31 Ekim 2022 Pazartesi

TEKİRDAĞ ERKİN KORAY'I UNUTAMAZ!

 

İNTERNET

                                 TEKİRDAĞ ERKİN KORAY’I UNUTAMAZ!

 

  Tekirdağ'ın 30–40 yıl öncesine uzandığımızda ne buluruz? Henüz, Ertuğrul Mahallesi, Çiftlikönü ve daha birçok yerde bulunan ahşap evlerimizin ölmediğini bulabilir miyiz? Oymalı ahşap kapıları, cumbalı balkonları olan evlerin bahçeleri, komşuları, kuyuları, karanfilleri, gülleri vardı.

  Sadece, Sinemalar Sokağı dendiğinde, o küçük sokakta her gece, gençlerin, orta ve yaşlı insanların geceye süzülen hareketleri, hoş vakit geçirme anları vardı… TARSAL denen yerin, sahille buluştuğu bahçesi veya iç mekân, burada anısı olmayan Tekirdağlı varsa beri gele… Lale Pastanesi sımsıcak bol tarçınlı salep içmeyen, dondurmasının saf tadına bakmayan var mı acaba?

  1980’lı yıllar ve 1990’lı yılların başlarında ülkemizde yağ fiyatını ve tat öncülüğünü belirleyen, sofralara zeytin yağdan önce kurulan bir yağ vardı; SALAT yağları… Çalışanlarıyla, şehir kültürel hayatına, ekonomik ve sosyal şehir yaşamına katkı veren üç fabrikadan birisiydi. Diğeri, EVAR Kesici Aletleri fabrikasıydı… Tekirdağ Sanat Okulunun beslediği, sürekli usta işçiler yetiştirdiği, çalışanların her biri kendi içinde uzman, usta olmuş insanlar şehrin neşesi, kalıp atışlarıydı…

   Ya Tekirdağ Şarap ve Rakı Fabrikası için ne demeliyiz? Tekirdağ’ın Erkin Koray ile buluştuğu, sımsıkı sarıldığı 1980’li yılların sonunda,1990’lı yılların başında, çoktan ün yapmış, ünü ülkeyi aşıp dünyaya ulaşmış, şehir merkezinde bir fabrika olmaktan öte geçmiş bir okul, tıpkı Erkin Koray’ın ülkeden ayrılışı gibi, şehrimizden hepsi birlikte ayrıldılar, koparıldılar…

   Bir şehrin aristokratları, entelektüelleri yoksa ne yapılanlar arşivleniyor, ne de halkın değerlerini, geçmişini bir arada tutan yapılar koruna-biliniyor…

  Tekirdağ, Erkin Koray’ı Unutmamalı, hatırlatması yalnız Erkin Koray’ı anacağımız anlamını taşımıyor. Bu şehrin kültürel, sosyal ve sanat hayatına yön verip, tanıklık eden insanlardan söz edeceğim, ayağa kalkarak;

Cihat Akçakaya, Mehmet Ülker, Mithat Akçakaya… Teşekkürü, yetmezlik ve başım öne eğik bir halde yapıyorum: Üzgünüm…

    Tekirdağ insanın önceliği cam balkon yaptırma, bulduğu her fırsatta evlerin içini yenileme önceliği olması nedeniyle, bir dönemin sanat, sosyal ve kültürel hayat öncülerine hiçbir zaman gereken özeni, duyarlılığı gösteremedik; üzgünüm…

   Yıkılan eski belediye binasının en üst katlarında sadece tiyatro salonu yoktu. TKM denen capcanlı bir yer vardı. Tekirdağ Kültür Merkezi, burayı işleten iki değer, kıpırtı, öncü, müziğe, sanata aç iki insan: Cihat Akçakaya ve Mehmet Ülker, onlarca, yüzlerce etkinliği şehrimize taşıdıkları gibi,”BABA” unvanı verilmiş çok az sanatçıdan birisi olan Erkin Koray’ın Tekirdağ'ı ikinci adres olarak benimsemesine de ciddi ve samimi katkılar verdiler.

  Hatta İstanbul Taksim, Galata civarında Erkin Koray hayranları, sanatçının sık sık ortadan kaybolması üzerine, nereye gittiğini araştırdıklarında;- Tekirdağ, TKM! sözcüğünü o kadar sıklıkla duyar olmuşlar ki, en sonunda kendi aralarında şu konuşmalar sıkça duyulur hale gelmiş:

—Yahu, bu TKM da nedir? Nerededir? Erkin Koray ne buluyor burada?

  Tekirdağ Kültür Merkezinin ünü, çoktan İstanbul'a ulaşmıştı… TKM yüzlerce sanatçıyı ağırlamakla kalmıyor, şehrin kurulmuş fabrikaları, yüz yıl önce yapılmış ahşap cumbalı, bahçeli evleri gibi, sıcaklığı, enerjiyi, samimiyeti de yaşatıyorlardı.

   Erkin Koray’ın sıra dışı yaşamı yakından incelenirse, yaptığı işi ticari olarak görmeyen sanatçıların başında gelir. Sevmediği, inanmadığı hiçbir mekâna ne para, ne hatır için gider. Onun için halkın olduğu her sıcak, samimi yer, çalıp, söyleyeceği, dost sohbetleriyle demleneceği yerlerin başında gelir.

  Erkin Koray, yıllarca Tekirdağ Kültür Merkezi’ne geldiği gibi,2000’li yılların başında Mehmet Ülker tarafından işletilmesi yapılan Yelken Kulüp yeme, içme,eğlenme, dinlenme alanına da gelirdi.

   2004 yılının şubat ayı ilk günleri Tekirdağ’dadır. Arkadaş oldukları Mehmet Ülker ile denizin kıyıcığında bulunan Yelken Kulüp ikinci katında konuşuyorlar:

—Yahu Mehmet, Cem Karaca ile burada birlikte bir etkinlik yapsak nasıl olur? Mehmet Ülker sevinçten şaşkına döner:

—Erkin Abi, çok iyi olur, hemen yapalım, dedikten sonra Erkin Koray derhal Cem Karaca’nın karısı İlkin Hanımı arar:

—İlkin, Tekirdağ’da Yelken Kulübünde, çok sevdiğim kardeşimin yanındayım. Burada, Cem ile birlikte bir konser vermek istiyoruz. Sözlerinden sonra, İlkin derhal Cem Karaca ile konuşacağını söyler. Konuşulur ve anlaşılır da. Şubat ayı ikinci haftası, Tekirdağ Yelken Kulüp, ikinci kat kafeterya ve lokanta alanında iki dev, iki baba sanatçı müzik şöleni yapacaktır.

  Unutulan bir şey vardı; 8 Şubat günü Cem Karaca, sonlu olan dünyevi anların son gününü yaşadı ve hayata veda etti. Tıpkı, şehrin kıymet bilmezliği sayesinde yaşama veda eden; fabrikalarımız, ahşap evlerimiz, sımsıcak komşuluk ilişkileri taşıyan insan kültürlerimiz gibi…

   Tekirdağ, tarihine, ortak anılar biriktirdiği bütün alanlara, mekânlara, insanlara SAHİP çık… Tekirdağ, Erkin Koray’ı unutamaz…

Güven SERİN 


29 Ekim 2022 Cumartesi

CUMHURİYET ve ÖĞRETMEN FERİDE

 

İNTERNET

CUMHURİYET ve ÖĞRETMEN FERİDE

Birey olmanın,kaçmadan,korkmadan,büzülüp kendinden utanmadan kendini ifade etmenin karşılığıdır Cumhuriyet...Yunan postalları çiğnemeye başlamışken Anadoluyu,İstanbul,yani o günün başkenti tam manasıyla işgal edilmişken,İngiliz,Fransız,Yunan,İtalyan bayrakları inletirken İstanbul'un hakiki millet ruhunu,tam da kurtuluşun arifesinde bir kitap okuyordu Mustafa Kemal ATATÜRK. Reşat Nuri Güntekin'in Çalıkuşu romanı okuduklarından.Sonra,çok sonra ÇalIkuşue romana ruh katan sözcükleri tek tek; durarak,dokunarak,anlamaya çalışarak okudum.

Ne buldum dersiniz? 85 sayfası Tekirdağ'a ait anılar,kurgular buldum...Daha başka? Mustafa Kemal ATATÜRK savaşırken,yurdu işgal altındayken orada Feride'yi buluyor.Romanın kahramanı öğretmen Feride'yi...Biliyordu,bir yıl sonra Cumhuriyet ilan-duyurulacak...Ve Cumhuriyet'in başkahramanı olacak öğretmenlerden birisidir Feride...

Bütün olumsuzluklara katlanan,bir Türk anası,Anadolu kadınının eğilmemiş başıdır Feride...

Cumhuriyete inanmak da böyle bir şey; başın eğilmemesi,onurun,millet olmanın,demokrasinin herkese lazım olacağının soylu gerçeği,kutlamasıdır: KUTLU OLSUN...

Güven SERİN


28 Ekim 2022 Cuma

SANA MAHCUBUM ARKADAŞ

 

İNTERNET

                                       SANA MAHCUBUM ARKADAŞ!

   Doğudan bakınca Trakya diyarları Batı-Avrupa olarak görülür. Bir bakıma, can güvenliği, insanlarımızın sessiz mülayim bakışı doğruluyor gibi… Tamam, buraya kadar öyle ama diğer yanlarımız, hızla değerli insan ilişkilerimizden, halk kültürü, dayanışma bilinci,gelenek ve görenekler bir bir terk etmedi mi bölgemizi?

  Köylerden, kasabalardan kaçarken arkamıza bile bakmayarak, daha sonra köy yumurtası, köy sütü, köy peyniri ve ekmeği muhtaçlığına düşen de bizler değil miyiz? Birkaç dönüm yerler için en yakınlarımızla kavga edip de küsenler de bizler; biz Batılılar, Avrupa insanları değil midir?

  Ege doğumlu bir öğretmen arkadaşım, ikimizin de ortak olduğu bir arkadaşa 7–8 yıl önce yararı-bir konuda faydası dokunmuş. Bizim Trakyalı arkadaş o gün bugündür Egeli arkadaşı gördüğü her yerde;

 “ Sana çok mahcubum hocam; sana çok mahcubum, ama bir gün oturup yemek yiyeceğiz…”

  Anlaşılan,7–8 yıl önce Egeli öğretmen arkadaşın Trakyalı arkadaşa, bir konuda yararı dokunduğu zamanda “Sana yemek söyleyeceğim “ diye söz verilmişti. Aradan aylar, mevsimler ve yıllar geçmiş. Yolda, cadde karşılaştıkları her vakit Trakyalı;

“ Sana çok mahcubum hocam, ama söyleyeceğim yemeği bir gün…”

   Egeli öğretmen arkadaşım bu yemek söyleme olayından o kadar rahatsız ki, Trakyalı arkadaşı gördüğünde mümkün mertebe yolunu, yönünü değiştiriyor.

  Bu nasıl bir ilişkidir anlaşılır gibi değil dostlarım… Sana yemek söyle diyen yok. İyi ama tarafına yapılmış bir iyiliğin karşılığını alt ve üst tarafı bir yemeği bile söylemek yerine yüzüne gözüne bulaştırmak hangi kültürün parçası olabilir?

  Körleşme, yozlaşma, bencilliğin gafletiyle birlikte bataklıklara batma böyle bir şey midir acaba…

  Gezmeyen, görmeyen, merak edip okumayan, araştırmayan, toplumların insan ilişkileri; zarafetleri, verdikleri sözler de bir garip oluyor. Yani tam manasıyla zavallı duruma düşüyoruz…

  İşin garibi sürekli yemek söyleyeceğim, sana mahcubum diyen Trakyalı arkadaş ise ekonomik yönden hiçbir sorunu olmayanlardan. Sanıyorum yoksul olsaydı çoktan öderdi gönüllü vermiş olduğu sözün borcunu…

  Egeli öğretmen arkadaş yine aynı söylem içinde Muratlı Caddesi’nde yakalanmış. Bu sefer öyle canı sıkılmış ki soluğu benim yanımda aldı. Ve açtı ağzını yumdu gözünü;

  “ Arkadaşım, senden yardım istiyorum. Bu arkadaş söyleyeceği yemeği artık söylemesin bana. Ben yemiş kabul ediyorum. İnan bana artık onu görünce nereye kaçacağımı şaşırıyorum. Hep aynı terane… Ne olur yardımcı ol bana.”

  Konuşa konuşa bulduk çözümü. Ortak arkadaşımız olan Trakyalıya gördüğümüz ilk yerde yemek sözünden vazgeçmesini önereceğiz. Egeli arkadaşımız bu yemeği çoktan yemiş kabul etmiş bile, diyeceğiz…

   Durun bakalım, bu işi becerecek miyiz? Yıllar oldu, söylenmeyen yemek, tutulmayan söz, artık can sıkar, can yakar hale geldi…

 Güven SERİN 

  


24 Ekim 2022 Pazartesi

BİR ÇİFT AYAKKABI

 

İNTERNET

                                      BİR ÇİFT AYAKKABI

  Bildiğim kadarıyla üç yıl, özellikle kış zamanları bana hizmet etmiş bir çift ayakkabı-kundura onlar üzerine bir ayrılış öyküsünün yazın çalışmasını paylaşacağım sizlerle.

  Biriktirme merakımızın, yokluk ve yoksulluk rüzgârlarının estiği ve organik zamanlardan kaldığını bilen, gören, tanıklık eden insanın hissedişlerini, dönüşüme, kabullenmeye mecbur olduğumuzu öğrenmeye çalışan bir insanın gözlemi, hissettiklerimi paylaşıyorum.

  25 yıldır tanıdığım ama bir gün olsun alış veriş yapmadığım ayakkabı satıcısının dükkânına uğramaya karar verdim. Yanımda Şarkı Kurnazlık kültürü de benle birlikte içeri girdi. Üzgünüm…

   Güya, ilk önce hayırlı işler dileyip, sadece çay içmeye geldiğimi söyleyecek, sonra da uygun fiyata, iyi kalite ayakkabı varsa, bir de taksit yapıyorsa kredi kartına, iyice sağlama alınca kendimi ayakkabı satın alacaktım.

  İlla alma niyetiyle gitmediğimi anlamışsınızdır. Üstelik dışarıdan bakan birisi için ayağımdaki ayakkabılar “taş” gibiydi. Daha birkaç yıl paralayamazsın diyenler bile olabilir…

  Nereden öğrenip duyduysam, uygar ülkelerin insanları ayakkabılarını 5–6 ay giyer sonra vedalaşırmış onlarla. Bundan kırk yıl önce yaşlı bir kadının Almanya’dan ikinci el olarak getirdiğim ayakkabılardan bende bir çift almıştım. Tekirdağ soğuklarında, bol yağışlı yağmurlarında ne çok işime yaramıştı sağlam, kauçuk yapılı ayakkabılar…

  Dükkândan içeri girdiğimde orta yaşlarındaki ayakkabıcı oldukça zengin görünüşlü dükkânının içinde ayakkabıları yerleştiriyordu. Dükkan ağzına kadar ayakkabı doluydu. Hak dilinde “ Tuzu kuru” esnaflarından. Şark Kurnazlığı planımı uygulamaya koydum:

—Hayırlı işler. Geçerken bir uğradım. Bir çay içimlik geldim… Vay pişkin vay… Ben öyle

Dediğimi koca dükkân duydu, bütün ayakkabılar neredeyse baş salladı ama bir tek pişkin eski tanıdık duymadı.

  Sanıyorum benim planımı sezmiş, üstelik de onun müşterisi olmadığım için bal yapmaz arıya yatırım yapmayan esnaf soğukkanlılığı içindeydi. Haklı mı bilemem… Ama yenilgiyi hemen kabullendim. Çay içmek için, onun çay söyleme keyfini bekleyecek zamanım olmadığı için, onu, pişkinlik uykusundan uyandırmak için bir başka taktiğe başvurdum:

—Ayağımdaki ayakkabıların çok rahatlığını gördüm. Bunların aynısı var mı? Böyle deyince ciddi olduğumu hissetti ki, hemencecik birkaç ayakkabıyı sundu. Giyime, çıkarma denemeleri kısa sürdü. Oldukça kısa süren tanıdım, denemelerden sonra bir çift yeni kunduram oldu. Ama ne taksit oldu, ne de çay söylendi.

  Eski ayakkabılarım çok rahat ikinci elde satılmayı hak etse de, onları bir poşete koymasını, dönüşte alacağımı söyledim.

  Yeni kunduraları ile sahile indim. Güneş onların üzerine vurdukça cilalanmış deri ayna gibi parlıyordu. Yeni ayakkabılarımın, eski ayakkabılarla yer değiştirmesi kısa sürdü. Ama dönüşte alacağım eski ayakkabıları da giyeceğimi biliyordum.

  Kısa bir düş, içsel konuşma sonucunda eski ayakkabılarla vedalaşmam gerektiği düşüncesine sahip oldum. Bugün ölsek, kim bilir ne zamandan kalma bir gelenek yüzünden eski ayakkabılar hemen kapının önüne koyulmayacak mı? Yeniler ise bir tanıdığa verilecek ki ölünün ardından sağlam şeyler söylensin…

  Yüce iç sesim, kadim derinliklerden bir şey seslendi:

—Ayakkabılarına veda etmek için ölümü bekleme! Henüz diri, henüz yaşamın içinde varken, kendi ellerinle poşetiyle birlikte bırak çöp tenekesinin yanına. Hatta evin yanındaki çöpe bile taşıma! İlk gördüğün çöpün kenarına bırak. Bir süre sonra bir başkası onu oradan alacak ve yaşamın için katacak, henüz ölmemiş halleriyle…

  Nasıl mutlu oldum bilemezsiniz. Sürekli biriktiren, korkan, bocalayan, bilgiyi ayrıştıramayan, sanatın kılcal damarlarındaki akışları tartışamayan dünyanın içinde, yeniye, değişime, dönüşüme sarılmak, hiç de fena bir şey değilmiş dostlarım…

   Kendimi ne bir müsrif, ne şımarık bir zengin olarak gördüm. Zamanı gelince, nasıl bizle vedalaşacakken beden-can, bizler de vedalaşmanın şanlı, yaşayan, damıtılmış hallerine, henüz yaşarken tutunmalıyız, dedim kadim seslenişin kendisine.

   “ Şimdi, yeni şeyler söyleme zamanı cancağızım…”Yeni ayakkabılar, elbiseler, mobilyalar, arabalar, evler hepsi bir yana; değilse yeniliğin rüzgârlarının esmesi, buğday öğütmek için dönmüyorsa değirmenin taşı; un ve mis kokulu taze ekmeklerin kokusu yayılmıyor etrafa; yayılamıyor, varken her şey…

 Güven SERİN 

 

 

 

 

 

  


20 Ekim 2022 Perşembe

TEKİRDAĞ'DA SANATIN KALP ATIŞLARI HIZLANDI

 


Kamera; Güven

Kamera; Güven 


Kamera; Güven

       TEKİRDAĞ’DA KÜLTÜR ve SANATIN KALP ATIŞLARI HIZLANDI

 

   Yıllardır düşlerini kurduğum şeydi, yaşadığımız şehirde Devlet veya Şehir Tiyatrolarının kurulması. Sanat tutkumuzu, açlığımızı ülkemizin diğer büyük şehirlerinden gidermek için harcadığımız çabaların çok daha azını harcayarak şehrimizin sanat ışığını, halkımızın kültürel ve sosyal yaşamın içerisinde huzur, neşe, bilinç içinde dolaşmasını hep hayal ettim ve bu uğurda yüzlerce yazı yazıp gazetemiz Habertrak’ta yayınlandı…

   Tekirdağ insanı yeni Büyükşehir binasına da kavuştu. Buranın çok büyük alana yayıldığını biliyor, şehir yerel yönetimi adına bütün kurumları içine aldığı gibi, her yönüyle örnek bir yapı olacağını okumuş, dinlemiştik.

  Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi Özel Kalem Müdürü Feride Ataç’ı arayıp yeni binamızın kültürel, sosyal ve sanat alanlarını gezmek istediğimi söyleyince, Basın Yayın Şube Müdürlüğü ile Kültür Şube Müdürlüğü’nün yardıma hazır olduğunu söyledi.

  Saat 11:30 da Büyükşehir Belediyesi bina girişinde beni karşılayan iki değerli insan: Kültür Şube Müdürü Hüseyin Güler ve Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Dairesi Başkanlığı’ndan Recep Darı ile şehir insanımızın buluşacağı, hasret kaldığı tiyatro, konferans, her türlü sosyal etkinlik, sergi, dinlenme, gezinti yerlerini tek tek gezdik.

  Kırmızı koltukları olan salon (Konferans Salonu) 468 kişi aldığı gibi aynı zamanda tiyatro sahnelenmesine çok uygun. Tam manasıyla görkemli ve sanatçıların kulis için kullanacakları yer, sahne, koltuklar, içerideki ses sistemi her şey, sanatın kalp atışları ve şehir insanının özlemini, açlığını ve kavuşum anını anlatıyordu…

   Şimdilik ismi Konferans Salonu olan yeri ziyaret ettikten sonra tanıdıklarla paylaştığımda buranın ismi: -Yılmaz İÇÖZ Tiyatro Salonu olmalıdır, diye ısrarla ifadelerine yürekten katılıyorum.

  Biraz aşağıda yapılan bir başka salon, çok amaçlı etkinlikler için hazırlanmış. Yakında açılması planlanan kafeterya, sosyal ve gezinti alanların içerisinde kalan dükkânlar, çiçek havuz parkları görülmeye değer…

  Yine, bu işe gönül vermiş insanlarla bu konuyu yorumlayıp analiz ettiğimizde ortaya çıkan gerçek şudur; “ Halk, halkın her kesimi, her mahallesi bir şekilde Büyükşehir Belediyesi Sosyal, Kültürel alanlara çekilmelidir.” Düşünceleri üzerine oldu. İçinde halk yoksa sadece belli ve sürekli insanlar varsa, o alan yetmiyor, yetemiyor, şehir insanlarına hitap edemiyor…

  Çok amaçlı ve Tiyatro Salonu olarak da kullanılacak sanat ve kültür etkinliklerinin yapılacağı binanın hemen önünde harika bir Atatürk Heykeli var. Şunu söylemeliyim ki, yeri inanılmaz derece YANLIŞTIR… Binanın girişine ve oldukça yüksek bir sahneye yapılması çok yerinde olacaktır. Aceleyle oraya konulduğunu düşünüyorum.

  Ankara Etnografya Müzesi önünde bulunan Atlı Atatürk heykelini-anıtını hatırlatmak isterim…

  Dedik ya Tekirdağ’ın sanat adına, kültürel, sosyal etkinlikler adına kalp atışları fazlasıyla duyulmaya, şehrin ölü geceleri, durağan hatta duraklamış sosyal, kültürel, sanatsal zamanları her aşamada canlanmaya başladı.

   Örneğin, Yahya Kemal Beyatlı Kültür Merkezi, her geçen ay, yıl hızını arttırmaya devam ediyor. Özellikle, Eylül 2019 tarihinde atanan İl Kültür ve Turizm Müdürü Ahmet Hacıoğlu’nun gelmesiyle neler oldu?

  Diğer illerimize ait Devlet Tiyatroları, Yahya Kemal Beyatlı Kültür Müdürlüğü Büyük Salon’da “SAHNE” demeye başladılar. Neredeyse her gün, her hafta bir sergi, müzik gruplarının çalışması için her türlü imkân düşlerini kurduğum Tekirdağ’a çok yakışıyor.

  Son on gün içerisinde neler oldu ve olacak diye yazmak isterim. Tekirdağ Mali Müşavirleri’nin çok başarılı çalışmaları sayesinde sahnelenen tiyatro; Komik Para, Bestekâr Cahit Gökalp Konseri, Azerbaycan Kardaş Kömeği Hakan Tokuç Sergisi,29 Ekim gecesi, Bursa Şehir Tiyatrosu, Uçurtmanın Kuyruğu ile Yahya Kemal Beyatlı Büyük Salon’da sahnelenecek.

  Saymadığım, sayamadığım onlarca etkinlik, Tekirdağ Süleymanpaşa insanının yüz yıllık suskunluğunun da karşılığı olmalı…

   Bu arada, söz açılmışken, Namık Kemal Üniversitesi Rektörlük Binası Kültür-Konferans Salonu var, burada bir sürü etkinlik yapılıyor. Üniversite yaptığı etkinlikleri şehir insanıyla bütünleştirir, daha yaygın duyurur ve el uzatırsa, zaten atmaya başlamış, şehrimizin kalp atışları, heyecanı, coşkusu daha da anlamlı kalıcı ve dönüşüme uygun olur…

 Güven SERİN 

 







18 Ekim 2022 Salı

DÜNYA KADIN ÇİFTÇİLER GÜNÜNÜ KUTLADIK

 


Kamera; Güven


Kamera; Güven 

                     DÜNYA KADIN ÇİFTÇİLER GÜNÜNÜ KUTLADIK


    15 Ekim 2022 günü Dünya Kadın Çiftçilerimiz Günü nedeniyle bölgemizin çiftçi kadınları gününü kutladık. Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi üzerine düşeni fazlasıyla yapmış, üreten kadınlarımızın büyük çoğunluğuyla konuşup davet etmiş. Bir tek şey unutulmuş! Göksel sürprizi, yağmurun bereketini…

  Sahil dolgu alanda yapılacak etkinliklere, katılımcıların ifade ettiği gibi yağmur bereketi ve kara günümüz… Bartın Amasra’da 41 madencimizin ölümü, simsiyah ve hoyrat bir rüzgâra, zindan karası bir ağıt-a; ağıtlara yükseldiği için müzikal etkinlikleri iptal edilmiş olsa bile, yağmuru olumlu, gerekli bir hediye kabul eden yetkililer, katılımcılar, sahil dolgu alanındaki kahvaltılarından sonra Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi binasına geçtiler.

  Tekirdağ ve bölgemizin tarımı, özellikle sürdürebilir tarım faaliyetleri, aynı zamanda Dünya Kadın Çiftçiler Günü kutlaması, tam anlamıyla akıl ve lezzet işbirliğine dönüştü. Üreten kadınların olduğu her yerde ne vardır biliyor musunuz? Sadece lezzet değil, paylaşım, ikram, üreten insan zenginlikleri, sadelik, dürüstlük ve en önemlisi “Tatmazsan, almasanız kırılırım, hatırım kalır” gibi bakışların şefkati vardır.

  Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi ve Önder Çiftçi Kadın Kolları Derneği Kadın Kolları Başkanı Bahar Yarapsanlı, Tarımsal Hizmetler Dairesi Başkanı Dr.Fatih Bakanoğulları, Mektebim Okulu öğrencileri, öğretmenleri, Ziraat Yüksek Mühendisti Hacı Aslan, Root Tarım ve Gastronomi Okulu sahibi Emel Arslan Güryıldız, büyük yeni salonu dolduran kadın çiftçilerimiz, hep aynı heyecan içindeydiler:

    Üreterek, yerine yenisin koyarak, doğayı ve insanlığı kirletmeyerek yaşamak…

  Tekirdağ Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Albayrak’ın konuşmasının en anlamlı yeri:

—Hep merak etmiştim, yeni binamızda yeni salonu ilk olarak hangi amaç için kullanacağız diye? Görüyorum ki, kadın çiftçilerimiz, üreten kadınlarımız için kullandık: MUTLUYUM…

  Konuşmacılardan birisi de; Zir. Yük.Müh.Hacı Aslan,tarımda çalışan kadınlarımızın sigortalı olanlarının sayısı % 5 ‘ i geçmediğini söylemesi,oradaki temiz yüzlü,hünerli ellerin kadınlarının başları maalesef yere eğildi…

   Görünen o ki, en çok tartışılacak konularımızdan birisidir; Tarımda çalışan, sürdürebilir tarımı devam ettiren kadınlarımızın sosyal, kültürel güvencelere kavuşturmak…

  Root Tarım ve Gastronomi Okul yöneticisi ve sahibi Emel Arslan Güryıldız da tam bu konuya, üzerine basa basa dokundu:

  “ Kendinizi, üretim becerilerinizi lütfen fark edin. Kendinize önem verin. Sizler çok değerlisiniz, çünkü insanlığın var olması için, yaşaması için üretiyorsunuz. Yılmayın ve daha çoğunu isteyin…”

   Mektebim Okulları öğrencileri ve öğretmeni ise çok önemli hazırlık yapmışlar, insan sağlığı, insanlık geleceği için önemli ve yararlı sebzelerin dertlerini, masum yüzlü, temiz sesli çocuklarla anlatma hazırlığı yapmışlardı.

   Kimi çocuk, patlıcan, kimisi hıyar-badem, biber, kavun, karpuz, domates olarak sahneye geldi. Kendi yararını, faydalarını anlatırken, genetik yapıları değiştirilen sebzelere dikkat çektikleri gibi vicdanı, aklı, duyarlılığı olan her insana iz bırakacak sözcüklerle:

—Bizi kaybetmeyin! –Uyarılarını yapan, sebzelere dil, söz, can katan çocuklar, yerli tohumların önemine dikkat çekerek, belki de dünyada patlayan endişelerin, hastalıkların, kırılmaların da ilacını, yerli tohum, üretme, deneyim ve doğallık ile olacağının en güzel uyarılarını, çocuk yürekleriyle yaptılar…

   Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi Tarımsal Dairesi Başkanlığı’nın ilk hamlelerinden birisiydi Kadın çiftçilerimize ulaşmak. Uzatılan ellerden birisi de Elmalı Kadın çiftçilerimizdir. Onlarda oradaydı. Yaylagöne, Sarıpolat, Edirne, Çanakkale’den gelen kadınlarımız, boş ellerle gelmemişlerdi. Ektikleri, biçtikleri, yoğurdukları, pişirdikleri, evlatlarını büyütüp, insanları sağlıklı besledikleri ürünleri ve üretimleriyle gelmişlerdi.

   Sarıpolat kadıları, onlara önce olmuş kadın muhtarları Ayşe Özkan, Sarıpolat, Yardımlaşma Dayanışma ve Güzelleştirme Derneği üyeleri, başkanı, değerli katkılarıyla, inanç ve heyecanıyla yüzlerce üretici, Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi yeni binası salonlarına apayrı bir lezzet, anı ve devamı sıklıkla gelmesi gereken öncü izler bıraktılar…

   Üreten ellere, yüreklere: Selamlarımla, teşekkürlerimle…

 Güven SERİN 


 

 

 











17 Ekim 2022 Pazartesi

TEKİRDAĞ EVLADINA SAHİP ÇIK

 


                                  TEKİRDAĞ EVLADINA SAHİP ÇIK!

  Başarılı insanların yeraltı nehirleri gibi sessizce ilerleme alışkanlıkları vardır. Onlar övünmekten çok yaptıkları işin-mesleğin ve yaşadıkları şehrin başarısına adanmışlardır…

   Ertuğrul Mahallesi, Demir Sokak, Hüseyin Pehlivan Pasajı adresi: No 1 BARBER’S CLUB adresinde, Hamit KESKİN ile Taylan Can ÜNSAL, yukarıda sözü edilen başarılı insanlardan ikisi; iki ortaktır…

   Geçtiğimiz haftalarda yeni bir başarıya imza atan, Gebze’de yapılan,40 kuaförün katıldığı yarışmada TÜRKİYE 3.olan Taylan Can Ünsal’ın 11 yaşında başlayan sevdasını anlatıp yazacağım bu çalışmamda.

  Görünen o ki, ne iş yapılırsa yapılsın, ilk önce işi sevmek, işin insana olan kısmını; hizmet tarafını samimiyet ve ustalık içinde gerçekleştirmektir…

  No 1 BARBER’S CLUB işletmesinde bulunan iki insan-iki usta da işini sevmiş, işi-mesleklerini hizmet anlayışı içinde yüceltmeye inanmışlar…

   Son girdiği yarışmada Türkiye 3.olan Taylan Can Ünsal’ın koşusu, koşmak istediği yol çok büyük.11 yıl önce,11 yaşında çıkmış olduğu yolculuk, henüz 22 yaşında olmasına rağmen ciddi mesafelerin alındığını gösteriyor.

  Taylan Can Ünsal’ın icra ettiği mesleği, sevmiş olma bilinci ve ideali,11 yıl önce başlayıp bugüne uzansa da, mesleğe olan inancı, düşleri, hayalleri bir sanatçı gibi üretmeye aç, hizmet etmeye, farklı olanı bulup denemeye susamış birisi olarak, ağzından dökülen kelimeler:

—Bu işi çok ötelere taşımayı düşünüyorum ağabey.

—Nasıl ötelere, biraz açar mısın kardeşim?

—Önce Türkiye Şampiyonluğu, sonra Avrupa Şampiyonluğu, daha sonra Dünya Şampiyonluğu ve geri kalan zamanımı eğitmenlik yaparak sürdürmek istiyorum.

  22 yaşında genç bir esnafın, zanaatkârın ağzından bu idealleri duymak, tıpkı bu işe gönlünü, kendine ait bütün imkânları ortaya koymuş insan gibi sevindim. Şehirlerin isimlerinin duyulması, kendi içerisinde çıkarttıkları markalarla, değerli ve yetenekli insanlar sayesinde çok daha ötelere uzanıyor.

  Taylan Can Ünsal’ın idealleri, hayalleri hiç de boş şeyler değil. Bu güne kadar katıldığı kurslar, almış olduğu sertifikalar ve kupalar, zaman kaybı, masraf olmadığı gibi, kendi alanında onun tabiriyle;

  “ Mesleğim yönünden full durumdayım ağabey.” Dediğinde “Nasıl full?” Soruma şu cevabı verdi:

—Saç Renklendirme, Saç Kesimi, Perma ve Cilt Bakımı bilgilerine, görgülerine ve yeteneklerine sahibim.

  Hem şaşırdım hem de onur duydum. Demek ki en iyi yatırım, insanın kendisine yaptığı yatırım oluyormuş… Aldığı kupalar,15 yaşında katılmış olduğu sahne şovu ve diğer şehirlerde, mekânlarda (Şarköy, Des Otel, Antalya, Kırşehir) katıldığı sahne şovları, deneyim, saç kesme kültürü adına yepyeni pratik ve öğretilerle birleşmiş…

   Gebze’de girmiş olduğu yarışmada Türkiye 3.olması bir tesadüf değil, diğer başarılarının da teminatı olarak gördüm.

  Heyecanı, düşleri, idealleri olmayan bir insanın çıkacağı yolculukta başarı kazanması mümkün görünmüyor. Yazdığım bütün özellikler Taylan Can Ünsal’ın hem seslendirdiği, hem de eyleme taşıdığı yetenekleridir.

  Söz paradan, kazanmaktan açılınca:

—Ağabey, para benim için hiçbir zaman birinci derecede önemli olmadı. İlk önce işini sevecek en iyi hizmeti yapacaksın. Hayallerine sahip çıkar, gerekli riski de alırsan, zaten başarı da para da arkadan geliyor…

   Genç yetenek, başarılı Kuaför Taylan Can Ünsal ile konuştuktan sonra söyleyeceğim tek şey var; “ Tekirdağ, evladına, evlatlarına sahip çık!” Kim bilir daha ne gizli yetenekler var,135 km deniz kıyısı; bir ucu Karadeniz, bir ucu Marmara’da olan şehrimizin derinliklerinde…

   Birlikte çıkmış oldukları yolculukta her iki ustaya; Hamit Keskin ve Taylan Can Ünsal’a, şehrimizin ismini, kuaförlük mesleğinin itibarını çok daha ötelere taşımaları adına başarılar diliyorum…

 Güven SERİN 


 

 

 


11 Ekim 2022 Salı

OSMAN YÜNCÜLER: HOŞ GELDİNİZ

 

KAMERA: NASİP BEY

KAMERA: NASİP BEY

                                 OSMAN YÜNCÜLER: HOŞ GELDİNİZ

 

   Öteden beri sezgilerin değerli olduğunu gözlemliyorum. Günlerden Cumartesi ve ben bir sürü seçenek içinden gideceğim, birkaç saat geçireceğim mekânları-yerleri gözden geçiriyordum atölyede.

  İlk sıraya Çiflikönü Çiçek Park seçeneğini koydum. İkinci seçenek ise 100.Yıl Mahallesi sosyal alanları. Derken, birkaç gündür bisiklet sürmediğim, birkaç haftadır da Özgürlük Barış Parkı, küçük korusu içinde olmadığım aklıma geldi. Zar zor, beş on deneme ile bir bisikleti kilitli olduğu istasyondan aldım. Yönümü, kuzeydoğu yönüne, Özgürlük ve Barış Parkı tarafına çevirdim.

   Orada, yapay şelalenin şırıltıları yakınlarındaki bankta oturmuş, etrafı süzerken, bana ayrılan vaktin geri kalanını nerede kullanayım düşüncesine, sezgisel bir kararla; sahildeki çınarların olduğu banklarda, Nasip Bey’in kahve ve çayını yudumlarken, denizin yakınlarında diye bir uyarı aldım.

   Öyle de yaptım. Kahve henüz bitmişti. Kulaklıkları takıp, müziğin, ezgilerin, ritmin eşliğinde denizle birlikte yüzen yelkencileri ve ufku izliyorken genç bir kadın ( Zeynep Yüncüler ) ve yaşı sekseni çoktan aşmış, genç yüzlü bir ihtiyar deli kanlı; Osman Yüncüler geldiler. Benim oturmuş olduğum bankta bir kişilik, yan tarafta bir başka kadının oturduğu bankta da bir kişilik yer vardı. Kızı Zeynep, diğer banka, Osman Yüncüler de eski insanların zarif yaklaşımıyla; “ Oturabilir miyim?” diyerek benim yanıma oturdu.

  O sırada, müziğin erdemi, kılcal damarlarımı dahi sarmıştı. Yüzü, bir çocuk, yüzü bir aydınlık olan Osman Yüncüler ve kızının henüz isimlerini, kim olduklarını dahi bilmiyordum. Ama merak edecek durumda da değildim. Sanki çalan müziğin büyüsüne, arabesk tınıların özlemiş olduğum geçmişine iyice dalmıştım.

  Hafiften sağ tarafa bakınca, yanıma oturan 1935 doğumlu Osman Yüncüler’in bir şey konuştuğunu dudak hareketlerinden, çınar ağacının solan yapraklarını elleriyle işaret edişinden anladım. Kulaklıkları-mı çıkartıp, müzik aletini bir güzel kapattım. Belli ki bir davet, kuşaklar arası bir BULUŞMA olacaktı. Hissettim…

  Öyle de oldu. Osman Yüncüler, nesli tükenmiş gibi görünen canlıların en başında geliyor. Bakışı, duruşu centilmenlik, sevecenlik, şefkat şöleni yapıyor. İnanarak, hissederek, yaşamı görev bilinci içinde kabul edenlerden… Sıklıkla arkadaki büyük, korkunç ve kötü görünen apartmanların olduğu yere bakıp;

  —Eskiden, buralarda tepeler, ağaçlar, yeşillikler ve hemen dibinde deniz vardı. Beton iskelenin yerinde ahşap bir iskele! İtalyan Konağı, Konsolosluğu, derken belli ki çocukluk anılarını tazelemeye sahile indiğini anladım.

  İşte o zaman anladım ki yaşadığım şehirde yazmanın, otel gibi tercih etmeyip, benimsediğim kentimin bir sahibi de bendim. Başladım bildiklerimi Osman Yüncüler’e tane tane, sırasıyla aktarmaya;

—Hemen arkada Çalıkışu Konağı varmış! Deyince heyecanla sohbete karıştı Osman Yüncüler. Oturduğu mahalleyi tarif edince;

—Eskiden oraya Sandalcı Mahallesi derlermiş. Bir de bir uçak düşmüş sizin mahalleye. Hatırlıyor musun?

    Bildiklerim onu iyice telaşlandırmış, heyecanlandırmış ve tebessümüne tebessüm eklemişti. Sen nereden biliyorsun? Kaç yaşındasın? Sözcükleri ardı ardına geldi. Osman Amca, Altınova’da, o bakir zamanlarda, bağ bahçelerin bolluk ve bereketli yıllarında sahile, denize girermiş. Oralarda bir de Kral Yolu varmış, bilir misin? Dediğimde, bilmez olur muyum, derken bir daha yaşımı sordu. Bütün bunları nereden biliyor oluşum şaşırtmıştı Osman Amcayı.

  Ben de şaşırmıştım böyle bir yüzün,1935 doğumlu bir insanın ruhu kadar bedenini de bakmış oluşuna. Peştemalcı Caddesi üzerinde 45 yıllık esnaflık yapmış! Gel de saygı duyma? Gel de elini öpme?

  Peştemalcı Caddesi anılarını konuşurken yine şaşırttım onu;

—Kurtiş’in kahvehanesi ve Oteli vardı oralarda bilir misin? Biraz ötelerinde Şirin kardeşlerin ( Mesut, Metin, Necdet) dükkânları… Otel sahibi Hasan Ağayı, daha birçok ismi birlikte andık. Ve tekrar hayretle yüzüme baktı; bütün bunları nerede biliyordum?

  Habertrak Gazetesi köşe yazarlığı yaptığımı ve yaşadığım şehrin, benden önce yaşamış insanlarıyla çok fazla sohbet ettiğimden dolayı bildiğimi öğrenince rahatladı. Ve ayrılık vakti geldiğinde, en az 45 yıl büyük bir ciddiyet içinde yapmış olduğu işi-görevi gibi;

—Eve geç kalmayalım, hanım merak eder! Sözleri, yalı bölgesi dediğim çınar ağaçları altına yayıldı. Elini sıktım usulca. O da öyle, bir daha buluşma umutları, ümitleriyle ayrıldık bir birimizden; kuşak çatışması değil, kuşak hasreti çekmiş olmanın erdemleri içinde…

 Güven SERİN 

 








8 Ekim 2022 Cumartesi

TEKFURDAĞ'IN DENİZİ VARMIŞ!TEKİRDAĞ'IN DENİZİ YOKMUŞ!

 

İNTERNET

               TEKFURDAĞ’IN DENİZİ VARMIŞ! TEKİRDAĞ’IN YOKMUŞ!

 

   Dostlarım, nasıl yazacağımı, şehrimizin zenginken yoksul deniz ulaşımı yaşantısına nasıl dikkat çekeceğimi şaşırdım…

  Bu nasıl iştir; bize çok, neredeyse biz kadar yakın Tekfurdağ’ın denizi varmış! Tekirdağ'ın ise denizi yokmuş! Gel de üzülme buna…

   Tekfurdağı insanları ahşap konaklarından çıkıp hemen evlerinin önünden denize girer, evlerinin önlerinden oltalarını, ağlarını atıp balık tutarlarken, Tekirdağ insanının böyle bir hali, imkânı yokmuş…

   Sanki Tekirdağ insanına eziyet çektirmek, Tekirdağ insanını hiçbir zaman deniz kültürü olmayacak şekilde basiretini bağlamak için çalışmış birileri… Tekfurdağı insanları mehtap zamanlarında tekne turları yapar, oldukça sağlıklı kayıkçıların süslü, temiz tekneleri, mehtap akşamları, müzisyenlerin, yanık sesli şarkıcıların şehriymiş…

  Ya Tekirdağ insanı? Mehtap geceleri diye bir şeyi olmadığı halde Tekfurdağı gibi deniz boyunda 135 km uzanan sahilleri de yokmuş… İnsanlarının büyük çoğunluğu balık nedir, kayık, tekne, gemi nedir bilmezmiş…

  Tekfurdağı halkı ise gemilerle içli dışlı, ister İstanbul, ister İzmir veya Samsun’a gitme, deniz yolculuğu içinde ucuzluğun, deniz neşesinin keyfini sürerlermiş…

  Oysa Tekfurdağı ile Tekirdağ iki kardeşlermiş… Kötü kalpli bir cadı mı, yoksa mitolojinin içinden çıkan bir başka kötülük mü nedir; birinin kaderini, hüzünle, düşünce fukara-lığıyla doldurmuş. Tekfurdağ'ın kaderini ise; denizle, meyve bahçeleriyle, cumbalı ahşap evlerinden yayılan komşuluk maneviyatı, bereketiyle dopdolu, iç içe yapmış…

  Ne büyük kötülük değil midir Tekirdağ yurttaşları adına. Hemen karşımızda Marmara, Avşa, Erdek, Bandırma ve diğer yerleşim yerleri bize gülümseyerek, el uzatarak bakarken, Tekirdağ insanlarının büyük çoğunluğu için oralara gitmek; Kaf Dağı’na gitmek kadar masalımsı ve zorluklarla, güçlüklerle dolu; dopdolu…

   Gelin birlikte matematik biliminden faydalanarak sürekli Tekfurdağı ve gelişmiş medeniyetlerin gölgesinde kalan Tekirdağ insanı için deniz aşırı, deniz yolculukları adına bir hesap yapalım.

  Örneğin, Tekirdağlı dört kişilik bir aile Marmara Adası’na gitmek istiyor. İki saatlik yolculuk için, kişi başına; 120 TL ödeyeceklerdir. Yani dört kişilik bir ailenin kırk km ötedeki Marmara Adası’na gidip gelmesi 1000 TL. Sadece tekne yolculuğu için bu fiyatı ödeyecek aile, kalacak yere, yeme içmeye ödeyeceği ücretleri düşünürsek; dört beş günlük bir küçük tatil; 20 Bin TL’ye çıkacak…

  Asgari ücretli bir aile böyle bir yolculuk yapabilir mi? Yoksulları, bu ücretin altında kalanları buraya katmıyorum! Çok üzgünüm… Peki, ama doğru dürüst beslenmeyen, beslenemeyen, yılda dört beş gün tatil yapamayan bir aileden gerçek; damıtılmış bir huzurun olması mümkün mü?

  Hemen bir başka örnek vereyim! Sürekli çoğalan, yenileri açıldıkça yetmeyen kurum ve kuruluşlarımız var. Adliye Sarayları… Hapishaneler ve Hastaneler… Sağlıklı toplumlarda bu tür kurum ve kuruluşlar giderek çoğalır mı, yoksa azalır mı?

  Marmara Avşa ve Erdek, Bandırma, İstanbul, İzmir, Samsun gibi yerlere Tekfurdağı insanı, yurttaşları ulaşıyorken, onlar masalımsı bir geçmişin şenliklerini bırakmışken, Tekirdağ insanı, halkı niçin 21.yüzyılın birinci çeyreğinde deniz yolculuğunu halka indiremiyor? Halka taşımıyor, taşıyamıyor?

  Özellikle yaz ayları ve kış aylarının belli günleri, Büyükşehir Belediyesi’nin büyük gemileri, yüzlerce yolcusunu huzur, ucuzluk içerisinde bir kentten diğerine, bir şehirden diğerine taşıması sadece Tekfurdağı insanlarına mı layık?

  Tekirdağ'ın denizi, gemisi, kaptanı, sağlam yöneticileri olmadığı için midir bu yalnızlık, bu kararsızlık ve bu gamsızlık…

 Güven SERİN

  


7 Ekim 2022 Cuma

ŞEKSPİR ve HAMLET

 

İNTERNET

                                 ŞEKSPİR ( SHAKESPEARE) ve HAMLET

           ( Üst Tarafı Sessiz Bir Dünya )

   Kolay yaşamayı seven insanlık, kolay sözlere, hazır sloganlara tutunmayı sever. Toplumumuzun büyük çoğunluğuna:- edebiyat nedir?- Diye bir soru yöneltsek, art niyetsiz bildik şu cevapları verirler; “ Gereksiz, boş sözler…” Bu yüzden, arkadaşlar veya insanlar kendi aralarında gerildikleri, birbirini suçlayacakları zaman; “ Bana edebiyat yapma!” diye seslenip karşıdaki insanın canını acıtmak isterler.

  İşin garibi, romanlara, öykülere; edebi dünyaya armağan edilmiş her türlü esere yabancı ve uzak duran insanların da yaşamsal umutları edebiyata bağlıdır. Şairini hatırlamadıkları bir şiir dizesi, çok ötelerden dinledikleri bir masal, efsane, destan kalıntısıdır onların yüreklerindeki ateşe odun taşıyan şey…

  Dört yüz yıldır dünya sahnesinden; tiyatro, opera, sinema ve kitaplara tutunan okuyucuların dilinden düşmeyen kişidir Şekspir… Tıpkı Homeros gibi, varlığı ile yokluğu ayrı bir gizem oluşturan Şekspir, Hamlet ile başköşeye oturmayı çoktan hak etmiştir.

  Hamlet, ilk bakışta bir tragedya algısı yaratsa bile, onun içine girdikçe, kahramanların davranışlarını ve karakterlerini tanıdıkça, sadece trajediden beslenmediğini bulmak mümkündür.

  Gücün ve hırsın neler yaptıracağını işlerken, hem görünür hem de görünmez olan SEVGİ, insanı körleştirip, kör sevgiye dönüşmesiyle, tıpkı güç ve hırs kurbanları gibi bir dönüşüme, asil bir ölüm yolculuğuna, delirme içgüdüsüne tutunduğunu buluyoruz; Hamlet ve Şekspir’in gizemli ve derin dünyasında…

   Bu büyük eserin en dikkat çekici yanı “ Kör sevgi” ve onun ihtişamlı savunuculuğudur. Hamlet’in amcası tarafından öldürülen babasının yasını tutması, amcasına olan korkunç kini, karakterinde olan sevgiyi, halkın ona duyduğu büyük saygıyı gölgede bırakmış, belki de yıllarca kral koltuğunda oturup, halka huzurlu, barışçıl yıllar yaşatacak iken, sevgiden doğan delilik nöbetleri; tragedyanın kalbi olan kan gölüne dönüşmüştür.

  Şekspir’in zekâsı, bütüne yayılmış olan sahnelerin diyalogları bir ormana dönüşmüş hali, sizi korkutmasın. Ölmeden önce, bu eserin kahramanı Hamlet’in sözleridir dört yüz yıldır bizi bize daha fazla sokulmaya iten şey;

  “ Vakti olsa derdim ki size…” Hamlet’in son sözlerinden birisidir bu söz… Yarım kalmıştır… Vakti olsaydı, zehirlenmemiş olsaydı ne derdi bizlere? Kaç sanatçı, kaç insan bunu düşünecek vakti bulabilir, bu işe kafa yorabilir acaba?

  Cemal Süreya’nın kısa şiirindeki gibi; “ Hayat kısa, kuşlar uçuyor” mu derdi? “Bunca ölüm ve öldürme, yaşamaktan daha değerli değil!”(…)Onun diyemediğini herkes kendi diyemediklerinle kıyaslasın…

    Neredeyse hepimizin sonu Hamlet’in sonu gibi değil mi? Sevgi ile rüşveti karıştırmış, kurban olma ile bağımlılığı, alışkanlıkları korkuya dönüştürmüş, doğada yaşayan en sıradan hayvanın özgürlüğüne imrenecek kadar uzak kaldığımız bu dünyada… Gelinen noktada yaşamın kısalığından ve hırslarımızın, kinlerimizin, nefret ve sevgilerimizin menzile erişemediğinden söz etmeyiz mi yaşamın kıyıcığına geldiğimiz zayıf ve titrek soluğumuzu duyduğumuz o son anlarda…

 Hamlet’in ardından onun dostu olan Horatıo da zehir içip ölmek ister. Bir sevgi bağımlılığı daha, belki de çoğumuz için ASİL bir dostluk haykırışı, destanı sahnelenir. Fakat Hamlet ölmek üzere olduğu halde arkadaşı Horatıo’nun zehir içmesine izin vermez. Ona yalvarırcasına şu sözleri söyler;

  “ Sen erkek adamsın Horatio, ver kupayı bana!

Ver Allah aşkına…(Kalkıp kupayı alır ve düşer.), ( Hamlet, ölmek üzere son sözlerini fısıldar)

Bak, canım Horatio

Kimseler bilmez olanları,

Ne berbat bir ünüm kalır dünyada benim!

Yüreğinde bir yerim varsa,

Geç git biraz gideceğin cennete,

Biraz daha katlan bu kötü dünyamıza

Benim hikâyemi anlatmak için.”

  Hamlet, son sözlerini söyler ve ölür; “ Olan bitende benim de az çok… Üst tarafı… Sessiz bir dünya...”

  Bu büyük eserin en can alıcı sözcükleridir Hamlet’in ölüm anındaki tespitleri. Gerçekte ölmek istememektedir. Bütün iyi niyetine, taşıdığı yüce sevgiye rağmen, kendi kusurunu da insanlığa bırakır Hamlet’in ağzından Şekspir…

  Edebiyat tam da böyle bir şeydir; sosyoloji, psikoloji, trajedi, eğlence; velhasıl tam bir insanlık sanatıdır; ucu bucağı olmayan bir şey; koca romanı, öyküyü iyi anlamazsanız, kaçırdınız demektir kendi geleceğinizi; kısacık yaşamın uçan kuşlarının peşinden…

  “ Vaktim olsa derdim ki size…”

 Güven SERİN 

 

 


6 Ekim 2022 Perşembe

TATLI OLUR GELİNLERİ ÇEKİŞTİRMEK

 

İnternet

                                  TATLI OLUR GELİNLERİ ÇEKİŞTİRMEK


    Soğukkuyu Caddesi’nden Yunusbey Caddesi’ne doğru ilerliyordum. Yaşları 60-65 civarı olduğunu sandığım iki kadın ağır aksak yürürken, aynı zamanda hararetli bir konuşmanın içerisinde, gelen gidenlere aldırış etmeden gelinlerini, neredeyse soluk almadan anlatmaya çalışıyorlardı.

  Bilirsiniz, konuşanların derdi, yakındıkları konular ortaksa, tattan yenilmez… Bir de anlatanlar birbirini duyabilse? Ne gezer, kadınlardan ikisi de aynı anda gelinlerini çekiştiriyor, birbirlerini dinleme zahmetine katlanmak istemiyorlardı.

  Kadınlar birbirini dinlemediği için onlara bir dinleyici lazım düşüncesi içinde adımlarımı yavaşlatıp en azından bu tatlı sohbetin birazını dinlemek istedim…

  Yazar Cemil Meriç’in bir sözü var, insanı tam da can evinden yakalar ve bugüne kadar yaptığınız bütün iyilikleri, beklentileri bir anda en dokunaklı hale çıkartır;

“ İyilik eden, mükâfat beklediği an, TEFECİDİR”

  Her iki kadın da gelinlerine yaptıkları iyilikleri, ardı arkası gelmeyen yakınmalar, of-lamalar, puf-lamalar eşliğinde anlatıyorlardı. Elinde köpeği olan kadın fazla kilolarından dolayı yürümekte zorlanıyordu zorlanmasına ama diyeceklerinden de geri kalmıyordu.

  Kadının biraz ötede bekleyen, kadınlarla birlikte yürümeye çalışan, etrafı merakla süzen köpeği ise gelin kaynana muhabbetlerinden hiçbir şey anlamıyor görüntüsü içerisindeydi.

  Kadın durduğu zaman köpek de duruyor, sakin ve boş gözlerle kadının sohbetini bitirip ilerlemesini, belki de gitmek istediği parka bir an önce gitme düşünceleri içindeydi. Elinde köpeği olan, onu birkaç adım arkadan takip eden diğer kadına;

  “ Fakir diye aldık onu oğluma. Bir yazlık, bir araba aldım ona fakir diye. İstedim ki her şeyi bizde görsün. O ne yaptı? Ne yapacak, nankörlük yaptı. Kıymet bilmedi. Arkamdan, yüzüme karşı bir sürü laf ediyor…”

  Diğer kadın da aynı konuda, gelininden söz ediyor. Bir kez evlendiği zaman, birkaç kez de evlendikten sonra evine gittiğini, yüzü hep asık olduğunu, ne evine gidilir, ne de kapısı çalınır düşünceleri içinde gelinine veriyor, veriştiriyordu.

  Aynı anda iki kadın, iki kaynana öyle bir telaş, bıkkınlık, sıkıntı içinde konuşuyorlardı ki, birbirlerini hazır yakalamış olmanın, biraz sonra ayrılacak oluşlarının korkusu içerisinde soluk almakta, yürümekte zorlansalar da gelinlerini tatlı, tuzlu ve acı bir şekilde anlatmaktan geri kalmak şöyle dursun, ölüm meleği o an kapılarını çalsa, yine de son sözleri gelinlerinin “Nemrut” yüzleri olacak gibiydi…

  Bizlerin genlerine yerleşmiş desem yanlış olmaz sanırım. Beklentilerin tarafında ömürlerimizi ZİYAN edip duruyoruz. Neden mi? Evde, büyüklerimizden öyle dinliyoruz, öyle öğreniyoruz yaşamı öyle: HOYRAT bir şekilde kucaklıyoruz da ondan…

  İlk korkumuz; “ Beni kim bakacak?” Bir türlü sağlam bir yaşam içerisinde kendi kendimize bakmayı düşünmediğimiz için daha ellili yaşlarda “Bizi kim bakacak?” korkuları içerisinde, evlere, kirli, karanlık, sığ, kısır düşüncelere hapsoluyoruz…

  Böyle bir yaşam olur mu? Yaptığımız iyiliği, sadece karşı tarafın bize sadakati diye görmemiz, tam bir kayıp değil midir? Sevginin satın alınamayacağını, ama saygı denen muazzam sanatın insanın ilişkileriyle bütün olacağını öğrenmek için büyük hediyeler vermek gerekmiyor…

  Kendine saygı duymayan, kendini yaşamın içerisinde heyecanlı kılmayan, yeni şeyler öğrenip, yeni şeyler söylemeyen insanlar ne yaparsa yapsınlar, isterlerse bütün servetlerini gelinlerine, oğullarına versinler; karşılaşacakları şey; hayal kırıklığı…

  Şairin dizelerindeki uyarcı söz gibi;

 “ Henüz vakit varken, gülüm,

   Paris, yanıp yıkılmadan…”

   Bir parça edebiyat, bir tutam felsefe, hareket iyi gelir gülüm; henüz vakit varken, tatlı tatlı gelinleri çekiştirme bataklığı bizi henüz içine çekememişken…

Güven SERİN 


4 Ekim 2022 Salı

BİR UÇAK,BİR HEYECAN,BİR ONUR

 


Kamera: Kıvanç Kivan Tekirdağ


Kamera: Kıvanç Kivan

       BİR UÇAK: BİR HEYECAN: BİR ONUR

  2 Ekim günü akşamüstü, Tekirdağ Süleymanpaşa sahilinde SOLOTÜRK gösterisi, tam manasıyla solukları kesti… Göğüslerimizi kabarttı…

  Sahile, iskeleye inmiş insanların heyecanını anlatmak gerekirse: Muhteşemdi… Arkadaşlarıyla, dostlarıyla, çocuklarıyla tam bir insan-HALK şöleni yaşandı bir iki saatlik zaman dilimlerinde.

  SOLOTÜRK gösterisi belki yirmi dakika sürdü ama öncesinden sahile akın eden insanlar, tıpkı festival zamanını hatırlattılar. Özellikle kameralarını, fotoğraf makinelerini alıp gelenler, telefonlarının fotoğraf seçeneğini açanların tek dileği gökten bir anda gelecek uçağı görüntülemekti…

  Binlerce insanın; çocuk, kadın, kız erkek, yaşlı genç beklediğine değecek SOLOTÜRK uçağı göründü. Şehrimizin kuzeydoğu yönünde ilk önce bir kuş büyüklüğünde ve sonra, ses hızını aşan uçak, sahilde birikmiş, toplanmış binlerce insanı selamlar gibi çok alçaktan geçti.

  İlk önce görüntü ve sonradan geride kalan o korkunç sesi, sahile, şehrin yapılarına ve tepelerine bile dokunarak geri dönmesini biliyor. Tecrübeli pilotun manevraları, gösterisi teknolojinin, bilginin, deneyimin de gösterisiydi aynı zamanda…

  İlk uçağa bindiğimde yer çekim kuvvetini alt eden jet motorları çalıştığında, yerin muhteşem kuvvetine nazikçe karşı durup göğe havalandığında ilk teşekkürüm; uçak mühendislerine, uçak teknolojisine olmuştu.

  Tekirdağ Süleymanpaşa insanı nice zamandır böyle yoğun, istekli, gönülden doldurmamıştı sahillerine, park ve bahçelerini. Esnaf bile bu işe şaşırmış, satacağı ürünleri yetiştiremiyor, oturacak olanlara masa, sandalye bulamıyordu.

  Hareketin yüce anlamıdır bu görüntüler. Şehir insanı, esnafı için hareketin aynı zamanda bereketi de…

  Birkaç belgeselde izlemiştim uçak pilotlarının muhteşem tecrübelerinin nasıl oluştuğunu. Binlerce öğrenci arasından seçilen pilotlar, zamanla pilotların en fazla etkilendiği G kuvveti denen o büyük basınca, ağırlığa karşı kaldıkları, belirlenen dereceyi geçtiklerinde bayıldıklarını, hatta daha başka kötü olayların meydana geldiğini biliyoruz.

  Tekirdağ sahilinde gösteri yapan pilotun, devasa insan kalabalıklardan, Tekirdağ halkından; ellerden, yüreklerden alkışlar alması boşuna değildi. İnanılmaz derece zorluğu olan manevraları onlarca kez yaptı. Ve gitmeden birkaç dakika önce de sahilin çok yakınından ve çok yavaş geçerek: Ordumuz ve Hava Kuvvetlerimizin selamını, sevgisin sundu…

   İşte, en büyük alkış, en büyük sevinç ve kıyamet o zaman koptu; şehir insanımızın ordusuna olan inancı, sevgisi adına…

   SOLOTÜRK gösterisini İlyas Bey ile birlikte izledik. Baştan sona kadar… Ve bittikten sonra SOLOTÜRK pilotu ve uçağı gibi, iskeleden başlayıp sahilin her yönüne, insan kalabalıkları içine girdik. Mahşeri bir kalabalık: Korku, bezginlik taşımıyordu. Tam aksine, sevinç, heyecan ve onur taşıyorlardı…

  İlyas Bey ile bu konu üzerine biraz kafa yorduk. Niçin bu kadar insan sahile akın akın geldi? Arkadaşlarla yapılacak en hafif konuşmalar, tartışmalar inanın bana beyninizin de en kuytu köşelerini aydınlatacak, yepyeni sözcükler bulup, yepyeni cevaplara dokunarak, birçok oluşumun manasını, en uygun, özgün sözcüklerle anlamlı hale getireceksiniz.

  Niçin? Sorusuna şu cevabı bulduk! Şehir insanımız harekete açtı. Mutluluğa… Heyecana… Harekete-Canlılığa… Bütün bunların yanında şehir insanımız: Ordu ve pilotlarının kabiliyetlerini görmeye da açtı… Her zaman güven duyduğumuz Ordumuzun bir parçası, bir tek pilotu ve uçağı bile, Cumhuriyet rejiminin bilgi, bilim, deneyim ile nerelere gelebileceğini, alkışlamaya, görmeye ihtiyaç duymuş şehir insanı, çocukları, hatta bebekleriyle sahile koşmamış, sanki bir nehir gibi akmıştı…

   Hatırlar mısınız eski bayramlarımızda Askeri Bando ve Mızıka ekipleri halkın en çok alkışını alır, insanımızın gönül teline dokunurdu…

  Bu yüzden, şehirlerin her hafta, hatta her gün harekete, gösterilere ihtiyacı vardır. Şehir Tiyatroları, Devlet Tiyatro ve Operaları, bu yüzden kurulmuştur. İnsanın sadece bedensel harekete değil, ruhsal, zihinsel, düşünsel hareketlere da ihtiyacı, mecburiyeti vardır.

  Bu yalnız şehir, henüz kasaba kültürünün dışına çıkamamış şehir, SOLOTÜRK gösterisine ırmak gibi akmış ise, koştuysa, Ordumuz ve insan kabiliyetlerine duyduğu saygı ve sevginin yanında coşkuya, farklılığa; sosyal, kültürel, sanatsal, atletizm alanlarında coşmaya, coşturmaya olan çağrısını da göstermiş oldu; tıpkı SOLOTÜR uçağı ve pilotu gibi; ALKIŞLARIMLA…

   Burada kullandığım fotoğraf, Ahmet Kivan’ın oğlu Kıvanç’ın objektifindendir…

 Güven SERİN 

  


 

 


3 Ekim 2022 Pazartesi

GENÇ ŞAİR: EGE AKDEMİR: O KADIN!

 


                                  GENÇ ŞAİR EGE AKDEMİR: O KADIN!

 

  Tarihe, sanata önem verdiyseniz bilirsiniz,2500 yıl önceleri, felsefe ve sanat için Altın Çağlar denen zamanlar vardı. Mimarinin estetik ile yarıştığı, felsefe ve tiyatronun, şiir ile kucaklaştığı, neredeyse her şehirde bir tiyatro, agora, hamamlar, atletizm sahaları ve şairlerin, filozofların göklere yükselen seslenişleri…

  Tekirdağ Süleymanpaşa henüz opera, tiyatro binalarına, Şehir ve Devlet Tiyatroları mekânlarına kavuşmamış görünse de iyi şeyler de oluyor sanat adına umutlarımızı taze tutmak için…

   Yahya Kemal Beyatlı Kültür Merkezi 2019 yılı itibariyle göreve başlayan, İl Kültür Müdürü Ahmet Hacıoğlu’nun çabaları sayesinde tiyatro ve konsersiz kalmayan bir şehir olarak nabız atışlarımız hızlanmaya başladı.

  Bir iyi haber daha vermek gerekirse, geçtiğimiz hafta atölyeme Leyla Öğretmen tarafından gelmesi sağlanan ve imzalı bir şiir kitabıyla şenlenmiş olmamın bir sebebi var. Nedir? Derseniz genç bir şairimiz: Ege Akdemir ile tanıştım.

  2020 yılında yayınlanan şiir kitabının ismi: O KADIN… Kitabın kapağında uçsuz bucaksız göklerde süzülen bir kartal fotoğrafı var. Muhtemelen genç şairimizin evrene, doğaya, ilahi aşka; hürriyete bakış açısının sembolü…

  Kısa bir konuşmadan sonra:

—O Kadın kitabı, bir kadının eseri mi? Dediğimde Ege Akdemir:

—Evet, âşık oldum. Hiç aklımda yokken, duygularımın sesine kulak verdim. Ve bu kısa dizeler doğdu…

  Şiir sanatı böyle bir şeydir! Yazmak için yazılamaz. Muhakkak, yüreğin dehlizlerine, yeraltı ırmaklarına inecek bir kucak karanfil, yasemin, gül getirecek birisi gerekir. Genç şairimiz Ege Akdemir’in kitabının önsüzü her şeyi açıklıyor;

“ Bu kitabı bana yazmayı nasip ettiği için Yüce Rabbime Hamd-ü Senalar ederim.

   Daha sonra beni kurtaran ve kalbimi usulca elinden alıp beni değiştiren hayatımın en kıymetli kadını olan ‘O Kadın’a kalbimin en derinliğinden bu kitabı sadece ona atfederim.

   Ve desteğini benden esirgemeyen hayatımın en önemli kadını anneme teşekkür ederim.”

  Bu satırlar, bir dize coşkusu, derinliği taşımıyor mu? Hiç aklında şiir yokken, şiir yazabilmek ve yaşamına iki kadının dokunduğunu söyleyen şairimiz Ege Akdemir, yaşamın en güzel neşesini, coşkusunu ve dönüşümünü anlatmıyor mu bizlere?

  Sanatı, meslek ve geçip kapısı görenlere her daim şüphe ile baktım dersem yalan olmaz. Elbette, emeğin, yaratıcılığın karşılığı olursa çok çok iyi olur ama sanat denen şey, bütün mesleklerin dışına taşan veya farklı bir alanda yaşayan, aynı zamanda meydan okuyan bir inanç, duygu seli değil de nedir?

  Büyük insanlık her gün hemen hemen aynı şeylerin peşinde koşar, yorulur, kavgalar verirken, sanatçı ise yitik olanlardan tutun da, gönül yangınlarına kadar, öyküsünü anlatamayanların da öykülerini anlatmaya yazgılıdır.

    73 sayfadan oluşan O Kadın şiir kitabının bütün şiirleri,”O Kadın”a yazılmış. Bir kutsiyet ve aynı zamanda uçsuz bucaksız evrenin diğer boyutlarında bir buluşma umudu taşıyor genç şair Ege Akdemir’in ruhundan süzülen dizeleri;

“O kadın/Sadece/O kadın/Ama bir o kadar da/O kadın”

 M.Ö.54 yıllarında yaşamış Romalı şair Catullus’in da sıklıkla sevdiği kadın Lesbia’ya seslenişi vardır, kadim zamanların içinde;

“Yaşayalım Lesbia’m, sevişelim/Kulak asmadan/Huysuz ihtiyarların dedikodularına!/Batabilir güneşler, yeniden doğabilir:/Bir sönmeye görsün kısa ışığı hayatımızın/Kala kala uyanacak sonsuz bir gece kalır/Bir öpücük ver bana, sonra yüz/Hiç durmadan bin öpücük daha ver”

   Dante de İlahi Komedya eserinde, sonsuza kavuşmuş bir sevgilinin peşinden koşmaz mı? Aramaz mı yerin yedi kat adlında veya üzerinde sevdiği Beatrice’sini?

  Böyledir sanat, bütün zamanlara göklerden yayılan bir sis, duman gibi yayılır şairinin bütün hücrelerine. Ve dönüşüm başlar, bildik var olan ezber sevgilerden öte yayılır sevgiliye olan tutkunun eşsiz enerjisi. Latin şair Catullus,2054 yıl önce, İtalyan şair Dante 700 yıl öncesi ve genç şair ise günümüz seslenişi; aynı, benzer duygular; acı, keder ve sevinç, coşku ve ilahi bir hissediş-aşk içinde yaparlar yapacaklarını…

   Şehrimize, şiir sanatına yepyeni bir kan, soluk olarak katılan, cesaret gösterip duygularını insana, insanlara açan ve sunan genç şair Ege Akdemir’i KUTLUYORUM…

 Güven SERİN 

 



1 Ekim 2022 Cumartesi

YEDİ ÇINAR,YEDİ GÖLGE,YEDİ HUZUR

 


Kamera: Güven 

                             YEDİ ÇINAR, YEDİ GÖLGE, YEDİ HUZUR

  

   Sahilin sonlarına doğru Yelken Kulüp, yakınlarında bulunan yedi çınar ağacı, tam manasıyla oraya sığınanlara yalı, sahil keyfi yaşatıyor…

  Sahilde yüzlerce, hatta binlerce çınar ağacı varken, insanlarımıza neredeyse yaz güneşinden korunma, denize yakın durma ve bir parça dinlenme, seyir şansını sadece yedi çınar ağacı veriyor.

  Kim nasıl ektiyse, tam da halkın hizmetine sunacak şekilde planlayarak ekmiş. Sonradan ekilen çınar ağaçları ise ilerleyen zamanlarda yola, yol aydınlatma ışıklarına zarardan başka bir şey vermeyecek gibi görünüyor.

  Sahilde bulunan yedi çınar ağacının altında belediyemiz tarafından bırakılmış 7–8 tane bank var. İnsanlar, aileleri, arkadaşları, bazen de kendileri gelip bu banklara bir kurtuluş gibi oturuyorlar.

  Burasını,fırtınalı bir havada sığınılan liman gibi kabul edenler de var. Gölge tamam… Deniz tamam… Aynı zamanda karşı ki çayhaneden buraya kadar gelen Nasip Bey, kahve, çay, su, tost hizmeti de verince; kısıtlı imkânlarla mutlu olmayı bilen insanımız için her şey tastamam…

  Şehir nüfusu 200 Bini çoktan aştı. Yedi çınar hep aynı kaldı. Buraya yetmiş yedi çınar ağacı ekilse azdır. Yüzlerce bank yerleştirilse yine de azdır. Çünkü insanımızın ucuz, güvenli yerlere ihtiyacı var. Hatta insanımız bu konuda fazlasıyla aç ve açıkta…

   Sahil bunca zamandır planlanıyor, onarılıyor, bir sürü değişim ve değişiklik yaşanırken, niçin tam manasıyla halkın gölgesi, huzuru, parasal durumları düşünülmüyor? İsteyen en pahalı, en lüks yerlere gitsin.

   Ya gidemeyen? Ya istemeyen? Bu insanlarımız o kadar çok ki; çokluktan birbirine büzülmüş halde sesleri, solukları bile çıkmıyor.

   Yedi çınar ağacının yanında iki mekân var. Yelken Kulüp ile İlhan Lokantası. Buralara kaç kişi girebilir. Öyle bir fiyat politikası var ki, zaten herkes girmesin, herkes denizin, gölgenin, huzurun içinde olmasın diye her şey hazırlanmış, sunuluyor gibi…

  Sıkışınca her yönetici, her siyasetçi halka koşar. Hak ile halk yan yana anılır ve ona sığınılır. Öyleyse halkın olan halka niçin sunulmaz. Sahilde, denize girilecek hiçbir alan neden bırakılmaz?

  Yelken Kulüp ile İlhan Lokantası tam da halkın huzur bulacağı, deniz ile iç içe olup, halk plajı olarak kullanılacağı, halk yürüyüş yolu olabilecek bu değerli yerler; beş on kişinin hizmetine bırakılmış. Bu kurumlar, bu kuruluşlar bu insanlar burayı satın mı aldı? Denizimiz, kıyı şeridimiz herkesin değil midir?

   Ne hazindir ki halkımız denizle iç içe olması gerekirken hızla koparılıyor. Doldurulan yerler yükseltilip, kıyının deniz ile nazikçe buluşması engelleniyor.

    Deniz de seyirlik, huzur da gölgeler de seyirlik. İsteyen bol bol seyredip düşlerine, umutlarına bandıra bilir: - Afiyet olsun ne diyelim, zor şey sesin, seslerin duyulmaması, zor şey deniz kıyısında yaşayıp da kıyıya uzak kalıp, evlerin odacıklarına hapsolmak:

 —Çok zor şey, insanı, insanlık yolculuğundan uzak bırakmak…

 Güven SERİN