30 Ekim 2024 Çarşamba

NİÇİN BEKLER İNSAN?

 

Kamera; Güven  Bebek  İstanbul
Marika


Kamera; Güven Bebek

                                                  NİÇİN BEKLER İNSAN?

     Bundan önce yazdıklarım ve bundan sonra yazacaklarım sadece beni bağlar sayın okuyucu. Bilirim, sevmez bizim insanımız henüz sağlam ve sağlıklı bir halde yaşarken nasihat denen illetli şeyi…

    O yüzdendir; yazdıklarım ve yazacaklarım yol göstermek veya sizlerden daha akıllı, daha duyarlıyım diye şişinmek, kuru kuru böbürlenmek hiç değildir; kat’iyen…

   Yazı yaşamında öğrendiğim bir şey varsa, bu sanat veya sosyoloji bilgi ve görgüyle yazılırken, aynı zamanda kalp denen organın ve zihin içinde de yoğunlaşıp mayalanması gerekiyor. O zaman en hüzünlü yazılar yazılırken, bir tazelik, serinlik, teselli rahatlama sunuyor.

   Yaşı ilerlemiş insanlarda sıklıkla gözlediğim bir tespiti paylaşmak istiyorum. Sürekli birilerinin aramasını, hal-hatır sormasını veya kapılarının çalınmasını, açılıp; “ Biz geldik” demeleri için neredeyse ruhlarıyla birlikte bedenleri çırpınıp duruyor! Niçin?

  Bir özlem… Alışkanlık… Şifa veya sosyolojik bir besin midir; yaşı ilerleyen insanların sürekli kapıya, telefona bakıp durması, birilerini beklemesi?

   Bu serüvenleri, bekleyiş öykülerini yakından dinleyerek, izleyerek öğrendiklerimi not düşmek istiyorum. Çoğu çalınan kapı, telefon bekleyene değerli ve kalıcı besin-moral olmasa da yine de bir serpinti ister bu insanlar…

  Ölümünden önce sıklıkla Aydoğdu’da çıkmış olduğu kıraathanede buluştuğum Ömer Bey de böyle insanlardandı! Sağlam yapısı, yaşama güleç yüzle sarılması bir yana, ne oğlu, ne de torunları kapısını çalıyor, açıyordu. Ondan hariç dört kuşak akrabaları olsa bile, onların gelmeyişine, bildik ve basit miraslar yüzünden baba ve dedelerine küsmüş olmalarına acı bir tebessümle bakar, yine yaşamın o harika esintileri galip gelirdi…

  Gökçeada’da köyde kalan 8–10 yaşlı Rum kadınlarından birisi de Maria idi. Evinde onu ziyaret edince bir çırpıda bütün yaşamlarını anlatmak istemesi de, kapısının yakın zamanda çalınmadığını, Atina’da olan kızının yıllardır uğramadığının da tatlı hüznünü taşıyordu…

  İstanbul Bebek de ziyaret ettiğim bir başka yaşlı Rum kadını Marika da bir türlü iyileşmeyen, uyuşturucuya bağımlı olan biricik oğlundan ayrı sadece bakıcılarla yaşamanın yalnızlık girdabında çırpındığını yakından gördüm. Birilerini bekliyorlar. Onları dinleyecek, zamanlar arasında gezdirecek birilerini. O yüzdendir bütün iyi, güzel ikramları yapma istekleri. O yüzdendir sizi uğurlarken en yakınlarından ayrılıyorlarmış gibi derin ve samimi bakışları…

   Düğünlerde, cenazelerde, nişan veya başka törenlerde hep birilerinin gelmesi, o beklenen birileri gelince insanın içinin bir hoş olduğu görülmez, anlaşılmaz veya yaşanmaz mı?

   İnsan denen canlının milyar yaşındaki yolculuğu hep birileri tarafından dokunulmak üzerine değil de nedir? O yüzden değil midir kapılara, telefonlara bakmak? Ah çaldı çalacak, ah açıldı açılacak derken geçen o nadide ömürler…

  Yaşı epey ilerlemiş yüzünden hiç tebessümü eksik olmayan ve onunla ne zaman buluşsam, her daim iyilikten, barıştan söz eden kadının da biricik beklentisi, kapısının çalınmasıydı. Ama onu asıl yaşama bağlayan şey ise Almanya’da olan, bir gün döneceğine inandığı oğluydu… Oğlu döndü dönmesine ama başka türlü… O yaşlı kadın, uzun süre yaşayacağına inandığım insan da oğlunun ardından ebedi yaşama doğru akıp gitti…

  Bu tür beklentileri de en çok hastane salonlarında, bekleme zamanlarında gözlüyor, dinliyorum. Yine böyle bir anın o dram yüklü zamanında, yaşı 86 olan bir kadın; Ayşe Hanım, yan tarafta oturanlara bir yerde dert yanıyordu;

  “ Gelmediler, aramadılar… Bir aydır hastanelere gidip geliyorum… Bereket komşum yardımcı olmaya çalışıyor…”

    Yaşlı kadını dinledikçe, bu tür beklentilerin ne çok olduğunu bilmenin yorgun haliyle yavaşça kalkıp başka salonlara, başka öykülere doğru ilerledim…

   Mustafa Kemal Atatürk, doğduğu toprakların bir kurşun dahi atmadan kaybedilip bırakılmasına hep acı bir hatıra içende bakan o deha; bilimi, sanatı, tarihi, felsefeyi sırf bu yüzden, acilen öğretilmesini ve öğrenilmesini istedi. Bu kadim milletin insan denen canlının ruhsal, psikolojik ve sosyolojik durumunu bir an önce anlayıp, kurtarıcı diye kapılara boşu boşuna bakmamasını istemiştir.

  Beklentiler ne kadar fazla ise, verilen sevgi ne kadar çoksa, kapılara o kadar çok kulak kabartır insan… Oysa canlıların dönüşüm sancıları vardır. Yeni doğan bebeğe doğru koşarken, yaşı ilerleyen insandan, uzaklaşma denen o acayip evrim, bizi yaratırken, bizi ruhen de, bedenen de parçalar…

    İşte tam da burada imdada yetişir; bilim ve felsefe. Parçalanma haline trajedi olarak mı bakmalı, yoksa eşsiz bir eğlence ve dönüşüm olarak mı?

 Güven SERİN 


 

 

 

  




29 Ekim 2024 Salı

HEP ORADA

 


HEP ORADA
Nerede mi?Dünya,yani yaşadığımız gezegen; çok farklı zamanlarda yok olmanın eşiğine geldi.Kimi dondu,her yeri buzullar kapladı.Kimi yandı,yangınlar içinde kül oldu...Ama hep orada; bir yaşam kırıntısı vardı ve bu yaşlı gezegen,yaşama yazgılı...
Türk ve Türkiyeli hisseden her kalp; Mustafa Kemal ATATÜRK yazgılı...Kaçınılmaz bir gerçek; ya var oluş,ya hiçbir şeye ait olmayan bir kayboluş...
Bugün erkenden duydum çocukların okullarına,tören yerlerine gidişlerinin ayak seslerini.Yürekleriyle yürüyor,koşuyor ve göğüslerinde taşıdıkları ATATÜRK baskılı tişörtler içinde sağlam bir ruh ve beden taşıyorlardı...
Cafer Tayyar İlköğretim okulu bahçesi de aynı heyecanın,o temiz yürekleri,bedenleriyle doluydu.Hepsinin göğüsleri,zihinleri; ATATÜRK...
Kökler çok derinde...Bilimle,sanatla,sevgiyle,inançla,tarih bilinci içinde kazınmış kökler; tam da sıkışma,en yorgun anlarımızda çıkıyor gün yüzüne...
Salıpazarı içinde alış verişin en erken saatlerinde bir den bütün pazarcı esnafı ve oradaki Tekirdağ insanları hazır ola geçti.Şaşırdım,bir film setinde miyim diye kalmadan,İstiklal Marşı,Caffer Tayyar İlköğretim Okulu'ndan,Trakya,dan,Samsun'dan,,Erzurum,Sivas,Ankara,İzmir'den,Adana'dan her yere yayılıyordu;
Korkma...
Güven SERİN


25 Ekim 2024 Cuma

ÇOK YORULDUM ARKADAŞIM

 


İNTERNET

                     YORGUNUM: ÇOK YORULDUM ARKADAŞIM!

(Arkadaşım,Metin Esen'e adına sunulmuştur. )

   Neredeyse tüm yaşamı yollarda geçen şoför arkadaşım atölyeye gelmeyeli aylar oldu. Bilirsiniz meşguliyet denen canavarı! Oraya, buraya, şuraya derken, sevdiğimiz, saydığımız insanları unutur ve dün görüşmüş gibi unutmaya pek güzel insani bir mazeret ekleriz…

  Avrupa, Kafkas dünyası ve daha birçok ülkede gitmedik yer bırakmayan arkadaşımı aramak için uygar ve kapitalist dünyanın en büyük nimetlerinden olan cep telefonuna sarıldım. Hangi ülkede olursa olsun WhatsApp denen, akıllı telefonlar için geliştirilen haberleşme yoldaşına sarıldım. Bir taraftan da arkadaşımla “En son ne zaman görüştüm?” sorusuna utanarak, sıkılarak cevap arıyorken mesajımı yazıp şoför arkadaşıma ilettim:

—Selamlar arkadaşım. Nasılsın? Nerelerdesin?

   Çok tecrübeli, deneyimli bir şoför olan arkadaşım, yine ve çoğu zaman direksiyonun başında olduğu için pratik yapıp çok kısa bir video çekip anında bana yolladı:

—Merhaba, selamlar arkadaşım. Şu an Romanya sınırları içinde, yine acil bir yükü Hollanda’ya getirmek için yollardayım.

   Kısa video yeterli olmamış ki derhal WhatsApp görüntülü arama tuşuna basıp bana görüntülü konuşma isteği gönderdi. Uygar dünyanın akıllı ve baş döndürücü uygulaması hemen bizim isteklerimize cevap verip 800 km’lik mesafeyi yan yana getirdi. O yolculuk yaparken, aracında sabitlediği yere koymuş olduğu telefonla hem güvenli sürüşüne devam edip, hem de benle, görüntülü konuşmaya başladı.

   İlk sözlerinden birisi, çoğu zaman olduğu gibi:

—Yorgunum… Çok yoruldum arkadaşım…

  Yaşama dört elle sarılan, sevdiklerini sürekli ekonomik yönden de mutlu edeceğim diye çabalayan insanların yorgunluğu yüzüne binen zamanın tozlarından da belliydi. Her zaman olduğu gibi kasvetli bir konuşma değil, ölüm denen şeyin cepte olduğunu bilip, geriye kalan yaşam için kimi bizi güldüren, kimi düşündüren ve bazen de umutlandıran kısa sohbet, upuzun zamana yayılmış iki insanın hiçbir zaman koşul koymadığı, sınırları doğal yaşamlarda ki gibi çoktan kaldırmış bir halde tamamladık.

  Hiç durmadan bir ülkeden bir ülkeye, bir kültürden diğerlerine akmak, birkaç gün önce Türkçe, birkaç gün sonra, Romence, Almanca, Rusça, İngilizce konuşmak ve bulunduğun durumu sözcüklere dökmek; çok yüce bir duygu ameliyatı olmalı… Çok yüce ve sihirli bir ameliyat…

   Bilirsiniz, her tedavinin veya ameliyatın yan etkileri, olumlu ve olumsuz yanları vardır. Değişen, dönüşen ve sıklıkla farklı kültürel, sosyal yaşamların içinde olan insanların durumu, arkadaşımın yorulmuş hali de böyle bir şeydi…

   Nasıl, gurbeti bir türlü sindirememiş ve ülke özlemi içinde en güzel, en kalıcı şiirlerini yazıp Nazım Hikmet olunduysa, öyle bir evren ve evrim içinde bulunuyoruz ki, her acının, hüznün de kendine özgü bir ödülü oluyor…

   Arkadaşımın akıllı telefondaki görüntüsüne özlemle baktım. Yine aylar, belki yıllar sonra buluşacak oluşumuzun belli bir zamana ait olmayan tarihsel buluşma planlarını hiç gocunmadan, kırılmadan tamamladık.

   Yorgun, hatta yorulmuş bakışlardaki arkadaşıma “Hoşça kal” derken, o bütün yorgunluğa, büyük tecrübe ve deneyimlerini hiç yorulmayan elleriyle, sımsıkı yapışmış olduğu direksiyon ve aracıyla Romanya’dan Macaristan’a doğru yol alıyordu.

  Görüşme bitince, Nazım’ın şiirine ve Cem Karaca’nın yorumu olan Mavi Liman’a sarıldım. Bilirsiniz yazı yolcuları yorulmazlar… Hep, yorgun olan bir yoldaş, sırdaş, gezgin, yolcu beklerler; anlatılmamış öyküleri anlatacaklar: -Yorgunluk, yorulmuşluk nedir? Diye sormadan, sözcükleri sıralayacaklar…

Güven SERİN  

 






24 Ekim 2024 Perşembe

BEBEKLER ÖLÜVERİYOR ÖLÜMDEN HABERSİZ

 

İnternet

                       BEBEKLER ÖLÜVERİYOR ÖLÜMDEN HABERSİZ

      ( Ceyhun Atuf Kansu )

   Ceyhun Atuf Kansu’nun bir şiirinden alıntı yaparak başlıyorum. Kendisi, bebeklere, çocuklara, ulusuna-halkına adamış bir Cumhuriyet aydını ve doktorudur… İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ni bitirmiş ve Ankara Numune Hastanesi’nde çocuk hastalıkları doktoru olmuştur.

  Tıp insanı ve özverili bir ülke sevdalısı olmanın yanında edebiyata gönül vermiş ve yazdığı şiirlerde, gözlediği bebek ölümlerini sanatçı yüreği ve erdemiyle kaleme almıştır.

  Bugünün acımasız tezgâhlarında, görev yapan canileri (…) düşününce, bir ülkenin merkezine sadece inşaat oturup, merkezden çocukları ve insanı çekince ne gibi korkunç ölüm senaryoları göreceğimizi kimse tam olarak bilemez. Öğrendiğimiz her vahşet, kanımızı dondurmakla kalmıyor, bizi donuk ve ölü bir izleyici rolü içinde adeta nefessiz bırakıyor…

  Batık bir uygarlığın küllerinden, halkın ve büyük deha Mustafa Kemal Atatürk’ün her şeyini ortaya koyarak kurdukları ve kurtardıkları ülke, ilk önce cehaletle uğraştı. O zamanlar da çocuk ölümleri vardı. Para tüccarlarının kanlı düşüncelerinden değil, yeni doğan bir ülkenin sağlık çalışanlarının azlığından, yetersizliğinden kaynaklanıyordu.

  Ceyhun Atuf Kansu, bugünleri görseydi o günün şiiri; Kızamuk Ağıdı,hangi ağıt veya ağıtlara dönüşürdü; bilemiyorum…Ağıtlar bile yetmez bugünün zamansız korkunç ölümlerini.Hele söz konusu ölümlerinden bile haberi olmayan bebekleri,o saflığı,masumiyeti düşününce; düşünce bile donuyor; vicdan ve zihinlerle birlikte…

  Ceyhun Atuf Kansu, Anadolu’nun farklı köylerinde gözlemlediği, kızamıktan ölenlere yazdığı şiiri paylaşmak istiyorum;

Ben, gamlı, donuk kış güneşi,

Çıplak dallarda, sessiz dinleniyordum.

Köyleri, yolları, dağı taşı

Isıtıyor, avutuyordum.

Ben gördüm bu köyü, damlarının altında,

Çocukları kızamuk döküyor,

Gözleri, göğüsleri, yüzleri, ah bırakılmış tarla,

Gelincikler arasından, öyle masum bakıyor.

Habersiz hepsi, kızamuktan ve ölümden,

Kirli yüzlerinde açan ölümden habersiz,

Ve, düşmüş bir gül oluyorlar birden,

Bebekler ölüyor ölümden habersiz.

 O çaresiz, o yalnız, o karanlık günde,

Siz neredeydiniz diyeceğim, neredeydiniz?

Ben perişan, utanmış… bu köyün üstünde,

Kahrolurken, siz beyciğim neredeydiniz?

  Bugünün bebek ölümlerinde; kime ve kimlere neredeydiniz? Diyeceğiz…

     21.yüzyılın Türkiye’si, tüm dünyada bebeklerini bile koruyamayanların ülkesi diye mi söz edecekler? Bebeklerini dahi koruyamayanların yaşlılarını koruma, insan merkezli siyaset, ahlak, vicdan terazisine tutunma gibi çabaları var mıdır; bilinmez…

Güven SERİN 



23 Ekim 2024 Çarşamba

TRAKYA'DAKİ EGE: MÜREFTE

 

Kamera; Güven 



                                  TRAKYA’DAKİ EGE: MÜREFTE

  Uzak seyahatler yapma zamanınız, imkânınız yoksa yakın yerlere günübirlik yapacağınız ziyaretler-seyahatler can simidi gibi yetişir imdadınıza. Açık denizde tutunacak yer arayana uzatılan bir el gibidir; yaşamın kıymetli hatırına…

   Uzağı, çok uzağı gözleyen bilim insanları, sadece bizim galaksimizdeki yıldızları değil, uzak yıldızları, galaksileri bile gezleme imkânları içindeler. Aynı zamanda çok yakını, mikroskopla gözlemleyen bilim insanları için de kendi uğraşları, uzayın derinliklerindeki yıldız ve gezegenlere ulaşmak kadar heyecan vericidir.

   Öyleyse, büyük beklentileri, umutsuz çırpınışları yüceltmek, kovalamak, havanda su dövmek niye?

  Bu düşünceleri nazikçe bir kenara bırakıyorum. Bu Pazar ki yolculuğum, geçen hafta yaptığım yolculuğun tam ters istikamete; Şarköy Mürefte’ye oldu. Yürüyerek köy garajı olan yere gittim. Garaj demeye bin şahit ister… Her zaman yaptığım gibi, son anda yetişme telaşı yaşamadan, Şarköy minibüsünün kalkma vaktine yarım saat kala oradaydım.

   Şarköy minibüsü 9:30 da yola çıktı. Araçta iki orta yaşlı, iki yaşı epey ilerlemiş yolcunun yanında benimle birlikte beş yolcuyuz. Yolcuların tamamım Şarköy’den önceki yerlere gidiyorlardı. Kimi Gaziköy, kimisi Hoşköy, iki kişi de Mürefte’de indiler.

   Daha Kumbağ’dan çıkar çıkmaz bahar havası ve çam krallığı içindeyiz. Virajlı yollarda kendi aracıyla yola çıkmak yerine köy minibüsleriyle yolculuğu birkaç amaç ve duygu için tavsiye ediyorum.

   Ganoslar’ı araç kullanan birisi tadına vararak izleyemez. Yolcuysanız, dağların katmanlarını, vadilerle sarmaş dolaş hallerini, bin bir çeşit bitki ve ağaç sultanlığını bir parça anlamanız, içinize çekmeniz mümkündür.

   Geçtiğimiz ilk yerleşim yerlerinden birisi Yeniköy oldu. Masal diyarı olabilecek ama şimdi neredeyse insansız kalan Yeniköy çok sessizdi… Issızdı… Sonraki yerleşim yeri Uçmakdere oldu. Bir kıpırtı, bir ateş yanalı epey zaman oldu. Uçmakdere kendi kabuklarını büyük sabırla kırıp, yeryüzüne tekrar gelmenin, köy onurunu, turizmini yaşıyor ve yaşatmaya başladı…

  Üçüncü yerleşim yerine gelmeden önce minibüs deniz kıyısındaki yola ulaştı. Çıplak, kaygan ve sürekli taşların döküldüğü dağların çıplak ve bir o kadar Mars’a benzeyen denizin, dağların kıyıcığından ilerledik. Şarköy minibüslerinin 10 dakika mola verdiği yeri şoför hatırlattı; “ Sayın yolcular 10 dakika mola veriyoruz.”

  Yaşlı çınar ağaçlarının altında oturan 15–20 Gaziköy insanı, miraslarına sahip çıkan son kahramanlar gibi yorgundular. Zeytinlerini hasat ediyor, üzümlerini çoktan bitirmiş çalışkan insanlar; her gelen misafire, yabancıya bakıp selam verip selam alıyorlar.

   Araç Hoşköy’e doğru ilerlemeye devam etti. Bende denizin kıyısında kurulmuş balıkçı dalyanlarını saymaya devam ettim. Görünen o ki, dalyan balıkçılığı artmış, yeni yeni dalyanlar yapılmış, denizin süsleri niyetine…

    Mürefte’de minibüsten iner inmez denize doğru yürüdüm. Ege havası tamamıyla hâkim olduğu Mürefte de az da olsa üreten insanların getirdiği taze ürünler her yerde. Tezgâhlarda zeytin, zeytinyağı, sabunlar ve yörede yetişen her şey; tam bir harman şöleni var…

   Mürefte insanları işlerini bitirmiş, kıraathanelere gelmişlerdi. Kimi sohbet ederken birbiriyle, büyük çoğunluğu da oyun oynuyorlardı. Yüzlerdeki yorgunluk, sokaklarda, caddelerdeki duyulmayan çocuk seslerinin verdiği yalnızlığa benziyor, hüzün kokuyordu…

   Mürefte insanı da modaya uymuş, imkânı olan herkes, çocukları için Tekirdağ’dan bir daire alıp annelik, babalık görevlerini yapmışlardı. Yaşları ilerlemiş olanlar ise doğdukları yerleri bekliyorlardı. Hâlbuki burası Trakya’daki Ege’nin ta kendisi… Deniziyle, insanıyla, dağlardaki üzüm bağları, zeytin ağaçları ve dünyayı hiçbir zaman terk etmeyen mitolojik karakterleriyle burası Ege’nin nefesini soluyordu…

  Sahil boyu yürüdüm. Sıklıkla çay için aynı mekâna geri döndüm. Sonra, Mürefte’nin markası olmuş Kutman’lara ait müzeyi bir kez daha gezdim. İç turizmin kıpırtıları, gelen ziyaretçilerin bereketi; kasada duran Kutman personeline ödedikleri ücretlerden ve ellerinde satın aldıkları ürünlerle dolu çantalarından belliydi.

  Kutman ailesi büyük mücadele ettiği bellidir. Burası, müze ve üretim yeri derken, şimdi tarihi bir binayı daha kültürel, sosyal yaşamın içine davet etmişler. Tarihi mekâna girip etrafı gezdikten sonra bir kahve söyleyip, dışarıdaki denize, rüzgârın uğultularına ve ara sıra sahilden geçen insanların uçuşan saçlarına bakıp, çok az olan markalarımıza, Kutman kardeşlere sessizce teşekkür ettim…

Güven SERİN 

 

 

 

  






19 Ekim 2024 Cumartesi

BUZLAR ÜLKESİNDE BİR TÜRK

 

İNTERNET




                    İSVEÇ, KIŞ ÜLKESİNDE BİR TÜRK: İLHAN KOMAN

       Tıraşsız Heykeltıraş )

  Aslında yazımın başlığı “Üç Türk” veya “ Üç Sanatçı” olacakken, son anda değiştirdim. Ruhsal ve edebi bağ kuracağım kişi İlhan Koman olacak. Onun arkadaşları olan Demir Özlü ve Mimar Çetin Kanra’dan da biraz söz edeceğim. Bu üç yetenek, üç sanatçı şimdi nerede derseniz: -Sessiz, bakımlı Stockholm mezarlığı demek isterim. İlhan Koman’ın külleri ise Baltık Denizi sonsuzluğu içinde, kim bilir nerelere doğru süzülüyorlar…

  Güzelim aydınlık ülke dururken dünyanın çatısı olan soğuğa, karlar, buzlar ülkesine gidip de kalmanın gerekçesi ne olabilir? Tam da burada, bugünün gençleri ve göçlerinde, ne demek olduğunu da sorgulamak gerekir.

   Hiçbir sanatçı daha fazla kazanmak için göç etmez. Daha fazla hürriyet için gider. Ruhu daralmaya başladıysa, bedeni de üretmek yerine paslanmaya başlar. Öncü İlhan Koman İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğretim üyeliği yaparken, öğrenmenin ve hürriyetin peşinde Stockholm’a yerleşir.

    İnsanlarımızın nerede yaşayıp yaşamayacağı hakkındaki tercihlerine fazlasıyla saygı duyuyorum. Ama sanatçıların göçleri, doğdukları yerde değil de son yaşadıkları, bir yerde sığındıkları yerde gömülmek ve yakılmak istemeleri, kendi kültürel, sosyal dünyamız için ne kadar büyük kayıp…

   Yozlaşmanın, her daim korkulan bir ülke içinde bulunmanın bugüne yansıyan kayıpları ise, gençlerin, özellikle yetişmiş zihinlerin göçüyle, göçleriyle devam ediyor.

    İsveç Stockholm’a yerleşen İlhan Koman, bir süre sona Hulda isimli bir teknede yaşamaya başlar. Belki de Hulda, sanatçının koruyucu tanrıçası olmayı seçmiş, onu kanatlarının altına almıştı.

   Stockholm’da çık sık görüştüğü diğer Türk arkadaşları yazar ve şair Demir Özlü’nün yanında Mimar Çetin Kanra’a ile ortak çalışmaları da oldu.

    Şair Can Yücel ise arkadaşı İlhan Koman için hissettiği duyguları şu dizelerle anlatıyor;

“ BİR EVLİYA,

İlhan Koman ki, tıraşsız heykeltıraş

Uçmaya doğru sakallı…

Elinde bombalarla bebekler.

Heykel gibi olmayan heykeller,

Taşınırdı garip muhacir,

Güneyinden kuzeyine kutupların.

Battı batacak teknesiyle.

Varmak için Edirne’ye

Selimiye’ye…”

  İlhan Koman Edirne doğumludur. Çocukluğu Kaleiçi olarak bilinen yerde geçmiştir. Onu anlatan ve tanınmasını sağlayan en önemli eser, Akdeniz Heykelidir.

   İlhan Koman’ı en çok Akdeniz eseriyle tanıdık. Hani bir kadın siluetinde kollarını Akdeniz büyüklüğünde açmış; sevgiye muhtaç herkese sarılmak istiyor… Bugün İstiklal Caddesi üzerinde bulunan Yapı Kredi Kültür Merkezi’nde sergilenen Akdeniz Heykeli…

 “İnsanın kucaklaşması, sevgisi anlatırken aklıma Akdeniz geldi. Akdeniz büyüktü, bizden bir denizdi. Kucak açmayı bu adla anlatmak istedim. Sevgiyi ve kucaklaşmayı anlatırken bir kadının bütünlüğünden yararlanmak istedim.”

   Sanatçının Anıtkabir’in doğu rölyefleri de, Akdeniz Heykeli de görülmeye, bu eserlerle de kucaklaşmaya değer. Yani, ölmeden önce yapılacaklar listesinde olması gereken eylemlerden…

   Anıtkabir’in doğu rölyefi neyi anlatıyor diye merak ederseniz, Sakarya Meydan Muharebesini ve Türk Ordusu’nu bir kez daha yüreğinizle hatırlamanızı istirham ederim…

   Stockholm mezarlığında sonsuzluğun koynunda, soğuk kış ülkesinde uyuyan üç sanatçıya; İlhan KOMAN, Demir ÖZLÜ ve Mimar Çetin KANRA’YA minnet duygularımı, aynı inanç ve değerlere bakış içinde, Akdeniz Heykeli içtenliği içinde sunuyorum…

   İlhan Koman, İsveç diyarında; “ Türk Da Vinci “ olarak bilindi ve anıldı. Arkadaşı Mimar Çetin Karna, İsveç, İtalya ve Fransa okullarında binlerce mimar yetiştirdi. Yazar, şair arkadaşı Demir Özlü, ölene kadar yaşamış olduğu Stockholm şehrinde, sıklıkla gittiği bir meydan vardı. Arkadaşları İlhan Koman ve Mimar Çetin Kanra’nın ortak çalışması olan eseri; “ Leonardo’ya Selam” seyrederek ve bolca anılarıyla kucaklaştı…

 Güven SERİN 

 


 

 

 

 







18 Ekim 2024 Cuma

GÖREV İNSANI: GÜRKAN YILDIRIM

 



                              GÖREV İNSANI: GÜRKAN YILDIRIM

  

  Bazı insanların yaratılışında vardır: -Yaptığı işi en iyi bir şekilde yapma tutkusu… Ülkemizin ve şehrimizin en önemli eskilerinden birisi nedir deseniz: Marka yaratmak ve var olan markaları elinden kaçırmak! Derim…

   Babası Emin Yıldırım nasıl marka yaratmışsa, Emin Yıldırım ismini şehrimizin dışına, diğer şehirlere taşımışsa, Gürkan Yıldırım da, babasının hünerlerini daha da ötelere taşıdığını gözlemliyorum.

   Emin Emlak, başlı başına kendisi bir marka olmasının en önemli sebebi; Emin Yıldırım ile Gürkan Yıldırım’ın istikrarı, sağlamlığı, doğruluğudur… En fazla hataların, güvensizliklerin emlak piyasasında yaşandığını düşünürsek, iki ismin de alnının akıyla bu işten marka yaratarak çıkmaları; şehrimizin de başarı öyküsüdür…

   Devlet işleyişinde veya diğer sivil örgütlerimizde hünerli, liyakatli insanlara öncelik verilseydi, Gürkan Yıldırım en önde gelen isimlerden olurdu…

    Hüseyin Pehlivan Pasajı esnafının komşuluk ilişkileri iyi ve istikrarlıysa, bir araya gelince yüzleri gülüp, birbirlerine güvenmenin verdiği samimiyet ve espri içinde yaklaşıyorlarsa, burada da Gürkan Yıldırım’ın çok özel ve samimi yeteneği vardır.

   Sıklıkla bir araya geldiğimiz ve pasajın kültüründe Gürkan Yıldırım ve ailesi gibi gördüğü arkadaşları, dostları; tavla şanına yakışır oyunlar, rekabetler de bu pasajda yaşanır.

   Ona şanına yakışır seslenişi gün boyu yapar dururuz; “ Başkan…” Yeri geldi görev verildiğinde Tekirdağ Müşavirleri ve Komisyoncuları Derneği Başkanı oldu. Pasajın vazgeçilmez yöneticisi, Muhtar vekili ve en önemlisi, artık bunca birikimin ve hiç ara vermeden halkın içinde olmanın karşılığı; “ Vekilim” seslenişim boşuna bir çaba ve düş değildir…

   Gürkan Yıldırım’ı sadece bir açıdan değil iş ahlakı açısından da değerlendirmek isterim. Kim bilir kaç kez onu, diğer insanların çözemediği, çok problemli olan işleri; hünerli bir taş ustası, terzi veya bir orkestra şefi gibi çözdüğüne şahitlik ettim.

   Bir işi bütün kalbiyle yapanların öyküsü, ister ticari isterse siyasi olsun; yapılan bu işten herkes mutlu, huzurlu olur. İşin içinde hile değil, deneyim saklıdır…

    Gürkan Yıldırım’la çay sohbetlerine, iş ustalığına çok şahit olsam da onu kahve içerken çok az gördüm. En çok sevdiği arkadaşları yanında ve ister istemez bu anın arşivsel, sosyal ve kültürel kaydını tutmak gönüllü bir şekilde bana düştü.

   Çocukluk arkadaşı Yılmaz Doğanay, Özcan Abacı ve Eşref Aydın, sanki Nazım’ın arkadaşı Abidin Dino’ya seslenişindeki rica gibi; mutluluğun resmini yapıyorlardı.

   Bu resmin olduğu dükkâna, mutluluğun yaşandığı yere tereddütsüz girdim. Yeterince mutsuzluk ekicileri var nasıl olsa… Ve yine içimden geldiği gibi Gürkan Yıldırım’a seslendim;

   “ Başkan oldun, yönetici oldun, muhtar vekili oldun! Şimdi sıra Milletvekilliğinde…”

   Aslında gördüğüm bu samimi manzarayı diğer komşularımız, Hamit Keskin, Eşref Aydın ve Gürkan Yıldırım ile sıklıkla yaşıyoruz. Bir yudum tebessüm, birkaç yudum latife, kim bilir hangi hastalıklarımıza şifa niyetinedir…

Güven SERİN  


 

 

 

 


17 Ekim 2024 Perşembe

BABAMIN ZEMBİLİ

 

                                               BABAMIN ZEMBİLİ

   Tekirdağ’ın en üretken yazar ve şairlerinden birisi Zeynel İren’dir. Gözlerindeki ışık, sonsuza yazgılı bir kalemin, henüz yeni doğmuş bir yıldızın nükleer enerjisi gibidir…

  Kitabı henüz çıkmış, taptaze bahar, dağ, orman, köy, kasaba kokarken imzalayarak bana verdiği eseri; Babamın Zembili, yani Umuda Yolculuk felsefesini taşımakta ve de anlatmaktadır.

   Tadı-tuzu ve çeşnileri yerinde bir eser. Artık mazinin buğday, ekmek kokan su değirmenleri, yazarın doğa ile insan arasındaki kurmuş olduğu vazgeçilmez sevgiden ve yaşanmışlıklardan kaynaklanıyor.

  Her eserinde bu dengeyi görüp, hissedip zihnimde hep diri ve yaşar haldeki doğa ve insan serüveni de kendi heyecanını, esintisini ve seslerini ortaya çıkartıyor.

  Kitap bittiğinde Pehlivan Mustafa ve saflık yasası gibi vurulup, gönül deryası içinde peşinden koştuğu sevdiği Nigar’ı, Murat’ı tanımanın edebi bahtiyarlığı içinde, yaşamın öykülerle ne kadar anlamlı ve değerli olduğunu göreceğinizi ifade etmeliyim.

  Mustafa Pehlivan bir kahraman… Her toplumun özleyeceği, bekleyeceği veya yetiştirmek istediği, sağlam ahlakı, bedensel gücü ve en önemlisi adil iradesiyle, kendi yaşadığı bölgede destansı bir isim…

  Kitabın gerçekliği, yaşamın içinde, yaşanmış öyküleri örgü haline getirmesi bir yana, serüven duygularını, bir tarih kitabı sayfaları içinde bulup okuyacağımız antik bir öyküyü, Ganoslar denen gizemli dünyanın, içinde doğallık olan her canlıya nasıl kucak açtığını da yazarın düş ve insani gücü, bir yol gösterici gibi okuyucunun önüne seriyor.

  Kitaba başlarken hissedeceğiniz duygular,”Buna benzer kitaplar okumuştum” düşüncesi, sayfalar ilerledikçe yazarın yaşama, insanlara ve doğaya bakış açısıyla, kendi renklerini yarattığı gibi, kendine özgü Zeynel İREN demi de bu kitaba en az, Ganosların adaçayları, ıhlamur kokuları gibi iyice etrafa yayılıyor…

   Her sayfa, kendi şaşırtması içinde, kendi duygularını bir yükseltip bir alçaltıyor. Doğanın yer şekilleri gibi; ovalar, bayırlar, yaylalar, vadiler, mağaralar, zirve ve başarılar, hüzünler hepsi bir arada… 

  Yazar, insan ilişkilerine dikkat çekerken, her eserinde olduğu gibi “ Aile” kavramını öne çıkartıp, belki de en pahalı, en lüks haline gelen mutluluğun formülünü de yaratıcılığı, seçtiği karakterlerle tarihsel bir hatırlatma içine giriyor.

   Zeynel İren’i okudukça, her eserinde farklı olayların gelişimini, öyküsel tadı, gerçeklerle buluştukça çok daha iyi anladığımı düşünüyorum.

     Ticari, siyasi kaygılardan çok uzak bir yazma biçimi. Sanatçıyı besleyecek olan erdem ve aşk, dayanılmaz bir yaratıcılık etkisi yaratıyor.

    Bu eserde; Babamın Zembili kitabında: Doğa ve doğada bulunan vahşi hayvanlarla bir araya gelen Mustafa Pehlivan karakteri, belki de doğanın vazgeçilmez parçası olduğumuzu, doğadan ve doğallıktan ne kadar çok uzaklaşırsak, betonun, çelişkilerin ve kargaşanın içinde o kadar çile ve acılar çekeceğimiz kuşkularını, yazı sanatıyla dile getiriyor.

   Bu öykü, sadece Mustafa Pehlivan ile Nigar’ın değil, hepimizin yitik öykülerinin de kayıp parçalarından birisidir…

   Yazara ve onu yazma aşkıyla gönülden destekleyen ailesine, ( Eşi ve evlatlarına ) teşekkürü borç biliyorum…

Güven SERİN 

 

  




16 Ekim 2024 Çarşamba

MEĞER NAMUSLUYMUŞ

 

                                               MEĞER NAMUSLUYMUŞ!

  ( Namussuz )

  İnsanlığa ders niteliğinde yüz binlerce destan, masal, öykü yaratıldı. Bunların yaratıcıları; derin sınanma, acılar ve zorluklardan geçtiler. Sokrat’ı düşünün? Bir tas baldıran zehrini niçin içtiğini veya içirildiğini?

   Başyapıt niteliğinde Türk filmlerimiz var. Yetenekli sanatçılarla ve çok az bütçelerle çekildiler. Bir değil, yüz kez izlenirse, her izleme anında bir şey öğreneceğimiz ve o öğretiler ışığında günü daha iyi değerlendirip kavrayacağımız eserlerden birisi de,1984 yılında çevrilen Namuslu filmidir.

  Normal toplumlarda herkesin onaylayacağı bir yaşam süren, aldığı maaşla geçinemediği halde ahlakından ödün vermeyen, halkın dilinde “ Namuslu” bir adamın öyküsü-filmi…

   Yönetmenliği Ertem Eğilmez, senaryosunu Başar Sabuncu, film müzik ve bestesi Melih Kibar’a ait. Başrol oyuncusu Şener Şen olmak üzere Adile Naşit, Erdal Özyağcılar, Necati Bilgiç, Sevim Çalışgir,Ayşen Gruda ve daha birçok değerli oyuncunun bir araya gelip de yarattıkları eserin kırk yıl aradan sonra da ilgiyle izlendiği bir film…

   Namuslu filminde baştan çıkarttıkları memur Ali Rıza, en sonunda delirme aşamasında, ondan beklenen namussuzluk görevine talip olur. Hepsini sonuna kadar sömürür. Bu olay ortaya çıkınca, bütün mahalle ve iş arkadaşları şaşkına döner. Kaptırdıkları paralar, mallar ve düşler gitmiştir. Ve ilk söyledikleri şaşkınlık sözü;

“ Meğer namusluymuş gavat! Vay namussuz vay!”

  Toplumların çürümüşlüğünü kayıt altına alacak olanlardan birileri de, evrensel vicdanı olan yönetmenler, sanatçılardır. Bir toplumun yazarları, şairleri, ressamları, heykeltıraşları ileri seviyede öncü karaktere ve duruşa sahipse en fazla eser böyle zamanlarda gün yüzüne çıkar.

   Bir başka çürümüşlüğü bir şairini, bir yerde elinden bir şeyler gelmeyecek durumda olan bir insanın ancak kalem ve kâğıda içini dökmesiyle ortaya çıkıyor.

  Nesip Aykın; Erzurum’un türkülerinden, serin yaylalarından, insan bütünlüğüne el uzatan diyarlarından gelmiş, yaşamı bin bir tecrübe, sıkıntı, direniş ve dönüşümle süren bir yetenek…

  Tekirdağ 2’nolu T Tipi Cezaevi’nde çalıştığı yıllarda, yüreği, ruhu daralmış, dayanması çok zor anlar yaşamıştır. Zihnini ve vicdanını sarsan o sıkıntıları bir şiir yazarak dile getirmiştir. Namuslu filminin zıddı olan bir karakteri, şiir sanatıyla kayda geçmiş.

    Yürek taşkınlığı böle bir şeydir; ya içini kuyulara haykıracak; “ Midas’ın sırrını duyuracaksın; ya da iç sıkıntısından yok olup gideceksin…”

   Bir halk ozanı Nesip Aykın, o sıkıntılı zamanlarında bir şeyler demiş; bakalım ne demiş;

“ Kilitli kapıların ardında

  Yiğitlik taslayıp kalan namussuz

   Namusluysa ekmeğinin derdine

   Çalışana köpek salan namussuz


   Haksız makamları, koltuğu kapan,

   Dünya malı için uşaklık yapan

   İmanı dümenden paraya tapan

   Bulduğu kazı yolan namussuz

    Haksızlığa rütbe verip haklayan

   Zalimleri destekleyip saklayan

   Dürüstü azarlayıp haklayan

   Barışı, gülüşü yalan namussuz

   Nesip davacıdır mahşer gününde

   Konuşacak haklı; hakkın önünde

   Koltuğunla cehennemin dibinde

   Ciğerin ateş dolsun namussuz

    İnşallah, inşallah, inşallah “

    Dante’nin İlahi Komedya gezintisi, özellikle cehennem bölümü dizeleri, Erzurumlu Nesip Aykın’ın destansı haykırışı gibi; dilden dile uzanacak, kendi ibretlik öyküsünü hep anlatacak; inşallah, inşallah, inşallah…

Güven SERİN 



15 Ekim 2024 Salı

İKİ ACI,İKİ KAYIP,İKİ ÖLÜM

 


Prof.Dr.Nilda Turgut

Huzur içinde...


Uzm.Dr.Emel Ersöz

Huzur içinde...

                                      İKİ ACI! İKİ KAYIP! İKİ ÖLÜM!

   Birçok insanın “Artık acılara, kayıplara, vergilere, halktan uzaklaşanlara” alıştık demesine rağmen, kentimizin sevilen iki doktorumuzun ölüm haberi bütün şehri, bölgemizi yasa boğdu…

   Tez duyulan kara haberi şafaktan birkaç saat sonra, atölyeye gelip günü planladığım en erken zamanlarda öğrendim. Hiçbir kişisel tanıklığım olmadığı halde, hissettiğim hüznün ne rengini, ne yükünü anlatamam…

  Sonradan kiminle konuşsam, aynı yas, aynı hüzün içinde, acılarını gizlemeden, bilimsel teorileri haklı çıkartacak birlikteliği şehir insanlarıyla koyun koyuna yaşadık…

   Namık Kemal Üniversitesi Sağlık Bilimleri Enstitüsü Müdürü ve Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Başkanı Prof.Dr.Nilda Turgut ile Tekirdağ Şehir Hastanesi’nde nöroloji uzmanı olarak görev yapan Uzm.Dr.Emel Ersöz trafik kazasında yaşamlarını yitirdiler.

  Olaysız, kazasız, vahşetsiz bir günün ve gecenin yaşanmadığı bu zamanlarda iki doktorumuzun ölümü çok sarsıcı ve yıkıcı bir deprem gibi ruhlarımız yaraladı!

  Neden? Bu ölümlerin sebebi nedir? Diye sorgulamadan önce; ağıtların, destanların içinden süzülüp de bu diyarları vatan belleyin insanlarımızın tarifsiz acıları, kendi uçsuz bucaksız sessizliği içinde ve dehşet içinde geçirilen saatler…

  İki doktorumuzun gömüleceği, Prof.Dr. Nilda Turgut için görev yaptığı Namık Kemal Üniversitesi bahçesinde tören düzenleneceği vakitler, şehrin dışına, bir başka tören ve yas içinde kaçıyordum. Her minibüste konuşacak bir insan bulmama rağmen, hiç kimseyle konuşmamayı, doktorlarımız için yapılan tören saatinde, hiçbir saate, dayatmaya, standart duruşa ait olmadan bende yapıyordum…

  O gün, Marmaraereğlisi sokaklarında, caddelerinde, parklarında ve kıraathanelerinde neredeyse hiç kimseyle konuşmadım. Törenin, yas tutmanın, acılarla farklı bir şekilde yüzleşmenin formülü gibiydi…

   Aynı anda, neredeyse vicdanı olan bütün şehir derin hüznü ve acıları hissetmişti. Konuştukça acı içindeki insanlarımızla hep aynı duygular; “ Büyük kayıp… Büyük acı… Yerleri doldurulamaz insanlarımız, doktorlarımız”

   Doktorlarımızın en güzel yaşlarında, akademik olarak ülkemize, şehrimize en fazla hizmet ettikleri zamanda trafik kazası denen canavara kurban gitmeleri hiçbir zaman son olmayacak!

  Niçin? Çünkü hiçbir ölüm, zamansız olan hiçbir vahşet bu ülkede hem akademik, hem sosyolojik olarak tartışılmıyor. Sonuca, yasaların ve yöneticilerimizin büyük sorumluluk anlayışı içinde halkımıza sağlıklı bir hizmet olarak geri dönmüyor…

   Trafik kazaları niçin olur? Yüksek hız! Alkol… Yol hataları… Araç teknik, elektronik arızaları…

   Trafik kazalarında bu kadar çok ölümlerinin olduğunu bildiğimiz halde bunu niçin çözemiyoruz? Özellikle emniyet kemerleri, arkada oturan yolcuların can güvenliği için şart ve kesintisiz uygulanması için çok özel çabalar göstermiyor, halkımızı bilinçlendiremiyoruz?

  Şehrimizi yasa boğan iki değerimiz, doktorumuzun ölümünde emniyet kemerleri kusurlu mudur? Yeni ve sağlam bir elektrikli aracın teknik arızası var mıdır yok mudur? En önemlisi kaza yaptıkları yerdeki yolun virajı-dönemeci uygun ve uyarıcı levhaları yeterli midir?

  Uygar dünya her dehşeti bir deneyime çevirmenin peşinde koşarken, bizler ise her gün farklı yoğunlukta, renkte, seste, yükte acılarla nasıl baş edeceğiz diye sessizliğe, yalnızlığa gömülüyoruz…

   Yüzleşmeliyiz! Bütün eksiklerimiz, hatalarımız, özürlerimiz ile yüzleşmeliyiz…

   Doktorlarımızın kayıpları telafi edilmez derece büyüktür… Onların onurlu duruşları, şehrimize katmış oldukları insanı, akademik kariyer ve itibarlar için yas törenini, zihnim ve kalbim ne kadar devam ettirecekse o kadar yapacağımı paylaşmanın yaslı ve buruk dünyası içinde rahmetler diliyorum…

 Güven SERİN 





11 Ekim 2024 Cuma

AMOK KOŞUCUSU BİR DÜNYA

 


                                  AMOK KOŞUCUSU BİR DÜNYA

     Nedir Amok? Hiddetle saldıran, hiç durmadan öldüren, Güney Doğu Asya bölgesindeki kültürlerde “Cinnet” halini ifade etmek için kullanılan bir tanım…

   Ya dünyadaki ülkelerdeki Amok Koşucuları? Bir devlet düşünün; milleti 2000 yıldır başka milletlere sığınmış ve varlıklarını-zenginliklerini orada çoğaltmış. Sonra burada bir devlet kurabilirsin diye yer satın almışlar. Adına da İsrail denmiş. Daha kurulalı 100 yıl bile olmadan on binlerce insanı tıpkı çıldırmış Amok Koşucuları gibi katlediyorlar. Sorarsanız kendi güvenlikleri için. Her koşularında bir başka ulusa ait toprakları da kendi ülkelerine katmayı, tarihsel bir borç, saldırgan bir aşk içinde yapıyorlar…

   Güne ve geceye yansıyan haberlerde o kadar çok Amok Koşucusu ve saldırganlığı görüyoruz ki artık takip etmek, insanı bir duruş sergilemek, derhal karşı refleks göstermek mümkün görünmüyor…

   Bir bölge, bir millet için ses çıkaranlar diğeri için susmayı, yok saymayı seçiyor. Birinin katili, diğerinin kahramanı haline geliyor. Korkunç dramlar ve bitmeyecek olan belki de yakın zamanda başlayacak en büyük göç dalgaları, artık durdurulamayan Amok Koşucuları yüzünden, dünyayı başka yerlere sürükleyeceği gerçeğiyle yüzleşmeliyiz…

   Amok Koşucusu hakkındaki ilk bilgiyi Stefan Zweıg’ın eserinden öğrendim. Yazar okuyucuya soruyor:

 —Amok’un ne olduğunu biliyor musunuz? Sonra bir cevap fısıldıyor:

-Amok mu?..Galiba hatırlıyorum…Malezyalılarda görülen bir tür sarhoşluk…

—Sarhoşluktan öte bu… Çılgınlık, insanın öfkeden gözünün dönmesi… İnsanın korkunç, delice bir saplantıya kapılması, öyle ki hiçbir biçimde alkol zehirlenmesiyle kıyaslanamaz…

   Kısacası Amok bir hastalık. Zihnin ve vicdanın donması… Belki de kuruması…

   Yazar ve karısı Avrupa doğumlu çok başarılı bir edebiyatçıydı. Belki de eserlerinin çevrilmediği, okunmadığı ülke yok… Bir başka Amok saldırganlığı, topyekûn bir milletin çıldırma haline, Avrupa’nın yanıp yıkılmasına dayanamayan Zweıg, sığınmış olduğu Brezilya’da ölmeyi tercih ettiler.

   Hitler de durdurulmasaydı korkunç ölümleri geride bırakacak daha korkunç belki de dünyanın ölümüne kadar gidebilecek bir Amok saldırganlığı içinde, zamanı yetseydi dünyayı yaşanmaz hale getirecekti.

   Neredeyse çırpınan her ülkede Amok Koşucuları fazlasıyla var. Hemen hepsi de gücü, saldırganlığı ellerinde tutmada çok başarılılar. Afganistan’ı sıradan haberlerden takip edebiliyoruz. Orada insan, orada kadın olmanın çıldırmış haldeki koşucuların elinden kurtulmanın mümkünü; ancak şansları olanların, kaçmaları, mülteci duruma geçmeleriyle mümkün oluyor.

   Ya ülkemizdeki Amok Koşucuları? Arkası kesilmeyen vahşetlerin arkasındaki çıldırmış genç zihinlere ne diyeceğiz? Babasını dört parçaya bölüp, dereye gömen Amok katillerine? Kız arkadaşlarının başını kesen daha bıyığı bile terlememiş diğer Amok saldırganına? Yolun ortasında ayrılmak isteyen eşe bilmek kaç bıçak darbesi indiren Amok katiline?

   Artık ipin ucu kaçmış görünüyor. Bu topraklarda sadece göller, ırmaklar kurumuyor; insanlığımız da, şefkatimiz de, üreten ve gülümseyen yüzlerimiz de kuruyor.

   Dünyada da öyle… Sadece kendi ülkelerini, birliklerini var etmek için harcanan büyük paraların çok azı, dünyanın yoksul diyarlarına harcanmış olsaydı, hepsinin din öğretilerindeki kardeşçe bölüşüm, yapay bir şekilde zihinlerine yerleşmese, dünya kardeşliği ve ülkemizdeki neşenin tadına doyum olur muydu?

   Amok bir virüs, çağımızın bir hastalığı gibi, ele geçirdiği ülkeleri, genç, yaşlı ayırmadan akla hayale gelmeyen olaylarla meşgul edip, masum insanları evlerine hapsedip, korkunun büyük ateşiyle bizi var eden her şeyi yakıp yok ediyoruz…

    Ne hazin bir 21.yüzyıl başlangıcı…

Güven SERİN  

 


 

 

 


10 Ekim 2024 Perşembe

ORADA BİR YER: KARS

 



                                                 ORADA BİR YER: KARS

( Göçü Tersine Çeviren Adam )

  Orada sözcüğünü duyar duymaz, bizim yaşta olanların aklına gelen sözcük-şarkı demeti; “ Orada bir köy var uzakta, gitmesek de görmesek de o köy bizim köyümüzdür.”

  Çocuk korosu tarafından, çocuk sesleriyle söylenin bu şarkı milyonlarca insanın zihnine ve kalbine 40–50 yıl önce işledi. Ya sonra? Usul usul, telaşlı telaşlı köylerin göçü, amansız hastalığa yakalanmış, dermansız bir teslimiyet gibi, herkesin, bütün kurumların, kuruluşların gözleri önünde köyler bitene kadar devam etti.

   Filanca köyde yaşayan şu kadar kişi kaldı, şu kadar insan var, sözcükleri artık köy aidiyet duygusunu var etmek için yeterli değil… Okulu, öğretmeni, sağlık ocağı, çocukları olmayan yere köy diyebilir miyiz?

   Hiçbir ağıt, şarkı, öykü çok hızlı bir şekilde yok olan ve yok edilen köylerin sessiz yürek yaşlarını dindiremez, teselli olamaz. Bilimden, planlamadan ve idealist insanların ortaya çıkıp, ait oldukları köyleri küllerinden tekrar ortaya çıkartmalarından başka…

   Kars Boğatepe Köyü ve o köyde doğmuş İlhan Koçulu’nun öncü ve alkışlanacak öyküsü ise, ırmakların tersine de akabileceğini anlatıyor. Herkes gibi 18 yaşında; “ Ben artık okudum, üniversite bitirdim şehirde yaşayacağım! Baba mesleğini yapmayacağım!” diyerek İstanbul’a gelip iş insanı olmuş ve çok iyi paralar kazanmış.

  Bir gün, köyünün; Boğatepe’nin onu çağırdığını hissetmiş. Köyü, doğduğu, karakterinin şekillendiği toprakların kokusu, dağların, ormanların, yaylaların ve hayvanların, çağrılarını hissetmiş. Ve gönüllü olarak İstanbul’daki bütün işlerini kapatıp, Kars Boğatepe Köyü nüfusuna, yaşam alanına tekrar geri dönmüş.

   Baba mesleği olan peynircilik, hayvancılık ölmek üzere olduğu, fırsat bulan Boğatepe insanlarının artık şehirlere göç ettiği zamanlarda Boğatepe’ye olan o insani borcu ödemek için geri dönmüş.

—Travmalar bizi çok etkilemiyor! Felsefesiyle yola çıkan İlhan Koçulu, yok olan değerleri, bilgileri, görgüleri dövünerek anmak yerine, bu sözü kullanıyor. Ülkemizin kaderini baştanbaşa değiştiren göçlerin daha iyi yaşam yerine çok daha fazla yapay yaşam ürettiğini fark ediyor.

—Geçmişin, geleneksel bilginin önemini, artık anlamış ve kavramıştım! Tespiti, susan, akıntıya kapılan, kentlerde kaybolan bütün insanlar adına yapılmış yüce bir geri dönüş ve af dileyiş olarak da düşüne bilinir…

   Onu geri çağırın Boğatepe Köyü’ne kavuşmuştu. Tekrar peynirciliğe, hayvancılığa; kısacası doğaya en güzel şekilde uyum sağlayarak doğal hayata geri dönüyor.”Peynir bir aşktır.” Sözünü slogan olsun diye söylemiyor. Kaybolan üretimi, hayvancılığı, peynirciliği yeniden geri döndürüyor. Hızla artan peynir imalathaneleri, hayvancılık ve yöre insanının hünerli elleri ve doğanın bin bir çeşit çiçeklerinden oluşan sütlerin karşılığı kısa zamanda köye zenginlik getiriyor. Bilinçlenme, ekonomik, sosyal, kültürel kalkınma getiriyor. Karnı doyan insanların aidiyet duygusu üst seviyelere çıkmaya başlıyor.

   İlhan Koçulu peynircilikte 150 yıllık geçmişe sahip Koçulu ailesinin dördüncü kuşağından ve 18 yaşında ayrılmış olduğu köye sadece geri dönmekle kalmayan, aynı zamanda göçü tersine çeviren bir isim. Aşkı, üretimde, doğada, hayvanlarda, insanın hep aradığı o ölümsüzlük algısını; yapay alanlarda değil doğal alanlarda bulup yücelten, işleyen kişi…

  Boğatepe Çevre ve Yaşam Derneği, Tohum İzi Derneği öncülerinden olan Koçulu, iş insanı olma özelliğini değil, çobanlığını, çiftçiliğini öne çıkartarak, yıllarca doğal yaşamdan kaçanların köy yaşamındaki ezikliği de yerle bir ediyor.

  Köy yaşamını hor gören bakış açıları bir bir çöküyor. Ölüyor, öldürüyor… Köy tavuğu, köy ekmeği, köy yumurtası, köy insanı artık çok az kaldı.

   Yeni Zellanda’da uçamayan, artık yerde yaşayan nesli tükenmek üzere olan bir papağan türü var. İsmi Kakapo. Bilim insanları geride kalan Kakapo papağanlarını yaşatmak için insanüstü çabalar harcıyor.

   Aynı insanüstü çabaları, köyleri geri getirmek için harcayacağımız bellidir. Şehirlerin bize sunduğu seçeneklerin hiçbirisinde doğallık yoktur. Rütbeler, tüketimler, egolar savaşından başka hiçbir şeyi olmayan ve kentlilik bilincini bile beslemeyen bir sürü telaş ve trajikomik sahneler; o kadar…

    Kars Boğatepe insanı; çobanı, çiftçisi, peynir ustası İlhan KOÇULU, yeniden yarattığın, yazdığın bu öykü, doğal akış ve sarılış için teşekkürü borç biliyorum…

 Güven SERİN