doğmasın?

Güven Serin 

9 Ekim 2020 Cuma

ŞAN ve ŞEREF ÖLDÜ

 




                                                   ŞAN ve ŞEREF ÖLDÜ

   Gelenek ve görenekler hızla değişiyor, yaşam biçimleri, yaşama ait alışkanlıklar da öyle. Bunca milyon yılı geride bırakan insan, bütün değişimlerden sonra yine de insanı arıyor. Geleneğin, göreneğin, alışkanlığın içinde bulduğu bir parça sevginin ve saygının olduğu yerleri özlüyor…

    “Değişmeyen tek şey değişimin kendisidir “ felsefesin yerden göğe kadar haklı sayılsa da, başka bir düşünce üzerinde durmak istiyorum. İnsanın; toplumların özümseyerek, hazırlık yapıp, önlem alarak değişmesini anlarım. Ama savrularak, yitip giderek, küçük kıyametleri yaşayarak değişimi anlamak için akademik çalışmalar yapılmalı ve ciddi önlemler alınmalı; savrulmadan geriye kalacak gençliğimizi kurtarmak adına.

   Çevremde; parklarda, çay bahçelerinde ve yakınında olduğum insanlardan sıklıkla duyduğum bir yakınma; dert yanma biçimi; “ Yakın tanıdığımın oğlunun-kızının düğünü-nişanı olacak; o bize küçük altın takmıştı. Onlar taktığında çeyrek altın 200 TL idi. Bende ancak 200 TL takabilirim.”

   Görünen o ki; sosyal ve ekonomik hayat; geleneği, göreneği zorluyor. Hatta her an kapının dışına def edebilir… Bu söylemlerdeki insan davranışları içinde ciddi acıları, hüzünleri de taşıyıp anlatıyor. Durumu kötü olanlar; davetli olduğu düğüne-nişana bile gitmemenin çaresini arıyor, bir hastalık; mazeret üretiyorlar…

   Bu davranışların, sosyal çürümenin, gelenekleri ezip yok etmenin biraz üzerine eğilmiş olsak, şunu göreceğiz. Bizler, yani büyük çoğunluk; geleneği de, göreneği de yanlış anlamış ve yanlış uygulamışız…

   Yapılan düğünler, nişanlar; kısacası mutluluk törenleri; eşin, dostun, hısım-akrabanın; konu-komşunun bir arada olması ve mutluluğu paylaşmasıydı. Ve imkânı olan, kendi imkânları ölçüsünde getirebileceğini getirmesi üzerine başlamış olan bu görenek, en sonunda boy gösterisine; kısasa kısas; “ Ben ne taktıysam benim düğünüme gelenler de aynısını takacak! “ anlayışına-baskısına dönüşmüştür.

   Düşünsenize, oğlunuzun, kızınızın düğününe çok zengin birisi, bir ülkenin kralı ve kraliçesi geldi. Zenginliklerine yakışır paha biçilemez bir elmas taktılar. Sizin aynısından takamayacaklarını bile bile, sizin mutluluğunuza ortak olmanın yanında, destek olmaktır kral ve kraliçenin amacı. Siz, aynısını isteseniz de onun oğluna, kızına yapamayacağını bilmesine rağmen; zorlamaya başladınız an; geleneği, göreneği de yıkmaya, çürütmeye başlamış oluyoruz.

   Bir yakınımın oğlu, fabrikatör kızıyla evlenmişti. Onlarla eşit görünsün diye bir sürü mal-mülk sattılar; sırf; eşe-dosta ve dünürlerine denk olsunlar diye. Ve bu yakınım sürekli aynı şeyi tekrarlıyordu bu yarışın, sosyal trajedinin içerisindeysen; “ Oyun böyle oynanır; ne yapacaksın; satıp-savıp insan içine çıkmalıyız.”

   Hâlbuki fabrikatör ikinci kuşaktı. İnsan halinden anlayacak birisi. Üstelik tanıdığımın memur olduğunu, ne kadar emekli maaş aldığını da pekâlâ biliyorlardı. Sonuç ne oldu? Oyun bir süre sonra bozuldu; o kadar denk düğün yapalım, para harcayalım demelerine rağmen; birkaç yıl süren evlilik; kötü bir sonla bitti…

   Kusuru her daim geleneklerde-göreneklerde aramayı bırakmanın zamanı geldi. Tamam, değişim zaten kaçınılmazdır. Fakat meşhur o sözü hatırlatmak isterim; Mevlana Celalettin Rumi’ye ait; “ Ya olduğun gibi görün, ya da göründüğün gibi ol! “ Bu sözleri yaşama;  eyleme, pratiğe geçirdiğimiz an, yoksulluk, yetmezlik de kendi kendine geri çekilmiş olacaktır…

   Zoraki yaşam hiçbir zaman kültüre-huzura dönüşmüyor. Zorlanarak yapılan her işte olduğu gibi; “ Zorla koyunlara getirilen köpek kurt getiriyor.” Ve her daim yükseklerde aranan mutluluk ve huzur; asla böyle olmadı, olamaz da. İnsanın yüceliği, basitlikte, sadelikte gizlidir.

   Bu anlatılanları daha iyi anlamak için size Şekspir’in ( W. Şhakespeare ) önemli bir kahramanı; Macbeth’in haykırışıyla veda edeceğim;

  “ Bundan bir saat önce ölüp gitseydim, mutlu bir hayat sürmüş olurdum. Çünkü bundan sonra benim için, her şey boş artık bu yalan dünyada. Her şey bir oyuncak sadece; şan ve şeref öldü…”

   İhtirasları, korkunç ve aşırıya kaçan bir insanın; insanlık dramıdır Macbeth’in düştüğü durumu. Bir dehanın-SANATÇININ sonsuzun kapısını aralama becerisi-ustalığı eseridir de aynı zamanda…

Güven SERİN 



8 Ekim 2020 Perşembe

ADAM GİBİ ADA; SİNAN YILDIZ



 

                                  ADAM GİBİ ADAM; SİNAN YILDIZ…

   Dünyanın halidir;  “ Bir varmış, bir yokmuş…” başlangıcı ve sonu… Masallar öyle başlardı; bilirsiniz. Ve anladınız mı masalların sosyolojik değerini, uyarısını ve eğlencesini. Ninelerimiz de öyle derdi; “ Yalan dünya be kızanım; bir varsın, bir yoksun…”

    Sinan Yıldız’ı tanıyalı çok oldu. Çeyrek yüzyılı çoktan geçti; neredeyse otuz üç yıl… Yakışırdı Yıldız sülalesinin onurunu yüceltip, şanına şan eklemeye adanmış bir kişioğlu kişiydi. İnsana meraklıydı. İnsaniyet kavramı, karakterini oluşturan genlerinde gizliydi. Hümanizması her daim insanı HOŞ tutmak adınaydı…

   Önce oğlu Sercan’ın, sonra da kızı Selin’in düğününü yapmış, yüzündeki yorgunluk güneş gibi aydınlanmıştı. Bir konuşmada; “ Ne çok sevenimiz varmış!” dediğinde, insana olan sevgisinin özü olduğu gibi gün yüzüne bir kez daha çıkmıştı.

   Kaşıkçı’ya yolu düşenlerin Sinan Yıldız’ın yakınlarından geçenlerin hatırladığı yegâne şeydir; çay, kahve, su ve açsan yemek söylemesi… Böyle görmüştü atalarından; aç olana sofrayı, yorgun olana yatacak yeri göster. Misafiri hoş tut ki, sende hoşça bir ömür süresin…

   Ona yakışan bir sözcük demetiydi; “ Nasılsın Kadınım? İyi misin, hoş musun bakalım?” Sadece sözleri söylemekle yetinmezdi. Gözlerinde bir gülüş ki sormayın; insanın organik zamanlarından kalma bir sevinçti onun gülüşü…

   2 Ekim gecesi, henüz şafağa birkaç saat varken durdu 56 yaşındaki kalbi. Durması gerektiğinden durdu. Bilirsiniz, onuruyla yaşam süren, saygınlığını yücelten erdemli insanlar; kalpleri durduktan sonra da yaşamaya başlarlar. Geride bıraktıkları hatıralar, her geçen gün çoğalır ve yaşama; bugüne ulaşır. Tıpkı onun yüzündeki gülüşün saflığı gibi, kendi tohumunu eker, yeniden capcanlı bir orman için filizler düşer yeryüzüne.

  Düşünüyorum da onun ömrünün yarısı, bizim tanışıklığımız ediyor. Kim bilir kaç sözün sosyolojisine dokunduk birlikte. Yok, etmeden insanı, var etmenin şenliğine yürüdük sessizce…

   Safiye Hanım’ın değerli eşi-yoldaşıdır kendisi. Sercan ve Selin’in; Harun ve Şükriye’nin babaları ve iki güzel çocuğun; Serra ile Bilge’nin dedeleri…

     Böyledir yaşamın döngüsü; geride bırakılan neslin, sevgiden, merhametten beslenmişse doğuşları; öldürmezler öleni. Kim bilir kaç kez dikerler onun anıtını; her dokunuşlarında Sinan Yıldız’ın geride bıraktığı anılara, hatıralara, hoşlukla seslendiği değerlere…

   2 Ekim Cuma günü, güz zamanı; sanki Ekim ayının, en güzel günüydü; hafif esintinin parlak güneşi. Etraf; sonbaharın toprağından, anızlarından, geride kalan yaz günlerinin baharat kalıntılarından besleniyordu.

   Oğlu ile kızına yaptığı düğüne gelen insanların çoğunluğu; büyük kalabalık, Sinan Yıldız’ın ölüm töreninde de oradaydı. Bir topluluk ki tam da onun sevdiği şey! Çocuklarının düğünlerini yaptığında; “ Ne çok sevenimiz varmış Güvenim…” demişti bana. O büyük kalabalık, ne büyük zenginlikti onun için…

   Aslında yaşamın altın kuralıdır sevgi. İnsanın doğumuyla başlar ve ölümüyle sona ermez. Oğlunda, kızında, torunlarında bir kültürün filizleri gibi yaşar; akar zaman nehrinde, nesilden nesle; bir hoş seda içerisinde bıraktığın sevginin her damlası…

   Ne derdi büyük şair Can Yücel; “ Zamanı Geldiğinde, Vazgeçmeyi Bildim!” Vazgeçilmez değildir yaşam. Belki de ölüm dediğimiz şey yepyeni bir başlangıç ve sonsuza açılan kapıdan geçişten başka bir şey değildir. Öyle demez mi din insanları; ölüm ve ondan sonraki yaşama dair…

   Koca Nazım’ın bir şiiriyle hoşça kal demek isterim Sinan Yıldız’a;

 “ Nasıl etmeli de ağlayabilmeli

 Farkına bile varmadan?

 Nasıl etmeli de ağlayabilmeli

 Ayıpsız,

 Aşikâre,

 Yağmur misali? ”

   Otuz üç yıl önce birini tanıdım; Adam gibi adam; SİNAN YILDIZ; hoşça kal Sinan Ağabey, bu dünyaya, bu bölgeye kattıkların, nice insanı, insaniyete davet etmenin yüceliği içinde; sevgi taşıyan gülüşünle…

Güven SERİN