NİÇİN BEKLER İNSAN?
Bundan önce yazdıklarım ve bundan sonra yazacaklarım sadece beni bağlar sayın okuyucu. Bilirim, sevmez bizim insanımız henüz sağlam ve sağlıklı bir halde yaşarken nasihat denen illetli şeyi…
O yüzdendir; yazdıklarım ve yazacaklarım yol göstermek veya sizlerden daha akıllı, daha duyarlıyım diye şişinmek, kuru kuru böbürlenmek hiç değildir; kat’iyen…
Yazı yaşamında öğrendiğim bir şey varsa, bu sanat veya sosyoloji bilgi ve görgüyle yazılırken, aynı zamanda kalp denen organın ve zihin içinde de yoğunlaşıp mayalanması gerekiyor. O zaman en hüzünlü yazılar yazılırken, bir tazelik, serinlik, teselli rahatlama sunuyor.
Yaşı ilerlemiş insanlarda sıklıkla gözlediğim bir tespiti paylaşmak istiyorum. Sürekli birilerinin aramasını, hal-hatır sormasını veya kapılarının çalınmasını, açılıp; “ Biz geldik” demeleri için neredeyse ruhlarıyla birlikte bedenleri çırpınıp duruyor! Niçin?
Bir özlem… Alışkanlık… Şifa veya sosyolojik bir besin midir; yaşı ilerleyen insanların sürekli kapıya, telefona bakıp durması, birilerini beklemesi?
Bu serüvenleri, bekleyiş öykülerini yakından dinleyerek, izleyerek öğrendiklerimi not düşmek istiyorum. Çoğu çalınan kapı, telefon bekleyene değerli ve kalıcı besin-moral olmasa da yine de bir serpinti ister bu insanlar…
Ölümünden önce sıklıkla Aydoğdu’da çıkmış olduğu kıraathanede buluştuğum Ömer Bey de böyle insanlardandı! Sağlam yapısı, yaşama güleç yüzle sarılması bir yana, ne oğlu, ne de torunları kapısını çalıyor, açıyordu. Ondan hariç dört kuşak akrabaları olsa bile, onların gelmeyişine, bildik ve basit miraslar yüzünden baba ve dedelerine küsmüş olmalarına acı bir tebessümle bakar, yine yaşamın o harika esintileri galip gelirdi…
Gökçeada’da köyde kalan 8–10 yaşlı Rum kadınlarından birisi de Maria idi. Evinde onu ziyaret edince bir çırpıda bütün yaşamlarını anlatmak istemesi de, kapısının yakın zamanda çalınmadığını, Atina’da olan kızının yıllardır uğramadığının da tatlı hüznünü taşıyordu…
İstanbul Bebek de ziyaret ettiğim bir başka yaşlı Rum kadını Marika da bir türlü iyileşmeyen, uyuşturucuya bağımlı olan biricik oğlundan ayrı sadece bakıcılarla yaşamanın yalnızlık girdabında çırpındığını yakından gördüm. Birilerini bekliyorlar. Onları dinleyecek, zamanlar arasında gezdirecek birilerini. O yüzdendir bütün iyi, güzel ikramları yapma istekleri. O yüzdendir sizi uğurlarken en yakınlarından ayrılıyorlarmış gibi derin ve samimi bakışları…
Düğünlerde, cenazelerde, nişan veya başka törenlerde hep birilerinin gelmesi, o beklenen birileri gelince insanın içinin bir hoş olduğu görülmez, anlaşılmaz veya yaşanmaz mı?
İnsan denen canlının milyar yaşındaki yolculuğu hep birileri tarafından dokunulmak üzerine değil de nedir? O yüzden değil midir kapılara, telefonlara bakmak? Ah çaldı çalacak, ah açıldı açılacak derken geçen o nadide ömürler…
Yaşı epey ilerlemiş yüzünden hiç tebessümü eksik olmayan ve onunla ne zaman buluşsam, her daim iyilikten, barıştan söz eden kadının da biricik beklentisi, kapısının çalınmasıydı. Ama onu asıl yaşama bağlayan şey ise Almanya’da olan, bir gün döneceğine inandığı oğluydu… Oğlu döndü dönmesine ama başka türlü… O yaşlı kadın, uzun süre yaşayacağına inandığım insan da oğlunun ardından ebedi yaşama doğru akıp gitti…
Bu tür beklentileri de en çok hastane salonlarında, bekleme zamanlarında gözlüyor, dinliyorum. Yine böyle bir anın o dram yüklü zamanında, yaşı 86 olan bir kadın; Ayşe Hanım, yan tarafta oturanlara bir yerde dert yanıyordu;
“ Gelmediler, aramadılar… Bir aydır hastanelere gidip geliyorum… Bereket komşum yardımcı olmaya çalışıyor…”
Yaşlı kadını dinledikçe, bu tür beklentilerin ne çok olduğunu bilmenin yorgun haliyle yavaşça kalkıp başka salonlara, başka öykülere doğru ilerledim…
Mustafa Kemal Atatürk, doğduğu toprakların bir kurşun dahi atmadan kaybedilip bırakılmasına hep acı bir hatıra içende bakan o deha; bilimi, sanatı, tarihi, felsefeyi sırf bu yüzden, acilen öğretilmesini ve öğrenilmesini istedi. Bu kadim milletin insan denen canlının ruhsal, psikolojik ve sosyolojik durumunu bir an önce anlayıp, kurtarıcı diye kapılara boşu boşuna bakmamasını istemiştir.
Beklentiler ne kadar fazla ise, verilen sevgi ne kadar çoksa, kapılara o kadar çok kulak kabartır insan… Oysa canlıların dönüşüm sancıları vardır. Yeni doğan bebeğe doğru koşarken, yaşı ilerleyen insandan, uzaklaşma denen o acayip evrim, bizi yaratırken, bizi ruhen de, bedenen de parçalar…
İşte tam da burada imdada yetişir; bilim ve felsefe. Parçalanma haline trajedi olarak mı bakmalı, yoksa eşsiz bir eğlence ve dönüşüm olarak mı?
Güven SERİN