28 Ocak 2025 Salı

KARANLIĞI YARAN ŞAFAK IŞIĞI

 

Kamera; Güven
Işıklar-Ganoslar Diyarı

Kamera; Güven

Kamera; Güven 

Kamera; Güven
Şafak Yürüyüşü Anısı; şafağa saygı duyan,
doğaya duyarlı herkese,en içten selamlarımla...

                                          KARANLIĞI YARAN ŞAFAK IŞIĞI

   ( Yeniköy,Uçmakdere,Gaziköy-Ganoslar Diyarı )

  Saat 05.00 telefonun alarmı çalıyor “ Ganoslar için kalkma vakti” diyor. Saat 06.00 Yunus Usta’nın aracı, karanlığın ve sessizliğin içinden çıkıp geliyor. Saat 06.10 Özkan Papatya öğretmenimizi alıyoruz. Saat 06.18 Bülent çoktan sokağa çıkmış, bizi bekliyor.

    Neredeyse şehrimizin tamamı Pazar uykusundaydı. En doğal yaşama hakkını değerlendirmekte, uyku denen cennetin içinde kim bilir hangi sorunları pataklamakta veya onların altında ezilerek, geceyi bitirmekteler…

   Saat, 07.00 Işıklar Dağları-Ganoslardayız. Gökyüzü sislere rağmen sonsuzluğun kapısını açmışa benziyor. Gezegenler, yıldızlar, galaksiler; çok uzakların, zamanlar ötesinin içinden çıkıp, insan denen canlının tam olarak algılayamayacağı kadar sonsuzluğun içine dalıp giden bir duygu yükü, heyecanı, hatta sarhoşluğu bırakıyor geride.

  Kumbağa ile Yeniköy arasında Orman Genel Müdürlüğü tarafından Tekirdağ eko turizmine kazandırılan Naip Şelalesi ve Naip Kalesi başlangıç noktasındayız. Doğa ana öz evlatları; yağmur ve rüzgârlar sayesinde öyle bir temizlik yapmış ki anlatılamaz…

   Sadece gün ışığınca görülecek tek kirlilik; güya kamp, güya doğa için gelenlerin artlarında bıraktıkları büyük çöp deryaları; hatta REZİLLİKLERİ…

  Orman Genel Müdürlüğü’nün bu faydalı yürüyüş güzergâhını ve yürüyüş yolu üzerindeki yön tabela, dinlenme yerleri, seyir yerleri için kutladığımın altını çiziyorum.

   Ama Yeniköy ve  Uçmakdere sınırları içindeki Bungalov yerleşmeleri-ticarethaneleri için orada yaşayan köy insanlarının meralarını, ormanlarını tel örgüler içine alan ve 25 yıllık anlaşmaları bir türlü anlamadığımın altını çok kere çizdim ve kamu hizmeti sorumluluğu adına kendi kişisel şerhimi düşmüş oldum. Yeterli mi? Asla…

  Çok az dinlenerek durmadan yürüdük. Bir gün önce yağmış olan yağmur, yürüyüş yolunun büyük kısmının taş olması nedeniyle çamura dönüşmemişti. Etraftaki meşeler, karanlığın içinden hangi zamanlara ait oldukları anlaşılmayan hayaletler, henüz birer çocuk, genç kız olan çam, servi, sedir ağaçları ise efsaneler içinde danslarını hiçbir zaman sonlandırmamış periler gibiydiler.

  Gökyüzü, ışıklarıyla bize bakarken, aynı kaderin, yıldızın gezegenleri olan Venüs, Merkür, Jüpiter, Mars, Neptün, Satürn gizemleri, gazları ve taşlarıyla milyar yıllık yolculuklarına devam ediyorlar.

  Naip Şelalesi yakınlarına geldiğimizde diğer günden yağan yağmurlar ve coğrafyanın farklılığı yürüyüşü zorlaştırmaya başladı. Gidip gitmeme kararsızlığına karşın demokrasi aşkına oylama yaptık. Üç kişi yola devam etme kararı alırken, bir arkadaşımız tarafsız kaldı. Çamura dönen patikaların içinden kayarak, zorlanarak biraz daha yürüdük. Günün diğer tarafına kalması gereken enerji ve zaman adına, yolun uzayacağını düşünerek yürüyüşü tersine çevirip, tekrar dönüş yoluna girdik.

  Şafak, usul usul karanlığı yarıyordu. Zamansızlığın içinden doğan ışık, dünya denen gezegenin yaşamla dolu olduğunu bir kez daha ispatlarcasına denizimizin üzerinden doğuyordu.

   Oynaşan hayaletler ve periler başka öykülere doğru yola çıkıp, bizleri terk etmiş… Doğa ana en saf haliyle iyice gözlerimizin, ruhlarımızın önüne serilmiş haldeydi. Renksizliğin içinden çıkan renklerin yorumunu şairlere, ressamlara bırakalım…

   Sis, her daim Ganoslara yakışıyor. Bilineni bilinmeyen yapmakla, bildiğimizi sandığımız dağların tepelerini, vadilerini sanki tekrar yenileyip, ölümsüz bir halde tüm canlılara armağan eden bir güç…

  İçimizden birisi-Özkan Öğretmen, Ahmet Kaya’nın vazgeçilmez şarkısını mırıldanıyor; “Ne çıramız, ne lambamız, karanlık yollarda kaldık. Çok uslandık, çok uslandık; uslanmadık”

   Dağların olduğu yere ne çok yakışıyordu, sanatına dört elle, saf gönlüyle sarılan sanatçıların sözleri; “ Bir rüzgâr gibi tarihten geçtiler. Neler görüp neler geçirdiler. Aç kaldılar yine dilenmediler. Kimdi bunlar, kimdi bunlar,kimdi bunlar…”

   Nasıl desem, nasıl anlatsam; çok yakınlarımızdaki bu cennetin eşsiz enerjilerini… En ucuza, en bonkörce ve en samimiyet içinde size sarılacak elden, gönülden çok öte bir türküdür, saf enerjidir Ganosların öyküsü…

  Yunus Usta-ÇAKIR, Özkan PAPATYA, Bülent YORULMAZ ve her daim buralara sırılsıklam özlem, merak duyan Güven SERİN, yollarda olmanın yüce görgüsünü, öğretilerini diğer zamanlarda olduğu gibi yine en görkemlisini gördük, hissettik ve aldık…

   Yeniköy’ü,Uçmakdere’yi,Gaziköy’ü ve orada tanımadığımız gizemli ve hatta geçmişten geleceğe ait bakışları görmenin,süzülen günle birlikte şahitlik etmenin enerjisi çok yüksekti.Ya tanıdıklar?Uçmakdere Muhtarı Burhan Elmas,Güneş Yüzlü İbrahim’i ziyaret; sadece yazı sanatının eşsiz kalıcı erdemiyle anlatılabilirim…

Güven SERİN 








24 Ocak 2025 Cuma

EY DOSTLARIM,DÜNYADA DOST YOKTUR

 

YEDİ BİLGE

  • Miletli Thales.
  • Lindoslu Cleobulos.
  • Atinalı Solon.
  • Spartalı Chilon.
  • Prieneli Bias.
  • Korinthli Periander.
  • Midillili Pittacus.
                                      EY DOSTLARIM, DÜNYADA DOST YOKTUR

      Spartalı Bilge Chilon günümüzden 2600 yıl önce dostluğu çok derin irdelemiş ve kendisince sonuca bağlamış;

 “ Dostunuzu, bir gün kendisinden nefret edecekmiş gibi sevin; dostunuzdan, bir gün kendisini sevecekmiş gibi nefret edin.”

    Bu çalışmamı Aristoles’in dostluğa bakışından esinlenerek yaptığımı ifade etmek isterim.”Ey dostlarım, dünyada dost yoktur.” Diyerek kendi dostluk anlayışını burada noktalayan Aristoles’e ne diyebiliriz ki?

   Günümüze, bugünün dünyasına gelmek ve kendi zamanımızdaki dostlukları irdelemek gerekirse, sanıyorum dostluğun, dost sözcüğünün artık anlamını yitirmiş gibi, değersiz, köksüz, duygusuz bir hale geldiğini düşünebiliriz! Acaba böyle düşünmekle yüce ve kalıcı dostluklar kurmayı başarmış olanlara haksızlık da yapmış sayılmayız mı?

   İsterseniz kendimiz, kendi hür düşüncelerimizle birlikte bir gezintiye çıkalım. Varsa etrafımızda “dost” dediklerimize bir uğrayalım. Yeni nesil, yani gençler için dostluğun en hakiki seslenişi; “ Kanka” sözcüğünden başkası değildir…

   Aşağı kanka, yukarı kanka, gel kanka, git kanka,kanka şunu gördün mü?Kanka şunu duydum mu?Onların dünyasına da ne diye biliriz ki?Üzüm üzüme bakıp karardığı,eğitim dediğimiz kurumların sürekli yap-boz hale geldiği bu dünyada onlar da bu tür sözcüklere sığınarak,kendine ciddiyet süsü vermiş,hak edilmemiş rütbeli büyükleri böyle eleştiriyor,onların kara ve baskıcı tutumlarını böyle reddediyor olabilirler mi?

   Mevlana ile Şems’in dostluğu üç yıl sürmüş. Belki de zedelenmemesi için yarıda bırakılmış dostlukların başında geliyordur. Yaşı olgun hale gelmiş insanlarımızla dostluk sözcüğü üzerine durmuş olsak ne duyarız? Bolca

 “ Gerçek dostluk yoktur. Ancak iyi gün dostu vardır.” Diyeceklerini duyar gibiyim. İsterseniz kendiniz dâhil bu konuda bir yoklama yapın!

   Çiftçinin kara gün dostu olarak çok önemli amaç için kurulan Toprak Mahsulleri Ofisi bile bugün çiftçi ile konuşsak, ne kadar dostluktan uzaklaştığını anlayabiliriz. Üretici için kurulan diğer Birlikler; Yağ, Çay, Zeytin geride kalan üretici sayısının her geçen gün azaldığını düşünürsek, onlar açısından da bu dostluklar sorgulanması gerekir…

   Kişisel dostluklarımız ve her zaman kendimizce gerçek dost arayışımızı köksüz bulduğumu ifade etmek istiyorum. Muhteşem bir sözdür o atasözü; “ Ne ekerseniz onu biçersiniz.”

   İster bir köyde, kasabada veya bir şehirde yaşayın, etrafınıza samimiyetle bakıyor, sesleniyor ve dokunuyorsanız inanın bana “Gerçek dost” arama zamanınız bile olmayacak. Bu arayışınız olmayınca, kendinizce ihanete de uğrama olasılığı çok azalacaktır. Birçok yanılgı, acı, hüzün “dost” dediğimiz canlılara gereğinden fazla yük yüklemek veya sevgi göstermemizden ibaret değil midir?

   Şikâyet ederken çok sevgi, çok fedakârlık yaptım! Diyenlerin edebiyattan, felsefeden, tarihten haberleri olsaydı,”çok” sözcüğünü hiçbir zaman kullanmaz ve ihtiyaçları olmazdı, demeyi borç biliyorum…

   Saflık yasası gereği bir sevgi varsa, karşılık da alamasa, bulmasa, ihanete de uğramış olmayacaktır…

   Al gülüm, var gülüm sohbetleri, alış verişleri, birlikteliklerine dostluk demeyi yakıştıramam. Gülüm diye seslendiğiniz vermiyorsa, alamaz da! Alıyorsa, vermesini ister veya beklersiniz…

   Bu güzel, kısacak yaşamın içinde sözcüklerin tama olarak neyi ifade ettiğini, insan denen canlının panzehirinin de felsefe, edebiyat ve tarih biliminde gizli olduğunu kim bilir kaç kez daha yazacağız…

   Hassas, sevgi dolu insancıkların, özellikle okyanuslar gibi duygu yoğunluğu-çokluğu olanların saklı dünyalarındaki taşmış sevgileri, yüce gönülleri, erdemleri de taşıdıklarını bildiğimi, onların ayrıcalıklı dünyalara ait üst insanlar olduklarının da altını çizmek isterim…

 Güven SERİN 

   

                                  

21 Ocak 2025 Salı

MACAR ŞAİR

 

Kamera Güven
Rakoczi Müzesi Tekirdağ

                                          YAZI İNSANLIĞIN BELLEĞİDİR

 ( Macar Şair Balazs Szöllössy )

   Dr.Ahmet Taner Kışlalı 42.Hükümet’in Kültür Bakanı olduğu zamanlarda yüzlerce kitabın yayınlanmasına imza attı. Kültür Bakanlığı yayınlarında kitabın ilk sayfasında bilgiye, öğrenmeye olan derin saygı ve sevgisini şu sözcüklerle dile getiriyordu;

 “ Kitap, insanlığın belleğidir. Zaman içinde her şey unutulabilir. Ama yazıya geçmiş her şey belge niteliğini taşır. Sözü, sonsuzlaştıran kitaptır.”

   Bu sözlerin inancı içinde, bir yazı insanı olarak yazgımın belirlenmesinde gönüllü bir yolcu olarak, yazıya geçmiş, kitaba dökülmüş bir eserimizden bir şiiri, düz yazının engin esnekliği, estetiği içinde tekrar sizlerle buluşturacağım.

   Sözünü ettiğim kitap çok küçük. Ama içindeki şiirler, sözcükler-mısralar, tam da Dr.Ahmet Taner Kışlalı’nın inandığı, bizlere miras bıraktığı felsefe gibi, “ Söz’ü sonsuzlaştıran bir eser…”

   Macar Kültür Merkezi tarafından basılmış. Şehrimize de gelen üç Macar şairin bazı eserlerini de içine alıp, sonsuza adanmış bir eser…

   Janos Terey,Arpad Kollar ve Balazs Szollossy isimli şairlerin en çok etkilenmdiğim Balazs’ın Urfa’da Bir Anlık Sessizlik şiirini ne kadar okusam,o kadar Urfa’nın,içine,kayıp medeniyetlere ev sahipliği yapmış geçmişine gidiyor,bir yerde evrenin içinde yörüngesine oturmamış bir gök cismi gibi dolanıyorum…

   Urfa ile ilk tanışmam 1993 yılında oldu. Yaklaşık 85–90 kişilik küçük uçak Urfa’nın üzerinde inişe geçtiği vakit gördüm o eski, yaşlı şehri. Sıvasız briket yapılardan oluşan evler, orta çağlardaki zamana inen bir uçağın-zaman makinesinin içinde olan bir Trakya insanı…

   Şaşkınlığımı anlatamam… Tanıştığım, Urfa’da yaşayan Ahmet ve Hasan’ın ise belleğimde bıraktıkları o yüksek erdem, terbiye başka yazı konusu olabilecek derinlikteler…

  Macar şair Balazs Szöllössy’de belli ki Urfa’da uzun bir süre bulunmuş. Özellikle Urfa’da güvercin besleyen çok olduğu için, her gün belli saatlerde uçuşa geçen güvercinleri gözlemiş.

   Macar şairin ruh âlemini bu şiiri sürekli didikleyerek anlamaya çalıştım; kim bilir kaç kez. Ülkesinden 2600 km uzaklıkta, çok ama çok eski uygarlıkların izlerinin, soluklarının, ruhlarının dolaştığı, kalmış olduğu diyarlarda bir yerde güvercinlerin uçuşu ve tutsaklığıyla bir bağ kurmak; ancak şair ve yazarların işidir…

   Bugün Göbekli tepe olarak dünya sahnesine çıkan Neolitik zamanlara, bir yerde insan denen canlının söz sanatını henüz yazıya taşamadığını düşündüğümüz uçsuz bucaksız geçmişe kadar uzanır. Göbeklitepe çıkmasaydı, insanın marifetlerini, taşa atmış olduğu izleri ancak 7–8 Bin yılla sınırlayacaktık.

  Bu eski şehir, bu geçmişin hatıralarını taşıyan memleket Macar şair içinde belki de yazabileceği en güzel şiire yaşam hakkının vermiş olduğu bir antik dünyadır.

  Şair, kırmızı toprakları, uzayın bir başka bölgesine benzeyen kırları olan şehrin emek, marifet, inanç kokan sokak ve caddelerinin olduğu mekânda, bir kalem ve bir kâğıda şu dizeleri adeta kazımış;

 “Burada akşamları bir rüzgâr çıkar,

 Tutsak güvercinler kımıldanır-

 Salınır ıssız bozkırda otlar,

 Şahinler boşa arar kelaynakları,

 Güneş kıpkırmızı, ansızın batar,

 Sanki hiçbir şey olmamış,

 Sanki biri birdenbire ışıkları söndürmüş gibi,

 Diner burkaçlanan kum fırtınaları.

  Tutsak güvercinler döner yuvalarına,

 Şehir kaynar, sesler çoğalır,

 Yükselir camilerden ezanlar,

 Sanki hiçbir şey olmamış gibi:

 Çarşılar boşalır çay bahçeleri dolar.

  Burada, bazı geceler uyanırsın davullarla.

 Kim bilir hangi hayaletlerin dansıdır bu,

 Hangi hikâyelere açılır kapıları, kim savaşır

 Uyanmamak için, sabaha davetli bu sesle

 Kim bilir neyle savaştığını, savaşırken.

    Deseniz ki bu şiirin özü-ana fikri nedir? İşte bu iki dize derim dostlar;

 “Kim bilir hangi hayaletlerin dansıdır bu/Hangi hikâyelere açılır kapıları.”

 Güven SERİN 


 

 

 

 

 


18 Ocak 2025 Cumartesi

KADINLARIN TAKILARI

 


İNTERNET

                HER ŞEYİN MODASI GEÇER, TAKILARIN GEÇMEZ

  İster takıların kadınları, isterseniz kadınların takıları olarak sözünü edelim. Takı merakının insanlık tarihi kadar eski olduğunu biliyoruz. En ilkel zamanlarda daha hayvan dişlerinden, kemiklerinden, derilerden yapılan takılar, hiçbir zaman önemini yitirmedi. Aksine günümüzden binlerce yıl öncekinden de önemli, değerli hale geldi.

  M.Ö.4000 yıllarında altın, gümüş ve bronz takıların da üretilir hale gelmesi, bazı takıların sanat eseri haline dönüşüp, kendi eşsiz ve muhteşem öyküleri yazmaya başlaması, takıların dönüşümünü de anlamamızı sağlıyor.

   Truva Antik Şehri ve orada bulunan kadın takılarının yurtdışına kaçırılış öyküsünü ve ününü tüm dünya bilir… Antik şehirlerin yakınlarında bulunan arkeoloji müzelerinde kadın takılarına özel bölümler ayrılmıştır. Hangi ülkeye, şehre giderseniz gidin, gezeceğiniz arkeoloji müzesinde göreceğiniz kadın takıları, muhteşem duruşları, eşsiz el emeği işçiliği ve sanatlarıyla göz alıcıdırlar…

    Balkanlarda, Kafkasya’da gezdiğim arkeoloji müzeleri ve ülkemizdeki arkeoloji müzelerimizde de kadın takıları, birbirlerinden ayrı güzelliğe ve değerlere sahipler. Defalarca görülmesi gereken, o kültürün, onlara ait bu eşsiz dünyanın anlamını kavramak için bir fırsat ve emek, müzelerde takı meraklılarını bekliyor.

   Antik çağlardaki takıların bir başka anlamları vardı; dinsel ve koruyucu amaçlarla üretilmişlerdi. Diyarbakır Çayönü ve Konya Çatalhöyük antik şehirlerinde bulunan takıların özelliği, hem dini, hem de koruyucu amaçlar için olduğu anlaşılıyor.

   Görünen o ki, her şeyin modası geçer ama kadınların takıya olan merakı, düşkünlüğü asla geçmez. Bu moda, kadınlarımız durduğu sürece durmaya, gelişmeye, dönüşmeye devam etse de, yine kadınlarımız boyunlarında, bileklerinde, kulaklarında o gösterişli muhteşem nesneleri sergilemeye devam edecekler…

   Dinsel ve korunma amaçlı çıkılan takı yolculuğunda, artık takılara meraklı kadınlarımız; süslenmek, kendini beğendirmek, kabul ettirmek amacıyla da takı takıyorlar. Takı merakı kadınları inceleyenlerin ifadeleri böyle… Bende katılıyorum…

   Sormak isterim; süslenmenin, kendini sevmenin nesi kötü? Kadın kendi dünyasına takıların katacağı bir faydayı görmüşse ve bundan da besleniyor, mutlu olup huzur buluyorsa; kime ne?

   Bu işi abartanlar yok mu?Varsa var; bunca emeği,birikimi,zenginliği saklayıp da ne bulacak?Bunun yerine hangi düğüne giderseniz gidin,o gecenin yıldızı veya en gösterişli takı takmış kadını eşsiz bir şekilde takılarıyla en az Sümer,Hitit,Mısır kadını kadar gösterişli bir gece yaşayacak ve yaşatacaktır.

  Kolları dolduran takıların genişliği her geçen gün artıyor. Çünkü ticaret denen takı dünyası; arz ve talebi çok sever ve iyi bilir. Son gitmiş olduğum düğünlerde gözüme ilişen birkaç Mısır kadını görüntüsü içindeki Türk kadınları, parmaklarını, kollarını takıyla öyle bir doldurmuşlar ki, boyunlarındaki kolyeleri üst üste takarak ayrı bir moda, takı sergilemesini de başarmışlar.

   O düğünde, sadece bir kadınımızın boynunda, üst üste takılmış beş tane altın kolye gördüm. Öyle saydım. Kollarındaki bileziklerin değerini, güzelliğini, ışıltısını saygıyla selamlıyorum.

  Bu değerli takı merakı, hiç bitmeyecek; bellidir. Fakat biraz düşününce, kendini iş yaşamına, bilime sanata veren kadınlarımızın bu ışıltılı, zengin gösterişli takılardan biraz uzak kaldığını da görüyor, izliyorum.

  Takı seven veya sevmeyen kadınlar, hatta erkekler diye hiç kimseyi ayırmadan bu konudaki merakımı dile getirdim. Daha fazla detaya girip zülfüyare dokunmadan takı sanatına ve merakına en derin saygılarımı yolluyorum.

 Güven SERİN 

  

  



17 Ocak 2025 Cuma

YAŞLILARI SEVMİYORUM

 

İNTERNET

                                          YAŞLILARI HÂLÂ SEVMİYORUM

    Kitabını bir masal algısı içinde yazan ve yazdıklarını roman ile gerçek arasında bir eser olarak tanıdan 83 yaşında Kuzey Amsterdam’da bir yıl boyunca bir huzurevinde kalan Hendrık Groen, yaşlıları niçin sevmediğini, kendi yaşlılığını da ironi bir dille anlatarak dikkatleri çekiyor.

   Hep söyleriz ya, yaş almış, yaşı iyice ilerlemiş insanlar çocuk gibidir, diye. Ama bir çocuğa gösterdiğimiz tahammülü, şefkati nedense çevremizdeki yaşlılara göstermekte zorlanırız! Niçin acaba?

   Kuzey Amsterdam’da kalmış olduğu huzurevinde yapmış olduğu gözlemleri, Handrık Groen’in gözünden okuyalım;

 “ Yeni bir yıl. Yaşlıları hâlâ sevmiyorum. Yürütecin peşinden ayaklarını sürüyerek yürüyüşleri, yersiz sabırsızlıkları, bitmeyen şikâyetleri, çayın yanında yedikleri kurabiyeleri, inleyip sızlanmaları...”

  Sanıyorum, sevilmeyen yaş almış, ileri yaşlara ulaşmış insanlar değil; sürekli şikâyet edip, yaşlanmamış insanları bir yerde bıktırma aşamasına gelen, belki de beden ve ruh bütünlüğünün yanında genel kültür olarak kendi deneyimini ileri seviyeye getiremeyenler, dersek dana anlamlı olacak…

   Kendi kendine yeten, bin bir deneyimin içinde, kendi bilgeliğini oluşturmuş bir insan-yaşlı nasıl sevilmez? Deneyimlerini, birkaç yudum kurgu, felsefe, edebi dille aktaran bir insanı dinlerken onun ağzının içine kim bakmaz?

  Dikkat ederseniz, yaşı ilerlemiş veya hastalıklarıyla uğraşan tanıdık veya yakın çevremizdeki akrabalara; “ Nasılsın?” derken, hemen şu sözü de söylemiyor muyuz; “ Daha iyisin, değil mi?”

  Çevremizdeki insanların daha iyi olmasını isterken, aynı zamanda acı çekmemelerini de istemenin en güzel yaşamsal, sosyal arzuları değil midir bu sözcüklerin altında yatan duygular? Aynı zamanda, sızlanan, sürekli kendini öne çıkartan insanların, yoğun ağırlıklarından da kurtulma, kaçma çabaları, onlardan doğan yıpratıcı dalgalardan kaçınmak olabilir mi?

   Dünya Sağlık Örgütü, insanın daha dinç, daha neşeli yaşaması için temel uyarılar yapmıştı.

1-Sağlıklı Beslenme

2-Hareket

3-Stres Yönetimi

  Hiç lüks olmayan öneriler… Midemizi de, ruhumuz ve zihnimizi de abur-cubur lardan kurtarıp, sadece yürüyüş sporuyla dahi yaşamın içinde kalabilenlerin alınlarından öpüyorum. Onların ileri yaşlarda olmalarının hiçbir önemi kalmıyor; yeter ki kendi yatırımlarını, kas ve zihin dermanlarını koruyup kollayarak, yaşamın içinde diri kalma aşkına; yaşam sanatına inanmış olsunlar…

  Sorsanız; “ İstediğiniz en lüks yaşam nedir?” derseniz:

—Bedenen, ruhen ve zihnen sağlıklı kalabilmek, yetebilmek kendi kendime ve yanıma gelenleri kaçırmamak, korkutmamak demeyi evrensel bir borç bilirim…

 Güven SERİN 



15 Ocak 2025 Çarşamba

AHMET KURT: ŞOFÖR AHMET

 

Kamera; Güven 

Kamera; Bülent

                              ŞOFÖR AHMET: AHMET KURT AĞABEY

   Ahmet Ağabey ile tenis sporuna gönül verdiğim yıllarda tanıştım. Tekirdağ Gençlik ve İl Spor Müdürlüğü tenis kortlarına ne zaman gitsem, Ahmet Ağabey, Kamil Ağabey oradalar. İki yakın köylü, iki arkadaş. Karakterleri birbirine çok zıt olsa da, artık “Yaş Kemale erdi” felsefesi içinde oldukları için, örnek arkadaş görünümü içindeydiler.

   Ahmet KURT Ağabey merkez köylerimizden Yukarıkılıçlı doğumlu olduğunu her zaman söyler, kente yaşayan bir insanın ve şoför merakı içinde tanıştığı her insana; “ Nerelisin?” demeyi kendisinde borç-mecburiyet hissederdi.

   Birçok şoförde olduğu gibi onda da anlatılacak o kadar çok öykü vardı ki, yeter ki dinlemeye zamanın olsun… Bir benim nereli olduğumu, nerede doğduğumu öğrenemedi; yaşarken…

   Şimdi söyleme zamanı; Ahmet Ağabey’i büyük saygı ve derin bir sevgiyle anarken; Paşaköy/İpsala/Edirne diyarında, Meriç Nehri sularının Ege ile buluştuğu diyarlara yakın ve esintisi bol bir yerde doğduğumu…

   Batı Pınar Sokak’ta bahçeli evinde oturuyordu. Ağzından hiç eksik olmayan sigarası, tenis kortlarının hemen dibindeki bahçeli evinin yeşile adanmış şenliği onun da yüzünden eksik olmazdı.

    Babacan lafını fazlasıyla hak etmiş; eşi öldükten sonra da AİLE kavramına sımsıkı sarılmış, kendince kırmızıçizgileri fazlasıyla olan bir insan; ŞOFÖR AHMET KURT, Yukarıkılıçlı doğumlu.

  Şoförlükten emekli olalı çok olmuş. Kendini eğlemek, şoförlükten kalan neşeli hissiyatı tenis kortları bahçesinde yaşamak, onun en bildik, en istikrarlı davranışları, yaşam şekli haline gelmişti. Oranın görevlisi olsa o kadar büyük sorumluluk hissetmez, benimsemezdi; her türlü zevkli oyunların oynandığı, mücadelelerin yapıldığı kortları…

 Kimin kiminle maç yapıp, kimin yendiğini çok iyi bilirdi. Birisi hakkında özel bir haber ancak onun bilgisi ve size güvenmesi halinde saf halde yansırdı kulaklarınıza ve düşüncelerinize.

  Sigarasını eksik etmediği gibi neşesini de, gözlemlerini de hiç eksik etmezdi. Bir yazar olsaydı, belki de en güzel öyküleri, düz yazıları o yazacaktı… Telefonlarımız vardı birbirimizde. Önce gelirsem, onu kortlarda görmemiş isem, telefon eder geldiğimi bildirirdim.

  Çay, sohbet derken, şoförlüğün bir sürü deneyimini anlatmaya başlardı. Sözünün ve nazının geçtiği kişilere şaka yapmayı çok sevdiği gibi; “ Bu çingeneyi tanıyor musun, bu filanca köyden” derken, yine gülümserdi. Çingene sözcüğü onun için sırdaşlık, arkadaşlık, dostluk misaliydi. Bir küçümseme, bir ayrıcalık değildi seslenişindeki niyeti…

  Bir gün “ Şoför Ahmet öldü” dediler. Doğanın doğal dengesi saydığımız, kabul etmek mecburiyetinde bulunduğumuz ölümlerden…

   Emri olan yaratıcının ölümlerden birisi daha yaşanmıştı. Batı Pınar Sokak’ta bahçeli bir evde, tek başına bir aile görevi, sorumluluğu ve istikrarı içindeki Ahmet Ağabey, tenis kortlarıyla birlikte, sigarasını, neşesini, arkadaşlarını, dostlarını bırakıp gitmişti…

  Mekânlar insanlarıyla güzel ve değerlidir. Neredeyse her gün uğradığımız, maçlar yaptığımız yerlere, maç yapmazken de gitmemizin belli amacı sadece spora, sporculara yakın değil; Ahmet Ağabey, Kamil Ağabey gibi tanıdık yüzlere, aydınlık ruhlara; “ Merhaba” birkaç çay içip, birkaç yudum söz etmek demek- miş; kaybedince onları, ne çok şeyler eksiliyor bizden ve mekânlardan; Tekirdağ’dan…

 Güven SERİN 

  





14 Ocak 2025 Salı

HATİCE SERİN: GÜZ BÜLBÜLÜ

 

Kamera; Güven

Kamera; Güven

                                                    GÜZ BÜLBÜLÜ

Ötüyor hiç ara vermeden

Gözleri, kalbi, umutları mavi

Güz mevsimi sanıyor Zemheri zamanını

Şakıyor, gençlik mevsimleri gibi

Davet ediyor insanları; insanlara

Ötüyor hiç ara vermeden

Gözleri, kalbi, umutları mavi

Bir güz bülbülü,

Dokuyor ilmek ilmek;

Elleri, yüreği, düşleri mavi

Mevsim Ocak on üç

Gün Salı’dan bir önceki

Dışarıda saf beyazlık;

Geceden kalan.

Biraz ötede bir kadın

Seviniyor küçük şeylerin mavi bakışına

Hemşire diyor;

Geliyor odasına

Seviniyor, hastanenin temiz oluşuna

Sanki tapusunu almışçasına

Gülüyor; gözleri mavi, yüreği,

Umutları, düşleri masmavi…

 13 Ocak günü annem HATİCİ SERİN için yazıldı. Bugün NKÜ Hastanesine yarınki ameliyat için yattı. Ona adanmıştır…

   Ameliyatında emeği geçen BÜTÜN sağlık personeline en içten saygı ve minnet duygularımı ifade etmeyi borç biliyorum…

 Güven SERİN

 

 

 





SMA HASTALARI ve YAKINLARININ ÇIĞLIKLARI

 

İNTERNET


                            SMA HASTALIĞI ve YAKINLARININ ÇIĞLIKLARI

  Gündemden düşmeyen, özellikle SMA hastalarının yakınlarının feryatları, çığlıkları yüreklerimizi tekrar tekrar yaralıyor! Niçin? SMA hastası olmak niçin bu kadar önemli ve korkuluyor?

   SMA hastalığını bu işi bilen bir uzman doktora sorsak; “ Çok ciddi bir hastalıktır” diye yanıt vereceğinden şüphem yoktur.

   SMA hastalığı ve tedavisi çok pahalı olması yüzünden kim bilir kaç bebeğimiz, evladımız annelerinin gözyaşları içinde doymadan uğurlandılar. Kendi yavrusu için sonsuz imkânları dile getiren, öncelik olarak belirleyen bu işi çözecek kabiliyeti olan insanlar-İNSANLIK ve yöneticiler; bir türlü bu kadar can yakan, yürek sızlatan SMA hastalığına derman olamadılar.

   Nasıl olsa dünyada, ülkemizde insandan bol ne var! Bu mantık sayesinde, kendimizin dünyasına daha çok sokulmak, çevremize daha uzak kalmak, aslında kendi evlatlarımızın da geleceğini karartmaktan başka bir şey değildir.

   Toplumun bir yerleri kanıyor, sancılar içinde kıvranıyorsa; inanın bana, eninde sonunda o toplumun sağlam tarafları da aynı hastalığın pençelerinden kurtulamayacaktır…

   SMA hastası olan bebekler, henüz bunu kavrayacak iradeye, yaşamı kucaklayacak duygulara sahip olmadan, zalim hastalığın dişleri arasında eriyip gidiyorlar. O bebeğin en ufak bir suçu dahi yok. Anne ve babadan aldığı hastalıklı genler suçlu olduğu halde, yüreklerimizde ve zihinlerimizde kalıcı-istikrarlı bir şefkat uyanmıyor!

   SMA hastaları için sıklıkla düzenlenen kampanyalar kaç bebeğe çare oluyor? Ne bilen var, ne duyuran, ne de takip eden…

   Bazen damlaya damlaya göl olur ama göl olana kadar geçen zaman, o bebek için belki de çoktan ölüm fermanı imzalamıştır bile…

   Zamanında gelmeyen şefkat, merhamet, adalet masum bebeklerin ölümünden sonra gelmesi, en kötü insanlık senaryosu değil midir? Dünyada 10 bin kişi içinde 1 kişide ortaya çıkan SMA hastalığı, ülkemizde ise 6 Bin kişi içinde 1 kişi olarak biliniyor. Dünyaya göre daha yüksek…

  SMA hastalığı denen hastalıklı gen, SMA hastası bebeğin normal gelişimini engeller. Yani bir yerde insan neslinin devamına karşı bir ürkütücü duruş sergiler. Bebekte kas bozukluklarıyla birlikte yardım olmadan ne oturması, ne de yürümesi mümkündür. Kısacası, anne ve babasının gözleri önünde erimeye başlayan bir ses, bir soluk ve bir gül goncası.

  SMA hastalığının bazı çeşitleri o kadar acımasız ki, hastalığa yakalanmış bebeğin nefes alma kaslarında bile sorunlar vardır. En temel olan ve en kolay alınan o yaşamak için vazgeçilmez denen soluk, o küçük bebek için çok zordur.

    Bizler ise her gün milyonlarcasını alıp verirken, gerideki sesleri, direnenleri, inleyenleri, yalvaranları çoğu zaman görüp görmeme eylemiyle birleştirme alışkanlığı içinde uygar ve çağdaş bir kalp ile yolumuza gitmeyi bir borç biliyoruz.

  Doktorlarımızın bilgileri doğrultusunda, farklı SMA hastalıkları olduğunu öğreniyoruz. Bazı SMA hastalarının ilaçlarının karşılandığını da biliyor ve bu konuda huzurluyuz…

  Ya ZOLGENSMA denen çok pahalı olan ilaç? SMA hastası, bebeği olan bir aile çocuğu 6 ayı geçmeden belli kiloyu almadan önce bu ilacı alması, bebeğine verilmesi gerekiyor.

   Orta halli bir ailenin dahi bu ilacı alması mümkün değilken, yoksul bir aile SMA hastası olan yavrusuna bu ilacı alamamanın ezici ağırlığı altında nasıl bir duygu helezonu içine girdiğini sizler tahmin edin!

   Kısacası siz sevgili, şefkat dolu dostlarım; SMA hastalığı denen canavar, el attığı bebeği, zamanında tedavisi yapılmasa öldürüyor. Ama öldürmeden önce can çekiştirerek tüketiyor…

  SMA hastalarının sadece ilaçları değil, diğer diğer ihtiyaçları da kadim milletimizin sahip çıktığı, yaşattığı DEVLETİMİZ tarafından karşılanmalıdır. Bu işin AMA ve FAKAT mazeretleri olamaz…

   Çocuklarımız, bizim geleceğimiz ise, bu vatanın kurulmasında sadece bir bölge değil, vatanın her karışı önemli, felsefesiyle atalarımız büyük fedakârlıklar yapmışsa, bütün çocuklar, önemli ve değerlidir sloganını acilen eyleme, yaşamları kurtulan SMA hastası bebeklerin annelerinin gülümseyen yüzlerine muhtacız; ihtiyacımız var…

Güven SERİN 




11 Ocak 2025 Cumartesi

TAŞ YERİNDE AĞIRDIR

 

İNTERNET

                                                 TAŞ YERİNDE AĞIRDIR

( Yalnızlık, Düşüncenin Tapınağı )

   Kim bilir kaç yüz, bin yıl önce toplumların yaşam tecrübelerinden süzülerek gün yüzüne çıkmıştır atasözleri? Sanıyorum bugüne katacakları bir şey kalmadı, yepyeni bir dönüşüm toplumsal yaşam tarzları 21.yüzyılın dünyasına damgasını vuracak gibi…

   Herkes kendi tapınağını, eşsiz yalnızlığını kovalama peşinde. En kalabalık şehirlerde, en lüks yerleşim ve eğlence yerlerinde bile bir yandan birilerinin “Beğenme” onaylama dokunuşlarına muhtaç halde; bedenlerimizle birlikte ruhlarımız bile şaşkın neşenin, eğlencenin burgacına tutulmuş gibi; “ Ben buradayım! Ben yaşıyorum! Ben canlıyım!” diye bağırıyor ama sesini, sesimizi duyuramıyoruz…

  Kadın kuaförü olarak tanıdığım beyefendiyi otobüs durağında görüp selam verdim. Çok dalgındı; selam veren kişiyi-bana iyice, dikkatlice baktıktan sonra selama karşılık selam verdi. Birkaç yıldan bu yana işyerini kapamıştı. Sanıyordum ki artık emekliliğin tadını çıkartacak. Meğer İngiltere’ye yerleşmiş. Şaşırdım, duyunca.

—Artık orada mı yaşayacaksın? Sorusuna:

—Fransa’da da olabilir. Orada küçük oğlum kalıyor. Bir evimizde orada var.

—İngiltere’de rahat mısın?

—Dört saat çalışıyorum. Kazancımız fazlasıyla yetiyor. Oradaki yaşam, huzur, planlama ve şehirlerin altyapısı çok iyi. Ama daha çok Fransa’da yaşamayı düşünüyorum.

    Görünen o ki, yetenekli insanlarımız tıpkı doktorlarımız gibi bir bir Avrupa şehirlerinin yollarını tutuyorlar. Yıllar önce Fransa’da yaşarken Türkiye’yi, Tekirdağ’ı tercih etmiş yaşı da dinlenmeyi hak edecek hale gelmiş olsa da tekrar ülkemizde yaşanan kargaşadan kaçan insanlardan birisi de tanıdık kuaför olmuş.

   Beş on dakikalık bu sohbet karşısında ne diyeceğimi bilemedim. Paradan, kazançtan, Avrupa’ya gidip yerleşmeden yana hiçbir sorun yaşamayan Tekirdağlı kuaför tanıdık, bütün bunları bana anlatırken mutlu bir insan yüzü taşımıyordu. Oradan oraya savrulmanın, cennet diye kabul edeceğimiz yerlerin de bir bedeli olmalı…

   Aynı dili konuşup, ortak sevinç ve kederlerle yoğrulmuş ve içinde doğup büyüdüğümüz toprakların bir yerde sinesinden kopmuş olmanın sevinci de buruk oluyor. İsterseniz gittiğiniz ülkede her şey fazlasıyla iyi olsun. İsterseniz bir gram dahi endişe yaşamıyor olmak, yerinde değer ve anlam bulmuş bir insanın birkaç tanıdık ile tatlı bir gün ışığında, serin bir gölgede edeceği sohbet, ülkesinin dışında her yerde gizli bir gurbet soğukluğu hissettirmeyecek mi?

   Tanıdık kuaförün konuşması, duruşu, yüzünde taşıdığı durgunluğu görünce, birçok insanın yurt dışında yaşama sevincinden eser olmayışı, belki de onun bunca yıldan sonra, farklı ülkelerde bulunma olgunluğu, deneyimi de olma olasılığını da hesaba katmadan edemedim.

   Artık; “ Taş yerinde ağırdır.” Sözü, dönüşen, değişen dünya insanları için söylenmeyip Babil, Asur, Sümer, Mısır, Roma uygarlıkları gibi belki de tarihin çok uzak diyarlarında, kuytu köşelerde, serin ve loş kütüphane kitapları tozlu raflarında saklı kalacak…

   Ta ki bir başka antik dünyalardan bugüne ulaşmış bir sözün sahici olup olmadığını sınayan zamana kadar;

   “ İnsan, her geç, eninde sonunda başladığı yere geri döner.”

   Şu notu da düşmeden edemeyeceğim; evrim denen bu büyük, muhteşem süreç, sadece canlıların değişim dönüşümünü sağlamıyor. Muhtemelen, biz canlıların toplumsal ilişkilerini, kültürel algı ve tercihlerini de etkiliyor.21.yüzyıl böyle bir zaman…

  Gelişmiş ülkeler hiç durmadan yaşlanan nüfusları, boşalan kurumları ve şehirleri, ülkeleri adına, boşluğu doldurmak için; çalışan, çalışkan, üreten sadık insanları çağırmaya, onlara cazip fırsatlar sunmaya devam edecek…

   Önce köylerimiz, sonra kasabalarımız, derken şehirlerimizin boşalmasına, bu boşluğu mültecilerin dolduracağı ve doldurduğu zamanların şahitliğine hazır olmalıyız…

Güven SERİN 


8 Ocak 2025 Çarşamba

TEL ÖRGÜLER İÇİNDEKİ ADAM

 

İNTERNET

Yazıma konu olan beyefendi fotoğraf çektirmek veya

çekilenleri paylaşılmasını istemediği için saygı gereği
fotoğraf adına en ufak bir paylaşım olmadı...

                            TEL ÖRGÜLER İÇİNDE BİR ADAM

  Günün sona erip, güneşin diğer yarım küreye iyice süzülüp gitmesine en fazla 1 saat var. Kemer Çıralı Yanartaş bölgesine olan yolculuğum bitmiş geri dönüyordum. Sırtımdaki çanta yorulan gün gibi tatlı bir yorgunlukla omuzlarıma dağıtıyordu hissedilen bütün yükleri…

   Dönüş yolunu aynı yerden değil de Çıralı’nın arka sokaklarından yapmak istedim. Birbirinden güzel bahçeleri daha yakından izlemek ve o bahçelerin dar yollarında belki de kaybolmak için…

  Yanartaş yolundan Çıralı yoluna saptığımda çok geniş bir arazi üzerine kurulu tek katlı evin bahçesinde gördüm; sandalyesine kurulup, yakındaki ağaca asmış olduğu radyoyu dinleyen yaşlı adamı. Canının sıkıntısı bahçenin, hatta Çıralı’nın, Antalya Bey Dağları’nın her tarafına yayılmış gibiydi.

   Ekonomik durumu çok iyi olup da Antalya bölgesine, herhangi turistlik doğa harikası olan bir yere gelen, yerleşen çok kişi var. Özellikle İstanbul gibi devasa şehrin gürültüsünden, şamatasından bıkmış olan varlıklı insanlar Çıralı gibi yerleri tercih ediyorlar. Bir yazlık veya otel, pansiyon veya sürekli yaşacakları bir yer satın alarak doğanın, doğallığın içine sokulmak, soluk alıp vermek istiyorlar.

   Bilinen ve tecrübe ettiğim bir gerçek; yaşanan yer cennet bile olsa, aynı eylemler içinde kalınıyorsa, o meşhur CAN SIKISI başlar. Kim bilir kaç milyonluk arsası ve evinin yakınında günü geceye bağlamaya çalışan yaşlı adamın düştüğü durum da buydu…

   Sesimi duyurmak için birkaç kez seslendim yaşlı adama. Heyecan içinde ayağa kalkıp bulunduğu yerden 15–20 yürüyerek yanıma geldi.

—Yanartaş civarından mı geliyorsun, deyince;

—Evet, şimdi de otele dönüyorum. Sizin bahçede kendinizden geçmiş bir halde müzik dinlediğinizi ve yalnız olduğunuzu görünce tanışmak istedim.

—Hoş geldin. İyi etmişsin. Gerçekten de hep yalnızım… Buraları yaz olunca kalabalıktan geçilmediği vakitler de hep yalnızım ben.

   Babadan ve anneden kalan büyük miras ve İstanbul yıllarından sonra bir yerde buraya “ Son durak” diyor. Gelinen son durak… Neler yapıyorsun, doğru dürüst bahçen de bakımlı değil, sözlerim karşısında;

—Her şeye bıktım sanki… Buradaki güneş, dağlar, biraz ötemdeki Akdeniz bile beni heyecanlandırmaya yetmiyor artık…

   Misafire belki de laflayarak biraz da olsa can sıkıntısından uzak kalacak bir yoldaşa verdiği değerden ötürü, konuşurken bile bir yandan az ötede yanan otun ateşinin kenarına çaydanlığı sürdü. Ondan önce de birer kahve içeriz, diyerek kahve hazırlarken diğer ikramlarını çıkarmaya başladı.

  Radyodan yayılan türküler, ağır ağır çöken geceye yakışır halde, insan denen canlının kendini yarı gurbette hissettiği bir zamanda daha çok tesir ediyor. Ruh âlim, yalnızlıkla iyice örtülü, bir yerde yaşamın içindeki insanlara yarı küsmüş adamın tesiri altına girer gibi oldu. Eninde sonunda herkesin sokulacağı o büyük evrensel yalnızlık…

  Her taraf yemişle, yeşillikle kaplıydı. Kış ayları başlamış olsa bile buradaki yaşam; portakal, mandalina, limon bahçeleri; kendi dinginliğini ve ılıman görüntüsünü yaratmıştı. Hiçbir görüntü adama tesir etmiyordu. Onun ifadelerindeki gibi; zaman çarkı bir türlü geçmiyordu. Çünkü onu sadece zihni ile çevirmeye çalışıyordu.

   Bilenler bilir; zaman çarkını; düşünce, zihin gücüyle çevirmeye kalktığınız vakit, Tolstoy’ın anlattığı zamansızlığa yaklaşabilir ve o zamansızlığın içinde kaybolabilirsiniz…

   Tel örgüler içinde bir yerde kendini hapsetmiş, neredeyse bütün canlılardan uzak kalmayı terci eden, zorunlu olmadıkça hiçbir yere gitmeyen adam; yıllar önce okuduğum efsanedeki gibi, ölümsüzlük ile cezalandırılmış bir kralın durumuna düşmüş gibiydi. En sonunda kral, ölmek için yalvarıyordu; inandığı yaratıcı güçlere…

Güven SERİN 


7 Ocak 2025 Salı

ARZUHALCİ HASAN DAYI

 


                       ARZUHALCİ HASAN DAYI’NIN KÖŞESİ HEP BOŞ

   Arzuhalci Hasan Dayı bu dünyadan ayrılalı neredeyse otuz yıl olmuş. Kamudan (ADLİYE) emekli olunca, dilekçe yazmaya başlamıştı. Orta Cami’nin Mimar Sinan Caddesi köşeciğinde, büyük bir disiplin içinde kendince görev bellediği dilekçe yazma işini en iyi şekilde yapardı. Eski bir daktilosu, ahşap bir masa ve sandalyesi, taş cami köşesi, onun her yanı açık ve bilinen mekânıydı.

   O’na gidenlerin çoğu onu tanıyan insanlardı. Dilekçeye ihtiyacı olanların ister parası olsun, ister olmasın; Hasan Dayı seferberlik emri almış bir asker gibi, bildiği, inandığı davanın şaşmaz neferi gibiydi.

   Tekirdağ günü, geceye doğru ilerlemeye başladığı akşamüstü işini bitirir, Hükümet Caddesi, Peştemalcı Caddeleri esnaflarıyla selamlaşarak evinin olduğu yere dönerdi. Evi, Tintinpınar Caddesi kuzey yönü Çeşme Sokak üzerindeydi. Yanılmıyorsam 2–3 katlı bir ahşap ev. Karısına sormadan köşede bulunan markete uğramazdı.

  Yorgun ama bir o kadar zafer kazanmış bir kumandan gibi girerdi marketten içeriye. Selamı o daha içeriye girmeden alınır, alacağı bir ekmek ve küçük bir yoğur siparişi vermeden önce, tarihin, milli şuurun içine girer; Mustafa Kemal ATATÜRK ve Cumhuriyet sevdası tüten ruhundan dökülen sözcükler neredeyse 15–20 dakika sürerdi.

   Bu konuşmalarda, bir yerde söylevlerde neler yoktu ki; Plevne Savunması, Büyük kahraman Gazi Osman Paşa, Namık Kemal, Selanik, Sofya, Gelibolu Anafartalar, Arıburnu’dan Kurtuluş Savaşı ve hiçbir zaman eksik olmayan o dâhinin ismi ve anıları Mustafa Kemal Atatürk, zamanları sanki daha yeni yaşanmış gibi taze ve duygulu anlatırdı.

    Ses tonu anlattığı olayın önemine göre kimi sıradan ve nazik, kimi de tam da savaş alanında askerlerine “İleri: -Ben size taarruzu değil, ölmeyi emrediyorum!” felsefesine uygun bir halde kendinden geçerdi.

    Yakın tarihimizi, bir milletin kaderini anlatan öykülerin tam manasıyla, bütün ruhuyla içinde ve yaşıyordu. Bütün tarihi iyice belleğine kazımış, kendini Türk hisseden herkesin sahipleneceği, duygulanacağı biçimde, şiirsel, anıtsal ve destansı bir dille, iyi anlaştığı market sahibiyle paylaşırdı. Akşamüstü telaşı içinde markete gelenler de tiyatro izleyicisi ciddiyeti içinde neredeyse her akşam bu söylevlere şahitlik ederler, tebessüm ve saygıyla Hasan Dayı’ya selam verirlerdi.

   Bazı akşamlar Hasan Dayı sıklıkla dile getirdiği tarihin içinde, sözlerini sonlandırmadan önce Plevne Marşı’nı söyleyerek ayrılırdı. Sanırsınız o orada ve onurlu bir başın, yenilmiş tarafında da olsa, galip bir ruhu ve bedeni taşıyan asil bir milletin evladı, komutanı, ebediyete kadar anılacak bir inanç içinde başlardı söylemeye;

 “ Tuna nehri akmam diyor

  Etrafımı yıkmam diyor

  Tuna nehri akmam diyor

  Etrafımı yıkmam diyor

   Şanı büyük Osman Paşa

  Plevne’den çıkmam diyor

  Düşman Tuna’yı atladı

  Karakolları yokladı

   Osman Paşa’nın kolunda

  Beş bin top birden patladı “

   Mimar Sinan Caddesi üzerinden, Orta Cami’nin köşesinin yakınından ne zaman geçsem; oradaydı Hasan Dayı.

   Gazi Osman Paşa’nın yüce ruhuyla, Mustafa kemal Atatürk sevdasını iyice yoğurmuş Hasan Dayı’nın dimdik duruşu; aba pantolon ve uzun eski pardösü üstünde. Gülümsüyor; başında kasketi, büyük acılar çekmiş bir milletin yürekli evladı olarak…

 Güven SERİN 

 



6 Ocak 2025 Pazartesi

BEN EVDEN KAÇTIM

 

                                                    BEN EVDEN KAÇTIM

  Evden kaçtım ben.

Kapalıydım önceden.

Öyle istiyor sevdiğim ve babam.

Bir süzülüş,

Körpe gözyaşları…

 Bir el uzanıyor,

Islaklığın hissiyatına

Duygulandım müziği duyunca.

Evleniyor bugün o…

 Kim?

Üç yıl birlikte olduğum oğlan.

Oysa bitmedi sevgimiz.

Ben, ben değilim artık…

 Kapalıydım önceden,

Şimdi açık…

Aynı mahallede yaşıyoruz

Katlanamam buna

Kaçtım, mahalleden,

Beni örseleyecek her şeyden…

Yaşın?

On sekiz…

Gözlerin kocaman ve siyah

Tenin beyaz ve aydınlık

Sevgiye dokunmuşsun

Bırak öyle kalsın

 Küsme kendine, tenine

Ve seni sen yapan ruhuna

Yüzleş gerçeğin kendisiyle

Kanma sevgisizliğin art niyetine.

 Bir ana, bir sevda dilleniyor

Kanma gururuna

Kaçma kendinden

Yaşama tutun dört elle Tuğba

Yaşam, sevginin seçenekleriyle dolu…

15 HAZİRAN 2015

 Not; Bir vapur yol alıyor, yaşama akan bir yaşanmışlık; on sekiz yaşında bir kız ‘Tuğba’ ile aramızda geçen bir diyalog…

 Güven SERİN 

 



4 Ocak 2025 Cumartesi

ŞÖHRET TUTKUSU

 

Güzel Cahide Sonku


Muhteşem Marılyn Monroe

                           BAŞ DÖNDÜRÜCÜ ŞÖHRET TUTKUSU

   Şöhret denen şeyi kolay kolay kimse elinin tersiyle itemez. Bir şekilde “ünlü” olayım da ödenecek ne bedel varsa öderim diye milyonlarca insanın sonsuz umutları yarı yola bile ulaşmadan sonlanmıştır.

   Sanırın, ölene kadar savunup söyleyeceğim bir söz; “ Bu toplum, sade yaşamı, yoksulluğu, ezikliği kabul eder de, bir türlü zenginliği hakkıyla, huzuruyla yaşayamaz-beceremez.”

   Her zamanki gibi; “Sözüm meclisten dışarı…”

   Şöhret olup, muazzam ün yapıp da sonları trajedi ile biten iki kadını saygı ile anacağım. Marılyn Monroe ve Cahide Sonku…

   Şimdi sizi şöhret merakı olan genç bir kızla, olgun yaşa gelmiş bir yazarın konuşmasına davet ediyorum. Genç Kız:

—Kusura bakmayın ama başarınız iyice şımartmış sizi! Yazar:

 —Hangi başarıdan söz ediyorsun? Kendimi kesinlikle beğenmiyorum. Ayrıca yazar olduğuma sevindiğim filan yok. Asıl sevdiğim şeyler şu göl, şu ağaçlar, şu gökyüzüdür… Doğanın güzelliklerini duyumsuyorum, doğa ana tutkularımı kamçılayıp yazmak için önlenemez bir istek veriyor bana.

 Genç Kız: Çalışmaya kendinizi o kadar kaptırmışsınız ki, ne gerçek değerinizi anlamaya vaktiniz var ne de böyle bir isteğiniz. Ben sizin kadar büyük bir yazar olsam bütün varlığımı topluma adar, aynı zamanda da onların mutluluğunun benim büyüklüğüme erişebilmek, beni görkemli zafer arabasıyla taşımak olduğunu bilirdim.

Yazar: Zafer arabasıyla taşımakmış! Yoksa ben Agamemnon muyum?

Genç Kadın: Her şeyin acısına dayanır, sadece şöhret olmayı isterdim… Gerçek baş döndürücü şöhret! Of başım dönüyor!

   Yukarıda geçen konuşmalar; genç kız ile yazar arasında geçse de Anton Çehov’un Martı isimli oyunundan aldım.

   Şöhret olmayı, olmuş olanın bıkkınlığını çok iyi anlatıyor. Yukarıda sözünü ettiğim iki isme; Marlıyn Monroe ile Cahide Sonku’nun şöhret yaşamları; sıra dışı sonlarını hiçbir şekilde acıyarak bakma hakkına sahip değiliz. Sadece anlamaya çalışmalıyız; şöhretin ne olduğunu…

   Genç yaşamlarında şöhrete, maddi zenginliğe kavuşmuş olsalar da, şöhreti yönetmek, tıpkı zenginliği yönetmek gibi çok ayrı bir deneyim, tecrübe olduğunu da anlatıyor; onların sonları…

   Her iki kadın; yaşamları, sonlarıyla, farklı ülkelerde olsalar da, tüm şöhret düşkünlerini, düş kırıklığına uğramış ve uğrayacak olanları ilgilendiren çok değerli anıları, eğitime, öğretime dönük muhteşem zengin fikirleri de geride bırakıp gittiler.

   Ünlülerin en büyük mirası, sadece eserleri değildir. Yaşamları da büyük birer mirastır. İnsanlığa, okumaya, öğrenci olmaya adanmış herkese bırakılmıştır.

  Marılyn Monroe’nin günlük tuttuğu defterinden küçük bir notla sonlandırıyorum yazımı;

“ Bu işkenceyi neden çekiyorum? Ya da kendimi neden başkalarından aşağı görüyorum!”

   Edebi dünyaya, bize sunduklarına ne kadar çok şey borçluyuz…

 Güven SERİN