11 Kasım 2024 Pazartesi

BİÇORBA

 


Güven Serin,Ercan Duygu,Ümit Başyazgan ve Emin Dırak


                                     Bİ ÇORBA: HOŞ GELDİNİZ


   Tanıdık mekânlar, anılarımızın olduğu yerler birer birer yok olup giderken ( TARSAL ve LİMAN BALIKÇI BARINAĞI ) gibi, kendi heyecanı, umudu ve önce HİZMET anlayışı içinde gelen-açılan yerleri de fark etmemiz gerektiğini vurgulamak isterim…

  Ümit Başyazgan öğretmenimizin öncülüğünde başlayan kültürel, sosyal yolculuğumuz zamanın denetimi ve baskısından uzak bir şekilde ilerliyor. Israrla söylemek istediğim ve söylediğim bir söz var; “ Kültürel ve sosyal yaşam, emek ister, istikrar ister…”

  Atölyede telefonum çaldığında arayanın Ercan Duygu olduğunu gördüm. Hemen aklıma gelen şey; “ Ercan Duygu, yine sosyal, kültürel önemi olan bir haberi verecek” heyecanı oldu. Ercan Duygu öğretmenim, bir gün sonra henüz yeni sayılan ( Sekiz ay önce açılan Bi Çorba ) mekânında öğle yemeği buluşması yapma önerisini dile getirince hemen kabul ettim. Daha önceleri olduğu gibi; görmüş, geçirmiş, yüzlerce deneyim sahibi olmuş ve binlerce öğrenciyi yaşama hazırlamış üç öğretmen, öğretici ile birlikte birkaç saat zaman geçirmek, kendi adıma harika bir şans…

   Hepimizden önce Ercan Duygu Bi Çorba mekânına gelmiş. Neredeyse her gün yanından geçtiğim ama yeniyi hemen kabul edemeyişimiz adına bir kez daha içsel bir sorgulama yaptım. Mekânın içindeki aile sıcaklığı, hizmet anlayışı şehrimizin eksik olan parçalarından birisinin geri dönmüş olabileceği fikrini Ercan Duygu ile paylaştım.

   Osman ve Buket çifti, iki genç ve idealist insanın, anne babalarıyla çıkmış oldukları hizmet yolculuğu şehrimiz için ayrıcalıklı bir kazanç… Her şey çürürken, yeni filizlere, koruluklara, ormanlara ihtiyacımız var…

   Ercan Duygu öğretmenim ile sohbet ederken Ümit Başyazgan ve Emin Dırak öğretmenlerimiz geldiler. Gönüllü buluşmanın heyecanı sürerken, antik uygarlıkların birbirleriyle ne çok birlikte olduğunu, sosyalliğin, kültürel yaşamın çok ileri seviyeye ulaştığını ayrı bir acı ve günümüzün ıssız yaşamlarını düşünmeden edemedim.

  Düşüncelerimi sofraya, Bi Çorba mekânındaki masadaki yerlerine geçen dostlarım; Ercan Duygu, Ümit Başyagzan, Emin Dırak ile paylaştım… Birlikte ve gönüllü bir irade içinde olmanın vakit geçirmenin karşılığı ister yemek, ister çay kahve olsun; sözcüklerin, komşulukların, akrabalıkların hızla birbirinden kopup, ayrı kıta’larda buzullara hapsolduğu bu zamanlarda, buna çok ihtiyacımız var…

    Şehir olarak, ülke olarak; birlikte olmanın erdemi; hele sanatsal, sosyal, kültürel ve toplumsal olaylar karşısında kendi enerjimizi, gücümüzü, gönlümüz ile zihnimizi bir özgürlük anıtı gibi kaidesine oturtmak; çok yüce bir duygu ve kalıcılık olmalı…

   Osman-Buket çifti ve ailesine, yemeklerine kattıkları insan sevgisi için teşekkürümü borç biliyorum. Hoş geldiniz bizim diyarımıza; HOŞ GELDİNİZ…

   Dostlarım; Ercan Duygu, Ümit Başyazgan ve Emin Dırak öğretmenlerime hatıralar ormanına bir gün daha katkı sağlama gönüllülüğü içinde olup, bir yerde kültür hizmeti öğreticiliğine kattıkları değer için ayrıca teşekkürlerimi sunuyorum…

   Bİ ÇORBA, mekanı nerede diye merak edenler olursa, Ortacami Mah.Mevlana Çk.Sk.No: 1 Süleymanpaşa adresine Bİ uğramalarını,yeni kapı aralamanın,yepyeni kültür deryası için çok faydalı bir şey olacağını söylemek isterim…

 Güven SERİN 

  






9 Kasım 2024 Cumartesi

GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER

 


                                 GELDİKLERİ GİBİ GİDERLER

   Bu söze sadece bir slogan veya tarihsel bir kayıt olarak bakamayız! Ne zaman ve niçin söylendiğini ısrarla anlayıp özümsemeliyiz. Bu eski millet, onlarca yüzlerce yok edilip tekrar doğan ve her şeyden öte tam da özünü, kendini ifade edecek bir Cumhuriyet kuran, içinden bir dahi yetiştiren bu millet, artık tarihe, felsefeye, politikaya yabancı kalamaz… Kalmamalı…

   1918 yılının sonbaharında tüm milletin esir edilme vakti söylenen; “ Geldikleri gibi giderler” iradesi, tam manasıyla bir milletin yeniden doğma anının çakan kıvılcımıdır. İstanbul işgal altındadır… Düşman bayrakları her yanda dalgalanıyor. Ruhu körelmemiş seçkin bir insan, Mustafa Kemal o zaman, bin yıllık tarihe bir başka meşale yakma fikriyle iyice doluyor. Fazla değil altı ay sonra Samsun yolculuğu, Bandırma Vapuru ile bir kez daha tarihin yönünü değiştirmek için gidecek…

   Düşmanın uyumadığını herkes bilse de, genel manada iyi insanlar derin uykuya yatmayı pek seviyor. Belki de milletimin kadim yazgısında da bu var; bardak taşmadan uyanmıyor. Canlar yanmadan, esaretin zincirleri şakırdatmadan uyanmıyor…

   Ordu ve ülke güçlüyken zaferler kolay gelir. Alkışlar da öyle. Düşmanlar da dost görünmeyi borç ve satranç ustası gibi görür. İşler kötü, ordu ve ülke güçsüz, kuşatılmış, esir edilmek üzere; “ Hayır” demek, “ İleri…” demek, sadece yüce bir gönül istemez, bir dehanın zekâsını, insanüstü inancını da anlatır ve söyler…

   Milletimiz çok hırpalandı. Neredeyse bütün kurumlarımız da öyle. Batı ve uygarlık diye diye, yüz yıl geçti. Ortaya ne çıktı? Bu tarihi milletin büyük çoğunluğunun daha da fakirleştiği, huzurunun kaçtığı, kafasının karıştığı, suların bulandığı çıkmadı mı?

   Öyleyse, en tükendi dendiği anda, özümüzde-genlerimizde olan o tarihe, şanlı geçmişe ve atlatılan yüzlerce, binlerce badirelerin öykülerine bakacağız! Öfkeden uzak, akıldan ve bilinçten yana yakın… Korkudan ve gafletten uzak, doğruluk ve adaletten yana yakın bir düşünce-inanç içinde…

   Savaşlar kazanan, ülkeyi yeniden kuran Mustafa Kemal derhal ekonomik kalkınmaya, hiçbir zaman son bulmayan politik zekâya filozof ve ekonomist gibi sarıldıysa; aynı sarılışı, o kahraman insanların, geçmişe ait bu milletin fedakâr bütün öncüleri için inanmalıyız ve çaba göstermeliyiz!

   “ Geldikleri gibi giderler…” Hiçbir kötülük, kötülük saçan meş’alesini sonsuza kadar yakamaz. Kötülüğün yakıtı, iyilerin evlerinin, tarlalarının, iyilik kokan kalplerinin hemen yakınından geçer. Biz, bu en çaresiz zamanda çareler üreten milletin evlatları, gerektiği an son damlayı beklemeden “ Dur demeliyiz” ülkemizi, milletimizi hile ve kurnazlık ile kuşatan her an tetikte olan düşmanlara; “Dur” demeliyiz: Aklın, bilimin o eşsiz gür sesiyle…

 Güven SERİN 

 


   


8 Kasım 2024 Cuma

TEKİRDAĞ'IN BİR KATE CLOW'U -KARDELEN'İ YOK

 



         TEKİRDAĞ’IN BİR KATE CLOW’U-KARDELEN’İ YOK!

    Buda nereden çıktı; “ Bizim de Prof.Dr. Neşe Atik’imiz var “diyebilirsiniz. Bende hakkınız var, der; Neşe Atik’in Tekirdağ’ın Trak şehri Hera’nın Şehri (Heraion Teikhos ),tarihimiz için verdiği mücadeleyi bilen ve yazanlardan birisiyim…

   Kate Clow bir İngiliz, aynı zamanda dağ yolları-antik yollar aşığı ve sonradan 1997’de Türk vatandaşı olup Kardelen ismini alan tabiat aşığı…

   Ona sıklıkla sorulan sorulardan birisi de; “ Türkiye dışında bir başka yerde yaşamak ister misiniz?” Verdiği cevap, insanı evrensel ürperti içinde bırakacak kadar samimi:

 —Hayır! Türkiye’den başka bir ülke düşünmem… Buraya çok emek verdim. Benim ait olduğum yer, Türkiye’dir. İlk önce Antalya’ya yerleşen şimdi de Muğla’nın Seydikemer ilçesi tarih yol üzerinde Dodurga Mahallesi’ne yaşamını sürdürüyor.

   Kate Clow’un bu ülkeye armağan ettiği Likya Yolu, hiçbir maddi karşılık ile ödenemez. Gelinen noktada, patikaları bulup, Likya Yoluna resmiyet kazandırıp, yolu haritalandırılıp çizen Kate Clow,500 km antik yolla başlayan başarısı, şimdilerde ise 700 km’nin üzerine çıkmış ve ülke turizmimiz için hiçbir zaman yok olmayacak, onlarca, yüzlerce fabrikadan daha önemli bir icat, keşif veya kahramanca bir katkı…

   Ölüdeniz Babadağ eteklerinden başlayıp Antalya’ya uzana Likya antik yolu, çoğunluğunu yabancıların oluşturduğu her yıl 30–40 Bin insanın yürüdüğü ve bu insanların geçtikleri köylere, yerleşim yerlerine katkı yaparak, yörenin ekonomik, kültürel kalkınmasına da fayda sağladıkları biliniyor…

   Tekirdağ’ın Trak antik kenti için, tıpkı Kate Clow’un mücadelesi gibi 30–40 yıllık neredeyse bir insanın yarı ömrünü, bir başka kahraman bilim insanımız; Prof.Dr. Neşe Atik devam ettirmekte.

   Tekirdağ’da efsanelerin ve eski antik yaşamların yolu üzerinde çok önemli bir kent. Kentimiz yakınlarında, özellikle Altınova Mahalle’miz sahilinde deniz çekilince ortaya çıkan Kral Yolu, hiçbir zaman ciddiye alınıp, yollara, patikalara, efsanelere âşık bir insanımız tarafından Tekirdağ turizmine, kültürel yaşamına kazandırılamadı…

   Boş ver-ci bir anlayış içinde, efsaneleri küçümseyen bakış açılarına sahip insanlar, yaşadıkları şehirlerin önünü açamadıkları gibi; üzülerek söylüyorum; TIKIYORLAR da…

   Şehrimizin ne kadar tarihsel geçmişe sahip olduğu bilindiği halde antik ticari yollarla ilgili bir çalışma yapılmadı. Yeni yeni Ganoslar Dağları bölgesinde oluşturulan turizm amaçlı, eski köy patikaları daha ciddiye alınıp, şehrimizden başlayacak yollarla, Koru Dağları ve Avrupa’ya uzanan bağlarıyla birleştirilip dünya ve ülke turizmine, yüzlerce fabrika kazandırmak kadar önemli bir katkı, fayda sağlanmalıdır…

   Önce Kral Yolumuz ve daha sonra Ganos Dağları’nda kaybolmaya yüz tutmuş eski köy patikaları ve antik yollara uzanacak bir çaba için, yollara, yaşadığı şehre, ülkeye âşık bir Kate Clow-KARDELEN lazım…

Güven SERİN 


6 Kasım 2024 Çarşamba

SU TAŞIYAN KIZLAR

 

ARA GÜLER EYÜP 1965

                                                 SU TAŞIYAN KIZLAR

 ( Ara Güler’e Saygıyla…)

    Önder Bey’in muayenehanesi bekleme salonunda sehpa üzerinde duran Ara Güler’in çekmiş olduğu fotoğrafların bulunduğu kitaba tekrar bakıyordum. Dönüp dolaşıp Ara Güler’in o eşsiz eserlerinden bir fotoğraf, beni kendine çağırıyor gibiydi.

   1965 yılında Eyüp sırtlarında bir gecekondu mahallesinde çekilmiş fotoğrafın konusu, o zamanlar her mahallede olan çeşmeden su taşıyan kızların fotoğrafıydı. Sağ taraftan ilerlediğiniz zaman Piyer Loti tepesi, İstanbul’un en büyük mezarlıklarından birisi Eyüp Sultan ve tam karşıda Haliç, binlerce öyküye tanıklık etmenin bilge haliyle, evrim yasaların şaşmaz şahidi gibi Boğaz’a, başka öykülere, denizlere, adalara, uygarlıklara doğru akıp gidiyor…

   1965 yılında Ara Güler tarafından çekilen fotoğraf siyah beyaz. Üzerinden yarım yüzyıldan fazla geçtiği halde İstanbul’un ne gecekondu, ne de kenar mahalleleri bitti; bitirildi. İnsan öyküleri hep aynı…

   Neredeyse 60 yıllık zaman dilimi içinde köy ve mahalle kültürü, o sosyolojik birliktelik, tam manasıyla TARİH oldu… Bir daha bulmak, yakalamak veya böyle kültürleri çok iyi analiz edip, onlarla olan bağlarımızı, bir terzi gibi işlemek, marangoz gibi hünerli ellerle başka ürünlere, eserlere çevirme fırsatlarını yitirdik…

   Ara Güler’i farklı yere taşıyan da bu; içinde bulunduğu zamanı, bilinmedik diğer zamanlara taşımak… Ara Güler’in fotoğrafa bakış açısı çok basit, bir yerde bir tarihçi, filozof bakışıydı:

—Sanat olmasına gerek yoktur fotoğrafın. Fotoğraf tarih olayıdır. Tarihi zapt ediyorsun. Bir makine ile tarihi durduruyorsun.

  İşte, dönüp dolaşıp bakmış olduğum o siyah beyaz fotoğraf; 1965 yılı Eyüp sırtlarında su taşıyan kızların, tarihi zapt eden hali, anılarımızla o büyük buluşmayı, kavuşmayı, hatta ölü hale geldiğini sandığımız geçmişin, bugünle nasıl bir sevda içine girip bütünleştiğini de yakalıyor insan…

  Fotoğrafa yansıyan yedi kız su taşıyor. Bir kadın, saçları rüzgârdan uçuşan ve soğuk zamanın üşümesi içinde, muhtemelen yakın bir gecekondu sahibi olarak kızların fotoğraf karesine, zamanı zapt edişlerine bakıyor. Biraz kuşkulu, biraz çekingen bir halde… Bir de çocuk, kara lastikleri, kalın pantolon ve kazağı üzerinde, sanki o zamanın içinde olmayı tercih etmemiş, kendi zamanına kararlı bir şekilde gidiyor; her şeyden habersiz…

  Kızların hepsinin ayaklarında kara lastikler var. Giyimleri, o günün koşullarını çok iyi anlatıyor. Fistanları, pazen kumaştan donları, dizlerine kadar uzanan çorapları, yarı açık, yarı kapalı başlarıyla, büyük uygarlıkların şehrinin en güzel tepelerinde, şehrin tarihinden habersiz bir halde, günün telaşı ve yaşamın en değerli şeyini; evlerin, mahalle çeşmesinden aldıkları suları taşıyorlar.

  Bakraçları (Bakırağaçlar) bakırdan değil, alüminyumdan yapılmış hafif güğümler. Belki de anneleri, bakırların ağır oluşu, çocuklarının küçük yaşta olması nedeniyle onlara ağır su kaplarını vermemişti.

  Havanın soğuğu, evlerine gitme telaşı bir yana yüzlerindeki tebessüm, birazdan sokulacakları evlerindeki soba başı masalları, bir koca tastan yudumlayacakları tarhana çorbası, destansı bir parça, yitik bir uygarlığın son halleri gibi… Yapay dünyanın aldatmacısı içinde, terk ettiğimiz, hatta adını anmaktan çekindiğimiz köy ekmeği, köy yumurtası, tavuğu, sütü, insanı özlemi içinde kent yalnızlığının ürkütücü zenginliklerinin tatminsizliğine kadar taşıdı bizleri…

  Tarihi Likya Yolu projesini hayata geçiren ve ülkemizde yaşamaya yıllar önce karar veren İngiliz Kadını Kate Clow,özellikle mahalle kültürü,köy kadınlarıyla birlikte yaşamayı tercih etme sebebini çok net ve çıplak cümlesi ile açıklıyor:

—Türk köy kadınları çok gerçekçi, çok insancıl… Onlarla çok iyi anlaşıyorum…

   Özgün sanat da tam bu evrensel düşün peşinde koşuyor; özgün olanın, yaşama dair her şeyi reddetmeden onunla uzlaşarak yaşamanın o yüce eşsiz erdemini arıyor; arıyoruz…

 Güven SERİN 

 



5 Kasım 2024 Salı

TAŞINANLAR ve TAŞIYANLAR

 


Bir zamanlar; KARAGÖZ DERGİSİ


                      TAŞIYANLAR ve SIRTTA, TAŞINANLAR

                       ( Çorbacılar Hep Sırtımızda Mı Olacak?)

   Sayın okuyucu, değerli iz sürücü, sizi günümüzden yaklaşık 150 yıl önceye, Osmanlı İmparatorluğu’nun son zamanlarına ve o günün korkunç baskıları altında zar-zor çıkan mizah dergilerimizden birindeki iğnelemeye, kronik yaralarımızın, hastalıklarımızın devam edip etmediğini, sizlerin görüşlerine bırakarak paylaşacağım.

   Osmanlı zamanında genelde yabancılara “Çorbacı” deniyor. Mizah dergisinde yağan yağmurdan sonra taşan caddeler, sokakları anlatan, bir hamal, sırtına aldığı şapkalı bir yabancıyı karşıdan karşıya geçiriyor. Yani iyi giyimli, ülkemizin sırtından geçinen, bugün de çok şeylerin değişmediği, halkımızın sırtından inmeyen bir kurnaz batılı yabancı sırtta taşınıyor. Öteki şapkalı yabancı da sırasını bekliyor. Hamal diğerini karşıya geçirir geçirmez geri dönecek.

   Hamal yolun yarısına gelince, sırtında taşıdığı yabancıya sesleniyor:

—İşte böyle Çorbacı… Seninle pazarlığımız buraya kadardı. Ya yirmi para daha verirsin, ya da burada in… Sonra kaşkariko-hile, oyun istemem!

     Kendisini sırtında taşıyan yabancı-Çorbacı karşılık vermiyor ama kendi kendine söyleniyor:

-Ziyanı yok…Ben senden nasıl olsa o yirmi para farkı faiz olarak alırım!...

   Bu tartışmaları izleyen Karagöz, sahilden seslenir:

—Çorbacı… İnsafsızlık etme… Sen onu az mı yarı yolda bıraktın? Sen onun karada da, denizde de, her yerde sırtındasın zaten… Haydi, haydi, davran da yirmilik ver… Dönüp dolaşıp yine senin cebine girecek!

   Daha Cumhuriyet kurulmamış, Kurtuluş Savaşı verilmemiş ama uyanan Milli duygular ve felsefeyi, mizahın hünerli ve keskin iradesiyle anlamak, şimdi için için duygulanmamak ve:

—Ne değişti ki; yine Çorbacılar bizim halkımızın sırtından aşağıya inmiyor ki! Demeden edemiyor insan…

   Batının felsefesindeki o kurnazlığı, bizi bize düşüren ve yalnız, yaşlı ve hasta adam kılığına sokan gerçek yaşamdan uzak kalışı, sadece bir dahi ve ona inanmış arkadaşları yıkmayı başardılar. O yüzdendir ki, Çorbacıların göz diktiği bizim gibi zengin ve insanı çok uysal, insancıl olan ülkelerin Kurtuluş Savaşı vermesini, uyanışını bir türlü kabul edemiyorlar.

   Yüzyıllardır birilerinin sırtına, sırtlarına binmeyi öyle alışmışlar ki, bildik insan zaaflarını, psikolojisini ve ihtiyaçlarını öyle iyi çözmüşler ki, en hakiki zihin, irade, eğitim, görgü ve sağlam kalpli insanlarımızı bile bir şekilde, farklı ödüllerle kendi ülkelerine, milletlerine hizmet etmeye ant içmeyi gönüllü ve albenili moda hale getiriyorlar…

    Bu yüzdendir ki, hareketin içinde kalmak; zihin sporuyla birlikte kurucumuz, kurtarıcımız olan dâhinin merak ettiği sanata, edebiyata, tarihe biraz sokulmak; sadece biraz daha fazla merak edip, yüreklerimizi insancıllıktan uzak bırakmadan, evrensel duyguları köreltmeden; görgü ve sağlam bilgilerimizle birbirimize sarılmak; en büyük ülkücülük, en büyük VATAN aşkıdır…

Güven SERİN 



1 Kasım 2024 Cuma

BÜTÜN TAŞLAR ÖZGÜRLÜK ANITI İÇİN YONTULMUŞTUR

 

İNTERNET

       BÜTÜN TAŞLAR ÖZGÜRLÜK ANITI İÇİN YONTULMUŞTUR

       İnsanlığın her daim peşinden koştuğu bir şeydir özgürlük. Uğrunda yüz binlerce, milyonlarca insanın öldüğü inançtır özgürlük…

  Saint-Just (Fransız devrimci. Asker ve siyasi lider.) ; “ Bütün taşlar özgürlük anıtı için yontulmuştur. Sözünden yola çıkarak bu konuyu siz değerli okuyucular ile irdelemek istiyorum. Bu sözlere karşılık Albert Camus “ Aynı taşlarla ona bir tapınak da, bir mezar da yapabilirsiniz.” Sözleri, belki de tüm zamanlarda insanları, yani bizleri bize anlatacaktır…

    Özgürlüğü, ilerlemeyi, dönüşümü hep başka insanlara, ülkelere yükleyen, onlardan bekleyen insanın insanlık yolculuğundaki bıkkınlığını, sıkılma halini bilmeyen var mıdır? Ne alırsak alalım, ne edinirsek edinelim bir sisteme, bir mülke, rütbeye kendimizden fazla değer verip, onu abartı sınırları içinde tapılacak hale getiren de biziz. Veya tam tersine yuh çekip yok sayan da yine bizim deneyim, görgü ve bilgimizi, aynı zamanda özgürlüğümüzü da anlatmıyor mu?

  Çevreme, yakınlarıma veya uzaklarda bulunan tanıdıklara samimiyet ve ön yargısız baktığımda bile, o büyük edinimlerin, büyük kavgaların sonunda bir türlü gıpta edilecek huzuru yakalayamadıkları, hep arayıp arayacaklarını görmek, ne kadar özgür olup olmadığımızı da anlatıyor gibi…

  Bilginin, görgünün, deneyimin, insanın özgür iradesinin olmadığı yerlerde; öfke, kırgınlık ve yalnızlık kol gezmeye başlıyor. Bugünün karşılığı da bu değil midir? Tam olarak kim kimi dinliyor? Baskın bir kabul edilme, beğenilme, takdir duygusunu hissetmek için her türlü komedi, aksiyon-hareket içinde olan insanın, insanların yüzlerindeki yorgunluk, bıkkınlık neyi ve neleri anlatıyor olabilir?

   Saint-Just’un özgürlük uğruna çok değer verdiği ülkesinde, Paris Devrim Meydanı’nda, boynunun giyotinle kesilmesi kaç kişinin umurunda? Hiçbir gelişmenin, toplumsal, kültürel zenginliklerin kolay kazanılmadığının fedakâr insanlarını, kahramanlarını bilmek için hiçbir çaba harcamadığımız gibi, ah bire tekrar eden tarihi, değiştirmek adına mantığın, felsefenin, bilginin, özgürlük bilincinin oluşması adına sadece hormonlu bilgi, zevk ve sefa içinde olmamızın karşılığı yine o büyük insanlık sofrasında, yalnızlığımızı da pekiştirmiyor mu?

   Bütün taşlar özgürlük için yontulmuşsa, o taşların bir tapınak mı yoksa bir mezara mı dönüşeceğine kim karar verebilir? Bizlerin samimi duyguları, öğrenme isteği, yaşam enerjimiz, bilgiye susamış halimiz söz sahibi olmaz mı? Pekâlâ olabilir… İnsanın önce kendisine dürüst davranıp, kendisini inşa etme becerisi için yola koyulması muhteşem bir yol ve yolculuk değil de nedir? Bu yola ister çıraklık duyguları, isterseniz kalfa veya ustalık tutkuları içinde çıkın, eninde sonunda yaşamın her evresinde, sizin bulunduğunuz her ortamda birkaç taş bulup yontacak oluşunuzu biliyorum…

   Bu taşlar, bazen bir şiir, resim, öykü şeklinde olacaktır. Bazen de, siyasi, toplumsal bir önder, kahraman olarak düşler ülkesinde olduğu sanılan ölümsüzlük heyecanı içinde haykıracak;

   “ Öyle safça, ben mutluyum…” ,başkaları mutluluğunuzu onaylamak için değil, saf haldeki durumunuzu anlatmak için gülümseyeceksiniz…

Güven  SERİN