11 Aralık 2025 Perşembe

İNCE AYAR

 


                                      İNCE AYAR ve BAKIŞ

   Aynı gün, iki ayrı köşede iki insan manzarası… Birinde on iki yaşlarında bir kız çocuğu; diğerinde altmış yaşlarında bir kadın ile seksenine yaklaşmış annesi… İkisini de aynı yumuşaklıkla, aynı toplum aynasından baktım. Çünkü iki hikâye, birbirinden uzakta dursa da aynı fay hattında birleşiyordu:

 Zamanın değişen ritmine uyum çabası.

  Öğleden sonra Muratlı Caddesi’nin telaşlı akışında, kart dolum makinesi önünde küçük bir kız çocuğu… Parmakları makinenin tuşlarında öyle hızla dolaşıyordu ki işlem, daha başlamadan sürekli yarım kalıyordu. Acele, sanki içinden taşmış bir çağın diline dönüşmüş bir haldeydi.

  Telefon ekranlarının sonsuz kaydırma hareketine alışmış bir kuşağın küçük temsilcisiydi. Basit bir işlemi bile adım adım ilerlemeyi değil, hızlı geçmeye çalışıyordu. Yanlış üstüne yanlış… Ve sonunda tükenmiş bir nefes:

 “ Abi…yardımcı olur musun?”

   Duraksadım. O bakışta mahcubiyetle karışık bir ışık vardı; yorgun ama iyi kalmış bir ışık.

“Derin bir nefes al,”dedim.

“Bu kez ağır davranacağız.”

   Söylediklerimi bile tam uygulaması için birkaç kez daha üst üste hata yapması lazımdı ve yaptı. Sonra, belki on beş saniye içinde çok kolay olan o zorluğu geçtik… ve kartına yükleme tamamlandı. Sevinci büyük, mahcubiyeti inceydi. Ve kısa bir teşekkürden sonra, akşamın geriye dönen ışığına karışıp gitti.

  Kart dolum makinesinin yanından uzaklaşan küçük bir kızdı ama aynı zamanda; hızla akıp giden çağın, insanın elinden usulca aldığı dinginlikti.

   Aynı günün birkaç saat öncesinde ise, sahilde bir kafede… Yan masada anne-kız konuşuyor. Kız altmışlarında; anne, yılların ağırlığını bedenine değil, bilgeliğine asmış bir kadın.

   Misafirleri konuştular. O akşamüstü ağırlayacağı muhtemelen çok tanıdık veya akraba misafirleri. Kızı ısrarla yapacağı un helvasını ve sofranın kurulacağı evi konuşuyordu.

   Görünen o ki genç kadın misafirlerin kendi evine gelmesini istemiyordu. Mutfağın dağılmasını istemiyordu. Eşyaların bozulmasını, düzeninin gölgelenmesini, modern konforunun sarsılmasını…

   Kısacası, evini bir yaşam alanı değil, vitrinde, müzede saklanan bir görüntü olarak sürdürmek istiyordu.

  Annesi ise yılların misafir ağırlama geleneğini içgüdü gibi taşıyor:

“Kızım, ayıp olmaz mı? Sadece un helvası ve benim evimde?”

   O “ayıp olur mu?”sözü, bir milletin yüzyıllardır süregelen misafirlik coğrafyasıydı. Diğeri ise çağın yükselen sese ve nefesi:

 “Strese girme anne… bir un helvası bir çay yeter.”

   İki kuşağın arasındaki fark sofrada değil;

 Hayatı ağırlama biçimindeydi.

   Bu iki sahne, aynı günün iki köşesinde bana şunu söyledi:

Biz artık acele eden çocuklarla, acele etmeyen anneler arasında sıkışmış bir çağdayız. Teknoloji hız kazandırıyor ama sabrı da törpülüyor. Modern konfor, evleri genişletiyor ama sofraları daraltıyor. Misafirlik kültürü, yeni düzenin pratik hesaplarına yeniliyor. Ve kuşaklar arası dil, aynı sözcükleri kullansa da artık aynı ritimde konuşmuyor.

   Yine de iki sahnede beni etkileyen şey şuydu:

Küçük kızın “yardım eder misin?”sorusundaki masumiyet ile yaşlı annenin “ayıp olmaz mı?” kaygısındaki o içten, içe yayılan duyarlılık…

   Toplum dediğimiz şey belki sadece budur:

Biri hızlı koşarken, diğeri ona “Yavaşla, nefes al” diyebilme hakkı ve cesareti. Ve o hak, kaybolmadıkça biz de kaybolmayacağız.

 Güven SERİN 

  


10 Aralık 2025 Çarşamba

PERTEV ASLAN

 

KAMERA,GÜVEN SERİN







            BİR USTANIN AĞACA VERDİĞİ RUH: PERTEV ASLAN

  İnsan yaşamında, bazen öyle karşılaşmalar oluyor ki, kendinize “İşte gerçek sanatçı böyle olmalı” dersiniz. Çünkü sanat, kalabalığın içinden seçilemez; zaman içinde süzülür. Bazı insanlar, sanki imbikten damla damla geçerek bugüne ulaşmış kadar öz, temiz, sahici… Pertev Aslan onlardan biri

  Onunla beni tanıştıran, yıllardır kıymetini bildiğim öğretmenim Mehmet Çevik oldu. Malkara’da yetişmiş bir öğrencinin bugün Tekirdağ Belediye Pasajı’ndaki küçük atölyesinde, yaklaşık bir buçuk yıldır sessizce üretim yapması bile başlı başına anlamlı. Beni asıl etkileyen, işçiliği ya da mahareti değildi; sanatı para terazisine koymayan, gönüllülüğü ve sabrı hayatının merkezine almış bir ustayla karşılaşmış olmamdı.

  Sanatın ticari kaygılarla kirletildiği çağımızda, Pertev Aslan gibi ustaların varlığı insanı derinden sarsıyor. O,eserlerinin peşinden ünlü olmayı, popülerlik kazanmayı, alkış toplamayı aramıyor. Aksine, sanatıyla yoğrulan bir iç dünyayı inşa etmeyi seçiyor. Öteden beri sanatın tüccar gibi düşünülmesine karşı duranlardanım. Sanatın özü bu olamaz; olmamalı. İşte Pertev Aslan’ın felsefesinde beni mutlu eden de tam olarak buydu: Gerçek sanatın taşıdığı o eski, o sahici nefes.

   Pertev Aslan’ın oyma ve kakma çalışmalarına baktığımızda, ilk görünen şey ustalık değil; bir iç titreşimdir. Ağaçla konuşan, ağacın fısıltılarını duyan, ağacın eski yaralarını hisseden bir el… Ağaç, ancak kendisini dinleyene açar içini. Pertev de bu dili bilenlerden.

   Tam da burada, bu noktada, sanatın büyük yalnız ruhları hatıra geliyor: Van Gogh ve Fikret Mualla.

   Van Gogh’un sarısı, bir renkten çok bir çığlıktı. Güneş tarlalarına bakarken içinden yükselen o çağrı, burada Pertev’in oyma bıçağı ve kıl testeresiyle akrabadır. Van Gogh gökyüzünü kendine benzettiyse, Pertev Aslan da ağacı kendine benzetiyor. Özenle seçilmiş ağacın damarlarında Van Gogh’un görünmez isyanı dolaşıyor gibidir.

   Fikret Mualla’nın Paris sokaklarında bıraktığı o kırılgan çizgi ise, Pertev’in işlerinde ağacın doğal çizgilerinde hissediliyor. Mualla kalabalığın içindeki yalnızlığı resmetti; Pertev ise hiç konuşmayan bir ağacın yalnız ruhunu görünür kılıyor.

   Bu yüzden Pertev Aslan’ın eserlerine uzun uzun baktığımda, onların sadece bakılan objeler olmadığı; duyulan, sezilen, insanın içine işleyen titreşimler olduklarını hissettim.

  Sanatın tarihine biraz bakan herkes bilir:

Van Gogh yaşamı boyunca neredeyse tek bir tablo bile satmadı.

Fikret Mualla, kendi ülkesinde dışlanmışlık hissiyle yaşamını geçirdi.

Pertev Aslan ise bugün bir pasajın küçük bir atölye odasında, büyük bir tevazu ile üretmeye ve daha da özgün olanı yakalamaya devam ediyor.

  Hepsinin ortak noktası da şu: Gerçek sanatçı, yaşarken değil; yaşattığıyla yaşar. Pertev Aslan eserlerini “görülmek” için değil,”doğmak” için üretiyor.

  Kısa bir sohbetle ustanın dünyasına bir kapı araladık. Mehmet Çevik ile atölyesinin kapısını araladığımızda yoğun bir ağaç kokusu yüzümüze vurdu. Duvarda asılı eserleri, masasının üzerinde yarım kalan işler ve talaşlar; bir ustanın atölyesinin kılcal damarlarıyla can damarları gibi adeta dans ediyor gibiydiler.

  Masasına yaklaşarak Pertev Aslan başını kaldırdı ve sakin bir tebessümle baktı.

 “Burası sizi yormuyor mu?” diye sordum.

 Elindeki oyma parçasını bıraktı, ardından yumuşak ama zengin bur ruhun da dokunuşuyla şunu söyledi:

“İşte benim dünyam burası. Buraya gelince, kapıyı kapatınca her şeyi unutuyorum. Burası benim kendimle sanatımı yoğurduğum bir mekân.”

   Belki de bu yüzden eserleri bu kadar sahici. Belki de bu yüzden ağaç onun elinde yeniden doğuyor.

   Ağaçla konuşan, sabırla yoğuran, gönüllü üreten, iç dünyasını ticaretin gürültüsüne kapatmayan nadir ustalardan biri… İmbikten süzülmüş olanların arasına adını çoktan yazdırmış…

Güven SERİN 










5 Aralık 2025 Cuma

BİTMEYLEN KULÜBE

 

KAMERA,GÜVEN




    BİTMEYEN KULÜBE: TEKİRDAĞ’IN GAUDİ’Sİ YUNUS ÇAKIR

  Tekirdağ’ın Yeniköy’ünde doğmuş, tüm rüzgârları birbirinden ayırt edecek kadar tabiatın sesine kulak vermeyi bilen bir adamdan söz edeceğim bugün size. Eli zanaata sürülünce sanat doğuran; taşı, tahtayı, toprağı birer canlıymış gibi okşayan, yılların ağırlığını nasırına işlemiş bir gönül ustasından… Yunus Çakır’dan.

  Peynir helvasıyla tanırsınız onu. Şekerin, sütün ve emeğin nasıl bir araya gelip lezzete dönüştüğünü gösteren o eski usul ustalığıyla… Yunus Çakır dediğimiz adam, eline malzeme verdiğinizde sadece helva değil; bir duvar, bir çatı, bir kulübe de çıkarır ortaya. Hem de öyle gelişi güzel değil; taşı taşla, ruhu ruhla birleştirerek.

  Tam da bu yüzden, bir vadinin ortasına, dere kenarında, zamanın hızını unuttuğu bir noktaya inşa ettiği kulübeyi gördüğünüzde anlarsınız bu öyküyü. O kulübe, yapılmış bir yapı değil; yapılmaya devam eden bir eserdir. Bitmeyen bir nefes, sürekli eklenen bir heves…

  Kiremitleri yamalıdır ama yamalı diye bakımsız değildir; kırılmış bir taşın yerine yenisi gelecek ama ne zaman geleceğini sadece Yunus Usta bilir. O kulübe, ustanın gönlü ne zaman ilhamla dolarsa o zaman büyür. Tıpkı bir ağacın doğanın içinde doğal bir şekilde uzayan dalları gibi…

  Bazen bir kiriş ekler, bazen bir taş oyup duvara yerleştirir, bazen oturup sadece kulübeyle sohbet eder. Huzurun da üretimin parçası olduğuna inananlardan…”İş bitti” sözcüğü onun sözlüğünde bulunmaz; çünkü bitmeyen işler, bitmeyen ruhların eseridir.

  O Tekirdağ’ın Gaudi’sidir.Antoni Gaudi’nin İspanya’da başlayıp asırlardır bitmeyen o ünlü eseri vardır ya…Halkın “ bitmeyen kilise” diye bildiği Sagrada Familla…Yapıldıkça güzelleşen,yıllandıkça gençleşen bir dünya mirası…

   Yunus Çakır’ın kulübesi de onun bir dağ eteklerindeki köyünde kardeşi gibidir. Belki küçük, belki gösterişsiz görünür ilk bakışta. Ama Gaudi’nin eserinden eksik değildir bir yönü:

Bitmeye niyeti yoktur.

 İkisinin ortak yanı büyüklük değil, felsefedir.

   Biri Barcelona’da taşları dantel gibi işler, diğeri Ganosların eteklerindeki vadide taşın yüreğine dokunur. Biri kubbe yükseltir, diğeri dere kenarında bir duvar örer ama ikisi de aynı duyguya emek verir:

YARATMANIN SONSUZLUĞUNA…

  Yunus Çakır’ın kulübesini gördüğünüzde, insan emeğinin zamana kafa tutan yanını hissedersiniz. Orası sadece barınak olmaktan öte; ustanın iç dünyasını dışarı taşımış halidir. Bir gün çatıya yeni bir kiremit konur, ertesi gün içeriye dokunulur… Ve bu değişim hiç bitmez.

  Kulübenin çevresindeki sarmaşıklar, yosun tutmuş taşlar, rüzgârın uğultusu ve derenin sesi, sanki bu yapının ortak ustalarıdır. Yunus onlara karışır, onlar da yapıya ruh verip gizem katar.

  Belki de kulübe eski ve küçük görünse bile hayatta kalmayı çok iyi bilir. Çünkü doğanın dilini anlamış bir el tarafından inşa edilmiştir.

  Küçük ama derinliği büyük bir öykü. Yunus Çakır’ın kulübesi, büyük mimarların, büyük şehirlerin, büyük projelerin gölgesinde kalacak bir şey değildir. Bazen büyüklük metrekareyle ölçülmez. Kim bilir, belki de bu toprakların Gaudi’si sessizce tüm zamanlara ait mimarlara, ustalara sessizce ses veriyordur…

   Kulübe bir gün tamamlanır mı? Belki. Tamamlansa bile biteceğini sanmam. Ustası nefes aldığı sürece, o kulübe de nefes almaya devam edecek.

 Güven SERİN 

   









1 Aralık 2025 Pazartesi

KATİL HASAN

 



                   KATİL HASAN’A GECİKMİŞ BİR ÖZÜR

   Şehrin sokaklarında çoğu gencin adını bile bilmediği, sessiz, zarif, inci ruhlu bir klarnet ustası dolaşıyor. Tekirdağ’ın rüzgârını içine çekmiş, notalarını sanki havaya değil de doğrudan insanın kalbine üfleyen biri… Hasan Gizlenci. Ama herkesin bildiği adıyla: Katil Hasan.

   Bu lakabı, bir kaba gücün değil, bir zamanlar çocuk yaşta sahne aldığı düğünlerde öyle coşkuyla çaldığı için kırmasından almış. Arkadaşları, “Bu çocuk klarnet öldürüyor!” diye takılmış önce; sonra bu mecazi söz, zamanla “Katil Hasan” diye yerleşmiş. Bir enstrümanı-çalgı aletini paramparça edecek bir öfkenin değil, müziğe duyduğu aşkın abartılı bir ifadesi… Yani “katil” ,onun için aslında klarnetin sınırlarını yok eden, enstrümana-çalgı aletine hükmeden anlamına geliyor.

   Ama ne yazık ki, bu lakabın ardındaki derin ustalığı, şehrimizin büyük kısmı hâla fark etmiş değil.

   Yaşarken heykeli dikilen kaç müzisyen vardır bu ülkede? Belediye Başkanı Ekrem Eşkinat ve onun kültüre gönül vermiş ekibi, yıllar içinde ona duyulan saygının bir nişanesi olarak heykelini bir parka yerleştirdi. Bu bile başlı başına bir onur, bir kültürel bilinç göstergesi olmalıydı.

 Ama olmadı…

Zaman geçti, şehir baktı ama görmedi.

   Benim içimde ise uzun zamandır şu soru dolanıyor:

 Niçin fark etmeyiz böyle değerleri?

   Belki tiyatro salonları boş kaldığı, opera sanatının tartışılmadığı, gençler edebiyatla, felsefeyle yoğrulmadığı için…

   Sanatın eksildiği bir toplumda göz ve irade hep vitrinlere döner. Kulak kalabalığın gürültüsüne alışır. Ve bir gün, yanı başımızdan bir efsane geçer de biz görmeyiz…

 Bu şehrin trajedisidir.

Bir uygarlık körleşmesi…

   Katil Hasan, onu görenlerin “ Gel iki çay içelim usta,” diye çevresi sarılması gereken bir değerdir. Hatta ilgiden bunalmış olması gerekirken, o hâla mütevazıdır; şehrin sokaklarında kimseyi rahatsız etmeden, kimseye sırt çevirmeden, incelikle yürür.

 İçimde bir mahcubiyet var…

   2024 Haziran’ında katıldığım bir etkinlikte onu dinlerken çektiğim videoyu bugün yine açtım. Klarnetinden yükselen o ilk tınıda bile hüzün var aslında: Biz neleri geç fark ediyoruz?

 Bu yazı, o gecikmiş fark edişin özrüdür. Ama bu özrün kuru bir sözcük olarak kalmaması gerek!

   O hâla hayattayken, gençlerimiz için bir iz bırakma borcumuz var. Onu daha sık sahnelerde, parklarda, atölyelerde, okullarda, gençlerle yan yana yürüme fırsatları yaratmalıyız. Klarnetinin nefesi sadece müziği değil, bir kültürün ruhunu da taşıyor çünkü. Genç bir çocuğun kulağına değen bir ezgi, belki de o çocuğun bütün hayatının yönünü değiştirir.

 Ve şehir, ustalarına hayattayken sahip çıktığında ŞEHİR olur.

   Bu yazıyı okuyan herkes kendi payına düşen bir hüzün bulsun isterim. Hüzün, bazen görmenin ilk kapısı olabilir:

 Kimi kaybettiğimizi, kimi görmediğimizi, kimi geç anladığımızı…

 Ben kendi gecikmiş selamımı bırakıyorum:

 Emeğine, nefesine, ustalığına sağlık Hasan Usta…

Seni geç fark edenlerin mahcubiyetini bu şehre yazmak, anlatmayı çok isterim… İstiyorum…

 Güven SERİN