28 Ekim 2014 Salı

HAYAT KISA KUŞLAR UÇUYOR


Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetleri Sergi Salonu

İlla ki...


Koç Üniversitesi


Pera Müzesi


Pera Müzesi


HAYAT KISA KUŞLAR UÇUYOR

  Cemal Süreyya, yaşamın içinde algıları açık, yaşama dair bıraktıklarıyla çoktan unutulmazlar kervanına katıldı.

  Dünya zamanının ölüm saati yaklaştıkça Süreya’nın da ölüme yaklaşan insana uyarıları hızla artmıştır. Bu kısa şiiri bile ne büyük yaşam anlatısını yapar;

  Hayat kısa/Kuşlar uçuyor

  Hâlbuki yaşamın kısa olduğunu herkes bilir. Kuşların da uçtuğunu da… Sanırım çok az kişi, bu döngüyü, edebi açıdan ele alır ve bilineni, savurgan zamanın yaptığı gibi yok etmek yerine, edebiyatın koruyuculuğuna teslim eder; yani, var eder…

  Kuşları önemsedi Süreya; oldukça çok önemsedi. Öyle önemsedi ki kendi yaşamını da yedi kırlangıç yaşamına benzetti.

  Lokman şair senin adın/Yedi kırlangıcın hayatı kadar
  Altısını ardı ardına yaşadın/Bir kırlangıcın daha var

  Kendimi bildim bileli, sanatın inceliğini, felsefenin duyarlı sorgulamasını saygıyla merak ettim. En kaba dönüşümlerde bile onların esintisine muhtaçlık içinde yalvardım, yakardım. Cemal Süreya’nın şiirine uygun, hayatın kısalığını önemseyerek, kuşların uçuşuna derin saygı duya duya, yine yaşamın en hızlı aktığı, sanatın en bol olduğu yere; İstanbul’a yöneldim.

 Kime sorsanız İstanbul, şiddetli sağanak ile yıkanacaktı. Sırt çantama fazladan yük olan şemsiyeyi mecburiyet içinde aldım. Tekirdağ çıkışı, otobüsün camlarına düşen birkaç damladan başka bir şey görmedim. İstanbul’un Avrupa yakası, pırıltılar saçan güneşe teslim olmuştu. Yine tramvaylar insan seliyle birlikte akıyor. Eminönü, Yeni Cami, Galata Köprüsü ve balık tutanların mükâfatları…

  Yaşamın, en durağan yerde bile var olduğunu biliyoruz. Oraya çevrilecek bir mikroskop, en durağan yerdeki küçük, çük minik canlıların bile yaşam akışı içinde, delice çırpındıklarını göreceksiniz. Yaşamın ritmi bittiği zaman, çürüme ne büyük kokulara, söylemlere, saldırılara dönüştüğü, hemen hemen her insanın yakın çevresinde mevcuttur.

  Emirgan, özlenen, özlediğim yere doğru otobüse bindik. Yer gök, yaşam kokuyordu; içimdeki mikroplar ile yaşama tutunan hücreler, “yaşama hakkını, kazanacağız” diye bağırıyordu. Yağmurlu bilinen günde, ışık kazanmıştı. Emirgan, gün ışınlarıyla dalgalanıyordu.

 Sabancı Müzesi müzecilikte öncülük yaptığı kadar, müzenin bahçesiyle, doğanın korunması, tanınması, doğal hayata bir adım daha yakın olmamıza yardımcı olacak işler yapıyor; çiçekleri, ağaçları isimlendirmeye devam ediyor. Bahçede bulunan onlarca çeşit ağaç ve çiçek isimleri önlerinde bulunan küçük tabelalara yazılmış. Hangisinin hatmi çiçeği, yasemin, hangisinin Lübnan çamı olduğunu bilmek, yaşamın derinlerini merak eden insan için, güzel bir şey…

  Sabancı Müzesi, İspanyol sanatına katkı vermiş çok önemli ressamların eserlerini getirmeye devam ediyor. 1 Şubat’a kadar kalacak sergi Joan Miro’nun Kadınlar, Kuşlar ve Yıldızlar çalışmalarından oluşmuş 125 eserden meydana geliyor.

  Miro’nin Kadınları, Kuşları, Yıldızları görülmeye değer; kırmızı, siyah, sarı renklerle canlandırdığı sanatı; evrene doğru uzanan merdivenleriyle insanın tutulmazlığı, insanın erişime açlığını ve sanatın her daim kendi var oluşunu yaratacağını da gösteriyor.

  Sabancı İspanyol sanatına adanmış sanatçılara ne kadar önem veriyorsa, Pera Müzesi de Polonya sanatına o kadar önem veriyor. Polonya Sanatında Oryantalizm isimli sergi 17. ve 19. yüzyılları dönemlerinde Osmanlı dünyasını konu almış eserleri izledik. Renklerin cümbüşü, sanatın tuval üzerinde, bilinen ile bilinmeyen arasında kurduğu köprünün üzerinde dans eden figürlerin; bugünkü yaşama anlattığı, işaret buyurduklarını irdelemeden geçemedik…

 Polonya Sanatında Oryantalizm savaş sahneleriyle doluydu. Biz, bu sahneleri izlerken, bitmeyen savaşları da bilerek, barışa doğru bir adım daha yakın olmak istedik…

 Gezinin sürpriz sergisi ise Unutulmuş Krallık Fotoğraf Sergisi oldu. Alalah Antik Kentini anlatan fotoğraf sergisi görülmeye değer derinlikte, güzellikte. Taksim İstiklal Caddesi, Koç Üniversitesi Anadolu Medeniyetler Merkezinde.

 Şair, Hayat kısa/Kuşlar uçuyor diyor. Karacaoğlan şiirinde ise; Umut’un içinde mut varsa/Umutsuzluğun içinde umut var, diyor. Bir sırt çantası, bir yaşam arzusu; bencillikle beslenen değil, yaşatmakla meşgul; kuşlar uçuyor ve adanmışlık içinde sanatçılar durmadan üretiyor; hareketin, değişimin erdemli hatırına…

  Güven Serin 



  



23 Ekim 2014 Perşembe

NEDEN KAFKA


Kafka Dergisi yayın hayatına yeni girdi. İki ayda bir...

Fotoğraf dergiden...


Kafka Dergisi Fotoğrafı


NEDEN KAFKA?

  İnsanın kendi özgünlüğünü bulması için Kafka demeyi, yerel basın tarihine armağan etmeyi borç bilirim. Çünkü Kafka da özgünlüğün peşinde, genç yaşta ölmesine rağmen yazın sanatına adanmış bir kalemin, neler yapabileceğinin en önemli kanıtlarından birisidir.

  Sanatçı içindeki enerjinin en büyüğünü eserlerine adarken, aynı zamanda ait olduğu toplumunu, toplumunu çevreleyen insanlığı da yok saymaz. Kafka, evrenin yıldızları kadar geniş olan insan iç dünyasını, sözcüklerle, kendi özgün sanatçı kişiliğiyle yeryüzüne çıkarmıştır.

  Bugünün dünyası büyük geçişler, gürültüler, değişimler yaşarken bile soluk almayı, yeşermeyi, çıkış yolları aramayı düşünüyor, görüyorsa Kafka gibi yazarlara, filozoflara borcumuz ve minnettarlığımız, o yüzdendir.

 Unutmayalım ki Kafka da bir insandı. Duyguları olan, zaafları, alt benliğine kazılmış olan, belki de tüm yaşamına yön veren, kilerini tam olarak temizleyememişti. Genç yaşında hastalıkla boğuşurken en yakın arkadaşına, tıpkı 2 bin yıl önce Latin Şair Vergilius’un dediği gibi kitaplarının yakılmasını istedi. En yakın arkadaşı Max Brod’a verilmişti bu görev. Max Brod, tüm insanlığa ait eserleri; Kafka’yı yakmadı…

  Bugünün gençliği, kendi folklorunu, tarihini, muhteşem insan zenginliğimizi anlamaya çalışırken, batı edebiyatını, Kafkayı da anlamaya gayret etmeli. İnsanlığın, toplumsal yürüyüşü, değişimi sadece savaşlarla kirlenmez. İnsanlık, ağır ağır çürür, kokar, cinnet geçirir ama öyle bir parfüm sıkılır, öyle bir tütsü yakılır ki, hiç kimse fark edemez… Bugün olduğu gibi; her taraf ölüm kokuyor…

  Kafka tam yüz yıl önce kapitalizme özgü yabancılaşmayı şu şekilde anlatıyor;

 “ Kapitalizm, içeriden dışarıya, dışarıdan içeriye, yukarıdan aşağıya, aşağıdan yukarıya giden bir bağımlılık sistemidir. Onda her şey basamaklandırılmış, demire vurulmuştur. Kapitalizm, dünyanın ve insan ruhunun bir halidir.”

  Kendi iç dünyasını sorgularken, kendi gizemlerinde, derinliklerinde gezinirken, yaşamı anlamayı, anlamlandırmayı hatırlatıyor. Yaşamın paha biçilmezliğinin yine insanın kendi özgün iradesiyle anlam kazanacağını, aldatan varsa, aldanan da vardır, düşüncesiyle insanın iç zenginliğini, korkusuzluğunu, gerektiği zaman bir tohum gibi büzülerek, uygun mevsimi beklemesi gerektiğini de hatırlatıyor…

  Belki de Rembrand ünlü tablosu ‘Savurgan Oğul’un Dönüşü” eserinde Kafka’nın anlatmak istediği şeyi, insanın kendi özgün seçimini yapmasını, yaşamın girdaplarından sıyrılıp, cimrilik ile savurganlık arasındaki o mucizevî ince çizgiye davet ediyor bizi…

 Sanata adanmış insanların ekonomiyle, bütçeyle, yaşamın gider ve gelirleriyle işi olmaz mantığına hiç katılmıyorum. Sanatçı, rüzgâra göre sörf yapabilir, iyi bir yelkenli kaptanı da olabilir. Sanatının, inanmış olduğu insan kalabilme seçimini yine sanatıyla çizer, boyar, şekillendirir, kayıt altına alır.

  Bu ülkenin yetiştirdiği, bu ülkenin girdapları, çelişkileriyle en iyi beslendiği sanatçılardan birisi de Aziz Nesin’dir. Mizahı, büyük düşüncesi buzdağının görünen yüzü gibidir. Cimriliği bilinir de, savurganlığa karşı en hakiki önlemi; giderlerini kontrol altında tutması, üreticiliği bir türlü irdelemez.

 Bu irdelemeyi kimler yapacak? Kafka’nın akıl jimnastiğine, Nesin’in uyanış çağrılarına kara mizahla seslenişine en büyük katkıyı tabi ki, Üniversiteler, Milli Eğitim Bakanlığı, soylu Medya, Sivil Kuruluşlar yapması gerekir.

  Kafka, arkadaşı Max Brod’a yazdığı mektupta, insanın güçsüzlüğü üzerine değil, onun ahlaki kaynakları ve faydalı eylemleri üzerine duruyor;

  “ Kendisine, özgü bir şeyler taşıyan ve Dünyayı olduğu gibi almak gerekir” demek yerine, “ Dünya nasıl isterse öyle olsun ben, insanların arzusuna uyarak vazgeçemeyeceğim bir özgürlük sürdürdüm. Ne pahasına olursa olsun yazacağım.”

 Bir küçük çocuğun, iki büklüm yaşlı bir bedenin, çaresizliğini, güçsüzlüğünü, yanlışa giden seçimlerini anlarım! Anlamadığım şeş, kıyamet gibi yağan bilgi bombardımanlarından küçük kuyular, oluklar açarak su biriktirmeyip, susuzluğun çatlamış dudakları, kavrulmuş yüzleri, şiş gözleri, çığlık atanların sonsuz suçlamalarını; anlayamam…

  Güven Serin 







20 Ekim 2014 Pazartesi

BİR SPORCU VAR OLUR BİN BELA YOK OLUR


TEKİRDAĞ TENİS KORTLARI 
(Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü)


Tekirdağ
BİR SPORCU VAR OLUR BİN BELA YOK OLUR

  Tekirdağ Emniyetinin, Toplum Destekli Şube Müdürlüğünün gençliğe, insana dair akılcı sloganı oldukça iddialı ve anlamlı; elbet, bir sporcu var olur, bin bela yok olur… Spor, insanın coşkusunu, eksik ve fazlalıklarını en iyi ayarlayan değerli bir besindir.

  Tekirdağ Gençlik Spor İl Müdürlüğünün 100. Yıl Mahallesinde ikisi kapalı, dördü açık olmak şartıyla altı adet tenis kordu var. Her insanın hoşlandığı, hoşlanacağı spor dalları muhakkak vardır. Tenis, kendi beden ve ruhuma en yakın spor dallarından birisi.

  Altı adet tenis kortundan üç tanesi yenilendi. İdarecilerin söylediğine göre en az on yıllık ömür verildi; üç önemli korta. Yeşilin, toprak kokusunun hemen yanında üç yeni kort, tenis sporcularına da ciddi moral oldu.

  Süper Lig, Birinci, İkinci, Üçüncü Lig müsabakaları şimdi daha coşkulu oynanmaya başladı. Cumhuriyet Kupası da ayrı bir renk katacak, yeni düzenlenen tenis kortlarına.

  Tekirdağ Emniyetinin, sporu belayı kovan bir çalışma, uğraş olarak görmesi oldukça sevindirici. Kurumların, ailelerin bu konuya ciddi bir şekilde eğilmeleri, kaynak ve emek ayırmaları gerekliliğinin aciliyeti, gün gibi ortada! En değerli şey, insanın ruh ve beden sağlığıysa, bu değere en önemli katkıyı yapan şeylerden sadece birisi de spor…

  Biraz araştırma yapınca yenilenen kortlara çok önemli desteği veren kurumları ve kişileri de öğrendim. Gençliğe, tenis sporuna katkı yapacak bu uygulamayı alkışlayıp, kaleme almayı gazetemiz ve kendi köşem adına borç biliyorum.

  Kortların yenilenmesinde öne çıkan en önemli isimlerden birisi Toplum Destekli Polis Şube Müdürlüğü Organizesi eski müdürü Tarık Tekin. Sayın Tekine spora verdiği katkı, bir sporcunun bin belaya engel oluşuna verdiği önem adına teşekkürümü sunuyorum.

 Tekirdağ Gençlik ve Spor İl Müdür vekili Hazan Kadir Kardaş’a, Şube Müdürü Abdülkadir Kasap’a spora verdikleri ve şimdiden sonra, sporun tüm dallarına daha da eğilmeleri ümidi ve ricalarımı ısrarla vurgulayarak teşekkürü borç biliyorum.

  Tekirdağ’ın yeni, yepyeni Büyük Şehir Belediye Başkanlığı ve Başkanı Kadir Albayrak, yaptığı asfalt yardımıyla, önemli bir katkı verdiği; üç adet kortların, spor, sporcu ve belayı kovma adına, şehrimizin yeni yüzü, spora önem verme, sporla beladan kurtulma söylemlerini yaşam biçimine getirme ümitleriyle teşekkürü borç biliyorum…

  Emniyet Müdürlüğü Sosyal Proje adı altında Çocuk Esirgeme Kurumunda yaşayan otuz gence, 9 ay boyunca, haftanın üç günü eğitim projesi, kortlara yaptıkları destek kadar önemli…

  Tekirdağ Gençlik ve Spor il Müdürlüğü de, yenilenme çalışmalarında çeşitli malzeme ve boya işlerini üstlenerek bu güzel projeye katkı sağladı.

 Tekirdağ şehrinde yaşayan, kendini genç hisseden her yaşta insanın tenis kortlarından faydalanabileceği, insan ruhuna ve bedenine hap, ilaçlardan çok daha fazla fayda sağlayan spor imkânlarının olduğunu, spora gönül vermiş sevdalılara duyuruyorum.

 Hareketsizlik, her türlü belanın, hastalığın soylu çağırışını yapar. Tansiyon, şeker, kalp derken; yaşamın en değerli, en pahalı zamanları illet hastalıkların iniltileriyle geçer. İniltili, şikâyet dolu insanı hiç kimse sevmez; en yakınımızdaki sevdiklerimiz bile çabuk bıkar…

 Spor, hareket, tenis sizleri bekliyor. Şimdi, yenilenmiş kortlarıyla, renk renk, bahar bahar, çiçek çiçek; sizlerin beden ve ruhunuza bir parça coşku, ahenk, ritmi vermeye hazır…

  Nasıl ki, sözcükler düşüncenin tam üstüne oturan giysi olması gerektiğini savunuyorsa yazar, spor da, insanın bedenine oturan, zarif, bakımlı, diri bir giysi görünümünde olmalı…

  Güven Serin 



16 Ekim 2014 Perşembe

BİR MANLIYN MONROE HİKAYESİ


" Ben kimseyi kandırmadım. İnanmalarına izin verdim." 


Marlıyn şöhretin ne büyük bataklık olduğunu  görmüştü.
Vazgeçecek durumda değildi. Artık, bulunmuş bir
madendi o. Etten,kandan,kemikten ve ruhtan ibaret
hisleri olan bir insan değil. Seslenişi dünyaya
haykırışı;
"Onlarla baş edecek gücü yoktu" 


Daha küçük bir kızken yaşadığı sarsıntı, bu diyarda
her gün, her saat yaşananlardan. Hani , kol kırılır da
yen içinde kalan ensest Marlıyn'i de yaraladı;küçük
bir kız iken...


Bu el ile en çıkmaz anlarında karaladığı notları,
şimdi çok güzel bir esere dönüştü. İnsan olma,
paha biçilemez huzurlara düş kurma adına
hepimizin ağır ağır, sindire sindire okuyacağımız
bir eser...

Marıklyn'ın kendi el yazısıyla kendi not defterinden...


Şöhretin rolünü yaptı. Seksi sarışın, sarışın aptal...
Onun insan yanı,kendi başına kaldığı odasında,
kitaplarında,aldığı notlarda,insanlık abidesine
koyulacak güzel bir harç,iyi bir kilit taşı gibi...

BİR MARILYN MONROE HİKÂYESİ

  Marılyn’in yani bir zamanların seksi sarışını, bazen aptal sarışını da yapılmaya çalışan kızın (insanın) hikayesi oldukça tanıdık…

  Popülerlik insanın vazgeçmediği, tercihlerin en üst sırasındaki büyük zirvedir. Büyük düşleri ve büyük hayal kırıklıklarını da yan yana taşıyan yaşamsal gerçeğidir. Marılyn Monroe, gerçek ismiyle Norma Jeane bunlardan en önemlileri… Üniversitelerin psikoloji, felsefe, ekonomi, sanat bölümleri için muhteşem bir kaynaktır Marılyn’in hayatı ve almış olduğu notlar.

 Yükselişin hazin, parlak ve trajediye dönüşen töreni; kendi dünyasında, kendi yalnızlığında büyük çırpınışlar yaparken bile seksi sarışın, aptal sarışın algılamalarıyla büyük alkışlar, büyük paralar kazanılıyorken, büyük çöküşün başladığı gerçeği, paha biçilmez notlarıyla yeryüzüne çıkıyor.

  O, öldüğünde, belki de öldürüldüğünde kimseler inanmamıştı. Herkes şaşkındı. İşlerini bıraktılar. Ölümü, büyük zirvenin çöküşünü anlamaya başladılar… Bu kadar başarılı, bu kadar şöhret, genç, paralı ve zengin ve güzel bir kız, öle bilirim miydi?

 Marılyn’i anlamak, onun yükselişini, güzelliğini ve hiç dünyasının psikolojik hareketlerini inceleyip insanlığa armağan etmek, üniversitelerin, yazarların, ressam ve şairlerin biricik görevidir.

 Marılyn’i anlayan, İbrahim Tatlıses’i, Ahmet Kaya’yı, Cem Karaca’yı, Münir Özkul’u, Michael Jackson’u da anlayacaktır. Kısacası kendini, kendi büyük düşlerimizi ve çöküşümüzü de…

 Şöhret, muhteşem alkışlar, büyük zenginlik insan denen canlıyı aziz, azize, iblis kılığına soktuğu gibi, hiçlik dünyasına da davet eder…

  Marlılyn film çekmediği zamanlarda yarım bıraktığı lise öğrenimine devam ediyordu. Aptal Sarışın yakıştırmaları yapılırken, edebiyata, felsefeye, öğretilere tutunmuştu. Bataklığı, büyük girdabı görmüştü. Kimse, liseye devam ettiğini, kitaplarla çekilmiş fotoğraflarını ciddiye almıyorlar; onun derinliğe ulaşacak birisi olmadığı, en hakiki gösterisi gülümseyen seksi yüzü, sarı saçları ve bedeni, yeryüzünü cennete çevirebileceğine inanıyorlardı.

 Şehrimde bile hızla yükselişe, büyük zenginliğe kürek çeken muhteşem güzel, bakımlı yüzler görüyorum. Büyük mirasların ve şansların peşinde, en büyük fırsatları en az çaba içinde yakalamakla meşguller. Her masada, ısrarla, en pahalı sigaralar tütüyor… Boşluğa bakan yüzler, tavla keyiflerinde, kahve lezzetlerinde ve uğultuya dönüşmüş insan seslerinde kendi sıralarını bekliyorlar…

  Sahile paralel, Rokoczi Müzesine giden cadde ilerliyorum. Bizlere kalan ahşap evlerin viran bakışları, yıkıntıları arasında sıkışmış, kurtuluşu edebiyatta, felsefede, sanatta arayan Marılyn’in psikolojisi anlamaya çalışırken, toplum ve toplumlar olarak nasıl bir şöhret aldatmacası içinde, büyük tüketimin kumarını oynadığımızı düşünüyorum.

  Haniden apartmanın altındaki garajın otomatik kapısı açılıyor. Son model Mercedes içinde genç şoförüyle çıkıyor. Sanki Atlantis Kıtası tekrar yüzeye çıkıyor gibi, görkemli araç ve yine aracın arkasından kapanan otomatik kapı… Başımı kaldırıp, otomatik kapının üzerindeki apartmanın dış görünüşüne bakıyorum; sıvası yapılmamış, derisi alınmış acayip bir canlı gibi, sanki kanlar, aptallıklar, aldanışlar süzülüyor renksiz yüzünden…

  Marlılyn’e, o küçük kıza tekrar geri dönüyorum. Daha çocuk yaşta cinsel tacize uğramış ve sonra şöhretin içine, film dünyasına, yapımcılara, reklam şirketlerine büyük paralar kazandıracak değerli bir maden gibi elleri, kolları bağlanan canlı gibi, ölümüne kadar feryatları duyulmamıştır.

 Marlıyn’in notları bu gerçeği gün yüzüne çıkartıyor;

“ Ben kimseyi kandırmadım. İnsanların kendilerini kandırmalarına izin verdim. Kimse, gerçekte kim olduğumu, ne olduğumu öğrenmeye zahmet etmedi. Benim için bir karakter yarattılar. Onlara karşı çıkacak gücüm yoktu!”

 Peki, ama sizin yaşamınızı alt üst eden, bizi kandıran büyük yapımcılara karşı çıkacak gücünüz var mı?

  Onun için şarkılar bestelendi. En ünlülerden birisi Elton John ve Bernie Taupin’in bestesi;

 Goodbye Norma Jean/ Hoşça kal Norma;

“ Hoşça kal Norma Jeane

Yalnızlık zordu
Oynadığın en zor roldü.
Hollywood bir yıldız yarattı.
Ve ödediğin bedel ıstırabın oldu.
Öldüğünde bile
Basın peşini bırakmadı
Tüm gazeteler
Marilyn çırılçıplak bulundu diye yazdı.

  Güven Serin 








15 Ekim 2014 Çarşamba

DAĞLAR DAĞIMDIR BENİM


Kamera; Güven    Ganoslar Işık süzülüyor gecenin içine
aynı zamanda biz de vadinin derinlerine süzüleceğiz
birazdan.


Kamera; Güven  Ganoslar

Rüzgarın türküsünü dinleye dinleye indik dinlence yerine.
Karanlıktı patikalar,soğuktu rüzgarın kolları;sıcaktı
bizi var eden toprağın ve insanın derinleri;bilinen
dengeydi,imbiğin,terazinin,adaletin hakiki,
özlenen sıra dışı dengesi..

Kamera; Güven  Ganoslar Manastır Vadisi


Kamera; Güven  
Zorlu inişin çıkışı da zorluydu. Dinlenme sırrını bulduk;sopanı
iyice kavra ve çeneni koy;bırak tabiat hafifletsin yükünü.


Kamera; Güven 
Manastır Vadisindeki küçük haylazlardan birisi


Kamera; Yunus Dağlar,yorgunluğu harika
görsellik,kokularla dengelerler;engin düşlerinize
kapıları aralarlar,sizi korkutmadan

DAĞLAR DAĞIMDIR BENİM

  Tekirdağ’ın gecesi sağanak halinde güne ilerliyordu. Gün uzaktı henüz. Karanlığı delen şehir ışıkları ve Yunus Usta ile Dağlara (Ganoslara) hiç bitmeyecekmiş gibi duyulan büyük özlemin çağrısına uyan askerler gibi düştük yollara.

  Bir yolculuk, iç içe geçmiş Ganos Dağları, vadileri gibi yine kendi türküsünü yakacak, kendi bestesini yapacak olmanın cesur adımlarıyla araç ışığına sarılan karanlık düşlerin, masalların gölgeleri arasında çam kokulu, ardıç, kekik, ıhlamur, adaçayı diyarına yol aldık.

  Yunus Ustanın gözleri karanlığı delen canlının pırıltıları gibiydi. Her zamanki tabiat aşkı, iç huzuru, olmaz ise olmaz dediği ağır yükleri taşıyan mavi çantası; yükten, üşenmekten, üşümekten, miskinlikten çok öte…

  Işık, henüz geceyi delmiyordu. Marmara Denizi ve Ganoslar karanlığın içinde saklambaç oynuyorlardı. Sesleri, dans eden gölgeler vardı ama kendileri neredeydi? Yüzyılların ayak izlerini takip ederek, döne döne aşağılara ilerledik. Kuzeyden esen rüzgâr oldukça soyluydu; büyük sınayışı; zayıf olan ile güçlü olan arasındaki ince çizgiye armağan ettiği, yaşamı ve onun öyküsünü anlatıyordu.

  Dostlar, hafiften üşümek, iç motorlarınızın çalıştığını duymak ne güzel bir şey… Yaşamın seslerini duyan hücreleriniz, her türlü olanağı sizin emrinize hazırlıyor da, sizlerin haberi bile yok…

 Bir arınma türküsüydü bedene dokunan rüzgârın melodileri. Üşümeyi engelleyen büyük ateşin yanı başınızda olduğunu attığım her adımda yakından hissediyor, patikanın, kuzey ile güneyi arasında bir rüzgâr, bir kuytu dengeleri içinde yol alıyorduk birazdan ışıyacak, ağaracak güne…

 Karanlığın içinde, çam ve ıhlamur kokulu virajlı yolların içinde araçta çalan türkü de aynı şeyi anlatıyordu:

Dağlar dağımdır benim
Gam ortağımdır benim

 Bir yeri sevebilmenin, yüksek saygıyla anabilmenin en güzel taraflarından birisi de dokunmaktır. Yol almaktır vadilerine. Tırmanmaktır tepelerine. Coğrafi derinlik, insan beyninin o muhteşem haritasına eklediği her bilgiyi, en titiz, en güçlü bilgisayardan daha değerli bir anlam içinde saklar. Gerektiğinde önünüze serecek, yaşama eklenecek anılar, görgüler, güzellikler, sesler, kokular, dokunuşlar; üzerimize, tonlarca yağan uygarlık kimyasallarına koruyucu bir kalkan olacaktır.

  Yeniköy, Rum Kültürünün Türk kültürüyle harmanlamıştı. Yer değişim ve gözyaşları çoktan akmış, kurumuştu. Kurumayan, akmaya devam eden çeşmeler, yaşlı ağaçlar, ortak kültürün en hakiki mirasçıları, anlaşılmayı bekleyen en soylu kahramanlarıydı.

  Yunus Ustayı en çok otuz yıl önce gördüğü, ipek böceklerini beslemek için sürekli dallarından yararlandığı dut ağacı heyecanlandırdı. Yeşil yaprakları, derin vadinin içinde yemiş vermeye hazırlanan bahar tazeliği içindeydi. Kalın ve yaşlı gövdesi, selin, zamanın bütün çığlıklarına tanıklık etmiş ama ölüm yerine yaşamı tercih etmişti.

  Günün ağarması, denizin, denize uzanan Ganos Dağlarının görkemli gösterisini de gözler önüne serdi. Yaratıcı her türlü estetiği hesaplamış. Kabalığı ve hoyratlığı törpüleyen planya makinesi gibi insan ruhuna dokunuyordu Ganosların deniz ile buluşması; aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağıya; çok yönlü, çok boyutlu görüntüler, ışık oyunları kadar masal, dokunuşların hissedişleri kadar gerçektiler.

 Bir zamanlar büyük arınma, büyük yaratıcı ile daha iç içe olan yere, Manastıra indik. Zorlu bir iniş, kaybolmaya başlamış patikalara, sık sık sarılan karaçalılara, küçük yapılar gibi zorlu rüzgâra tutunmuş pırnallıklara selam ede ede indik Manastır vadisine. Büyük çınar ağaçları; kimi görkemli bir şekilde yükseliyor vadinin uçsuz tavanına. Kimiyse, selin, zamanın o muhteşem döngüsüne, yok oluş ile var oluş içine boylu boyunca, köklerini de göğe dikerek uzanmışlar.

  Biraz çaba, biraz zorlamayla sesleri yüzlerce metreden duyulan küçük şelalelerin olduğu yerlere gittik. Su akıyordu; geçmiş zamanlarda imbikten akan üzüm suları, şıraları, şarapları gibi; peri ve Rum kızları üzümleri çiğniyordu türküler içinde. Ak ayaklarıyla, ruhların temizliği kadar arınmış, kutsal şarabı, insanlığın hiçbir zaman kutsallığı tam olarak anlamayacağını bile bile topraktan, kökten, yapraktan, üzüm salkımlarından teknelere, teknelerden imbiğin incecik süzülmelerine izliyorlardı…

 İnsanın zarar vermeden dokunduğu tabiat ne kadar temiz; ne kadar arınmış ve kendine özgü. Tıpkı zorlamadan, taklit etmeden ortaya çıkan türküler gibi;

Dağlar dağımdır benim
Gam ortağımdır benim
Söyletme çok ağlarım
Yaman çağımdır benim

  Güven Serin  










11 Ekim 2014 Cumartesi

BAYRAM ve İNSAN HALLERİ


Kamera; Güven Marmara Adası

BAYRAM ve İNSAN HALLERİ

  Günaydın der, şafağın sesi; Nazende nazende… Bir kumru tünemiş çam ağacına; belli ki tabiatın ricasını yerine getirmiş. Birkaç genç kumruyu büyütüp doğaya kanat çırpmaya göndermiş…

  Halk Otobüsleri bayramın birinci günü ücretsiz! Binen yolcular memnun. Şoför ise hiç değil… Belli ki çalışma saatleri, şehrin tıkanık caddeleri hırpalamış onu. Bir de yerle yersiz yüzlerce soruya cevap vermek!

 Köy Minibüslerine gidecek halk otobüsünü 7 numarayı bekliyorum. Bir bekleyen daha var; bir beyefendi, kilosu pek de hokkalı! Durağa bir dakikada birkaç halk otobüsü yanaşıyor. Hepsinin ışıklı panoları hangi mahalleye, bölgeye gideceğini anlatıyor. Ama beyefendi, durakta bekleyen bol kilolu insancık; durmadan soruyor her otobüs şoförüne;

  “ Bu otobüs nereye gidiyor?” Şoförlerin verdiği cevap onu tatmin etmiyor ve bindiği birkaç basamaktan tekrar, söylenerek aşağıya iniyor. En sonunda dayanamadım; nereye gideceksiniz? 100. Yıl Mahallesine. Oraya 7 numaralı otobüs gidiyor, birazdan gelir. Verdiğim cevap onun için teselli olmuyor. Belli ki şafağın saatinde kalkmamış… Yüzüne soğuk yayla sularından çarpmamış. İncecik tastan da su içmemiş…

  Sonunda 7 numara geliyor. Kapılar açılıyor. Ücret vermeden binmek ne güzel… Pek de güzel bir hediye; bayram hediyesi… Otobüse binen insanlar suskun… Fırtına öncesi sessizlik gibi… Daha arkaya ilerledim. Orada insan sesleri var. Oldukça kilolu eskiden beri tanıdığım beyefendiyle tokalaştık. Kutlama töreni; hep bildik…

 Yanında oturan diğer beyefendiye mezarlığa gittiğini söylüyor. Babasının mezarının yol nedeniyle kaybolduğunu girip bir acıma sesiyle anlatıyor;

 “ Garibim yattığı mezarda rahat edemedi. Allah taksiratını affetsin! Her ölümlünün suçu olduğu niçin düşünülür? Niçin ölen kişi için garip, zavallı muamelesi yapılır? Yaşayan insanlar dururken!

 Nerede bir köy türküsü duysam, şairliğim den utanırım diyen şairin köylerinden birine; hatta birkaçına doğru ilerleyen minibüsün içindeyim. Tekirdağ'ın hızla boşalan yaşlı köyleri… Tepeleri, bayırları, ovaları ve boş okulları, ama gösterişli camileri olan köyler… Bütün yatırım öteki dünya adına görünse de, daha iyi bir yaşam için kentlere göç, iyi bir gösteri ve vurgun yapmış…

  Varacağım köye yaklaşırken bayırda çoban ve sürüsünü gördüm. Beyaz yün, eski kışların yakın dostu koyunların, postlarıyla sert rüzgara aldırış etmeden küçük taze otları koparışları yaşam adına vazgeçilmezdi.

 Çoban sımsıkı sarınmış. Rüzgar kuzeyden sınıyor zayıf vücutlu çobanı. Çobanı düşlerin gezintisine davet ediyorum. Jules Renard’ın köy felsefesine nazik bir selam vererek;

 “ Köyüne büyüteçle bakan insan olmayalım!” 

 Renard başka yerlere, hatta tüm dünyaya, belki de evrene davet ediyor bizi… Bütün sınırları yerle bir etmeye; garip sınır oyunlarının zavallı kavgalarını terk etmeye…

  Çobanın torbasına birkaç alet, teknolojinin mucizelerini koyuyorum. Bir telefon, bilgisayar cinsinden… Hem fotoğraf çekiyor, hem video… Hem de tüm dünya ile iletişim bağları kurmaya yarıyor. Müzik, her an birkaç tuşun ucunda. Çobanın torbasına birkaç kitap da bırakıyorum. Nasırlaşmış ellerine sürdüğü kremi unutmuyorum. Yüzü kavrulmasın, “yüzün yağları ve sıhhati önemlidir”, diye kulağına bağırıyorum çobanın…

 Çoban beni duymuyor. Ben duyuyorum onu; tüm yüreğimle. Çobanın çobanlığını sevdiği kadar, şehri de sevdiğini, seyahati de, öğrenimi ve öğretileri de sevebileceğini anlatıyorum. Onun da kravat takıp, güzel kokulu sabunlarla yıkanıp, kız arkadaşıyla müzeleri, konser salonlarını gezdiğini görüyorum.

 Bu işe en çok tepki verenler; çobanı seviyorum diyen insanlar. Çoban kalmalı o! Öğretileri, değişimi tanıyan çobanın, çoban kalıp kalmayacağını merak ediyorum…

 Güven Serin 



  

  

9 Ekim 2014 Perşembe

ZARAFET DETAYLARDA GİZLİDİR


Kamera; Güven         


ZARAFET DETAYLARDA GİZLİDİR

  Yaşamı tüm kalbiyle kucaklamış bir insan kılı kırk yaran detayları sürekli masaya koymaz. Bilir ki, bu toplumun engin hoşgörüsü varken, sudan sebeplere kaş çatışı vardır… Az okuyan, çok düşündüğünü sanan toplumların kırılganlığı inanılmayacak kadar alt seviyelerdedir; büyük sevgi bir anda büyük nefrete dönebilir…

  Çevrenize bir bakın; nice sevgiler, sevişmeler, komşuluklar, akrabalıklar; en yüce anlayışlarla kucaklanırken, birden en yüksek sesli küfürlerle, lanetlerle anılır… Bütün bunlar yaşanıyorken bile, zarafeti yaşatanlar, sürekli döngünün kucağına teslim edenler var.

 Sanat, insanın kendi içindeki düşüncenin, detaylara gönül vermişliğinin ateşiyle doğar. En yumuşak dokunuşlar, ince süzüşler, dehlizlerin kanallarında akan egzotik tınlar, sözcükler; hep aynı yere doğru gider; insan denen canlının bir bütün oluşuna; zarafetin kalıcı bir eyleme dönüşmesine…

  Üniversite öğrencileri kendi harçlıklarını çıkartmak için eğlence düzenlemişler. Kimi gitarı, kimi darbukasıyla katılmış. Müzisyenler ve müziğin nağmeleriyle halkı eğlenceye davet eden öğrenciler tiyatro sanatçılarını imrendirecek komiklikte, Rıfat Ilgaz’ın Hababam Sınıfını, Mahmut Hocasını, öğrencilerini kıskandıracak güzellikte, ritmi en yüksek seviyeye çıkartmış eğleniyorlar.

  Öğrencilerin ilgi çeken eğlencesine halktan da ilgi büyük! Merak edip yaklaştım. Seyrine doyum olmuyor. Ağır ağır ön tarafa geldiğimin farkına bile varmadım. Sağ tarafımda duran kadın ile erkek de eğlencenin akışına kapılmışlar; elleri, ayaklarıyla tempo tutuyorlar. Bir ara bronz tenli, siyah saçlı kadın da oynamak için yanında duran erkeğe;

 “ hadi bizde oynayalım!” diyerek, sözü bile bitmeden üzerinde bulunan hırkasını çıkarttı. Gece serindi serin olmasına ama eğlencenin sıcaklığı güzeldi, ısıtıcıydı. Kadının kırmızı elbisesi, bronz tenine sanatsal bir anlam katıyordu. Heyecanı oynayan üniversite öğrencileri kadar yüksekti. Yanında bulunan erkek, çekimser kaldı, oynamak istemediğini ısrarla söyledi. Kadın, onu kırmamak için boynunu büktü; eğlencenin geceye karışan büyüsünü bozmamak için durduğu yerden elleriyle, ayaklarıyla kendi katkısını hiç durmadan yaptı.

 Dinlenme molası veren müzisyenler ve öğrenciler harçlıklarını çıkartmak adına seyredenleri gezip herkesin gönüllü katkılarını sınamak için para kutusunu ortaya çıkarttılar;

 “sıcak eller cebe” diyerek, küçük miktarları taşıyan bozukluk para sesleri duyulurken; bir başka ses daha duyuldu. Yanımdaki erkek, az önce onu oyuna davet eden sevgili karısıyla konuşuyordu.

  Aman Tanrım!

  Gazeteci kulaklarımı açtım; dört açış! Erkek, kadının oyun davetini geri çevirişi bir kabalık olduğunu, hiç de zarif olmadığını, bunun için özür diledi. Kadın, duygulandı. Kadının göğsü büyük büyük kabardı. Benim de hiç beklemediğim bir özür dileyiş… Bu kadar kabalık, bu kadar argo, inanılmaz kargaşa içinde, zarafet kendi yolunu alıyor; sessizce…

  İnsanlığı yaşama bağlayan yaşam sevincine katkı veren nice görev vardır. Bu görevlerin en başında kendi cinsinin üremesini sağlamaktır. Bu yüzden, bu telaşın büyük katkılarından dolayı ortaya çıkan insan sayısı 7 milyara ulaşmıştır. En büyük katkıyı bilim insanları vermiştir. Buldukları aşılar, ilaçlar sayesinde insan yaşamı kıymetli hale gelmiştir.

 Her oluşumun, her seçeneğin kendi doğal çevresi, etkileri ve etkileşimleri olur. Bu kadar büyük insan sayısı da çevreyi; yani, doğayı etkiliyor. Doğanın etkilenmesini, büyük doğanın bonkörlüğünün, sürekli vericiliğinin, bitmezliğine inanmış olmamızın saflığı ile değerlendirip yok sayabilirsiniz.

 Ama insan, hislerle, beklentilerle, heyecanlarla, hüzünlerle, kalıtımlarla donatılmış insan bu hızlı koşuya ayak uydurmak için kendi bedenini sürekli bakım yapmak zorunda olduğunu unutmamalı! Tıpkı en hassas, en güzel teknolojiyle donatılmış uçaklar gibi. Yerç ekimine meydan okuyan mucizevî aletlerin bir tek vidası eksik olsa, uçuşlar trajediye dönüşür…

 İnsan da öyle; bugünün yüksek teknolojisine uyum sağlamak için, her vidaya; kısacası bilinen her KÜLTÜRÜ anlamaya muhtaçtır. Çevresinde yaşayan, diğer kıtalarda soluk alıp veren; eğlenen, acı çeken insanları bildikçe, detayların ne büyük zarafet olduğunu da bilecektir; tıpkı, karısından özür dileyen adamın, sözcüklere bıraktığı şefkat, incelik; onu aynı duyarlılıkla dinleyen, dinlerken kadınsı duruşun, inip kalkan göğüslerindeki büyük sıcaklığın derin bakışları gibi…


 Güven Serin  

2 Ekim 2014 Perşembe

FISILTILAR


Kamera; Güven   

Fısıltılar,hissedişlerin en zarif dostlarıdır..


FISILTILAR

  Bilinen alışkanlıklara meydan okumak, alışılmışlığın riskli alanlarına çıkmak; her babayiğidin seçeceği yol değildir. Diyelim ki seçtiniz; her gün öğlene kadar uyumak, uyandığınızda bile gözlerinizi yeniliklere açmak yerine, işinize gelene seçip, işinize gelmeyeni paslanmış alışkanlıklarla suçlayan yaşam tarzınızdan sıyrılmak istediniz.

  Güne erken başladınız. Gün ise bu değişiminize tazelik sundu; kuş cıvıltıları içinde güzel bir esinti sundu. Ve o an; fısıltılar başladı kulağınızın beyninize akan kanalına. Görmediğiniz, dokunmadığınız bedenin fısıltıları; size elinizdeki yükün ağır olduğunu söylüyor. O an elinizde hiçbir yük yok aslında. Sırtınızda bile…

  Fısıltı, ısrarla kaldıracı zorladığını, kaldıracın kırılacağını söylüyor. Her aracın, her insanın taşıyabileceği yükten söz açıyor. Yükü hesaplayan matematiğe, fizik kanunlarına teşekkür etmenizi, saygı ile önünde eğilmenizi istiyor.

  Bu sabah hiçbir sabah kadar yabancı gelmedi yürüdüğünüz sokaklar, caddeler. Yeniden keşfe çıkmış, yepyeni bir şehre gelmişiniz gibi. İnsanlar, hayvanlar dünyevi kavgalardan arınmış, her hareketin ahengi, anlamı ve erdemi varmış gibi; görmediğiniz canlılara bile gülümseyecek rahatlığa eriştiğinizi hissediyorsunuz.

 Bu hissediş fısıltının sayesinde oluyor. O yüzden o fısıltıya daha bir kulak veriyorsunuz. Israrla hatırlatıyor; dünyayı kimse değiştiremez. Tabiatın büyük oyunudur değişim; seni figüran olarak kullanır. O, her on bin yılda bir zaten büyük değişimini yapar; büyük uykusuna yatar, büyük kükremeleriyle uyanır; sonra, büyük yaşamı, aynı koşma, didinme, savaş ve barış sahnelerini sahneler…

 Nice söyleme hep böyle başlarız; “ Ben olsaydım!” Biz olsaydık neler yapardık acaba? Ben olsaydım derken, kralın tahtına diktiğimiz, o tahta sahip olana kadar geçireceğimiz değişimi düşünmeyiz bile. Yokluğun erdemini, beklemenin, üretmenin, çalışmanın erdemini; insan denen canlının ilk önce kendi savaşını vermesi gerektiğini bir türlü bilemeyiz…

  Kendimizi kurtarmış, tanrının yardımcısı olmuş birisi gibi, durmadan kaldıramayacağımız yüklerin altına hamleler yaparız. Bir ses; “hadi” dese, bin türlü mazeretlerimiz vardır da haberimiz yoktur…

  O yüzden, sevdiklerimiz çekilmez olur. Diyaloglarımız argonun bataklığına o kokuşmuş yere doğru çekilmeye başlar. Kendimizden başka herkesi beğenmez buluruz. Öyle bir aydınlanmışız ki, yakınımızdaki insan bile fark etmez bizi. Olsun! Fark etmeyişin bile, cahillik olarak görürüz. Ve hızla değiştirmek isteriz cehaleti, körlüğü, yabanlığı, kabalığı…

 Çocuğumuzu büyütürken bile ileride bize nasıl bakacağını, bizi nasıl kollayacağını haykırırız. Çok sevdiğimizin sevgisinin yön değiştirmesini “nankörlük” olarak görür, sürekli arkamızda bıçak buluruz. Bitmeyen saplamalar, bitmeyen saplantılar…

 Bir fısıltı dokunur kulağınıza; sabahın erken, taze saatlerinde. Her gün geçtiğiniz caddeler yabancıdır size. Yeni bir yer, yaşamınıza ilave yaşam gibi; son bir kez; sanatçının irdelemeye çalıştığı film; Sonsuzluk ve Bir Gün gibi, belki bir ömre bedel, bir küçük yaşam; sizi, anlayışlı olmaya, madalyonu her açıdan; önden, arkadan, hatta üstten görmeye davet eder;

 Kabul ediniz!

 Güven Serin 



1 Ekim 2014 Çarşamba

AKDENİZ

Kamera; Güven   Akdeniz

Kamera; Güven   Akdeniz 

Kamera; Aspendos Tiyatrosu 

Kamera; Güven Aspendos Civarı

Tepeye öyle viran, öyle güzel kurulmuş ki, benim sarayım,benim
viranem dedim...


AKDENİZ

  Işık, suyun olduğu her yerde büyük gösteri yapar. Renklerin gösterisi; maviden yeşile, yeşilden griye; yüzeyden derine inebildiği yere kadar… Suyun olduğu her yerde yaşamın büyük hareketleri de vardır.

  Akdeniz, sayısız uygarlığa ev sahipliği yapmış. Sayısız savaşları, kaybedişleri dağlara kaçışları, mağaralara saklanışları; zaferleri kazanan komutanların zafer kapılarından geçişlerine tanıklık etmiştir. Karain Mağarası, insanın, insanlığa yürüme yolunda, muhteşem coğrafyanın gizli ve gizemli yerlerine tutunduğu anların izleriyle doludur.

 Aspendos Tiyatrosu büyük alkışları bugün dahi duymanın yüksek heyecanıyla yaslandığı tepeye, tepe kadar güçlü görünmenin onuruyla 1700 yıllık türküsünü söylüyor. Bir şeyi eksik olarak; yapılan tamiratlar gülünç diyecek kadar gülünç…

  Karaalioğlu Parkı falezlerin Kaleiçi’ne sarmaştığı yerde; çam ve palmiyelerin gölgeleriyle bakıyor Akdeniz’e. Her anın ışığı, kırılmaları ve dalgalanmaları farklı olarak… Çitlembik ağacı karada mı, boşlukta mı bilinmez; salıncağın üzerine oturmuş çocuk gibi; kara ile deniz arasındaki boşluğun en ince çizgisinde; insan ile hayvan arasındaki çizgi gibi; çok hassas, çok zarif ve manalı duruşuyla…

  Toroslar; Musa Dağı, Olimpos, Tahtalı kayaların, ağaçların, patikaların ve görkemli yaşam gerçeklerinin mitolojiyle karışımını çoktan sineye çekmiş; turizmi, her milletten, her inançtan insanları doğanın bin bir aşkıyla, bin bir renkleri ve sesleriyle ağırlıyor.

  Soğuk bira ve zarif bir an; gülümseyen genç kız, zaman ve mekanı yerle bir ediyor; uçsuz bucaksız Akdeniz; uzanıyor, bedenine süzülmüş dağlara; içlerine kadar sokuluyor, yumuşak kayaları yontarak heykeltıraşın sabrıyla…

  Çocuk taze çocuksu elini açıyor. Bir ağacın miskete benzeyen yeşil tohumlarını falezlerin kenarındaki çay bahçesinin kenarından uçurumdan aşağı Akdeniz’e doğru fırlatıyor. Yerçekiminin güzel sörfü; önce yukarı çıkıyor küçük yeşil tohum sonra, paraşüt gibi aşağı; denizin içinde yüz yıllardır duran kayaların yanına düşüyor.

  Çocuk, gülümsüyor; içten, sevgi dolu. Avucunu bana uzatıyor. Avucu yeniden topladığı ağacın tohumlarıyla dolu! Küçük, ak el; yeşilliğin tohumlarıyla bana uzanıyor. Böylece tohumlar paylaşılıyor; bizler de çocuk oluyoruz; onla birlikte, onun gibi gülümsüyoruz…

 Bir yudum bira, bir yudum sucuklu yumurta ve karşımda gülümseyen çocuk yüz; insandan öte; insan ile hayvan arasındaki en ince çizginin sanata adanmış şiirsel gösterisini yapıyor; sevgi dolu ve yaşama adanmışlığın içinde.

 Çocuğa bakıyorum. Bende gülümsüyorum özenerek çocuğa. Bir gün önce Akdeniz’in büyük sınamasını anımsayarak… Tekne yolculuğu güzel başlamıştı. Dağlara paralel ilerlemiştik müziğin eşliğinde. Akdeniz’in mavi, yeşil, gri sularında arınma töreni ve hoş geldin serinliği yaşamıştık.

 Akdeniz’in dağları, antik kentleri, yaylaları, portakal, limon, muz bahçeleri ne kadar bolsa, korkuları, değişkenliği ve büyük sınaması da o kadar boldur. Durgun bir göl görünümünde olan Akdeniz dönüş yolculuğunda görkemli bir okyanus coşkusuna dönüştü. Sanki Posidon, denizlerin Tanrısı haniden öfkelenmiş; kaptanı, yardımcısını şaşkına çevirmişti. Miço, kendi saflığı içinde tekneyi baştanbaşa dolaşıyor; hiçbir şey yokmuşçasına “biz ne fırtınalar gördük, bunlar çerez” diyerek, tecrübe gösterisi yapıyordu.

 İlerleyen zaman gösterdi ki, Akdeniz büyük sınama içindeydi; deniz Tanrısı Posidon depremleri tetiklemiş, deniz görkemli bir kabarma yaşıyordu. Etrafa savrulan sandalyeler, koltuklar ve çatırdayan tekne turistlere,  yakınımda oturan zarif kadın, Kanun ve Adalet Tanrıçası Themis gibi huzur içinde, bütün korkusunu bastırmış Akdeniz’in derinliklerine, gök ile denizin birleştiği ufuk çizgisine bakıyor.

 Sanki Posidon bütün atlarını salmış, İskender büyük ordularıyla şehre saldırıyordu; yaşam savaşı, büyük koşuşturma, beyazlayan yüzler, bulanan mideler ve insanı ölüm ile yaşam sınamasına davet eden Akdeniz…

 Tekne çatırdaya çatırdaya, yan yata yata önce Akdeniz’in açıklarına, sonra tekrar limana dümen kırdı. Korku Tanrıçası Phobos sırıtıyor. Neşe Tanrısı Risus sükûnet içinde “daha ölmeyeceksiniz, yaşamalı ve anlam katmalısınız gezegene” der gibi gülümsüyordu.

 Antalya limanına yaklaşan, tek tekne bizimkisiydi. Diğerleri hava raporlarını önemsemiş aklın yolu bir deyip denize açılmamıştı. Bir bizim tekne, kahramanlık gösterisi yapmıştı, 17 yolcu ve 3 mürettebat, milat oluşturacak sınanma içinde kendi eserimize büyük çentikler attık. Limanda bekleyen denizciler, oraya gelmiş turistler en az bizim kadar korku içinde limana giren teknemizin zavallı haline acı ve korkunun selamını verdiler.

 Teşekkürler Akdeniz… Minnet ile Adaletin ve Kanunların Tanrıçası Themis…


 Güven Serin