14 Ağustos 2025 Perşembe

KAYTAN BIYIKLI ADAM

 

           SAHNE: HALK OTOBÜSÜ, BAŞROL: KAYTAN BIYIK

  Hayat, en beklenmediğimiz anlarda en çarpıcı sahneleri sunar. Bazen o sahneleri izlemek için tiyatro salonlarına gitmeye gerek kalmaz; Kumbağ’dan kalkan bir halk otobüsünün için, en usta senaristlere taş çıkartacak bir oyuna ev sahipliği yapabilir. Tıpkı önceki günlerden birisinde tanık olduğum gibi…

   Perde, otobüs şoförünün mahalline yakın o yüksek basamağında açıldı. Başrolde, yüzüne karakterini veren incecik kaytan bıyıklarıyla, otobüsün doğal bir parçası duran bir adam vardı. Herkes gibi koltuklara kurulmak yerine, sahnenin merkezini andıran o yükseltiyi seçmişti. Sanki görünmez bir profesör kürsüsünden, etrafındaki diyaloglara keskin ve anlık yorumlar yapıyor, bir yandan da elindeki telefonun ekranında aceleci bir sörf yapıyordu. Sıcaktan parlayan-terleyen alnını ve bıyıklarını kâğıt mendille silişi bile rolün bir parçası gibiydi.

   Oyunun ikinci perdesi, Topağaç mevkisinde otobüse binen bir yolcuyla başladı. O bilindik, o mekanik ses: “Bakiye yetersiz.” İşte tam o an, kaytan bıyıklı kahramanımız devreye girdi. Cebinden çıkardığı kartı okuyucuya uzattı ve iyiliğin faturasını anında ve herkesin duyabileceği bir tonda kesti: “ 25 TL vereceksin.”

   Bu noktada oyun, bir iyilik hikâyesinden psikolojik bir gerilime dönüştü. Borçlu yolcu, bu jesti sanki hiç yaşamamış gibi görmezden, duymazdan gelerek büyük bir kayıtsızlık zırhına büründü. İyiliksever adam da bir alacaklıya, hatta avını gözünden bir an olsun bir avcıya dönüştü.”Demek sen çarkını böyle döndürüyorsun, bedavaya götürüyorsun bu işi?” sorusu, otobüsün demirlerine çarpıp hepimizin kulaklarında çınladı.

   Final, Tekirdağ Valilik durağında yaşandı. Borçlu adam indi, peşinden de bir an bile tereddüt etmeyen kaytan bıyıklı atladı. Ben de bu filmin sonunu merak eden bir izleyici olarak peşlerinden…

“Param yanımda değil, bankada” bahanesi, son kozuydu borçlunun. Ama avcımız kaytan bıyıklı pes etmedi: “ O zaman bankaya gidelim.”

   Ve son sahne… Önde borçlu adam, arkasında ona sarsak ama kararlı adımlarla takip eden kaytan bıyıklı kahramanımız, şehrin kalabalığında gözden kayboldu.

   O 25 TL tahsil edildi mi, banka yolunda başka neler yaşandı, bilmiyorum. Bildiğim tek şey var: Hayat, bazen en sıradan yolculukta bile bize insan doğasının karmakarışıklığını, gururun, inadın, iyiliğin ve kurnazlığın ne kadar iç içe geçtiğini gösteren inanılmaz bir tiyatro izletiyor. Ve inanın bana, bu oyunun bilet parası paha biçilmez…

   Gördüğüm ve anladığım kadarıyla “iyilik yapma”nın doğası çok karışık. Koşulsuz iyilik yapmak ile borç verme arasındaki çizgi çok incedir. Bir iyilik, karşılığında bir beklenti (maddi veya manevi ) içerdiği anda doğası değişiyor. Belki de gerçek iyilik, karşılığını beklemeden ve peşine düşmediğinde anlam kazanır.

   Kamusal alan, karakterimizi büyüten bir sahne gibidir. Normalde özelde yaşanacak bir durum, herkesin gözü önünde bir gurur ve utanç testine dönüşebilir.

   Kısacası dostlarım, o kısacık otobüs yolculuğu aslında güven, adalet, onur, utanç ve insan psikolojisinin karmaşıklığı üzerine minyatür bir hayat dersiydi…

 Güven SERİN 




9 Ağustos 2025 Cumartesi

AMERİKAN RÜYASI

 

İNTERNET

                                                  AMERİKA RÜYASI

( İnsan Kök Salacağı Toprakta Yaşamalı! )

   Toplumların hafızası, sanatçıların eserleriyle, bilim insanlarının uyarılarıyla ve halkın kalbindeki sevgiyle şekillenir. Bazen uzak diyarların parlak ışıkları gözümüzü kamaştırır, bazen de kendi toprağımızın sessiz bilgeliğini gözden kaçırırız. Peki, rüya ile kâbusu, umut ile aldanışı birbirinden ayıran o ince çizgi nerededir? Cevap, sandığımızdan daha yakınımızda: Eğitimde ve ülke bilincinde…

   Sesiyle nesillere dokunan, İsmet İnönü’nün bizzat soyismini verdiği “Altın plakların kraliçesi” Neşe Karaböcek’i düşünelim.1980’lerde Amerika’ya gittiğinde, oradaki müzik akımlarından etkilenerek “Amerika Albümleri”ni çıkardı. Kasetleri kapış kanış satılırken, o aslında bir değişimi, dönüşümü ama en önemlisi kendi müziğini evrenselle buluşturma denemesini yaşıyordu. Aynı yıllarda, Sylvester Stallone’nin canlandırdığı Rocky karakteri, filmleriyle gençlerimizin kalbinde taht kuruyor,”Amerikan rüyası” denilen o büyük hayali daha da körüklüyordu. Azimle her şeyin başarılabileceği bu rüya, milyonlarca gence ilham veriyordu.

   Ancak parlak madalyonun bir de karanlık yüzü vardır.1962’de aramızda ayrılan Marilyn Monroe’nun trajik hayatı, bu rüyaların nasıl bir kâbusa dönüşeceğinin en acı kanıtı olarak tarihe geçti. Çok daha yakın bir zamanda ise Amerikalı polis müfettişinin şu sözleri durumu özetliyor: “ Uyuşturucudan ölenlerin % 85’i Amerikan vatandaşıdır. Zenginler, çünkü yoksul ülkelerden gelen uyuşturucuyu satın alacak paraları var ve rüyalarını sürdürmek için buna ihtiyaç duyuyorlar.”

   İşte tehlike burada başlıyor. Yeterli eğitim ve bilinç süzgecinden geçirilmemiş her parlak vaat, iyi makyaj yapılmış bir kâbusa dönüşebilir. Toplumlar, bu tuzaklara bir “kurtuluş ümidiyle” sarılabilir.

   Bu noktada, aklın ve bilimin sesi devreye giriyor.1975’te özel bir kanunla Türkiye’nin ilk ve tek “ Türkiye Cumhuriyeti Profesörü” unvanını alan,Yale Üniversitesi’nde tarihin en genç tam profesörlerinden biri olan merhum Oktay Sinanoğlu,adeta bugüne sesleniyor.Onun uyarısı net ve sarsıcıydı: “Eğer aklınızı başınıza almazsanız yakında Türkçeye de ‘bay bay Türkçe’ dersiniz.Türkçe giderse Türkiye gider…Kendi kültürüne yabancılaşan,atasına küfreden insanlar haline gelirsin.Kendi ülkenin tabularını yabancılara kendi ellerinle sunarsın.”

   Sinanoğlu’nun bu feryadı, yabancı bir rüyanın peşinde koşarken kendi kimliğimizi, dilimizi ve dolayısıyla vatanımızı kaybetme riskini gözler önüne seriyor.

   Peki, çözüm ne? Yılların sanatçısı, halkın gönlünde eşsiz bir yere sahip olan Erol Evgin, bu sorunun cevabını bilgece veriyor: “ İnsan kök salacağı toprakta yaşamalı! Gençler diğer ülkelere gidiyor, gitsin! Ama tekrar kendi ülkelerine dönsünler…”

   İşte bütün meselenin özeti budur. Mesele, dünyaya kapanmak değil; dünyayı gezip, görüp, öğrenip, biriktirdikleriyle kendi toprağını yeşertmektir. Kök salacağımız yer, ana dilimizi konuştuğumuz, atalarımızın kanıyla, canıyla bedel ödeyerek bizlere vatan kaldığı bu topraklardır.

   Görünen o ki,”Amerikan rüyası” veya bir başka parlak hayal, ancak ve ancak sağlam bir “ülke bilinci” ve nitelikli bir “eğitim” ile anlamlı olabilir. Eğitim, bize sadece bilgi değil, aynı zamanda rüya ile iyi ambalajlanmış bir kâbusu ayırma becerisi de kazandırır.

  Gençlerimize düşen görev, Oktay Sinanoğlu’nun uyarısını aklında tutmak, Erol Evgin’in tavsiyesine kulak vermek ve bu toprakların değerini bilmektir. Bize düşen görev ise onlara bu bilinci aşılayacak, köklerini unutmadan dallarını evrene uzatmalarını sağlayacak bir eğitim sistemi ve bir ülke atmosferi sunmaktır. Çünkü unutmayalım, en güzel rüya, kendi vatanında, kendi kültürünle kurduğun gelecektir.

 Nasıl sesleniyordu şarkısında Neşe Karaböcek; “ Al gecenin rüzgârını koynumdan/Beni bana ver…”

Güven SERİN 



8 Ağustos 2025 Cuma

KURUYAN BİR AĞAÇ

 

Kamera , Güven 

Kamera; Güven

MEHMET AKİF IŞIN ( O bir kahraman )


                       KURUYAN BİR AĞAÇ ve UNUTLAN BİR VİZYON

     ( Sayın Müze Müdürü )

     Tekirdağ Arkeoloji ve Etnografya Müzesi’nin tam karşısında, İbrahim Müteferrika Parkı’nda yaşlı bir dişbudak ağacı can çekişiyor. Yaprakları çoktan kurumuş ve dalları çok yorgun, kökleri hayata küsmüş gibi… Her gün önünden yüzlerce insanın geçtiği bu ağacın sessiz ölümü, aslında bize bir ağaçtan çok daha fazlasını anlatıyor. Bize, vizyon-uzak görüşlülük sahibi bir liderin bir şehre nasıl bir ruh kattığını ve o ruhun sahipsiz kaldığında nasıl yavaş yavaş solduğunu haykırıyor.

   Bu hüzünlü manzarayı daha anlamlı kılan ise, tam karşısındaki müzenin ve o parkın varoluş hikâyesidir. O hikâyenin kahramanı, kurucu müze müdürü Mehmet Akif Işın’dır.

   Mehmet Akif Bey, maaşını alıp müzesinde oturan bir müdür değildi. O,bu şehrin tarihine, kültürüne ve doğasına âşık, idealist bir aydın; aydınımızdır… Onun için müze sadece taş duvarlar arasında sıkıştırılmış eserlerin sergilendiği bir depo değildi; yaşayan, nefes alan, şehirle bütünleşen bir kültür yuvasıydı. Müze önünde kuruyan akasyaları söktürüp yerine Şarköy’den getirdiği zeytin fidanlarını bizzat direrken toprağa sadece fidan değil, geleceğe uzanan bir vizyon-uzak görüşlülük ekiyordu.

   Onun vizyonu-uzak görüşlülük müzenin bahçesiyle, bahçeleriyle sınırlı kalmadı. Bugün kuruyan o ağaca ev sahipliği yapan İbrahim Müteferrika Parkı’nı ve içindeki tarihi çeşmeyi bu şehre kazandıran ve yine Mehmet Akif Işın’ın bitmeyen enerjisi ve kente olan adanmışlığıdır. O,sorumluluğunun müzenin kapısında bitmediğini biliyordu. Çünkü bir müze müdürü, sadece envanterdeki-dökümdeki eserlerden değil, o eserlerin ait olduğu şehrin ruhundan da sorumludur.

   Şimdi kuruyan o dişbudak ağacına tekrar dönelim. Ve o ağacın tam karşısındaki müzede oturan bugünün idarecisine bir anlığına düşünelim. Kurucu müdürün büyük bir emekle şehre armağan ettiği bu parkta, gözlerinin önünde bir hayat son buluyor.

   Acaba bu hazin son fark edildi mi? Yoksa bir müze müdürünün sorumluluğu, kendi binasının yeşiliyle mi sınırlıdır? Kurucusunun mirası olan karşı kaldırımdaki bir ağacın ölümü, müzenin ilgi alanına girmez mi? Mehmet Akif Işın, o ağacı yaşatmak için çırpınmaz mıydı?

   İşte bu sorular, verimli ve vizyoner yöneticiyle sıradan bir idareci arasında o derin uçurumu gözler önüne seriyor.

   Verimli yönetici, tıpkı Mehmet Akif Işın gibi, sadece koltuğunu değil, o koltuğun temsil ettiği tüm değerleri doldurur. Sorumluluk alanını duvarlarla sınırlamaz; şehrin her sokağını, her ağacını, her taşını kendi mirasının bir parçası olarak görür. İnisiyatifi ele alır, üretir ilham verir ve arkasında sadece düzenli bir envanter-döküm değil, yaşayan bir miras bırakır.

   Diğer yanda ise mevcut durumu korumayı yeterli gören, rutin dışına çıkmayan,”sorumluluk alanım değil” rahatlığına sığınan idareciler vardır. Onların yönetiminde kurumlar işler, ama asla şahlanmaz. Miras korunur gibi görünür, ama ruhu yavaş yavaş ölür. Tıpkı müzenin karşısındaki o yaşlı dişbudak ağacı gibi.

  O kuruyan ağaç, sadece bir bitki değildir. O ağaç, Mehmet Akif Işın gibi değerlerin bir şehre neler katabileceğinin ve bu vizyon-uzak görüşlülük sahipsiz kaldığında nelerin sessizce kaybedilebileceğinin hüzünlü bir sembolüdür.

  Umarız ki, müzenin pencerelerinden bakan gözler, sadece karşıdaki parka değil, o parkı var eden ruhun yüklediği geniş sorumluluğa da bakar. Çünkü gerçek miras, duvarların içinde saklanan değil, o duvarların ötesine taşınabilen vizyondur-uzak görüşlülüktür.

Güven SERİN 








7 Ağustos 2025 Perşembe

MANASTIR'IN ORTASINDA BİR AŞK SIZISI

 

İNTERNET

                                  MANASTIR’IN ORTASINDA BİR AŞK SIZISI

         ( Mustafa Kemal’in İlk Aşkı: Eleni )

    “Manastır’ın ortasında var bir havuz…”

   Bu türküyü ne zaman duysak, içimize Rumeli’nin o serin ve deli dolu rüzgârı dolar. Arnavut kaldırımlı sokaklarında gezinen bir hüzün ve coşku, yüreğimizin tam ortasına oturur. İşte o türkünün doğduğu topraklarda, o havuzun başında, sadece bir halk ezgisi değil, aynı zamanda tarihin en zarif, en dokunaklı ve en mahrem aşklarında biri filizlenmiştir. Bu, henüz bir milletin kurtarıcısı olmamış ama gözlerindeki zekâ ve yüreğindeki ateşle geleceği müjdeleyen o genç askeri lise öğrencisi Mustafa’nın, Manastır eşrafından Eftim Karinta’nın biricik kızı Eleni’ye duyduğu saf ve ölümsüz aşkın hikâyesidir.

   Bu aşk, öyle romanlarda okuduğumuz, filmlerde izlediğimiz abartılı sahnelere sahip değildir. Belki bir hafta süren bu sohbet, belki aylara yayılan gizli bakışmalardır hepsi, bir evin balkonundan caddenin köşesinde bekleyene uzanan bir selam, bir gülümseme, bir anlık kalp çarpıntısı… Ama asil ruhların ve temiz yüreklerin hissettiği o ilk sevda ateşi, ömür denilen yolculuğun en unutulmaz, en derin izini bırakır. Mustafa ile Eleni’nin aşkı, tam da böyle bir izdir. Biri, omuzlarında taşıyacağı vatan yükünün henüz başında bir fidan; diğeri, kendi muhafazakâr dünyasının en narin çiçeği…

   Peki, bu iki genç kalp neden birleşmedi? İşte bu sorunun cevabını, onların aşklarını sıradanlıktan çıkarıp bir destana dönüştürür. Onları ayıran ne bir düşmanlık ne de bir ihanettir. Onları ayıran, kaderin her ikisi için çizdiği farklı yollardır. Mustafa’nın yolu, milletin istiklaline adanmış çetin bir mücadele yoluydu. O,kişisel mutluluğun değil, bir ulusun varoluşunu seçmek zorundaydı. Eleni ise o dönemin toplumsal koşulları içinde, ailesinin ve çevresinin beklentileriyle şekillenen bir hayata yürüyecekti.

   Onların büyüklüğü de burada başlar. Tıpkı Kerem’in Aslı’ya, Tahir’in Zühre’ye kavuşamayarak sevdalarını ölümsüzleştirmesi gibi, Mustafa ile Eleni’de kavuşamamalarına içleri kan ağlayarak saygı duydular. Birbirlerinin kaderlerine engel olmak yerine, o kısacak anda yaşadıkları saf sevginin hatırasını bir ömür yüreklerinde taşıdılar. Bu hikâye bize, sevginin sadece sahip olmak, birlikte olmak olmadığını öğretir. Gerçek sevgi, bazen en büyük fedakârlığı yapabilmek, sevdiğinin yoluna saygı duyup o yoldan çekilebilmektir. Mutluluğun sadece mülkiyete dayanmadığını, yürekte taşınan bir sadakatin ve anının da insanı bir ömür yaşatabileceğini gösterir.

   Bu dokunaklı aşk hikâyesinin tarihin tozlu sayfalarından kurtulup bize ulaşmasını sağlayan Üsküplü yazar Remzi Canova’dan, bu izi derinleştiren Altan Araslı’ya, Makedonyalı tarihçiler Trayko Ognenowski ve Çane Zdravkov’a tüm tarih ve gönül emekçilerimize sonsuz minnet borçluyuz. Onlar sayesinde anlıyoruz ki, bir milletin kurucusu olmuş o büyük dehanın, Mustafa Kemal Atatürk’ün kalbinin derinliklerinde de tıpkı bizim gibi, hepimizin hissettiği gibi insani, dokunaklı ve masum bir aşk sızısı vardı.

   Bugün Manastır’a yolu düşenler, o meşhur türküyü mırıldanırken artık sadece bir ezgiyi değil, genç bir askeri öğrencinin yüreğinde bir ömür taşıdığı o büyük, mahrem ve saygılı aşkı da hatırlasınlar. Bu öykü, tiyatrolara, filmlere konu olmayı ve gençlerimize sevginin en saf, en fedakâr halini anlatmayı ziyadesiyle hak ediyor. Çünkü Mustafa ile Eleni’nin hikâyesi, sadece bir aşk öyküsü değil, aynı zamanda bir vatan sevdası uğruna kişisel arzulardan nasıl vazgeçilebildiğinin de en asil kanıtıdır. O aşk, Manastır’ın ortasındaki sulara karışmış, o türküyle birlikte sonsuza dek yaşayacak bir gönül mirasıdır.

   Bu öykü, bu eserle beni tanıştıran Kenan Oflaz’a ve onun zihninde gezinen, dolaşan yüzlerce, binlerce öykü;  şehir ve ülke kültürüne adanmış bir insanın yüksek ve asil duruşu adına teşekkürü borç biliyorum…

 Güven SERİN

  


5 Ağustos 2025 Salı

MODERN ZAMANLARIN OZANI: BARIŞ MANÇO

 

Kamera; Tamer Kaptan


Kamera; Güven

Kamera; Güven

Kamera; Güven Moda İstanbul

        MODERN ZAMANLARIN OZANI, BİLGESİ: BARIŞ MANÇO

   Yıllar önceydi, Barış Manço’nun bu dünyadan göçtüğü o soğuk Şubat gününün hemen sonrası… Yolum, milyonların kalbinde taht kuran o büyük sanatçının Moda’daki evine düşmüştü. Hafızama kazınan, unutamadığım bir detay vardı: Evinin duvarları. Belki sadece bir metre yüksekliğindeydi. Komşularıyla arasına set çekmeyen, rüzgârın ve ışığın serbestçe dolaştığı, bahçesindeki ağaçların adeta tüm mahalleye ait bir orman gibi olduğu o mütevazı kale… O alçak duvarlar, aslında Barış Manço’nun tüm hayat felsefesinin fiziki bir yansımasıydı: Engelsiz, paylaşımcı, doğayla ve insanla bir bütün.

    Yıllar geçti, o duvarların ardındaki bilge adamın şarkılarını yüzlerce kez daha dinledim. Her dinleyişimde, notaların ve sözlerin arkasındaki o derin felsefe kendini daha çok belli etti. Tıpkı bugün,”Benden Öte Benden Ziyade” şarkısının içinde bir kez daha kaybolduğum gibi. Bu şarkı, Barış Manço’nun notalara döktüğü bir vasiyetname, bir hayat manifestosudur adeta

   Bir başka şarkısı, basit bir emirle başlar: “ Yaz dostum…” Manço, burada bir kâtip, bir sırdaş arar. Anlatacakları kişisel dertlerden öte, evrensel hakikatlerdir. Ve ilk ders gelir: “ Güzel sevmeyene adam denir mi?” Sevgiyi, ama “güzel” sevgiyi, yani incelikle, emekle ve karşılıksız ve derinlemesine sevmeyi insan olmanın temel şartı sayar. Bu, onun için popüler bir duygu değil, varoluşsal bir gerekliliktir.

   Ardından gelen dizeler, onun halk bilgeliğini zirveye ulaştırdığı anlardır.”Yoksul görsel besle kaymak bal ile…” Bu dize,”Halil İbrahim Sofrası”ndaki bereket felsefesinin bir özetidir. Paylaşmanın, gönül zenginliğinin, komşusu açken tok yatmayan o kadim Anadolu irfanının modern bir ozanın dilinden dökülüşüdür.

   Ve belki de en sarsıcı olanı. “ Yaz dostum, kimse göçmez bu dünyadan mal ile.”işte “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa”nın burada yeniden karşımıza çıkar. Mehmet Ağa, ardından borç değil,”bir çift sarı çizme” yani hoş bir seda, temiz bir isim bırakmıştır. Manço, hepimize o en yalın gerçeği hatırlatır: Servetin, mülkün, şanın ve şöhretin,”alt üstü beş metrelik bez için” yani bir kefen için biriktirilen nafile çabalar olduğunu yüzümüze vurur. Tıpkı en güçlü hükümdarın bile fani olduğunu anlattığı “Süleyman” şarkısındaki gibi.

  Peki, tüm bu öğretilerin birleştiği o nakarat ne anlama gelir? “Benden öte, benden ziyade…”

   Bu bencilliğin ve egonun reddidir.”Ben” den öteye geçip “biz” olabilme çağrısıdır. Miras olarak bırakılacak olanın, bedenden, isimden, şöhretten daha fazlası; bir fikir, bir duruş, bir sevgi anlayışı olduğunu söyler.”Benden öte” olan, ardında bıraktığı eserler ve düşüncelerdir.”Benden ziyade” yani “benden daha önemli” olan ise bu düşüncelerin nesiller boyu yaşaması, insanlığa ışık tutmasıdır. Tıpkı o bir metrelik bahçe duvarları gibi,”ben”i hapsetmeyen, fikri ve sevgiyi herkesle paylaşan bir anlayış. Kaç sanatçı har hafta evinin adresini verip “ Lütfen bana yazın, ama muhakkak yazın” der ve demiştir?

  Barış Manço, bir müzisyen, bir sanatçı olmanın çok ötesinde, modern zamanların bilgesi ve ozanıydı. O,şarkılarıyla sadece kulaklarımıza değil, ruhlarımıza da seslendi. Moda’daki evinin alçak duvarları nasıl komşularıyla arasına bir engel koymadıysa,”Benden Öte Benden Ziyade” de onun felsefesinin zaman ve mekân tanımadan, yüzyıllar sonrasına bile ulaşacak o engelsiz, kucaklayıcı davettir.

   Yaz dostum, Barış Manço gibi “güzel seven” adamlar, bu dünyadan göçseler de felsefeleriyle sonsuza kadar yaşarlar.

   O,notalarının arasına yalnızca melodi değil, bir yaşam felsefesi, nesiller boyu çözülecek bir “gönül kodu” saklamıştır.

   Onun sanatı, dijital okyanusta kaybolan bir veri zerresi değil, yolunu kaybedenlere yol gösteren bir pusula, savrulan ruhlara tutunacak bir çapadır. O,fiziksel olarak aramızdan ayrılarak “benden öte” olanı başardı; ancak ardından bıraktığı bu ölümsüz kodlarla, her birimizin kalbinde “benden ziyade” yaşamaya devam ediyor…

 Güven SERİN 

  

 

 

 

 

   









2 Ağustos 2025 Cumartesi

TEKİRDAĞ'DA GÖRDÜĞÜM O YÜZ!

 


                                             TEKİRDAĞ’DA GÖRDÜĞÜM O YÜZ!

    ( Toplumsal Yetimlik )

   Bu yüzü, çaresiz bakışın kabul edişe sığınmış gencini anlatmak için ya yukarıdaki başlığı, ya da; “ Bir Adam, Bir Yüz, Bin Kırık Hayat” başlığını yazmayı düşündüm. Ancak, bendeki bu derin etkiyi, siz değerli okuyucuya anlatabilirim…

   Tekirdağ’ın bir köşesinde, Balıkesir’den gelen yorgun bir bedene uzatılan bir poşet yolluk… Bu sıradan ve insanı jest, modern toplumun en derin trajedilerinden birinin perdesini araladı. O poşeti “hatır için” alan, sanki yeme içme mecburiyeti onun için çoktan sona ermiş gibi duran o genç adamın yüzü, günlerdir zihnimde silinmiyor. Boş, ifadesiz ve bir o kadar ağır… Sanki yeryüzünde fazlalık olan bedeni değil, ruhuna yüklenmiş koca bir enkazı taşıyordu.

   O yüz,yalnızca kişisel bir dramın değil,parçalanmış ailelerin geride bıraktığı “duygusal mirasın” en net fotoğrafıydı.Anlattılar… Anne-babası ayrılmış “kurban çocuklardan” biriydi. Büyümüş, kendi yuvasını kurmuş ama o da yürümemiş, o da ayrılmıştı. Geriye kalan iki evladın, annelerinin yanında, babalarını sadece bir para kaynağı olarak görmesi, bu trajedinin ikinci perdesiydi. O genç adam, sadece bir eşten değil, bir gelecekten, bir baba olabilme onurundan da boşanmıştı aslında.

   Günlerdir o yüze bir isim, içimdeki sarsıntıya bir kavram arıyorum. Bu, basit bir umutsuzluk değil. Bu, bir “çaresizlik zırhı”. İnsan, kaybedecek bir şeyi kalmadığında korkusuzlaşır derler. Oysa bu bir cesaret değil, yaşamla arasına örülmüş en kalın duvarın, yani anlamsızlığın bir sonucudur. Sevgi, aidiyet, amaç gibi insanı hayata bağlayan tüm demirler koptuğunda, geriye kalan beden artık ne toplumsal kurallardan ne de yarının getireceklerinden çekinir. Çünkü “yarın” onun için bir umut değil, tekrar edilecek bir boşluktur. O yüz, işte bu yüzden korkusuz ve bu yüzden bu kadar ürkütücüydü.

   Bu, bireysel bir kader kurbanının çok ötesinde, toplumsal bir alarmdır. Bizler boşanmayı, medeni bir hak olarak görüp hukuki bir çerçeveye sığdırırken, “ayrılığın” bıraktığı sosyal ve kültürel enkazı görmezden geliyoruz. Ayrılan eşlerin ardında bıraktığı çocuklar, sadece bir evden diğerine gidip gelen bavullar değildir. Onlar, çoğu zaman sevginin ve güvenin istikrarsız zemininde büyüyen, gelecekteki kendi ilişkilerinde de aynı sarsıntıyı yaşama potansiyeli taşıyan “toplumsal yetimlerdir”.

   O gencin yüzündeki kıvılcımsızlık, aslında hepimize bir soru soruyor: Bu yaralara nasıl ÇARE üreteceğiz?

     Çözüm, boşanmaları engellemek değil,”sağlıklı ayrılmayı” bir toplumsal bilinç haline getirmektir. Ebeveynlik rolünün, eş rolünün bittiğinde sona ermediğini; bir çocuğun en temel ihtiyacının para veya hediye değil, koşulsuz sevgi ve güvene dayalı, istikrarlı bir ebeveyn figürü olduğunu her fırsatta işlemeliyiz.

   Okullarda, rehberlik servislerinde, aile danışmanlık merkezlerinde bu “duygusal enkazın” farkında olan erken önlem alacak birimler geliştirmeliyiz. Çocuklara ve gençlere, ailelerinden alamadıkları o güven ve aidiyet hissini bir nebze olsun sunacak destek ağlarını her tarafa yaymalıyız.

   En önemlisi de o boşluğa bakan yüzleri gördüğümüzde başımızı çevirmemeliyiz. O yüzler, sadece kendi kaderlerinin değil, bizim de duyarsızlığımızın, ihmalimizin ve yüzeysel çözümlerimizin birer aynasıdır. Tekirdağ’da şahit olduğumuz o genç adam, belki de çoktan kendi sessizliğine gömüldü ve Balıkesir’e geri döndü. Ama onun yüzü, geride kalanlara ağır bir sorumluluk bıraktı: Parçalanmış ailelerin görünmez mirasıyla daha kaç kuşağı kurban vereceğiz?

   Son söz: “Toplumsal Yetimlik” .Bu, sadece kuralların değil, köklerin de kaybedildiği bir haldir…

Güven SERİN