29 Nisan 2022 Cuma

 


İnternet

                                          BİTMEYEN KAVGALARIMIZ

  Birkaç ay önce dünyanın en saygın spor etkinliklerinden birisi gerçekleşti. Grand Slam tenis turnuvasının bir yıl içinde yapılacak dört aşamadan ilki Avustralya Melbourne Parka’da sona erdi. Tenis sporu özellikle Garand Slam etkinlikleri; Avustralya Açık, Fransa Açık (Rolan Garros),Wimbledon İngiltere, Amerika Açık diye tekrarlanan, milyonlarca insanın izlediği, şölensi ve oldukça saygın insanlık buluşu gibi bir şeydir.

  Sportif etkinliklere ONUR katan şey; istikrar, disiplin, organizasyon yeteneği ve bilgisinin yanında ortaya konan büyük ödüller…

  Bu tür büyük etkinliklere ve oraya spor karşılaşmasını izlemeye gelen insanların yakın çekim görüntülerine bakınca, kendi şehrimin, ülkemin eğlenceden uzak, kendi kavgası içerisinde kıvranıp durduğunu düşünüyorum. İstisnaları bir kenara bırakırsak, doğru dürüst uluslar arası etkinlikleri kaç şehrimizde yapabiliyor ve kaç milyon insana izletiyoruz diye düşünmeden edemiyorum.

  Niçin? Bitmeyen, bitirilemeyen kavgalarımız; bizleri yalnızlığa itiyor? O muazzam enerji, bilgi, deneyim, etkinlik, yarışmalarla değerlendirilmeyince körleşme başlıyor.

  Atölyeme gelen konuğumun da derdi kavga üzerineydi. Canı fazlasıyla sıkkındı. Bir ömrün, neredeyse yarım yüzyılın birikimi, bir sohbette mi çözülecekti? Boşu boşuna ona yardımcı olmak, iç dünyasındaki kavgayı sonlandırmak için dil döktük.

  Kimi Kafka’nin babasıyla yaşadığı o büyük kavgayı hatırlattık, kimi başka öyküleri. Söylediklerimizin fazlalığı ona dokunmuş olacak ki sesini yükselterek;

—Sizi anlıyorum ama benim derdim bana! Örnek verdiklerinin hep dış dünyadan!

  Ne demeli bilemedik. Biraz içini dökmesini bekledik. Antik şehirler de böyle değil midir? Yaşadıkları zamanlar, binlerce yıl öteye uzansak, oralarda da ne büyük kavgalar ve kanlar dökülmedi mi? Ya şimdi? Rüzgârın, zamanın, güneşin muhteşem dönüşümüyle sessizliğe, masumiyete büründüler…

   Hermann Hesse Hint felsefesinden etkilenmiş olacak ki yapıtında yer veriyor. Ben’in, yani egonun kapsamını genişleterek anlatıyor. Hatta söylemini biraz daha ileri getirip eski Hintlilerin ben kavramını hiç bilmediklerini anlatıyor.

  Yapmış olduğu incelemelerde Hint söylencelerinde ve yazınsal yapıtlarında adı geçen kahramanları kişiler değil, kişilerden oluşan yumaklar, enkarnasyon dizileri olduğunu söylüyor. Yani, kahramanlar öne çıkmak yerine arka planda kalıyor. Bütün’e ulaşılıyor; o zengin, barışçıl olan enerji faziletine…

 “ Budistler kişilik kuruntusunu maskesini düşürmek için yogaları ile belli bir teknik geliştirmişler. İnsanlığın oyunu eğlendirici ve tek yönlüdür: Kişilik kuruntusunun maskesini alaşağı etmek için…”

  Bu düşünceleri, felsefeleri hatırlayınca bitmeyen kavgalarımızın, en yakınlarımızla bile uzlaşamayıp her daim haklı ben-lerin peşinde koşup, kendimizi en temiz yere koyup, karşı tarafı düşman yaratmamızın sonucu galipken dahi tükeniyoruz…

  Düşünceyi tam olarak ne olgunlaştırır? Edebi dünyayı, felsefeyi ve sanatı amatör zekâ ve sevgiyle kucaklamak, sadece kavgaları değil, yepyeni başlangıçları ve milatları dahi başlatabilir.

   Tembellikler, slogan şeklinde konuşmalar, sadece siyah veya beyaz renge göre öne çıkan, bizi ardından sürükleyen düşüncelerin yarattığı fırtınalar bize, bizlere; düşüncemizin olgunlaşmasına yolculuk yapmamıza izin vermiyor.

  Ben-imiz, kuruntularla, yapay kişilik erdemleriyle neredeyse ağzına kadar doluyken, olgunlaşmanın zarif, barışçıl erdemine yer kalmıyor; ne hazin bir kayıp…

   Barışçıl ve sevgi içeren: BAYRAMINIZ, bayramlaşma heyecanınız daim olsun; KUTLUYORUM…

Güven SERİN 

28 Nisan 2022 Perşembe

BAHARLAR DENGELERE MUHTAÇ

 


İnternet

                             BAHARLAR DENGELERE MUHTAÇLAR

           ( Tekirdağ’da Bahar Zamanı )

      Cahit Sıtkı Tarancı’nın bahar sevinci ilk sevgiliye duyulan özlemle başlar;

“İlk sevgilimin gülüşlerine benzer

  Bir Nisan havası değil mi esen?

  Zincirlere, kelepçelere inat,

  Kanatlarımı açmak zamanıdır;

  Allahaısmarladık kaldırımlar.”

  Ya Yahya Kemal Beyatlı’nın Erenköy’de Bahar şiiri;

“Mevsim iyi, kâinat iyiydi;

  Yıldızlar o yanda, biz bu yanda,

  Huyla gibi hoş geçen zamanda

  Sandım ki güzelliğin cihanda

  Bir saltanatın güzelliğiydi.”

  Şairleri nasılda coşturur bahar zamanı ve neşesi. Beli ki insanın beden motorlarının tam kapasiteyle çalışma zamanı, ilkbahar gelişi, yeşermesidir…

  Köy yaşamını, hayvan besiciliğini yapanlar bilir. Kara kışların yaşandığı Trakya zamanlarında, Karayel ve Poyraz’ın bolca estiği kış mevsimlerinde hayvanlar haftalarca, aylarca dışarıya çıkamaz, ahırların içlerinde yer içerlerdi. Bahar zamanı dışarıya salınırlar, uyuşukları geçsin, temiz havayı, günü, mevsimi içlerine çeksinler diye…

  Görmelisiniz dışarıya salınan, haftalar, aylarca baharın kokularını bekleyen o hayvanların yaptıkları hareketleri. Arka kısımları öne, başları arkaya dönecek şekilde havaya sıçrarlar, sevincin bin çeşidini yaparlardı o koca danalar, düveler, inekler…

  Yürüyüş yaparken çay içmek, denizi seyretmek için verdiğim arada yaşanıyordu bir başka bahar sevinci. Denize daha yakın masalarda, ikişer, üçer, dörder kişi oturmuş, bol demli sohbetli çay, kahve içiyorlardı.

  Denizin hemen dibindeki masalardan birinde bir kadın oturmaktaydı.35–40 yaşlarında. Karşısındaki sandalyede ise, süslü ve pembe giysisiyle küçük köpeği… Kadının yan masasında ise kot pantolonları, siyah montlarıyla iki erkek oturmaktaydı.

   Kadının yaşlarında ve köpeği bahane ederek sözcüklerle sokulmak istedikleri kadının sayesinde özellikle birisi, bahar coşkusu içinde, kirli sakalı, yağlı saçlarıyla, boşluğu doldurma, mevsimden mevsime geçme heyecanı içinde gülümsüyor, konuşuyor, sevincini ayağını yere vurarak, tempo tutarak gösteriyordu.

  Düşünmeden edemiyor insan. Bahar, Kış’a muhtaçsa, Yaz da İlkbahara muhtaç. Dengeler böyle kuruluyor. Olmasaydı sert kışların acıtan yanları özlenir miydi baharlar bu kadar? İnsan da insan; kadın ve erkeğin muazzam dengelerine muhtaç…

  Kadın ve köpeği ahşap masada durdukları zaman içinde yan tarata oturan masadaki iki erkekten birisi, önceliği kapmış olmanın fırsatına yürüyordu. Her hareketi, sözü, söylemi köpek üzerinden kadınaydı. Hoşluk yaşıyordu baharı duyumsayan bitkiler, çiçekler, kuşlar ve bütün hayvanlar gibi; üremenin, fark edilmenin, seçim yapıp seçilmenin hoşluğu…

  Kadının köpeği çok şık, çok da sinirliydi. Kediyi görünce o küçük hayvan neredeyse bir Aslan kesildi. Kadına ilgi duyan erkek hemen ayağa kalktı. Kediyi kovaladı yine aynı tebessüm içinde. Kadının yüzündeki öyküde ise bahar yoktu. Bir kış durgunluğu, iç içe geçmiş kuzey ormanı gibi sert ve duyguları gizleyen boş vermişlik hâkimdi…

  Kadın ve köpeği gidince olan bahar sevinci yaşayan erkeğe oldu. Karşısında duran erkek arkadaşıyla konuşmaya kaldığı yerden devam etti. Ama az önceki tebessümü yoktu. Ayağı yere vurarak tempo da tutmuyordu. Gitmişti bahar aşkı, bitmişti başlamadan gönül alışverişi…

  Biz yine de bahar şiirlerine dönelim. Baharı hisseden Ahmet Muhip Dıranas’a kulak kesilelim;

“ Meltem mi ki bu esen, renk mi ki, şarkı mı ki?

  Şu dağdan aşağı ak bir bulut salkımı ki

  İçime bir buruksu sarhoşluk akıtmada…

  Düşler mi ki şu burcu burcu kokan havada,

  Renk mi ki şu üzerimden akaduran bu nehir?

  Kork! Bahar seni al bir güle döndürebilir

  Bir daha göstermemek üzere gökyüzünü.” 

Güven SERİN 


27 Nisan 2022 Çarşamba

KADIN TERBİYESİ

 

İNTERNET

                                              KADIN TERBİYESİ

 

   Bir yazarımız, görmüş geçirmiş olmanın, okumuş, öğrenmiş bir aydınlığa ulaşmış zekânın içtenliğiyle konuşmakta ve yazmaktadır. Sözünü ettiği şey “Kadın Terbiyesi” dir. Hani, şefkatin, dengenin, uyumun, çözümün arandığı insan türü…

  Bir adım daha öne çıkıp bu duruma; “ İnsan Terbiyesi” deme cesaretini göstereceğim. Kadının da, erkeğin de terbiyeye, deneyime, şefkat yüklü olmaya büyük ihtiyacı vardır…

   Denenmiştir, görülmüştür; bir tarafı eksik milletlerin şefkatten, huzurdan, neşeden, sanattan, bilimden aldıkları paylar oldukça azdır… Toplumun yarısı olan kadınları sadece anne unvanıyla düşünmekten ötedir onun bilinçli, deneyimli, bilgili ve görgülü bir insan olmasını istememiz…

   Özellikle annesi erken yaşta ölen insanlarımızın aradıkları şefkati, yuva sıcaklığını bulma ümitlerini yitirmeleri sonucu, yalnızlıklarını sadece sanatta, felsefede ve edebiyatta arama çabaları bir parça teselli olurken, bazıları da içkiyle çözmek isterler, çözümsüz, karmaşık, bir goncaya dönüşmemiş duygularını.

  Fikret Mualla en güzel örneklerden birisidir. Bir yeteneğin, anneyi erken yaşta kaybetmenin acıları, öfkesi, burukluğu hiçbir zaman azalmamıştır. Kurtuluşu sadece fırçasında ve içki şişelerinde bulmaya çalışmış; belki de aramıştır anneyi veya anneye benzeyen bir kadını; her yudumun dopdolu ümitlerinde…

  “ Bilir misiniz ki Türk münevverinin en büyük talihsizliği hem kendisinin hem de eserinin kadın terbiyesinden mahrum bulunmasıdır. Bunu bir kademe ilerlettiğiniz zaman, düşünce hayatında da kadın terbiyesinin olmadığını ve bu yüzden ferdi saadet arasındaki uçurumun her gün biraz daha fazla açıldığını görebilirsiniz.”

  Ahmet Hamdi Tanpınar’ın düşünceleri tam da böyledir; özellikle çocuğu büyüten, çocuğa daha çok dokunan annenin-kadının eksik olan her şeyi-terbiyesi; çocukları da nasıl etkilediği, yazarımızın üzerinde durduğu ferdi neşeden, huzurdan, başarılardan da uzak kalabileceğini yazarken, kim bilir kaç neslin kaybedilmiş olmanın acısı için bir teselli bulamıyorum…

    Terbiye denen sözcüğün içeriğini doldurduğumuz zaman; eğitime ve görgüye ulaşırız. Onun içine bir parça anne ve büyük anne şefkati eklerseniz, tam da Cumhuriyet’in eğitimdeki düşleri, Köy Enstitülerinin yapmak istediği yarım kalmış hayallere ulaşırız.

  Sanırsınız ki sınırsız şefkat çok işe yarar! Asla, bu toplumun bir başka icadı olan söze ulaşırsınız; “ Şımarma! Şımarıklık” yine ferdi neşenin, başarının, içtenliğin, adaletin tarafında olamama gibi talihsizliğe ulaşabilirsiniz.

  Kadın terbiyesinin gücü, görgüsü, uyumu tam da burada insan terbiyesine dönüşünce, topumun eşsiz üretimleri, dengeli çocuk yetiştirmeleri; ufka bakılınca tüm insanlık, tüm canlılar için ŞEFKAT sözcüğünün anlam ifade ettiğine; evrensel dehaya ulaşma biçimine yaklaşabiliriz.

  Çevremize, isterseniz en yakın arkadaşlarımıza, komşularımıza biraz ölçülü, bir parça anlayışlı baktığımızda görebiliriz TERBİYE denen o büyük mucizeden neler aldıklarını veya almadıklarını. Nasıl, en ufak bir olayda çaresiz öfke nöbetlerine kapılıp kapılmadıklarını tam da yazarımızın sözünü ettiği kadın terbiyesinden yararlanıp yararlanmadığının şavkı çıkar gün yüzüne.

  Kadın terbiyesi, denen mucizenin eksikliğini kendi yaşamından örnekleyen Tanpınar sözlerini şöyle tamamlıyor;

  “ Annemi erken yaşta kaybetmenin bu mahrumiyette, eksikliğe, mühim bir hisseye sahip olduğunu söyleyebilirim. Anemin ölümünden sonra babam da içine kapandı, ablam da, ben de…

    Muhakkak olan şu ki, kadın terbiyesi üstümüzde varlığını sezdirmeden etrafta gezindiren bir gözlemci titizliğiyle çalışır. Eşyaya ve insana dokunuşları ayrı ayrı da, birlikte de güzeldir. Perde birden perde olduğunu hatırlar, boş duran bir sürahi sevinçli bir telaş içinde kendiliğinden dolar. Kütüphanedeki bir kitap yanlış yerde bulunduğunu ancak o dikkat sayesinde fark eder ve yüksünmeden yeni yerine yerleşir.”

Güven SERİN  


26 Nisan 2022 Salı

OSMAN BULUT ERGENE TAVLA TURNUVASI DOLUDİZGİN

 


Özkan PAPATYA ve Erdinç YILMAZ

                    OSMAN BULUT ERGENE TURNUVASI DOLUDİZGİN

 

  2020 yılının başlarında ilk önceleri fikir olarak gelmişti aklımıza. Değer verdiğimiz, amatörce yapmaya çalıştığımız tenis sporu ve bu spora duymuş olduğumuz saygıdır bu fikrin anası.

  Tenis sporunu öne çıkaran en saygın ve en kalıcı dört büyük turnuva var. Uluslararası Tenis Federasyon tarafından her birine verilen isim: Grand Slam mücadeleleri her yıl-sezon, dört kez, dört ayrı ülkede düzenleniyor.

  Tenis sporunun, kortların yakınında olunca, düzeyli ve saygın; fiziksel, hem ruhsal akışın karşılığı da kendi içinde arayışlar oluyor. Bülent Yorulmaz ile kendi aramızda yapmış olduğumuz tavla karşılaşmalarında konuştuk bu fikri! Sonra çevremizdeki arkadaşlarımıza, Özkan Papatya, Taner Turna ve diğerleriyle paylaştık.

  Uluslararası Tenis Turnuvası olan Grand Slam’ları örnek alarak bizde tavla turnuvaları düzenleyebilir miyiz? Bize inanan on kişiyle yola çıktık…

  Tenis ile tavla sporu arasında yakınlık kuramayanlar oldu. Birisi kortlarda oynanıyor, diğeri ise bir tavla olunca hemen hemen her yerde oynanabiliyor. Fakat bizim esin kanyağımız olan yönlerini izah etmek isterim. İstikrarı, disiplini, şaşmaz bir şekilde yılda dört kez yapılıyor oluşu ve aynı zamanda her ikisinin de ortak noktaları; zihin sporları oluşudur.

  Grand Slam Turnuvaları yılda dört kez yapılıyor. Ocak ayı içerisinde Avustralya Açık ile başlayan turnuva, Mayıs -Haziran ayları içinde Fransa Açık, Haziran -Temmuz’da İngiltere Wimbledon, Ağustos-Eylül aylarında ise Amerika Açık Tenis Turnuvası olarak son buluyor.

  Aynı tarihlerde, Grand Slam Tenis Turnuvaları gibi bir yolculuk fikrini daha somutlaştırmak için konuşmalarımızı, tartışıp isimlerini bile belirlediğimiz bu değerli spor yolculuğunu Tekirdağ Dedecik doğumlu iş insanı Osman Bulut’a, Bülent Yorulmaz bitip tükenmeyen heyecanı, enerjisiyle anlattı.

   Osman Bulut, İstanbul’da yaşadığı halde yöresine duyduğu sevgi ve saygıyı önceki yılarda Dedecik Spor’a ve daha sonra Tekirdağ Spor’a yapmış taşımış olduğu yoğun ilgi ve duyarlılık sayesinde göstermişti.

  Aynı duyarlılığı bizim düşüncelerimiz için de tavla sporu zihin sporuna katkı olmak adına yapacağını bildirdi. İşte böyle bir zamanda belki de bu disiplin, tutarlılık ve özen içinde ilk kez yılda dört defa olmak üzere Osman Bulut Tavla Turnuvaları doğmuş oldu.

  Birinci: Osman Bulut ERGENE Turnuvası. İkincisi: HORA. Üçüncüsü: GANOSLAR.Dördüncüsü: Osman Bulut ISTRANCA Turnuvası olarak, 2021 yılını başarı ile tamamladık.

   2021 yılı sezonunda dört turnuvada dört ŞAMPİYON çıktı: Taner TURNA, Özkan PAPATYA, Hasan ÖZER, Ercan GEYİK: Sportif zekâya, eğlenceye, rekabete gönül vermiş arkadaşlarımı, tekrar kutluyorum.

   Artan ilgi ve tecrübelerimiz, turnuvalarımızda duyulan güven ve saygı sayesinde 2022 yılın ilk turnuvası: Osman Bulut Ergene’de büyük rekabetler - heyecanlar içinde tamamlanmış oldu. 2022 yılı Ergene Nehri şampiyonu Erdinç YILMAZ oldu. Geçen yılın Hora Feneri şampiyonu Özkan Papatya’yı yaklaşık 2,5 saatlik zorlu mücadeleden sonra 2–1 yenerek, kupayı DEDECİKLİLERE armağan ettiğini söyledi. Her iki oyuncuyu da: Kutluyorum.

    Yoğun ilgi, şaşmaz disiplin ve kararlılık; Osman Bulut ve Bülent Yorulmaz’ın sportif zekâya, sosyal projelere inanmış olmaları, taşıdıkları heyecan, aynı heyecanı dışarıdan; fikren, manen destek veren diğer arkadaşlarımız sayesinde doludizgin devam ediyor.

  Gelişen, büyüyen, sosyal ve kültürel açıdan ileriye giden şehirlerin görünmez destekçileri vardır. Tıpkı Tekirdağ’ın Osman Bulut’u, Cemil Yıldız’ı, daha önce Tekirdağ Sporu var eden Fethi Mahramlı ve arkadaşları gibi…

  Şehirler sadece otel olarak kabul edilemez, kullanılamaz… Edildiği takdirde en zengini de, en fakiri de kendi içinde huzursuz, yetersiz, eski insanların dediği gibi; miskin-zavallı, uyuşuk, tutarsız kalırlar…

 Osman Bulut Tavla Turnuvaları isimlerini açıklamak isterim. Dört turnuvanın dört ismi de kendi yöremizin sembolü olmuş; Ergene Nehri, şimdi bataklık akıyor oluşan bakmayın; bir zamanlar balıkları, kuşları ve temiz sularını içen insanları vardı… İkincisi Hora, neredeyse iki yüzyıllık ömre yaklaşan tarihi Hoşköy Fener’imizin ismidir. Ganoslar ise Işıklar Dağlarının ışık ülkesi öykülerini anlatıyor. Istranca Turnuvası da Trakya bölgemizin en önemli ormanlarının, tepelerinin, dağlarının olduğu, Karadeniz ile buluştuğu yerin ismidir.

  Osman Bulut, turnuvanın bütün maddi giderlerini tamamıyla üstlendiği gibi manevi ve sportif açıdan da sürekli yanı başımızda... Bir yandan zanaatın ve sanatın içinde atarken kalbi, bir yandan da estetik, matematik ve sezgisel zekânın halk işi olan tavla sporunda atıyor…

  Süleymaniye Cami için söylenen meşhur bir söz var.Bana birkaç kazma ve birkaç işçi verin, Süleymaniye’yi yerle bir edip yıkarım. Ama yeniden yapmak için bir Kanuni Sultan Süleyman, bir de Mimar Sinan gerekli…”

  Osman Bulut Tavla Turnuvaları için de aynı şey geçerlidir. Bir Osman ve Bir Bülent gereklidir; istikrarı, devamı, saygınlığı olan turnuvaları düzenlemeye… 

   2022 yılının ilk şampiyonu Erdinç Yılmaz, aynı zamanda bir ilki daha Osman Bulut Tavla Turnuvası tarihine yazdırdı. Geçen yılın üç şampiyonu; Hasan Özer’i, Taner Turna’yı ve Özkan Papatya’yı, üç zorlu rakibi eleyerek Ergene Nehri şampiyonu oldu…

 Güven SERİN 


 

 

 




23 Nisan 2022 Cumartesi

BİR İNSAN,BİR ÖYKÜ,BİR KOMEDİ

 

İnternet

                                   BİR İNSAN, BİR ÖYKÜ, BİR KOMEDİ

  Tekirdağ sahilinde, Özgürlük ve Barış Parkı yakınlarında bir etkinlik yapılmış, sona ermişti. Çeşitli hediyelerin yanında ünlü bir Tekirdağ firması da küçük kâselere koymuş olduğu üç top dondurmaları dağıttı orada toplanan insancıklara. Dondurmaların sayısı az olduğu için en atılgan, en cesur ve en iştahlı olanlar aldı dağıtılan dondurma kâselerini; birer, ikişer…

  Etkinlik görevlisi bir adam almış olduğu iki kâse dondurmayı alıcı, istekli gözlerden kaçırmak için hızlı adımlarla arabasına doğru gidiyordu. İçinden de şöyle düşünüyordu;

  “ Dondurmalar çok güzel görünüyor. İnşallah önüme bir tanıdık ve kâselerden birisini isteyen bir başka dondurma meraklısı çıkmaz!”

  Elinde iki kâse dondurma taşıyan adamı izleyen bir başka adam da şöyle düşünüyordu;

“ Adama bak, iki kâse almış. Ne aç, ne utanmaz herif! Acaba, eski tanış olmamız sebebiyle birisini bana vermez mi? Şimdi istemek de olmaz! Hakkımda kim bilir neler düşünür Deyyus!”

  Dondurma kâselerini gözlerden uzak bir yere kaçırmaya çalışan adama baka kalmanın yanında o ana kadar aklıma bile gelmeyen dondurma tatlarına kasap etrafında dolanan kedi ve köpek açlığı içinde uzun uzun baktım. Belki, birisi dondurmaya özendiğimi anlar da;

  “ Kardeşim, buyur bir kâse de sen ye” der ümidimin bittiğini dondurmalar dağıtılırken anlamış olsam bile. Dondurma kâselerinden her alan kişi, kararlı ve dondurma açlığı içerisinde kıvranıyordu. Ne kırılan, ne dökülen ne de geriye kalan bir kâse olurdu bu kadar can, dondurma çekerken…

  Biz yine iki adama dönelim. Etkinlik görevlisi düşünceler içinde arabasına yaklaşmış, artık derin bir nefes çekmek üzereyken, az önce onu izleyen tanıdığı adam ile göz göze gelince şu düşünceleri geçirdi aklından;

  “ Ulan kereste, tam da duracak yer seçmişsin. Şimdi görmesem, görmemezlikten gelsem, sonra fırsatını bulunca bir zararı olur. En iyisi diplomatik bir yolla dondurmalarımı gözlerden, gönüllerden kaçırayım.” Bu düşünceler içinde elindeki kâselere göz koymuş adama seslendi;

—İster misin?

  Bu diplomatik,bu hileli seslenişi duyan adam da anasının gözüymüş hani!Aynı kurnazlık içerisinde bir cevap vermez mi; ?

—Ye sen ya!

  Halk arasında nasıl derler; “ Al buradan yak!” Dondurma kâselerini arabasına tam koyacakken, yağmurdan kaçarken doluya tutulan etkinlik görevlisi adam tam manasıyla tuzağa, kendi kazdığı kuyuya düşmüştü. İstemeyerek de olsa, dondurma kâselerinden birisini “ Yer misin?” dediği adama uzattı. Uzatırken de içinden; “ İnşallah almaz, inşallah vazgeçer!” dediyse de, istemeyerek uzattığı elindeki dondurma kâsesini alan adam hızla yemeye bile başladı.

  İşin garibi bundan sonra oldu. İki kâse dondurmayı kaçıran etkinlik görevlisi, şık takım elbiseli adam, diğer dondurmayı, yani kalan bir tek kâseyi kaçırmaya gerek kalmadığını anlayınca kendisi de yemek isteyince dondurma kâsesi yana kayınca içindeki üç top dondurma da yere düştü.”

  Sizin anlayacağınız sevgili okuyucu, iki kâse derken, bire düşen etkinlik görevlisi eldeki bulguru da kaybetmiş, büyük bir hüzün içinde az önce kendi elleriyle vermiş olduğu diğer dondurma kâsesini yiyen tanıdığına acı acı baktı ve şu düşünceleri geçirdi o yüce aklından;

 “ Ulan namusuz nasıl da yiyor benim yiyemediğim dondurmayı. Gözü kalmış herifin. Ne çok da canım çekmişti, bedava dağıtılan dondurmadan”

   Kasap önünde umutları kırılmış kedi gibi ayrılırken için için gülümseyen bir başka adam; bendeniz, sahili, düşleri, komediyi, trajedileri içime çeke çeke ilerledim uçsuz bucaksız evrenin canlı yaşam sürdüren tek gezegeninde. Yetmeyeni, korkunç mülkiyetleri nazikçe bir kenara bırakarak, unutarak, yok sayarak…

 Güven SERİN 

 

 


21 Nisan 2022 Perşembe

DİKKATİNİ ŞİMDİKİ ZAMANA ÇEVİR

 

Kamera; Güven Gelibolu Tekirdağ Etabı
57.Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu


                                       DİKKATİNİ ŞİMDİKİ ZAMANA ÇEVİR

              ( Düşleri Ortadan Kaldır )

  Birkaç gün sıkı çalıştığım ve mevsim geçişleri nedeniyle zihinsel ve bedensel yorgunluk içinde atölyede zamana işkence yapmaktaydım. Dışarıda yarı güneşli bir havanın yanında kırlardan gelen toprak-bahar kokuları vardı. Aynı zamanda 57.Cumhurbaşkanlığı Türkiye Bisiklet Turu yedinci bölümü yapılmaktaydı.

  Gelibolu Tekirdağ bölümü başlamış, bisiklet sporcuları Şarköy’e ulaşmışlardı. Tarihe ve Doğaya Saygı, temasıyla adlandırılan bisiklet yarışmalarının Türkiye’de yedinci etabı bir, 1,5 saat içinde tamamlanacaktı.

  Bedenime hükmeden zihnim dışarıya çıkmak istemiyordu. İçeride (Atölyede) kalmak için ciddi bir işim, mazeretim de yoktu. Masamda duran onlarca kitaplardan mavi renkli olanı, üstünkörü hissiyat ve bir çocuk gibi sürpriz bekleme umudu içinde seçtim. Kendi kendime açacağım sayfada okuyacağım birkaç satırda dışarıya çıkma uzantısı, enerjisi bulabilir miyim acaba?

  Kendime sorduğum sorudan sonra elime aldığım mavi renkli kapağı olan kitap; Marcus Aurelius’un yüzyıllar önce yazdığı Yıldızların Örtüsü Yoktur eseriydi. Gelişigüzel açtığım kitap sayfası 44’ü gösteriyordu. El alttaki satırı öylesine okuduğumu sandım;

 “ Düşleri ortadan kaldır. İçgüdülerin seni bir kukla gibi çekip çevirmesine izin verme. Dikkatini şimdiki zamana çevir.”

   Alın size edebiyatın sihirli bir gücü daha… Her zaman hareketi seven insan, yani ben, dışarıdaki bisiklet yarışını, bisiklet sporcularını, onların heyecan ve emeklerini görmeyi günler öncesinden düşündüğüm halde, eski insanların ifadesiyle “ Miskinlik “yapıyordum…

   Kitapta okuduğum iki satır, kendime gelmeme neden oldu. Hiç şaşırmayın dostlarım! Mazeretsiz olarak neredeyse yaşamın tamamını içgüdü ve alışkanlıklarla öldürmekten başka bir şey yapmıyoruz…

   Kimi yorgunluğa, kimi başka mazeretlere sığınıyoruz. Hâlbuki dışarıda, yeni, farklı şeyler ve bir de sürprizler, yaşamın kalp atışları var... Doğa, evren ve Yaratıcı, yazgımızı öyle bir hazırlamış, öyle bir düzenlemiş ki, hareket içinde olanı koruyor kolluyor, neşe, heyecan ve aynı zamanda faklı yürüyüşlere davet ediyor…

   Gelişmiş ülke insanlarını ve onların öncülerini incelerseniz, harekete, merak duydukları şeylerin peşinden koşmalarına imrenerek bakarsınız…

   Sahile indim. Sanki dirilmiştim. Birkaç satır bu kadar mı iyi gelir insana? Gelmişti; taşırmıştı damlayı, uyandırmıştı kıymetli uykumdan beni. Sahilde her yer polis ve görevlilerle doluydu. Yarış uluslararası olunca her şey layıkıyla oluyordu…

   Yarım saatlik bekleyişten sonra bisikletçilerin öncüleri; birinci, ikinci, üçüncü olacaklar geldiler. Yanımdan yel gibi geçip gittiler. Ve sonra, diğerleri, gruplar halinde bir yarışmaya, bir deneyime, harekete daha tutundukları için düş kırıklığından çok dopdolu, telaş içinde ilk geçenlerden daha yavaş geçip gittiler…

  Göreceğimi görmüş, fotoğrafladığını fotoğraflamış bir halde geri, atölyeye dönmek üzereyken yanı başımda duran, benim gibi bisiklet yarışını seyretmiş kişi seslendi;

  “ Beni tanıdın mı?”

—Birine benzettim ama ismini çıkaramadım

 Aziz öğretmenin yeğeniydi. Birkaç demli sohbette, sofrada birlikte olduğumuzu anlatınca hatırladım. Zihnimiz ne çabuk unutuyor, ne çabuk yoruluyor…

  Derken, çay, sohbet ve yepyeni düşünceler, fikirler en tarafsız ve çıkarsız halde bir saate yakın bir sohbet… El sıkarak ve en kısa zamanda buluşmak umuduyla ayrıldıktan sonra daha beş on adım yürüdüm. Yıllardır görmediğim bir başka tanıdık ile gülümseyerek karşılaştık.

—Merhaba Kadir Ağabey

—Merhaba kardeşim; nasılsın?

  Ayaküstü, sahilin kenarındaki ahşap korkuluklara yaslanarak yarım saatlik sohbet, telefon numaralarımızın kaydı yapıldıktan sonra, en kısa zamanda buluşmak üzere diye ayrıldık.

  Sadece biraz emek, biraz dışarıya çevrilen dikkat; tıpkı düşünürün sözünü ettiği az bulunur kıt olan şeye ulaştırıyor insanı; “ Yeni şeyler söylemeye, yeni şeyler duymaya; cancağızım…”

  Eskiyle, tekrarlarla, takıntılarla ne çok kavgamız var… Ne çok ve ne çabuk tüketiyoruz şanlı, neşeli ve taze zamanları…

Güven SERİN  

 


18 Nisan 2022 Pazartesi

SAVAŞ ONU YAŞAMAYANLARA TATLI GELİR

 

İNTERNET

                                          GLYKYS APERİO POLEMOS!

                          ( SAVAŞ ONU YAŞAMAYANLARA TATLI GELİR !)

  

   Romalı antik yazar Publius Flavius Vegetius’un yüzyıllar önce “Savaş Sanatı” eserinde ifade ettiği gibi bir şeydir savaş; düşmeyen ateşin o yeri yakmadığı, düştüğü yeri kül ettiği gibi, yaşamayana farklı, yazarın da ifadesindeki gibi biraz da tatlı geliyor…

   Bir yandan uzay yolculukları ve büyük Mars hayaline çok az bir süre kalmış, uzayın derinlerinde kaybolma heyecanı sarmışken insanlığı, hücre yenilenmesi, farklı tıbbı desteklerle 100–150 yıl yaşama hakkını cebe koymaya çalışırken dahi savaşların çekiciliği, garip ve korkunç vahşi heyecanı da son bulmuyor…

   Göçüyor insanlar durmadan. Kimisi Akdeniz’de, kimisi Ege’de, kimisi Meriç Nehrinde kavuşamadığı düşlerinin sonunu yaşıyor; boğularak, donarak, vurularak…

   Ukrayna Savaşı başlayalı kaç gün oldu? Artık kimin umurunda? Irak Savaşı da, Libya da, Suriye, Afganistan Savaşı da öyle… Geride bir sürü ölüm, sürgün, korku, acı, yaralı insanın dönüşmeye hazır, akıldan çok duyguların, refleks ve içgüdülerin peşinde antik zamanlardan güne yansıyan bir ışık, bir ibret, bir sefalet gibi…

   Henüz, İkinci Dünya Savaşının gözyaşları bile kurumadan, ruhların kanları durulmadan, vahşetin insan eti kokan gaz odaları ve ateş fırınları, insanlığa pek bir şey katmamışa benziyor…

   Ukrayna’dan göç eden insanların sayısı Suriyeli insanların sayısıyla yarışıyor. Savaş zamanına kadar hepsinin zamanı, mekânı, eşyaları, düşleri önemli ve değerliydi. Savaş başladığında, yıkılırken yurtları-vatanları, başlarına çökerken evleri; şaşırdılar…

    Oradan oraya ruhların kaçışması gibi kaçtılar ve bu bir kâbus olmalı, yarını uyanınca her şey sona erer diye düşündüler…

   Belli olan bir şey var ki, bu savaştan, hatta savaşlardan kar edenler var. Tıpkı insanlığın bir türlü kurtulamadığı hastalıklar gibi; beslenen ilaç sanayileri nasıl hep açsa, savaş sanayide hep aç kalacak; insanlık insanı tükettiği zamana kadar…

   İnsanlığın başarıları, ulaştıkları medeniyetlerin zenginliği savaşlarla yerle bir edildi. Bir söze göre Büyük İskender Perslerin başkenti Persepolis’e saldırdığında, yakıp yıktığında acı içindedir. Barbarlar diye bildiği Perslerin kurduğu medeniyetin kendi orduları tarafından yakıp yıkılması karşısında şu sözleri fısıldar;

   “ Asıl barbarlar bizlermişiz…”

   Babil nasıl yok edildi? 3000 yıllık Mısır Uygarlığı, çöllerin altına; yeraltı ırmaklarıyla birlikte mi çekilip gitti? Ya İnkalar, Mayalar, Aztekler?

   Babil Kütüphanesi, İskenderye, Bergama, Efes ve daha nicelerine neler oldu? İnsanlığın bencililiğinden, öfkesinden kurtulamayıp ateşe mi, küllere mi teslim oldular?

   Her antik şehri gezdiğimde, antik Likya Yolu patikalarında yürüdüğümde hissederim, savaştan çok barışın, ticaretin, sporun, felsefenin, sanatın, edebiyatın bu medeniyetlere savaştan çok daha fazla şeyler kattığını…

   Tertemizdir antik şehirlerin meydanları ve yolları. Oysa kim bilir ne çok kanlar akmış, ne büyük korkular, acılar da yaşanmıştır, sevinçlerin, rekabetlerin, barışın yaşandığı o sıra dışı medeniyetlerin kurdukları yurtlarda…

   O yüzden seslenmedi mi insanlığa Atamız; “ Lakin Milletin hayatı tehlikeye maruz kalmıyorsa savaş cinayettir.”

   Acaba, Ukrayna ve diğer savaşların hayati tehlikeleri nerede başlıyor ve nerede bitiyor? Her yarım yüzyılda bir öldüre öldüre mi yürüyecek insan, insanlığın yolunda…

 Güven SERİN 

 


16 Nisan 2022 Cumartesi

DİNMEYEN SIZI,BİTMEYEN TAT: KÖY ENSTİTÜLERİ

 


94 yaşında Rasim Tufan,Kepirtepe Köy Enstitü
Mezunu ve onun öğrencisi,öğretmen,müfettiş,
Sabri Işık-TEKİRDAĞ

Güven Serin,Rasim Tufan,Sabri Işık


                 DİNMEYEN SIZI, BİTMEYEN TAT: KÖY ENSTİTÜLERİ

 

  Ülkemize marka değeri mi arıyorsun? Diğer uluslar karşısında ezilmiş, işgal edilmiş ve yitirilmiş, koskoca imparatorluğun başkenti İstanbul’da İngiliz, Fransız, İtalyan, Yunan bayrakları çekilmiş…

   Ve sen, Kurtuluş’u kendinde değil de başkasında arıyorsan; 19 Mayıs 1919’a,30 Ağustos 1922’ye bakacak ve inanacaksın…

  Marka değeri mi arıyorsun? 29 Ekim 1923’e bir daha bakacak, bilincin, iradenin, savaş sanatının, hürriyetin, fert olmanın insana-bize ne kadar yakıştığını göreceksin…

   Marka değeri mi arıyorsun?17 Nisan 1940’yılına alkışlarla bakacaksın. Hasan Âli Yücel’e, İsmail HakkıTonguç’a, geçmişte kaldıkları için değil; bıraktıkları aydınlanma ve Köy Enstitüleri için elleriniz ve hatta ruhlarınız acıyana kadar alkışlayarak TEŞEKKÜR edeceksin…

  Yeni Kuşak Köy Enstitüleri tarafından çok önemli bir etkinlik; 2011 yılının Şubat ayı, İzmir Ekonomi Üniversitesi A salonunda yüzlerce insan bir araya gelmişti. Balçova Belediyesi ve İzmir Ekonomi Üniversitesi ev sahipliğinde yapılan bilgi şöleni: HASAN ÂLİ YÜCEL, Eğitim, Bilim, Kültür Politikaları Sempozyumu.

  Eğitim, Bilim, Kültür Sempozyumu kimleri ağırlamıştı o gün? Prof.Dr. Kemal Kocabaş, Mehmet Ali Çalkaya, Doç.Dr. Güzel Yücel, Özdemir İnce, Mümtaz Soysay, Ataol Behramoğlu, Mustafa Gazalcı, Sina Akşin, Enver Aysever,Dr.Alev Coşkun,Doğan Hızlan,Prof.Dr.Ali Uçan,Prof.Dr.Oğuz Makal,Varlık Özmenek ve daha onlarca Köy Enstitü bilinci,sevgisi,saygısı olan insanların insanlık enerjilerine tanıklık ettim…

  Köy Enstitüleri öyle bir maya, enerji ve tohum bırakmıştır ki, ne tarihe karışmış olduklarının sızısı dineceğe benziyor, ne de onların yarattığı sevginin, tutarlı saygınlığın, sevginin tatlarının sona ereceğini düşünmüyorum…

  Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç’un isimleri, geçmişe değil tam tersi bugüne ve geleceğe yazgılı bir evrim içinde, insanlığın aradığı en büyük irfanın bütünü; sesi, soluğu ve neşesidir…

  Kırklareli Kepirtepe deyince, Eskişehir Çifteler, İzmir Kızılçullu, Malatya Akçadağ, Samsun Akpınar, Antalya Aksu, Kocaeli Arifiye’de geliyor akla. Birikimin yanmış ateşi, tutuşmuş mayası damlıyor sanki onlarca yıl öteden değil, binlerce yıl, hatta milyonlarca yılın; değişime, dönüşüme aç evriminden…

  Tanıdığım ilk Kepirtepeli Aziz Ateş oldu. Sonra, diğerleri derken edindiğim bilinç ve düşünce; Eğitim Enstitüleri tam manasıyla var oluş destanı gibi bir hüner olmuş. Demiri dövmüşler, ağacı nazikçe ikna emiş, metali bükmüşler…

   Tarlada çiftçi, çatıda usta, merada çoban, sınıfta şair, ÖĞRETMEN-ÖĞRETİCİ, ressam olmuşlar… Edebiyatta ise; destan…

  “En büyük savaş, cahilliğe karşı yapılan savaştır.” Diyen Mustafa Kemal Atatürk, sevgisi ruhlarına ve hatta genlerine işlemiş her Köy Enstitülü öğrencinin ve öğretmenin…

  Zanaatla, sanatla, bilimle ve köy tokluğu, utangaçlığı içinde yoğrulmanın karşılığıdır yüksek erdem, duygu ve bilinç içinde oluşları ve o büyük koşuları…

  Sabri Işık öğretmenim aradığında bu bilinci, destanı anlatıverdi kısacık konuşmasında. Yaşayan Kepirtepe Köy Enstitü mezunlarından Rasim Tufan’ı ziyaret edip edemeyeceğimizi sordu.17 Nisan 2022 günü Vilayet önünde yapılacak Köy Enstitülerinin kuruluş yıl dönümü programına da hatırlattı.

  Her ikisine de severek katılacağımı; “Ama-fakat”lardan uzakta cevap verdim. Şairin söylediği gibi; “ Zaman kısa/Kuşlar uçuyor” Milletimizin bir ferdi olarak, pişmanlıklarla, keşke-lerle yatıp kalkan insanlarımızın kendi kendine ettiklerini bilerek, büyük merak ve coşku içinde buluştum Sabri Işık öğretmenimle.

  Benden daha heyecanlı bir Kepirtepeli duruyordu karşımda. Ziyaretine gideceğimiz 94 yaşındaki bir başka Kepirtepeli Rasim Tufan’da bizden daha heyecanlıydı… Bizlere ev sahipliği yapan büyük oğulları Ahmet, küçük oğlu Ali İhsan da, coşkumuza ortak olanlardı.

  Misafir olan kişi, her daim samimiyet arar. Rasim Tufan öğretmenimizin caddeye ve küçük bahçeye bakan camından içeriye dolan akşam güneşi gibiydi odanın içinde, birbirini altmış yıldır tanıyan insanların buluşma sevinci ve samimiyeti… Rasim Tufan’ın evine girerken bir bendim yabancı olan. Çok geçmeden oranın bir parçası, bütünün kendisi oldum…

  Köy Enstitüsü mayasıyla beslenen onlarca, yüzlerce insandan geriye kalan nedir deseniz? Yüzlerindeki masumiyet, dürüstlük, titizlik, vatanseverlik derim…

  Mehmet Çevik’te Kepirtepeli öğretmenlerimizden birisi.Onun  arkasında bir başka Kepirtepeli Köy Enstitülü öğretmen; Halil Dinler var.Tıpkı,Sabri Işık öğretmenimin arkasındaki Köy Enstitülü Kepirtepe mezunu olan bir başka öğretmen Rasim Tufan’ın olduğu gibi…

  Köy Enstitü destanının başladığı 23 Haziran 1941 günü Maarif Vekili Hasan Âli Yücel konuşmasında;

  “ Hümanizma ruhunun ilk anlayışı ve duyuş aşaması, insan varlığının en somut-gerçek şekilde ifadesi olan sanat eserlerinin benimsenmesiyle başlar.” Hasan Âli Yücel’in düşüncesi neyse eylemi de odur. Derhal harekete geçilir ve Dünya Klasikler Dizisi olarak bilinen yüzlerce büyük eser Türkçe’mize kazandırılır.

   Kepirtepeli öğrencilerin eğitim ve öğretimleri bu zenginlik içerisinde, insan ruhuna en iyi gelen yenilenme, öğrenme ve en önemlisi Mehmet Çevik’inde üzerinde sıklıkla durduğu;

  “ Bize düşünmeyi, konuşmayı, yaşama katılmayı öğrettiler. Sınıf, okul başkanı seçerken, tıpkı demokratik ülkelerde olduğu gibi seçimler, hazırlıklar, neleri yapıp yapamayacağımızın konuşmaları yapılırdı.”

                                                                                               

  94 yaşındaki Rasim Tufan öğretmenimin aydınlık küçük odasında tam manasıyla Köy Enstitüleri sevinci vardı. Gülüyordu gözleri; sözleriyle birlikte. Sıklıkla bir zamanlar öğrencisi olan eğitimciye, eğitim müfettişine Sabri Işık’a bakıyordu.

  Görülmeye değerdir masumiyetin, çocuğun ruhuna dönen insanların yakınında bulunmak. Bir tanıklığın, yaşam denen sihirli, gizemli olayın bir yudumluk tadı ve tuzu; insanın insana akan enerjisinin en demlenme halidir böyle buluşmalar…

  Köy öğretmeni, köy destanı, romanı denince ilk akla gelenlerin birisidir Mahmut Makal. Ankara’daki evine konuk olduğumda yaşı 81,ruhu ve heyecanı ise Köy Enstitüsü öğrencisi coşkusu içinde; her yan kitap, her yan düşünce, her yan merak…

 Böyledir dürüstlüğün, titizliğin, bilimle, edebiyatla, zanaat ve sanatla yoğrulmanın ürünü; saf ve temiz; çünkü, insanlık imbiğinden süzülerek gün yüzüne çıkar ve geceye da ayrı bir dem,iz bırakırlar…

  Konuk olduğum evin küçük oğlu Ali İhsan ve büyük oğlu Ahmet, Kepirtepe Köy Enstitülü babaları gibi; kibardı, samimiydi; insandılar…

  Buluşmanın mimarı Sabri IŞIK, her şeyi yok eden, eskiten, tüketen zamana “dur” deme, “fark etme” ricasını, Tekirdağ basını, gazetemiz Habertrak olarak bize sunması, bu büyük buluşmanın yetmeyen lezzetine, tadına ve tuzuna ortak olmamı sağlaması adına teşekkürümü borç biliyorum.

 Bir kez daha, başta konuk olduğum Kepirtepe Köy Enstitülü Rasim Tufan ve diğerleri; Halil İbrahim Tunalı, Mehmet Başaran, Yusuf Asıl, Ahmet Has, Ali Duygu, Ali Namık Yücel, Gülfize Özcan, Hasan Akyol, Hayati Turan, Hüseyin Kıyılar, İbrahim Şaban Öznal, İlyas Özcan, Nedim Menekşe, Ramazan Korkmaz, Sakine Ateşler (Özbek),Şükrü Akdeniz, Vehbi Dinçer,Ziver Çorbacı,Rüştü Güvenç,Safinaz Kurt (Yılmaz),Zekiye Güvenç (Özkan),Mehmet Özcan,Nuriye Kılıç (Çincin),Recep Güner,Recep Kalkan,Şükrü Dalgıç,Behiye Gerginten (Korkmaz), Fatma Üstün (Çağlar),Süleyman Üstün,Hamdi Dağdevir,Hamdi İlker,Hüseyin Uzun,İbrahim Tanhan,İrfan Özcan,Nizameddin Erkan,Osman Dündar,İbrahim Türker,Seher Yenici,Sevdiye Çalımlı,Basri Baştürk,Hamdi Dicle,Hüseyin Geyik,İsmail Ergin,Halil Dinler,Enver İlgün,Ali Sezgin,Recep Karamaz,Yusuf Akata, ölenlerin ve hayatta kalanların şahsında hepsine minnettarım…

  Köy Enstitüsü destanına ortak olan Rasim Tufan’ın evinden ayrılırken, buluşma coşkusu yerine burukluk vardı. Camdan bize el sallıyordu koca öğretmen. Kopuyordu içinde Kepirtepe’nin kareyeli. Bir başka öğretmene, müfettişe, eğitimci Sabri Işık’a, öğrencisine ardı arkası kesilmeyen hoşça kal el sallamaları içinde tutunmuştu Öksel Demir’in çocuklukta tutunduğu frişka rüzgârına…

  “ Ben Rasim Tufan, cehaletin karşısında durmanın, yaşam sanatının yaşatmaktan, üretmekten, bilimden, eğitimden, edebiyattan, felsefeden ve hoş sohbetten geçtiğine inanan Kepirtepeli; 510 numaralı öğrenci…

Yaşamı dolu dolu yaşadım. Ben Rasim Tufan, Öksel Demir’in de arkadaşı Kepirtepeli Köy Enstitüsü öğrencisi Rasim Tufan’ım ben…

   Hoşça bakın zatınıza…”

     Köy Enstitüleri Kuruluş yıldönümü KUTLU olsun… Daha duyarlı, daha, bilinçli ve yaratıcı ve hünerli bir toplum özlemi içinde Kepirtepe Köy Enstitüsü binalarının viran hallerini de hatırlatarak kutlu olsun…

Güven SERİN 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 









14 Nisan 2022 Perşembe

BİÇARE YAKUP

 


Ben Yakup; bir kez olsun çağrılmadım hiç! 

                                                 BİÇARE YAKUP!

 

  Yakup isminde birisi; her gün, cadde ve sokaklardan geçen binlerce insandan sadece birisi… Onu diğer insanlardan ayıran şey ne? Neredeyse yaz kış üzerindeki kahve renkli paltosu mu? Hiç elinden düşürmediği belki de bütün malı-mülkü olan plastik poşet içerisinde birkaç ıvır zıvır…

  Daha öncesinden de yazmıştım Yakup’u. Edip Cansever’in Çağrılmayan Yakup şiirinden alıntılar yaparak seslenmişti kalemimden bizim Yakup. Yakup bu; sessizliğe yazgılı bir biçare…

  Merkez köylerden olduğunu öğrendim. Yıllardır tanırım onu; caddelerin karşı kıyıcığından, parkların tenha banklarından… Hep aynı duruş ve görüntü içerisinde; aksak yürüyüşü, elinde bütün serveti poşetiyle, oradan oraya sessizliği taşıyan Yakup…

  Yıldan yıla hatırladığımız Noel Baba, sırtında çuvalıyla çocuklara hediye dağıtmanın peşinde koşa dursun. Zeki, çalışkan, kurnaz insanlar ise bildik o muhteşem oyalanmanın; malın, mülkün, su katılmamış gururların peşinde oyalansınlar. Yakup, kendi halinde Biçare Yakup, o sessizliğin peşinde koşacak; ta ki son nefesine kadar…

  Biçare Yakup, hiç düşündü mü acaba taşıdığı canın ağırlığını? Evsizliğini, kimsesizliğini, yetersizliğini, on binlerce insanın arasında herkes evine çekilirken bir kahve köşesinde rıza gösterirlerse kuru bir sandalye üzerinde kıvrılıp uyumanın yükünü hiç dert edindi mi kendisine?

  Ona ses çıkarmayan sıcak kahvelerin bir köşesine sokulmasını seven Yakup’un gece olunca, herkes yatmaya çekilince hastanenin acil servisine gittiğini öğrendim. Belli ki orada bulunan insanlar-yöneticiler, amirler, memurlar ona acımışlar; devletimizin, milletimizin olan mülkün bir kıyıcığında bulunan bir sandalyede geceyi bir kuş gibi tüneyerek geçirmesine izin vermişler.

  Şafak vaktiydi Yakup’un olduğu hastaneye gittiğimde. Henüz gün aralanıyordu gecenin kalın bulutlarının ardından… Yaşlı hastane, yaşlı ağaçlar henüz günün hareketine kavuşmamıştı. Umduğum gibi Yakup’u gördüm loş ve tenha hastane köşeciğinde. Kupkuru bir sandalyenin üzerine, tam da düşündüğüm gibi; İshak Kuşu gibi tünemişti kuru dalına…

  Otomatik kapı açılır açılmaz, zaten derli-toplu ve kuşkulu hali hemen hareketlendi. Belli ki çok uyarılmıştı; “İnsanlar girince içeriye; derlen, toplan ve usulca sokaklara, caddelere, kahvehanelere geri dön!” uyarısı almıştı onu kollayan, koruyan kişilerden.

  Otomatik kapının gürültüsü geçince, Yakup gibi süzüldüm içeriye; sessiz ve neredeyse soluksuz…

   Rahatsız etmeden baktım ona. O da rahatsızlığının geçici olduğunu düşündü ki, bir kuşun başını kanatları altına gömmüş olduğu gibi tekrar kasketinin içerisine döndü; yabanıl bir hayvanın tedirgin her an uçmaya hazır içgüdüleri içerisinde…

  Yakup’u farklı açılardan, farklı zamanlarda gördüm.Ne ayağının aksaması,ne de mülksüzlüğü,evsizliği koyuyor gibiydi ona.Bir yazgının,on binlerce insanın içerisinde,kendi biçareliğine çoktan tutunmuş,sımsıkı sarılmıştı.

  Zaten iyi şairler, iyi sanatçılar biçareler için doğmuyorlar mı, gelmiyorlar mı bu dünyaya? Kendi biçare halleriyle yoğurmuyorlar mı Yakup gibi masum, yalnız; bir evrenin ruh hallerini;

 “ Ben, yani Yakup, her türlü çağrılmamanın olağan şekli

Daha hiç çağrılmadım.

Biri olsun ‘ Yakup ‘ diye seslenmedi hiç!

Yakup!

Diye seslenmedi ki dönüp arkama bakayım.

Ve içimden durgun ve çürük bir suyu düşüreyim.

Ceplerimdeki eskimiş kâğıt parçalarını atayım.

Sonra bir güzel yıkanayım da.

Ben size demedim mi?”

 Güven SERİN 

 

 

  


8 Nisan 2022 Cuma

ŞARK MERHAMETİ MANTIKSIZDIR!

 

İNTERNET

                                    ŞARK MERHAMETİ MANTIKSIZDIR

     Ahmet Haşim’in hastalığı nedeniyle günümüzden doksan yıl önce ( 1932 ) gitmiş olduğu Almanya Frankfurt Seyahatnamesi eseri tam manasıyla tarihe, yüz yıl önceki geçmişe ışık tutacak belgedir.

   Seyahat eden insanların edebi, felsefi, tarihi bilgileri varsa, gördüklerini, izlenimlerini kendi fikirleriyle yoğurup eser olarak geride bırakıyorsa; gelecek kuşaklara, insanlığa en değerli görünmez hizmetlerden birisin yapmış olurlar. Ta ki, o yolculuğu; bir, on, yüz, bin, on binlerce okuyucu fark edip geçmiş ile bugün arasında kuracağı sosyal, kültürel ve edebi köprüye kadar…

   Ahmet Haşim’in Frankfurt hastanesinde dinlenme zamanlarında gözlem, sohbet için epey zamanı olmuştur. Frankfurt caddelerinin genişliğinden, temizliğinden, mimarisinden etkilendiği kadar dilencilerinden de etkilenmiştir.

   Alman dilencileri izlerken şunu fark eder Haşim; “ En çok garibime giden insan dilenciler olmuştur. Bu dilenciler, temiz gömlek ve yakası lekesiz elbiseleri, ütülenmiş beyaz mendilleriyle iyi bir kahvaltıdan sonra sigaralarını yakarak sabahın neşeli kalabalığı içine içinde işine giden herhangi bir efendiye benzerler…”

   Dilencilerin gösterileri tam da kalmış olduğu hastanenin penceresi karşısındaki nehrin önünde yapılmaktadır. Birkaç kişilik gruplarla bir araya gelen dilencilerin müzik ve müzikal gösterileri tüm gün sürüp bitince, kazançları hiç de az olmadığını gören şair bir gün tanıdığı arkadaşı olan Alman’a sorar;

 —Bunlara nasıl acıya biliyorsunuz?

   Almanın verdiği cevap hangi açıdan ilginizi çeker, nasıl bir erdemli sorgulama içine girersiniz bilmem ama şöyledir;

 -        Mecbur olmadan el uzatacak bir Alman düşünemeyiz. Onun için dilenen bir Alman, bizi kendine acındırmak için fazla yalana ve zillete düşmeye muhtaç değildir. Bu bir hususi ahlak meselesidir. Fakat bir de bu işe akıl yönünden bakalım. Dilenen insan, ne kadar alelade bir insana benzerse bana o kadar yakındır. O nispette kolay derdini duyar, eksiğini anlarım.

      Fakat her ne surette olursa olsun, insan şeklinden çıkmış bir mahlûk benim cinsimden değildir. Ona acıyamam! Şark merhameti mantıksızdır!

   1932 yılında Alman’ın Ahmet Haşim’e verdiği bu cevap karşısında düştüğü not;

 -        Kızardım… Uydurma bir cevap verdim;

 -        Biz dilenciye acımayız, ondan korkarız. Bu korku dilencinin çirkinliği nispetinde artar. Çirkinliğin bir takım tehlikeli kudretler taşıdığına inanırız.

   İki milletin arasındaki farkı hangi dil, düşünce ve insani bir görüşle izah edebiliriz? Bugünün Türkiye’sinde dilencilere dair değişen bir şey oldu mu? Dilencileri bir kenara bırakıyorum. Diğer insanlara bakış açımızda değişen neler olmuş olabilir; gizli korkular, kıskançlıklar ve kupkuru acımalardan başka?

   Herhangi bir yerde yaralanan, başına bir iş gelen insanın başına çullanmak-tan daha öte neler yapabiliyoruz? Yapılan araştırmalarda kırk Avrupa ülkesinde yalan habere en fazla inanan ülkelerin en başında geliyoruz.

   Doğruyu, sağlıklı olanı ve evrensel yasalardan da beslenerek, gelmiş geçmiş bütün medeniyetlerin ve en önemlisi kendi geçmişimizin de deneyimlerini; bilimin, sanat dallarının, felsefenin hamuruyla yoğurmuş olsaydık; her birimiz bir başka sıradan dehalar olmaz mıydık?

   Yaptığımız işler nedeniyle ezilip büzülmek veya böbürlenmek yerine, sadece korkulardan beslenip birilerini acıyıp, sadaka verip uzaklaşmak adına ne çok şey değişirdi? Örneğin, hiç kimsenin inkâr edemeyeceği bir gerçek yaşam standardı, nitelikli yaşam için neler yapıp yapmayacağımız bellidir…

    Şefkatin, merhametin fazlasını test etmiş, depolamış birisi olarak bu ağır duyguların altında tüm yaşamım boyunca ezilip büzüldüm diyen insanlar tanıdım. Nasıl mı? Nine dede tarafından yetiştirilmiş, her isteği anında karşılanmış ve yetişkinlik zamanlarında, herkesten aynı şefkati, şımartılmayı beklemiş bir arkadaşım şunu söylemişti bana;

   “ Merhametin, şefkatin fazlasını dengelemeye çalıştım bütün ömrüm boyunca. Hâlbuki zaman zaman reddedilmeli, zorlanmalı, yaşama hazırlanmalıydım. Şimdi, ninemin, dedemin o sonsuz şefkatini herkesten bekler oldum. En ufak bir şeyde alınıyor, günlerce kendime gelemiyorum…”

   Şark merhameti mantıksızdır diyemem ama tartışılmaya, güncellenmeye, bilim dalları ve sanatın, felsefenin türküleriyle desteklenmeye ihtiyacı olduğunu biliyorum…

 Güven SERİN 

 

 

 

 

 


6 Nisan 2022 Çarşamba

PAŞAKÖY'ÜN GECE DEVRİYELERİ

 


İnternet


                                       PAŞAKÖY’ÜN GECE DEVRİYESİ

                                                   ( Ramazan Geceleri )

  

   Tekirdağ’da yaşamaya başladığım ilk yıllarda gece bekçilerinin çaldığı düdüklerin verdiği huzur ve güveni hissetim. Bilirsiniz ki çalan düdük, bir sorun yaşarsanız ona doğru koşacağınız kurtarıcı devriyesine çıkmış samimi bir gece bekçisi-arkadaş; kanununun kendisidir…

 

  Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ilk kez yurtdışı gezisine çıktığı zamanlar, bir entelektüelin açlığı içerisinde gezdiği Fransa caddeleri, çayhaneleri, incelediği üniversiteleri, Hollanda’nın müzeleri fazlasıyla ilgisini çeker.

   Hollanda’da girmiş olduğu müzelerden birinde Rembrandt’ın “Gece Devriyeleri” eseriyle karşılaşınca önce şaşırır ve sonra bu eserde kendi geçmişini bulur adeta. Belki de aklına babası Hüseyin Fikri Efendi’nin yoğun işlerinden dolayı bazı geceler eve geç gelirken, önünde büyükçe bir fener taşıyan birisi ve ardından gelen iki zaptiye eri, manzarası küçük yaştaki bir çocuk: Ahmet Hamdi için, gecenin içinden çıkan masal gibi etkiliyordu küçücük dünyasını…

   İşin garibi de KÜLTÜR denen şey de böyle bir şey, kendini yenileyerek, çağlar boyu, geçmişten aldığı; anıları, deneyimleri, masalları, destanları, sezgileri de önüne katarak ilerler…

  Tekirdağ’a geldiğim ilk yıllarda, devriye gezen Gece Bekçileri düdükleriyle kendi gençlik bağlarımı kurduktan sonra başka yöne, Paşaköy sınırlarına, Balkanlar’ın kıyıcığında bir çocuk için büyülü bir nehir olan Meriç ile destanların denizi olan Ege’nin buluştuğu yerlere uzandım…

   Sanırım, dört, beş yaşlarından başlayarak on yaşlarına kadar tanıklık ettiğim bir başka Paşaköy Gece Devriyesi zihnimden hiçbir zaman kazınmayacak halde kalbime demir atmış bir halde bekliyor. Hasan dedemin yaşadığı zamanlardı. Dört ayrı odası olan kerpiç evimizin olduğu, Duduş ninemizin ekmiş olduğu dut ve ahlât ağaçlarının tanıklığında yaşadım Gece Devriyesine benzettiğim anılarımı…

   Her Ramazan Paşaköy’ün toprak yollarında gecenin en derin vaktinde davul çalınırdı. Davulcunun birkaç görevi vardı. Sahur vaktini duyurmanın yanında, geleneksel bir eğlence, şenlik haline gelmiş olan Ramazan manilerini söyleme, üstün becerilerini gösterme zamanıydı onun için.

   Bir Gece Bekçisi gibi gecenin içinden, Ahmet Hamdi’nin babası Hüseyin Fikri Efendinin eve geç geldiği zamanlardaki gibi ona eşlik eden elinde bir büyük fener taşıyan kişi ve arkasında iki zaptiye eri benzeri bir hal içinde dolaşırdı Paşaköy’ün gecesinin içinde davulcu ve onun yanında fener taşıyan yardımcısı.

   Hasan dedemin Ramazan ayına bakışı, suskun, saygılı bir Rumeli insanı ciddiyeti içinde olsa bile, Ramazan manilerine, davulcusuna olan toleransı ise daha öteye uzandığını şimdi daha iyi anlıyorum. Neredeyse üç dört akşamda bir gecenin bir vakti kapımıza kadar gelen davulcu ve onun yanında fener taşıyan yardımcısı eşliğinde maniler söylenirdi. Dedemin verdiği Ramazan bahşişi alındıktan sonra arka yoldan koca yol veya diğer dar yollara doğru, gecenin içinden çıkıp geldiği gibi, yine gecenin içinde kaybolurdu davulcu ve elinde feneri olan yardımcısı…

  Çocukluk anıları denen şeyler, zihnimizin en esaslı-ana konukları, hatta ruhumuzun öz çocuklarıdır. En ufak esintiden, çağrıdan etkilenir ve şafaktan sonra doğan kış güneşi gibi buz gibi havayı ısıtır, bahar sevinci, heyecanı ve umudunu canlı tutar…

   Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Hollanda müzesinde görmüş olduğu Rembrandt’ın Gece Devriyeleri isimli çalışmadan etkilenip, Paşaköy Ramazan Davulcusuna kadar uzanacağım bu ana kadar hesapta yoktu. Bir anda, tıpkı, kerpiç evimizin sundurmasına kadar çıkıp gelen Ramazan davulcusu ve elinde feneri yardımcısı gibi; bazen davul, bazen düdük çalarak çıkıp geldi gecenin içinden…

   Davulcuya bahşiş verdikten sonra dedem sessizce içeriye girer, sevinip sevinmediğini hiçbir zaman belli etmeden, Ramazan ritüeline, geleneğine yardım etmenin yanında davulcunun gönlünü hoş etmenin ruhani mutluluğunu yaşardı.

   Bense, geceyi yaran davul seslerini, davulcunun biraz önünde feneriyle ilerleyen yardımcısının ışığını kaybolana kadar, kerpiç evin yan tarafından izlerdim. Seslere karşı duran mahalle köpeklerinin bekçilik kabiliyetlerine ve gecenin içine süzülen devriyelere; davulcu ve elinde feneri olan yardımcısına mitolojik karakterler olarak bakardım.

   Gecenin ufuk çizgisi olmasa da, varmış gibi; uzanır o sonsuz gece düşlerinin içine; tanımlayamadığım, henüz keşfetmediğim kavramların öykülerine…

 Güven SERİN                                                                   

 

 


4 Nisan 2022 Pazartesi

İNÖNÜ NE YAPIYOR?

 

İnternet

                                              İNÖNÜ NE YAPIYOR?

 

  Zaman zaman düşününce bir cevap aramayı bir kenara bırakıp, şu soruyu sorma gereği duyuyorum. Hangi ülkede bizim gibi kendi öz yurdundan çıkarttığı kahramanlara bu kadar büyük hakaretler yapılır?

  Samimiyeti, bilgiyi, deneyimi ve vicdanı anlatan güzel bir söz vardır; “ Dinime küfreden Müslüman olsa bari!”

  Ne tarih bilimiyle, ne tarih öğrencisi, ne sosyoloji veya siyaset bilimi hakkında bilgi edinip, onu yoğurmadan konuşan, haykıran kin ve nefret yayan binlerce insanın yarattığı çelişkiler, barışçıl enerjilerimizi aşağı çekenler göz önünde bulundurulunca, bilgisi olmayanların boş fikirleri; ancak, cehalet ve nefretle besleniyor gibi…

  Yıl 1953’ü gösterirken bizden birisi Paris’e gitmiştir. Kim diyecek olursanız; Ahmet Hamdi Tanpınar’dır.1930 ve 1940’lı yıllarda ülkemizde, Güzel Sanatlar Akademisi’nde görev yapan Fransız ressam Leopold Levy’ye rastlar. Fransız ressam Levy’in ilk sözü;

  “ İnönü ne yapıyor?” olur. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın verdiği cevap;

“ Çalışıyor. Kendi kurduğu demokrasinin, muhalefet sıfatıyla denetimini yapıyor. Bilirsiniz yorulmaz adamdır İnönü.” Bu laf üzerine Fransız ressam, başından geçen bir olayı arkadaşı Ahmet Hamdi’ye anlatır.

  Türkiye’de görev yaptığı yıllarda kendi ülkesine Marsilya’ya deniz yoluyla gelmiştir. Arabalı vapurdan aracını limana indirdiğinde, orada bulunan Fransız işçilerden birisi ressam Levy’e sorar;

  “ Arabanızın plakasını çıkartamadım. Hangi ülkeye ait?” Ressam; “ İstanbul’dan geliyorum” dediğinde, güçlü kuvvetli ve bir ayağı sakat işçi;

“ Demek Türkiye’den geliyorsun. İşte bir memleket ki, başında işten anlayan bir devlet adamı var. Milletini bu harbin cehennemine sokmadı.”

   Marsilyalı işçi, o günün lideri İnönü’den ve İkinci Dünya Savaşından söz etmektedir. Güçlü ülkelerin bilgi sahibi işçisinin yapmış olduğu kritik; insan olma, doğru, sağlam, aydınlık bir fikir yürütme konusunda ne büyük zenginliktir…

  Fransız işçi Türkiye ve İnönü hakkında fikrini söyledikten sonra görüşlerine devam etti;

“ Herhalde Türkler onu çok severler?”

   Fransız ressam Levy, şu sözleriyle içi ezilerek devam eder;

“ Sağduyusunu o kadar inandığım milletiniz nasıl oldu da İnönü’yü feda etti?

  O k adar çok konuşuruz ve övünürüz ki; “ Bizler, kadim geçmişe sahip, sağduyusu güçlü bir milletiz diye…” Güçlü milletler, kahramanlarını böyle mi yüceltirler? Kendi antik şehirlerinin en önemlilerini dahi batılı arkeologlara muhtaç bir halde teslim eden, tarihi ile olumlu ve olumsuz bir şekilde yüzleşmeyip; kupkuru fikirlerin bataklık kokulu sancılarıyla her yüzyılı feda etmekten geri kalmayan; Kurtuluş Savaşı gibi, yeniden doğuşun, Anadolu’dan neredeyse tam anlamıyla kovulmak, yok edilmekten Mustafa Kemal ile birlikte bu ülkenin kurucu, kurtarıcı insanları arasında olan İNÖNÜ…  Fransız ressamın diliyle; “ Nasıl feda edildi?”

  Ahmet Hamdi’nin bizzat tanıdığı, bildiği; bilgi, deneyim, hür düşüncelerle yoğurduğu İnönü hakkındaki düşüncelerini şöyle özetler;

“ İnönü, kindardır, gizli hesaplıydı, kafasında yedi tilki dolaşırdı da kuyrukları birbirine değmezdi. Gerçekten bunların hepsi yalan ve iftiradır. Ne yaparsınız ki politika, kaybedeni ayakta tutan tek şey, parçalayamadığın ahlakına hücumdur…

  Hakikatte İnönü kindar değildi.150’likler onun devrinde affedildiler, Türkiye’ye girip söz sahibi oldular.”

  Mustafa Kemal Atatürk Büyük Zafer’den bir gün önce çadırında Çalı Kuşu romanını okumaktadır. Generallerinden birisi de okumak istediğini söyleyince Gazi’nin verdiği cevap;

   “ Benden sonra İsmet okuyacak, sonra siz de okursunuz.” Böyleydi İnönü’nün yeri; savaşta da, barışta da, demokrasiye geçmede, ülkeyi yönetmede de; bir kuruşun hesabını veren, kötülükten çekinen özüyle sözüyle vatansever bir kişilik…

  Romancı Huxley’in bir sözü var; “ Kötüden yalnız kötü doğar.” İnönü’den hiçbir zaman kötülük doğmamıştır. O,iyinin, barışın yanındaydı; İkinci Dünya Savaşında Avrupa cayır cayır yanarken, ülkesini barışa, yaşama taşıyan tarihi bir lider…

 Güven SERİN 

 

 

  


1 Nisan 2022 Cuma

YARIM KALMIŞ İNSAN ÖYKÜLERİ

 

İnternet

                                     YARIM KALMIŞ İNSAN ÖYKÜLERİ

 

  Yarım kalmış insan öyküleri ilk önce sanatçıları besler. Nasıl dünyanın merkezinde bulunan yüksek sıcaklıklar, erimiş kayalar besliyorsa atmosferi, var ediyorsa canlı gezegeni, öyle var eder yarım kalmış eserleri…

   Örneğin, Heykeltıraş Mehmet Aksoy’un Aydın Selçuk’ta yapmış olduğu Kurtuluş Yolu Anıtı; heykeltıraş ile şairin yarım kalmış insan öykülerini ortaya çıkarması değil de nedir? Kurtuluş Savaşı bilincini bile geliştirmemiş, işleyememiş, övgü ele yergilerin kısır dünyasına hapsolmuş insanı, insanlık yolculuğuna davet eder Kurtuluş Yolu Anıtı…

  Carvantes’in Don Kişot’u da öyledir; yarım kalmış insan öyküleri, insan algılarıyla beslenir ve onu anlatır. Delilik ile dâhilik arasındaki insan aynı kişidir. Aptallık ile kurnazlık arasındaki insan da Sancho Panza’dan başkası değildir…

  Şekspir’in eserlerindeki yarım kalmışlık, hiçbir zaman tamamlanamayacak olan insan zaaflarının en kederli, en şiirsel, romantik, trajik olanları da insanın yüce parçalarından birisidir. Her parça bütüne gitmek için bir sanatçı eliyle uğurlanır sonsuzluk içerisindeki yolculuğuna; arınmış, dönüşmüş bir halde.

  Bazen heykeltıraş, yazar, şair ve bazen de ressam, mimar, tiyatro, sinema, resim sanatı ve sanatçıları tarafından, bildik doğum sancılarının sessiz halleriyle, insan şuurunu zorlayacak bir şekilde kapımızı çalarlar, yarıtanrı görünümü içindeki eserler…

   Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza’sı, görev bilincini, itaati anlatırken, cehaletin zaferini de kurbanlarını, eze eze gerçekleştirir. İnsanın, sorgusuz, sualsiz inanmışlığının iman oluşturmadığını, tam haksine, en değerli insanı var etmekten öte, yok edecek emir kuluna dönüştürdüğünü anlatır Bekçi Murtaza rolündeki yazarın yarım kalmış insan öyküsü…

  Vergilius ise büyük destanını yarım bırakmış, tamamlayamamış, geri kalanın bile insanlığa fayda sağlamayacağını söyleyerek yakılıp, yok edilmesini istemiş; yalvarmıştır. Latin Yazar’ın bu isteği dönemin ilk Roma imparatoru Julllus Cesar Augustus engelleyecek, Latin yazarın ünlü destanı Aeneis’ı yakmasına izin vermeyecektir. Yarım da olsa bu destan, anlatacaktır Truva’dan Roma’ya uzanan yarım kalmış umutların öykülerini, insanlık durduğu sürece…

  James Joyce’nin Ulysses’i tam olarak bitmiş, bitirilmiş midir? Bir okuyucu olarak ben hiç bitiremedim. Her başladığımda tekrar geri döndüm. Bütüne gitmek isteyen yazarın çılgın entelektüel zekâsı karşısında bir arpa boyu almış olduğum yolun kenarındaki kulübeme çekildim.

  O koca eserden geriye kalan birkaç sözcük-mısra;

“ Çığlığı sokak sokak aşüftenin/Dokuyor kefenini koca İngiltere'nin.”

  Dünya üzerinde yarım kalmış öykülerin haddi hesabı yok... Bazıları tesadüfü, bazıları masa, mit kılığında, kimileri öykü, roman tarzında çıkar su yüzüne. Neredeyse 10 Milyar insana sahip gezegenin kim bilir kaç milyarlık yarım öyküleri, bütüne ulaşamamanın, hata ; “ Bütün nedir ki?” deme gerçekliğine, özgürlüğüne tutunamamanın ezikliği içinde sonlanıyor.

  Şanslı olanlar ya bir yazara, ya bir şaire, ya bir heykeltıraşa, öykücüye, masalcıya, destancı-ya, ressama rastlıyorlar. Yine de tam olarak tamamlanmasa da öyküleri, İrlanda edebiyatı, Flann O’Brıan’ın eseri Ağaca Tüneyen Sweeny’de ki lanetli kralın kuşa çevrilmiş kaderi gibi dilden dile aktarılmak için son bulacaktır Moling Kilisesinde son nefesleri.

  Bir kralken, lanetlenmenin kuş olmanın bedelini, uçsuz bucaksız İrlanda ovalarını, bayırlarını, dağlarını, ormanlarını dolaşarak çekecektir cezasını. En sonunda unu bekleyen Moling’e, Rahibe ulaşacaktır. Çünkü o yazacaktır onun yarım kalan hikâyesini…

  Hamlet de ölmeden önce, onunla birlikte ölmek isteyen arkadaşına seslenmemiş miydi? Sen yaşamalısın arkadaşım, yaşamalısın benim gerçek öykümü anlatmalısın, yarım ve yanlış bilinmesin diye geride kalan insanlara…

   İşte böyle dostlar, en çalışkan, en üretken, en acımasız, en doyumsuz, en münevver için dahi her daim yarım kalmış bir şeyler bulunur bu dünyada. En iyisi mi, biz var olan anın erişilebilir olanına kucak açalım. Daha yeni sayılacak olan kitaplığımda bulunan birçok eser yarım kalmış haldeler. Sürekli bir başka bütüne özenmenin bedeli de bu olmalı; tamama ulaşamamanın sancısı ve insanı oyalayan evrim unutkanlığı hep bizimle olacaktır. Takıntılar, evrimin sancılarının dahi önüne geçmemişse…

Güven SERİN