28 Ekim 2016 Cuma

EN BÜYÜK BAYRAM 29 EKİM


Efendiler;bu Cumhuriyet tesadüf eseri değildir!
Efendiler;gar dolabınız için kılı kırk yararken,
bu ülke için de biraz daha "yeterli" olmayın
deneyin...Ülkesini sevmek,evrensel düşünmeyi,
iyi,ilerici olmayı engellemez;tam aksine
besler..



                                   EN BÜYÜK BAYRAM; 29 EKİM



29 Ekim 1933’te Mustafa Kemal Cumhuriyet’in 10. Yılın Kutlama mesajında böyle başlar;


“ Cumhuriyetimizin 10. Yılını doldurduğu ‘En Büyük Bayram’dır. Kutlu Olsun!” Böyle başlar konuşmaya; ruhu ve bedeniyle tam bir bütünlük içinde; inanmışlığın en hakiki sesiyle…

  Ne oldu da bu yüce bayram; en büyük sayılan, nice deneme, yanılma yüzyıllarından sonra insana yakışan en iyi idare yönetimi, demokrasiye en yakın ve halkın kendini duyurabilme, anlatma, eşit, adil bir yaşam; yaşama biçimi olan Cumhuriyet bu kadar sessiz kutlanır hale geldi?

 Bu yozlaşma, sessizlik, kimsesizlik niçin? Cumhuriyetin bütün nimetlerinden, olanaklarından faydalanan kesim; niçin gereken saygıyı vermekte çekingendir? Bunu anlamalıyız… Anlamak zorundayız…

 Artık bir başka rejimi kabul edemiz bir yaşam anlayışımız oldu. Bu millet, en muhafazakârı bile Cumhuriyetin faydasını, etkinliğini içine sindirip yaşam biçimi kabul etmiştir. Elinden alındığında, varını yoğunu verip çıldırasıya karşılık verecek oluşunu düşünmek yerine, var olan güzellikleri, yine bize verilmiş en kutsal şeylerden birisi; yaşam; yaşamımız içinde huzurlu, coşkulu bir şekilde kutlamalıyız…

  Bu sesleniş büyük Türk Milletine diye devam eder… Aslında Büyük Türkiye’yi anlatır; bütün bölgeleri, farklı kimlikleriyle, bu diyarda bir araya gelmiş; bir olmuş; Anadolu’nun, Trakya’nın, Rumeli’nin, Asya’nın bağrından kopun gelen; büyük felaketleri, coşkuları yaşayıp, genetiğine; ruhuna kazıyan milletten söz eder; seslenişi Büyük Türkiye’dir…

  Mustafa Kemal; “ Yurttaşlarım” diyerek sarılın halkına. Az zamanda büyük işler yapmış olmanın kıvancıyla. Yıkılışı, yok oluşu kaç kişi var oluşa dönüştüre bilir? Biraz tarihi sevgisiyle, ne büyük felaketin kıyısından döndüğümüzü, bugünün darbe zamanının ne kadar ufak kaldığını anlamamız için yeterlidir.

 İşgal altında yaşamanın, esaret zincirleriyle hiçbir zaman gerçek huzura kavuşamayacak olmanın özgür anlayışı bizi biz yapan her şeyin içindedir. Bunu gören Atatürk; bu inançla rütbesini, ona sağlanan bütün olanakları reddederek her şeyi göze almayı; büyük bir insanlık borcu; Türk Milletine; Türkiye’ye asırlardır aç kalan bir tutkuyu, destansı bir güzellikle mühürlemiş; müjdelemiştir.

  Cumhuriyet Yönetimi, Roma Uygarlığı içerisinde de yer bulmuştur. Birçok yönetim biçimini, deneyerek, yaşayarak ve binlerce tecrübeden; adeta bir köpeğin kemikten iliği emmek için uğraş verdiği yüzyıllar gibi uğraş vermiş insanların ortak buluşudur Cumhuriyet…

 En iyisini bulmadığımız sürece, en iyiye yakın olanın değeri, yine insanın; insanımızın değerli sahiplenmesiyle gün ışığına çıkalı çok olmuştur.

  Cumhuriyetimizin kuruluşu 100. yıla yaklaşmaktadır. Kutlamalar ise 100. yıla yaklaşan bu büyük milletin, büyük rüyasına, rüyalarına hiçbir şekilde yakışmıyor…

 Birçok etmen sayabilirsiniz mazeret olarak… İktidarı, muhalefeti gösterip, kendinize vazife morali de…

 Asıl soruyu sormaktan korkmamalıyız… Niçin bu uyuşukluk? Miras yediler gibi, bütün servet bittikten sonra ki pişmanlığı görmenizi isterim! Komşu ülkelere, orada işlenen cinayetlere, büyük kargaşa ve büyük göçe bakmanızı isterim.

 Bir de Cumhuriyet rejiminin daha adil, ilerici; bütün ülkeyi bir sayan; bütün anlayışları, kültürleri el üstünde tutan bir anlayışa ilerlemesi için atılacak en küçük adım bizimkisiyse; onu atmaktan korkmamayı insanın son nefesinde ki istek gibi; istemeyi borç görüyorum.

 Bu büyük millete, bu büyük bayram; Cumhuriyet yakışıyor. Bu yakışmanın büyük uygarlık projesine dönüşmesi ise gecikiyor… Oysa Cumhuriyetin kurucusu Mustafa Kemal; çok önemli bir şeye dikkat çeker; “ Daha Çok Çalışmak” …

 Uygar ülkelerin, dünyaya öncülük yapıp, şımarık kafa tutanların en iyi yaptığı şey; daha çok çalışmak; daha çok ilim ve daha çok araştırma…

 Millet olmayı bilmiş, asırlardır devletten devlete yol almış; hüküm sürmüş bu milletin; Türkiye Cumhuriyeti Halkının gideceği yer yoktur. Bu yer; bu diyar; vatan bizim son toplanma yerimizdir.

 Vatanımızın onlarca uygarlık üzerine kurulu olması ise diğer uygarlıkların tarihi, kültürü ve asil ruhlarının da yanı başımızda oluşunu bilmek, bu bilgiyi Cumhuriyetin önünde, öncülüğünde genişletmek, ilerletmek de karakteri yüksek olan bu milletin yaşam-yaşama iteneğidir.

 Büyük Bayramımız Kutlu Olsun…



 Güven Serin  

25 Ekim 2016 Salı

İNSANLAR UYKUDADIR


SALVADOR DALİ



İNSANLAR UYKUDADIR
----------------------

  Hz. Peygamber; (Muhammed) , “ İnsanlar uykudadır, öldüklerinde uyanırlar.” Demiştir. İbnü’l –Arabî’nin Fusüsu’l –Hikem eserinde de sözü geçen uyku hali;

“ Uyku halinde görülen her şey rüya, gelen her şey ‘hayal âlemi’ denilen şeydir. Hz. Peygamber’e vahiy geldiğinde alışık olunan duyulur şeylerden çekip alınır, yanında bulunanlardan habersiz kalır ve onların farkında olmazdı. Vahiy bittiğinde ise geri dönülürdü.”

  Hz. Peygambere ve diğer kutsal kitaplara, onların peygamberlerine inanmış olan dindar insanlar yeterince bilmediklerinden mi yoksa insanın evrimsel mülkiyet aşkına kapıldıkları için midir bu kadar bağlı olmaları; paraya, pula, kavgaya?

 Her şey bir uyku haliyse; esas diriliş ölümle gelecekse? Niçin bunca ölüm ve paylaşım kavgaları?

  Bilim dünyası baş döndürücü buluşlarına devam ediyor. Yakın gelecekte insan ömrü uzatılacağı da ortadadır. Ne kadar uzun olursa olsun; yine yetmeyecek; yetinmeyi bilmeyen insana. Her daim başa dönecek; başlangıcı bulma; yolu yordamı bilmeme hevesiyle unutacak, bolca af dileyecek; kendince…

  Hayal içinde hayalse bu yaşananlar; Yanık Divan kitabından bir şair de bu hayale şiir söyler;

Ârafta yaşıyor olmamı ölesiye yorucu,
Yıldırımların en ağırı saymanızı da ben
Anlamakta güçlük çektim, genç dostum;
Her şeyi kendi açınızdan değerlendirmekten
Vagzgeçmeli, ters açı okumalarına yönelmeyi
Öğrenmelisiniz artık; Bir ayağım alevlerin
Ortasında, öbürü kristal suyun içinde,
Tutuşmuş ve dingin, geçip gidiyor günlerim
Burada. Bir başka hayatımdaydı, Ponte
Vecchio üstündeki evlerin birinde, iki
Kıyıya birden teğet yaşadığımı söylemiştim.
Irmak kalın sessiz akar geceleri, Vergilius
Görünür İnferno’sunda kömür kesmiş,
Karşıda Alieghieri,Paradiso’dan ışıklar
Dolusu geçer; Tahterevallimde bir oraya
Bir buraya, sarhoş zamanımın başı dönmüş.


 Güven Serin 



22 Ekim 2016 Cumartesi

YANIK DİVAN



"Onca düş tek bir yatağa sığamazdı"

  Enis Batur


"Siren
Ses-Kadın
Adadan kopmuş
Bir kayanın..."

YANIK DİVAN
----------------

  Bir şiir kitabı daha girdi yayın hayatına. Bildik isimden; bilgeliğe ant içmiş olabileceğini düşündüğüm yazar ve şairden; Enis Batur’dan…

  İlk şiiri Karar ile başlıyor beyaz sayfanın alımlı sözcüklerine;

“Yalnız Ölmek İstiyorum” Diye devam eden şiir;

Yalnız ölmek istiyorum/Diyordu/ Ardında bıraktığı mektupta/ Sanki yalnız yaşamamış gibi/ Ufak bir odası olurdu taşınılan her evde/ Kapanırdı dört duvar arasına saatlarca/ Çıkıp karıştığında ortak düzene/ Dertop bir kirpi/ Kerpetenle söküp almak gerekirdi kelimelerini/ Artık yeni odalar bekliyor onu/Diye geçiriyor içinden ötekisi; Sinsi bir koridora kapısı açılan beyaz duvarlı hücresinde/ Kimya ve ışın/ Kusmak için gideceği karanlık bir banyo/ Ara sıra ateşini yoklamaya gelecek nobran yüzlü bir hemşire/ Gecelere çökecek derin ve kanlı sessizliği bakalım sevecek mi?

  Toprak rengi kitabı tam olarak tarif etmek gerekirse; nektar rengi olmalı… Belki sükûneti, disiplini,dinginilği; belki de ölümsüzlüğü anlatan; tanrıların içeceği olan nektarı…

 Bana soracak olursanız; edebiyatın sınırsızlığını, yaşamın çeşitliliğinin ve tercihlerin bin bir çeşidini ve bizim duruşumuzu; bu duruşa karşı, nektar renkli kitabının 99. sayfasında Boşluk isimli şiirinde anlattığını da anlatıyor olabilir;

Boşluk

Onca düş tek bir yatağa sığamazdı/ Hayatım, sayısını unuttum, odalara saçıldı/ Dönüp toparlamaya çalışsam, gövdem sonsuz bir çarşafın kıvrımlarına dağılmış, gecelerim hep kısa kalmış/ Zaman ağır adımlarla geçip gitmiş içimden, o kadar ki; Kafamın dibinde bir delik.

 Güven Serin 


19 Ekim 2016 Çarşamba

ULİS'İN ÇAĞRISI


Theo Angelopoulos alışılmışın dışına çıkar;
suskunun perdesini kaldırmak ister;
her zamanki gibi...



Theo;sanata adanmış sanatçı...


                                             ULİS’İN ÇAĞRISI


  Yunan yönetmen Theo Angelopoulos’un önemli bir filmi; Ulis’in Bakışı… Film hakkında ilk öne çıkan şey; Yunan Mitolojisinden haberdar olmak…

  Truva deyince herkes bilir; Çanakkale’de bir yer olduğunu… Truva Savaşını duymayan; Truva filmini pek çok insan seyretmiştir de.

 Bu savaşta birçok kahraman öne çıkar; güzel Helen’i kaçıran Paris ve onun ağabeyi Hektor; teke tek savaşta bir başka kahraman Akhileus tarafından yani Aşil tarafından öldürülün; ölümü, bütün kahramanlara duyulan özlemin aşkına herkes tarafından gözyaşıyla onurlandırılan Hektor…

 Angelopoulos Ulis’in Bakışıyla derinliklere dalıyor dalmasına ama, insanın yüzeydeki çırpınışını, sinema sanatıyla anlayıp anlatmak ve bu çırpınışa son vermek istiyor.

 Bu yüzden Ulis; yani Odiseus; bir başka Truva kahramanı seçiliyor. Truva Savaşına katılmadan önce İthake kralı seçilen Ulis… Aynı zamanda tahta at projesini yapan Ulis…

  On yıl süren savaş herkes için bitmiştir; ölenler ve kurtulanlar; yanan, yağmalanan Truva şehri ve esir düşenler… Bir kişi için daha bitmemişti; o da Adisseus yani Ulis’tir. On yıl süren Truva Savaşından sonra, ülkesine dönememiştir. Lanetlidir… On yılını da denizlerde savaşarak geçirir. Yani yirmi yıl sürecek bir yaşam dalgalanması…

 Film tam da burada giriyor beyaz perdeden uzun yolculuğumuzun durağı olan ölümlü dünyamıza.

  Yolculuk bitmedi henüz… Henüz; bitmedi yolculuk; tekrarı yapılıyor sanatın sanatçısı ve Eleni Karaindrou tarafından yapılan müzik eşliğinde; yeniden demlenmeye, mayalanmaya; yepyeni bir oluşuma;

“ Kaç sınır geçmesi gerekin insanın evine ulaşması için?” filmi, filmin insandan insana akan duygusallığı, tücrübeyi, deneyimi; belki de yaşam iksiri sayılacak olayları anlamamızı istiyor. Çünkü savaşın; savaşların insana, insanın evine, özlemine, sevgisine gitmesi için büyük bir engel olduğunu da vurgulamak istiyor.

 Ulis, yani Odisseus bu yüzden seçilmiştir; evinden uzakta 20 yıl geçiren; on yılını Truva Savaşı, on yılını da lanetlendiği için denizde boğuşarak, başka başka sorunlardan canını kurtarma, evine ulaşma çabaları içinde; ne büyük insanlık kaybı ve kazançlarının yaşandığı çıkıyor ortaya; üstelik bir destan, bir film, bir antik kent;

Bütün bunlara şahitlik yapıyor; hepimizin gözleri önünde; yerin yedi kat altından çıkan Truva şehri gibi…

“ Sanki benim ilk bakışımdı; uzun yıllar önce yitirdiğim… Yolculuk henüz bitmedi… Kaç sınır geçmesi gerekir insanın evine ulaşması için?”

  “ Ağlıyorsun!

Evet ağlıyorum. Çünkü sevemiyorum…”

  Ulis’in Bakışı; bir çağrıya; Ulis’in çağrısına dönüşüyor; sinemayı; mitolojiyi; destanları, tarihi önemeseli! Diyor; onları ortaya çıkartan, bize taşıyan kitapları… Sinemayı… Sinema yönetmenini… Oyuncularını… Müzisyenleri…

Güven Serin 




18 Ekim 2016 Salı

21 YAŞINDA BİR GENÇ


ALİ


                                        21 YAŞINDA BİR GENÇ





  Ülkemizin en batı ucunda bir köyde; Kumdere Köyü… Yerel basının verdiği haber; Kumdere Köyünde bir genç ölü bulundu…

  Haberin detaylarını merak edip okumaya başladım. Askerden geleli 6 ay olmuş. Uyuşturucu kullandığı yazıyor haberin altında. Ailesinden ayrı yaşadığı, gencin ölü bedenini komşularının bulduğunu da ekliyor.

 Komşular; komşuluklar,21 yaşında ki gencin ölü bedenini görünce ne yaptı acaba? Bir oh mu çektiler? Bilirsiniz; kimsesizler, uyuşturucuya bulaşmış olanlar; yetmeyen, yetemeyen kurumların çabalarına, uğraşlarına rağmen; yetmezlik içinde ödüllendirir kimsesizliği…


  Raporlara; uyuşturucu yüzünden öldü, diye geçti 21 yaşında ki genç… Üstüne üstelik askerde de bu yüzden ceza aldığı, ölümü kutsayanların yüreklerine bir o kadar su serpti…

  Ailesi suçlanacaktır bazı suç arayıcılar içinde. Göz kulak olmadığı, belki de kurtuldu, başımıza bela olmadı; şimdi asıl huzuru buldu diye avunacak; konu-komşu ve ahlakçı adalet dağıtıcıları…

  21 yaşında ölü bulunan Ali’nin bir de fotoğrafı paylaşılmış; ölmemiş zamana ait güya! Ölü bakışları çoktan yansıtmış; çıplak bedenini sergilerken bile uyuşuk, uyuşmuş ve bıkkın bakıyor yaşama…

 Muhtemelen yaşamın ne işe yaradığını anlamamış olmanın şaşkınlığı… Peki, ama kim anlattı ona? Kim uğraştı uyuşturucuya bulaşmış 21 yaşında ki gence?

 Fotoğrafa uzun uzun baktım. Varlığımızın var oluşumuzun şiirsel anlamını, felsefi derinliğini yakın hissederek;60 yıl sonra herkesin aynı yaşta olacağını öğrenmiş bir kalem olarak…

  21 yaşında ki Ali’nin kırmızı, ucuz bir şapka var başında. Yakın zamanda yıkanmamış saçları, boynunda boncuktan bir kolye ve buğulu siyaha yakın kahve gözlerinde bu gibi bir anlam; evrenin büyük boşlukları gibi boşluk yüklü…

 Ali için ağıt yakacak birisi yok gibi… Üstelik uyuşturucu da kullanıyor… Kim bilir kaç kez bela sayıldı köyünün, yörenin emniyet teşkilatı için… Ölüm, nasıl da temizlik, sessizlik ve sükûnet sayılmıştır…

  Çıplak bedeninde iki dövme çizilmiş. Sağ kolunda erkeliğini gösteren pazısının üzerinde bir melek… Belki de Ali’nin sığındığı dünya dışı; ölümü yenmiş bir tanrıça; kanatlarıyla sarmalıyor; kimsesizliğine büyülü bir anlam yükleyen meleğin dövmesi…

 Sırtında, sağ omzu; kürek kemiğinin üzerinde Anadolu Parsına benzeyen bir çizim-dövme… Oğuz inancına göre Gök Tanrının temsilcisi; belki de Anadolu’nun derin zenginliğine sığınıyor kaşlarında ki karanın, gözlerine vurmuş, sessiz sedasız ölümlülere kavuşmuş Ali

  Ağıt yakıcılar nerede? Nerede kanun yapıcılar? Niçin tüyü bitmemiş yetimin hesabı soylu kılınırken, kimsesizlik içinde kimse olan bu gençler, ciddi raporlar, çözümler, dönüşümler sayesinde insanlık kazanımına ciddi bir buluş, devrim gibi kazandırılmıyor?

 Büyük şehirlerde o kadar çok ve kayıtların, sorumlulukların ötesinde ki kimsesizlik, neredeyse bir yaşam kültürü haline geldi.

  Cellâtları yok saydığımız gibi, kimsezileri yok mu sayacağız? Onların mezarları da isimsiz, ağıtsız mı olacak?

  Ali’nin çıplak bedeni üzerinde ki malı-mülkü; kırmızı bir şapka, boncuktan bir kolye ve kol ile sırtına kazınmış iki dövme, meleğin koruyuculuğuna, parsın ebedi gücüne sığınmış bir Ali; uyuşturucudan ölmüş; yaşıyorken yapayalnız; bir oh çekmiştir konu-komşu; bilmiyorlar hepimiz Ali gibi yapayalnızız; sadece sırayı, süreyi ve sancıyı uzatıyoruz…

 
 Güven Serin 
 

  

17 Ekim 2016 Pazartesi

GANOSLAR DOLUNAY ŞENLİĞİ


Kamera; Güven   Ganoslar


Kamera; Güven  Ganoslar
Yunus Usta görev başında;denizi,adaları ve tepeleri
izliyor.


Kamera; Güven 

Yunus Usta ve Bülent;ustanın eserine son eklemeyi
yapıyorlar


Kamera; Güven  
Ustanın kendi yapımı şarabı; bu yılın ürünü.
Aramosu, keskinliği,lezzeti;tam kıvamında

                                          GANOSLAR DOLUNAY ŞENLİĞİ



15 Ekimi 16 Ekime bağlayan günün gecesi; yine ve yeniden Ganoslar Kamp Zamanı… Aramıza katılan kamp arkadaşımız Bülent Yorulmaz; Ganos Dağlarının gecesinde bir kampçı olarak ilk kez bulunuyor.

 Geriye dönüp baktığımızda 10 yıl önce başlayan Ganoslar Kamp tutkumuz; hiç aksamadan devam ediyor. Yunus Usta, sadece zanaatı ile değil istikrarıyla da değerli bir kamp arkadaşı…

  Bülent Yorulmaz, en genç kamçımız. Yeniliğin ve artık zamanı gelmişliğin başlangıcını yaptı. Nasıl ki tenis tutkusu bir zamanlar; kıyısından başladıysa; doğada olmanın, doğayı anlamak için öncü bir adım olan kamp ve yürüyüş arzusu; insanın iliklerine işleyen bir yücelik…

  Türk Sanat, Türk Halk veya caz, blues, rock severler iyi bilir; nasıl bir tutku, ritim, coşkuysa dinlediğiniz, izlediğiniz; doğada olmak; Ganoslar Dağlarında olmak da öyle bir şeydir…

  Ganoslar Dağlarına; Kumbağ, Yeniköy, Uçmakdere,Gaziköy diyarlarına çıkıyorsanız heybenizde bulunacak en önemli şeyler; koşulsuzluk,doğaya saygı,doğa dinleme ve izleme sancınız da tutmuş olması gerekir.

 Kamp için seçtiğimiz yer Kumbağ ile Yeniköy arası daha önce yürüyüş yapmış olduğumuz eski; terkedilmiş bir bağın 50 metre güneyinde; bize ceviz yemişleriyle merhaba; hoş geldin yapan ceviz ağacının, ardıç, meşelerin hemen yakınında.

 Bir de şair konuğumuz var yanımızda. Kampımızın olmazsa olmazları her kamp bir şairi davet ediyoruz. Cahit Sıtkı Tarancı; mademki bir sanatçı ölmezse; her daim yaşıyorsa, biz de öyle davet ettik kendisini; yaşama dair bir şeyler fısıldasın diye…

 Cahit Sıtkı Tarancı da çoktan hazırmış; başladı şiirsel türküsüne;

Haydi, Abbas vakit tamam;
Akşam diyordun işte oldu akşam,
Kur bakalım çilingir soframızı;
Dinsin artık bu kalp ağrısı.

  Doğa sevdalısı Yunus Usta, doğaya yakışır bir masa hazırladı. Direkleri, kirişleri, kaidesi doğadan; kurumuş meşe dallarından… Ateş için odun toplamak; gece serinine, kuzey rüzgârına hazırlık yapmak; eski insanların kışlık hazırlaması kadar anlamlı…

 Taşın bol olduğu her yerde olduğu gibi; Yunus Usta, gecenin ve sabahın tenha zamanında antik zamanlardan kalmış bir kule inşa etti. Nice, acemi defineciyi şaşırtacak güzellikte bir şey…

  Cahit’e söz verdik ya o bizden heyecanlı. Durun; ne telaş ediyorsunuz diyerek uyardı sıkça… Odunsa odun, ateşse ateş, masaysa masa; bir de Edip Cansever’in dizelerinden birkaç dize haykırdı; gece çökerken Ganosların üzerine;

Adam yaşama sevinci içinde
Masaya anahtarları koydu
Biranın dökülüşünü, uykusunu koydu.

Masa da masaymış ha…
Banamasın demedi bu kadar yüke.

 Dolunay yükseldi Ganos tepelerinde. Elbet deniz de dolunay ile birlikte. Sanki gündüz; şafak söküyor; ardıçlar, meşeler, çamlar diyarında. Mitolojinin kahramanları Cahit Sıtkı ile şiir yarışına girmiş;

Aya haber sal çıksın bu gece;
Görünsün şöyle gönlümce.
Bas kırbacı sihirli seccadeye.
Göster hükmettiğini mesafeye

  Ganoslar, gölgelerin izdüşümleri, şiirlerin dolunay seçkileri, kamp ateşinin kadim çıtırtıları, terk edilmiş bağların ruhları; doğayı anlamayan insanlığın bıraktığı çöp yığınları; insanı ezmek için yarışan kaideler, ticari oyunlar; hepsi kamp ateşinde, Edip Cansever’in masasında, Cahit’in rakı deminde; tekrar toprağa dönecek küllerle birlikte…

  Gecenin anlamını belirten saat; 01:00,dolunay tam da yukarıda; bütün şavkıyla, dağlara, çataklara, tepelere, biraz ötede ki denize, adalara sihirli bir gölge; antik zamanların şairleri, Cahit’e hadi bir tane daha derken; Bülent seslendi bize;

 Size birkaç şarkı dinletmek istiyorum. Mini Cooper’in bütün kapılarını açtı. İlk önce Barış Manço sahneye çıktı. Sonra diğer sanatçılar… Gece, çoktan güne yol alıyor; Ganoslar açıhava konseri ve dolunay; buranın ne kadar sihirli, değerli ve vazgeçilmez olduğunu anlatıyor.


 Güven Serin 






  





14 Ekim 2016 Cuma

SİLAHLAR TOGAYA BOYUN EĞSİN


Silahlar togaya boyun eğsin...


SİLAHLAR TOGAYA BOYUN EĞSİN
---------------------

  Yüzyıllar önce bir bilge Cıcero, silahların togaya boyun eğmesinden söz eder;

“ Silahlar togaya boyun eğsin, defneyaprakları da övgüye müsaade etsin.”

Ne demektir bu? Savaşın barışa teslim olmasından başka bir şey değil… Barış gibisi var mıdır? Paylaşamadığımız, paylaşmadığımız dünyanın, kaç kez paylaşıldığını bilmeyen var mıdır?

 Hiçbir şekilde tam olarak kimseye ait olmadığını hangi din anlatmaz? Hangi felsefe bunun cevabını veremez?

 Şehrimizde de, ülkemizde de zamanı gelmiştir artık; savaşın barışa teslim olma zamanı… Sadece sözle olabilecek şey midir? Değildir! Adalet; yüce adalet lazımdır; hani o yasaların şaşmazlığı, yetimin bitmemiş tüyü için hesap soracak adalet…

 Kayırma, dayı amca arama son bulmadan, doğu batı ayrımı yapılmasına son verilmeden gelmeyecek olan adalet; o yüce şey, gelmeli artık; silahlar togaya boyun eğsin…

Güven Serin 

13 Ekim 2016 Perşembe

SON SÖZ




                                                            SON SÖZ




Dünya yaşamının kıyısına gelen insan; insanlar son aşamaya son sözleriyle damga vururlar. Bir aydının kaleme aldığı gibi;

 “ Son sözün etkisi büyüktür. Varlığın yokluğun birleştiği anda, sözcüklerin kazandığı etki hiçbir açıklamayla kıyaslanamaz. Son sözünü söyleyen adam kendini en büyük hatiplerden daha iyi dinletir.”

  Hepimizin yakınları bu yaşamdan ayrılırken son sözlerini söylemişlerdir. Belki de son sözleri son bir bakış olmuştur. Bir itiraf, bir iltifat, bir acı, bir tebessüm…


  Mustafa Kemal’in; Türkiye Cumhuriyetini Kuran insanın son sözü; “ Aleykümselâm” yani Esenlik, selamet sizin de üzerinizde olsun!

  Babam Yusuf Serin ile ölümünden bir hafta önce çalışma yerimde görüştük. Birlikte Aydın Beyin soğuk limonatasını yudumladık. Sıcağın Ağustos zamanı ter içinde sıkkın bedenlerimizin sıkkınlığının ter ve sıcak olmadığını konuşarak, uzlaşarak son sözler olarak hafızalarımıza kayıt ettik.

  Babamın son sözleri zarif bir itirafa dönüştü. Baştan beri siyasetin soylu teslimiyetini yapan bu insan, kendi ekonomisini yakından takip edememiş, ekonominin iplerinin elinden kaçışını yine siyasi, insani tecrübesiyle dile getirip bir af, bir ışık, bir yol gibi bana aktardı.

  Ya İsa’nın son sözü? Çarmıha gerilmiş İsa son sözü ; “ Yarabbi! Beni böyle terk edecek miydin?”

 Peygamberlik sıfatını kazanmış birisinin insan korkusunu ayrı bir trajedi olarak tartışıp, insan halimizi, bize öncülük etmiş peygamberlerin şartlar değişince imanları da tartışılacakken, İsa’nın bu son sözü Hıristiyanların inancını sarsmak yerine coşturuyor.

 Muhammed’in son sözleri Ömer’in emriyle kimselere duyurulmuyor. Gizemini koruyor…

  Alman şair, yazar Goethe ise kendi felsefesini zirveye taşıyan sözünü son söz olarak edebi, felsefi tarihe kazıyor;

  “ Daha fazla ışık!” Yaşamı baştan beri seven, coşkusu hiç eksik olmayan Goethe’nin üreteceği bir iksirdir pencerenin perdelerinin açılması ve ölüm anına vuracak ışığın daha da fazlalaşma arzusu…

  Rousseau’nun son sözü de buna benzer şeyler;

   “ Pencereleri açın, yeşilliği göreyim.”

  Yaşama dört elle sarılan, bedenini oldukça fazla seven Tolstoy’un son sözlerini merak ediyorsanız;

  “ Eğer akıbet bu ise hiçbir şey değil!” 

  İnsanın içi ürperiyor; yerküreden göklere uzanıyor birden… Son anın insana yansıyan ve o insanın edebi, felsefi, sosyolojik aynı zamanda yüksek iradesinin algıladığı şeyler; bize bir şeyler anlatıyor.

  Tesadüfü bir şey mi? Yoksa insanın aradığı ebediyetin eksik olan parçaları veya dünyevi yaşamın son saniyelerinin bile kıymetli oluşunu anlatmak mı?

  Moliere’nin son sözü da ünlüdür; Doktorlar kendisini görmek ister. Hizmetçi ölümünden önce yatağına uzanan Moliere doktorların geldiğini söyleyince;

  “ Şimdi hastayım kabul edemem.” Diyerek ziyareti istemez. Ölüm kapıya dayanmış, belki de hiçbir çarenin fayda etmediğini sezgisel ve fiziksel olarak anlayıp, ölüm trajedisine güldürü eklemek istemişti.

  Koca Sokrates ölüm kokan zehir dolu tası içmeden önce çocuklarının kulağına eğilerek şu son sözleri fısıldadığı bilinir;

  “ Asklepios’a bir horoz borçluyum.”

  Andre Chinier ölümle yargılanıp idamı açıklanıp giyotine giderken elini başına götürerek;

“ Ne de olsa bunun içinde bir şeyler vardı.” Sözcüklerini son söz olarak giyotinin altına bırakı vermiştir.

 
 Güven Serin 
 


 






12 Ekim 2016 Çarşamba

HASAN ÖLMÜŞ




HASAN ÖLMÜŞ!
----------------------

  Hasan öldü duydun mu? Hangi Hasan? Hâkim Hasan… Bizim kültürümüzde akrabalılık tan öte olan komşu Hasan; gece 01.00 sıralarında ebedi hayata uçmuş…

  Ölüm gençse, insan daha bir sorguluyor. Üstelik saliseler içinde… Ölümü; yani ölen kişiyi en son ne zaman gördüğümü düşündüm. Belki bir hafta… Oysa her gün aynı sokağı kullanıyoruz. Çalışma yerlerimiz arasında ki mesafe 20 metre…

  Her zaman olduğu gibi; çok gençti… Kiloluydu… Sigara içiyordu; nice çokluğa sığınacağız… Hâkim Hasan öldü; duydunuz mu? Yaşamın aldatıcı oyunu bizi oyalayacak; belki de evrimin en hakiki insan eğlencesi…


   Güle güle Hasan… Ne kadar çok uzak ve ne kadar çok yakındık… Üstelik ikimiz de ölümlü insanız; sen ölüm, ben yaşamım; şimdilik…

Güven Serin 

11 Ekim 2016 Salı

SEVGİ DENEN ŞEY





SEVGİ DENEN ŞEY
-----------------------------


  Atinalı Solon; Antik Yunanistan’ın yedi bilgesi kabul edilen Solon, sanki dün seslenmiş gibi 2600 yıl öteye getirir bizi;

 “ Ne mutlu insanlar ki, çocuklar, tek tırnaklı atlar, av köpekleri ve yabancı misafir dosttur onlara.”

 Sevgi denen büyük, aynı zamanda büyülü gücün perdelerinden, duvarlarından arınma düşüncesini da anlamak mümkündür bu zamanlar ötesi haykırışta.

  Sevginin saflığı, karşılıksız oluşu ne kadar önemliyse, sevgiye giden saygısal yolun törensel geçişi; diğer canlıları önemseyişimiz, onların beden ve ruhsal bütünlüklerini korumamız; bu yolların, patikaların en önemlisidir.

 Antik Yunanistan’ın yedi bilgesi Salon, aynı zamanda 2600 yıl önceki adalet anlayışı ve devlet adamı olarak uygulamalarını da göstermek, hatırlatmak isterim;

“ Kanunlar örümcek ağlarına benzer. Güçsüz ve hafif şey ona yakalanır; ağır olan ise onu parçalayıp geçer.”

 Bugünün insanına, adalet anlayışına, adaleti parçalayan etmenlere yüce bir hatırlatış…

  Salon’un çok değerli bir başka sözüyle şenlendirmek isterim; ey okuyucu seni;

“ Güçlü ve genç kalmanın tek sırrı var, her gün yeni bir şey öğrenmek.”

 Güven Serin

10 Ekim 2016 Pazartesi

BİZİM KEMAL







 BİZİM KEMAL
-------------------

  Okullara ismini verip heykelini diktiğimiz şair ve yazar; Yahya Kemal Beyatlı. Şehrimizle alakası, bir dönem şehrimizi temsil eden milletvekilliği yapmasından ileri geliyor.

 Oysa o bütün ülkenin Yahya Kemali… Kimileri ona haksızlık edildiğini söylüyor. Gerçek manada hangi sanatçıya haksızlık yapılmadı ki? Sanata dokunmak aynı zamanda alışıldık olana, ezbere, yanlışa da dokunmaktır…

 Nazım’ın aşkları gibi Yahya Kemal’in aşkları da ünlü ve kalıcı bir mühürle edebi dünyaya bağışlanmıştır.

 Bu aşklardan en önemli olanlardan birisi de Celile Hanımdır. Nazım Hikmet’in annesi olan Celile Hanım…

  Ciddi bir ilişkidir. Evlilik aşamasına gelmişken olmaz… Bu ilişki edebi dünyaya Yahya Kemal ruhuyla bir şiir olarak yansır;

Yollarda kalan gözlerimin nurunu yordum,
Kimdir o, nasıldır diye rüzgârlara sordum,
Hülyamı tutan bir büyü var onda diyordum,
Gördüm; Dişi bir parsın ela gözlerini vardı.

 Yahya Kemal ile Celile Hanımın ilişkisi Nazım tarafından da bilinir. Bunu sonlandırmak için Yahya Kemal’in pardösüsünün cebine bir not bırakır. Bu notta şunlar yazılıdır;

“ Hocam olarak girdiğiniz bu eve babam olarak giremezsiniz.”

 Güven Serin 



AMACIMIZ İYİLİK,ANDIMIZ İYİMSERLİK



Yaşlılık,yaşlanma güzel şey;kaslarımız,irademiz ve
üretim gücümüz sağlamsa... Güzel şey...



                            AMACIMIZ İYİLİK, ANDIMIZ İYİMSERLİKTİR



Çalışmamın başlığı TÜRYAK ANDI içinde geçen bir cümle… Bu andın öz felsefesini bu cümleyle izah etmek; anlatmak mümkün…

TÜRYAK Nedir?

  Onların sloganında ki gibi; Zaman geçmeden gelecek zamanlar yaratan ve her şehirde, kasabada, köyde olan nadide insanlardan olanlar…

TÜRYAK, Yaşlılık Konseyi Derneğidir. Yaşlıların birikmiş bilgi ve deneyimlerinden faydalanmak, onların sorunlarına çözümler üretmek ve toplum hizmetlerinde yararlar sağlamak isteyen değerli bir kuruluş.

  60 yaş üstü insanlara yaşlı demek adet olmaktan çıkıyor. Bedensel, ruhsal açıdan dimdik duran bir sürü 60 yaş üstü insan tanıyorum. Kendini nice genç sanacak insana imrendirecek derece örnek olacak; üretken, hareketli ve sağlıklı insanlar…

  Ülkemizde 55 yaş üstü insan sayısı 13 milyon. Ciddi bir rakam! Birçok ülkeden de çok… Bu insanlar nerede? Ne yaparlar? Yaşlanmanın adil tarafında, hak ettikleri saygıyı görüyorlar mı? Yoksa birçok kentte olduğu gibi; varken, yok mu sayılıyorlar?

  Son zamanlarda Süleymanpaşa Belediyesi, Büyükşehir Belediyemiz insanın merkezde olduğu; insansız hiçbir şeyin tamam olmayacağını anlatan, gösteren çalışmaların başlangıcını yapıyorlar.

  Açılan parklar, dinlenme yerleri lüks değil birer zorunluluktur. Yağmaya alışmış insanlara bütün bunlar lüks, anlamsız görünse de, insan denen canlının duygularını içe saydığınızda nasıl bir “hiç” olduğunu, hastanelere, deprasyon ilaçlarına, tedavilerine bakarak anlayabilirsiniz.

 Çocuklar ne kadar değerliyse; yaşlılar; yaş sınırını matematiksel olmaktan öte taşıyan değerler-eserler ciddi projelerle yaşamın tam da içinde; merkezinde olmalı!

  TÜRYAK bunu yapıyor; gönüllü bir inanmışlık içinde… Yaşlı insanı; “ Kıdemli Vatandaş” olarak görüyorlar. Değerli bir sesleniş; Sıfat…

 Yaşlılığı sadece rakamsal artış görmeyen; bunu kabul etmeyen TÜRYAK, yaşlanmayı kamuoyunun ilgisini çekecek projelerle en güzel sosyal sorumluluklardan birisine öncülük yapıyor.

 Her yıl olduğu gibi 2016 yılında da Büyükşehir Belediyesi olan yerlerden seçilen Kıdemli Vatandaş, bizim şehrimizden Gömeç Göçmen olmuştur.

  Kendisini, kıdemini, bu şehre ve Atatürk Cumhuriyetine adanmışlığını, KUTLUYORUM… İnsan kalbimizde olan kıdemi TÜRYAK tescilli hale getirmiştir. Gömeç Göçmen şehrimizi temsil etmeyi hak kazanmıştır. Bu hakka, önayak olan Tekirdağ Büşükşehir Belediyesi çalışanlarını, sosyal projeleri önemseyip insan merkezli hissiyat, sorumluluk gösteren yöneticilere teşekkür ediyorum.

  Dostlarım, 2007–2016 yılı içerisinde seçilmiş bazı örnek kıdemli vatandaşlarımız ve sanatçılarımızın ismini burada paylaşmaktan dolayı onur duyuyorum;

Aydın Boysan, İshak Alaton, İlhan Cavcav, Müjdat Gezen, Suna Pekuysal, Hakkı Devrim, Yıldız Kenter, Türkan Saylan, Hayrettin Karaca, Adalet Ağaoğlu, Turgut Özakman, İnan Kıraç, Yılmaz Büyükerşen, Süleyman Seba, Erol Günaydın, Göksel Arsoy, Türkan Şoray, Filiz Akın, Ediz Hun ve şehrimizi; Tekirdağ’ı temsil eden; Gömeç Göçmen…

  Tekirdağ Çağdaş Yaşama Derneğinin Kurucu Başkanı olan Gömeç Hanımı, onu destekleyen Tekirdağ Büyükşehir Belediyesini selamlıyorum.

  Bilmelisiniz ki Dünya Sağlık Örgütü yaşlılık yaşını 65 olarak tanımlıyor. Bir başka tanımlama ise, sağlıklı olan 65–80 yaş arasın insanların huzur yönünden en yüksek orana, algıya, hissedişe sahip olduklarına dair yapılan bilimsel çalışmaların raporlarıdır…

  Belki, saygınlığı, ünvanla, parayla, geçici zorlayıcı güçlerle satın alabilirsiniz. Kalıcı bir itibar, dinginlik; yaşamın tamamından süzülen, genlerimize işleyen kültürel yaşam felsefesiyle sağlanır.

 İtibarı, dingin bir huzuru hak edenler ise, bilgeliğe, akil ve arif olmaya; yaşama her daim sımsıkı tutunan, hayata ait toplumları oluşturan fertlerin sosyolojik, ekonomik gelişmelerine katkı sağlamayı evrensel bir borç gören kişilerdir.

  TÜRYAK felsefesi gibi;

Sözün Özü, yaşlılık rakamsal bir artış değildir. Aklı din, ruhu genç, ülkemize, şehrimize, insanlığa katkılara emek veren değerler; nadide insanlar; sizleri selamlıyorum; minneti bir insanlık andı olarak kabul ediyorum.


 Güven Serin 

7 Ekim 2016 Cuma

BİR MEZARLIK DÜŞÜNÜN


Kamera; Güven 
Aşiyan Mezarlığı-Çocuk Mezarı...



Kamera; Güven 
Bir gül,taş ve ustalık... Sadelik ve soylu sükunet...

                                       BİR MEZARLIK DÜŞÜNÜN



 Düşünün! Hatta düşüncenin ötesine geçip; bir mezarlık gezin. Taşları, mezarı anlatan anıtsal örgüsü; o insanın, insanlığını, onun geride bıraktığı yaşam kırıntılarını anlatıp anlatmadığından öte bakmanın düşüncesi…

 Düşünün; bir mezarlık; İçinde ölmemiş Orhan Veli; Velinin oğlu; o bildik Orhan. Mehmet Serez’in düştüğü belediye çukuru gibi bir çukura düşüp de sonrası ölüm listesinde geçen şair…

  İyi sanat başının çaresine bakar derler. İyi şair de, ölümün çaresine bakar; yaşama döner; katman katman, algı algı, mısra mısra…

  İbnü’l Arabi; “ Her şey her şeye bağlı, ayrılmaz birbirinden / Yalnızca söylediklerimi alın, alın benden” der yüzyılların kayıp zamanlar ötesinden.

  Veli’nin oğlu Orhan Veli ise Aşiyan Mezarlığının orta yerinde bir yerde; Tezer Özlü’nün mezarının batısında, Turgut Uyar’ın güney doğusunda bir yerde;

Uzaklarda hiç durmayan çıngırak seslerini anlatırken insanı da anlatır;

Kapalı olan gözleriyle, açılmamış göz ve kulaklarımıza martıların kanat sessizliğinde duyurur şiirini;

İstanbul’u dinliyorum gözlerim kapalı
Başımda eski âlemlerin sarhoşluğu
Küfürler, şarkılar, türküler, laf atmalar
Bir şeyler düşüyor elinden yere
Bir gül olmalı

 Biraz ötede Tezer Özlü. Hep mutsuz, hep hüzünlü; artık değil… Ama yine de söylüyor söyleyeceğini;

 “ Tanımadığım bir kentte ne denli isterdim yitip gitmeyi… Ama böyle kolay değil. Henüz rüzgârlara doydun mu? Sor kendine… Henüz bulutlara doydu mu? Henüz haykıra bildin mi? “
  Aşağılarda; belki mezarlığın biraz yukarısında bir yerde kırık mezar taşını anlatan; yarım kalmış, bitmemiş bir hayatın sembolü Onat Kutlar; siyan ve yarım mezar taşıyla Orhan’a, Tezer’e, Turgut’a ve Attila’ya bakıyor.

 Onat, yarım kalmışlığı, bitmemişliği; öfkeyi, barışı, insan yüceliğini anlatıyor;

 “ Vermeme olanak yok bana verdiklerini
Ama ayrılırken bir hesaplaşma da gerekli
Geçmiş bunca güzellikten bir anı olarak
Ben seni alayım, istersen sen de beni.”

   Bu mezarlığın sessiz sakinleri yeterince konuştu konuşacağını. Dediler diyeceklerini. Patlayan yıldızlar nasıl üretiyorsa elementlerini, bilinen ölüm, yaşama doğru süzdü onları. Yaşama katkı veren, evreni ve dünyayı oluşturan o yüce elementlerin binbir çeşit canlısı gibi, felsefeleri, hayata ve hayatlara bakışları kaldı geriye.

 Turgut Uyar da bu mezarlıkta uyuyor. Bir garip gibi değil; bir şair, filozof; düşünce adamı gibi;

“Şimdi gemiler geçer uzaklardan
Gönlüm güvertede sereserpedir

Gün olur bütün kaygılardan uzak
Ben de gelirim.”

  Bir yazar; Demirtaş Ceyhun da orada. O mezarlıkta; Aşiyan’da… Fatih Sultan Mehmet’in inanca kenetlenişini anlatan, bir yıldan çok az bir zamanda inşa edilmiş eser; Rumeli Hisarının ( Boğazkesen Hisarı) hemen yanı başında…

 Attila İlhan;

An Gelir
Paldır kültür yıkılır bulutlar
Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet
O eski heyecan ölür

 Ahmet Hamdi Tanpınar; Ne zamanın içinde, ne de dışında olduğunu anlatır; tıpkı yarım kalmış, bilerek yarım bırakılmış; bitmemiş tapınağı, mabet’i anlatan mezar anıtları gibi…

  Burası düşünülen ve bilinen bir mezarlıktan öte bir mabet… Yarım kalmış, hiç bitirilmeyecek, hep yarım kalacak Aeneas Destanı gibi bir yer Aşiyan Mezarlığı.

  Mustafa Kemal’in değişmez Hariciye Vekili Dr. Tevfik Rüştü Aras’tan, Yahya Kemal, Onat Kutlar, Orhan Veli, Tezer Özlü’ye, Ülkemizin ilk kadın sanatçısı Bedia Muvahhit’e kadar; sanatın, siyasetin, paşaların, askerlerin dolup taştığı yer.

  Aynı zamanda dünyevi kavgaların sükûnet içinde çözümlendiği muhteşem buluşma, çam ve sarmaşığın, servi ağaçlarının, sur ve burçların gölgesinde boğazın serin ve derin akıntılarına bir nefes uzaklıkta; yamaçlarda yamaçlara; tepelerden tepelere bakan bir diyar…


 Güven serin 










5 Ekim 2016 Çarşamba

RUTİN ÖLDÜRÜCÜDÜR



" Kişinin kendi yerleşikliğidir aşması gerekli olunan şey" 

  
RUTİN ÖLDÜRÜCÜDÜR
-------------------------

Taş yerinde ağırdır, sözüne takmış, bu sözün altında; yani taşın altında ezik-büzük bir yaşam hayal ediyorsanız; buraya en iyi yakışan sözle başlamak isterim;

“ Herkes kendi yaşamının sanatçısıdır ve elindeki malzemeden ‘kişisel mitoloji’sini kurgular.

  Paul Coelho serüveni şöyle anlatır;

“ Serüvenin tehlikeli olduğunu düşünüyorsanız rutini deneyin, öldürücüdür.”

  Sadece sözlere kurban gitmemek, yerleşik kalıplara aldanmamak; ama kendimize dürüst davranmayı, kendi malzememizi; olanaklarımızı iyi tanıyıp, kendi mitolojimizi; yani tarihimizi yazmak istiyorsak; serüven denen şeyin; yemek, içmek, dağıtmak olmadığını bilmemiz gerekiyor.

 Yaşamın, tüm canlılara sunduğu farklılıkları, alışık olmadığımız anda ve şekilde karşımıza çıkan davranış, olguları, olayları, bizi alt edemeyeceği esneklikte, tecrübede karşılamak, insan denen canlıyı dinç ve heyecanlı, aynı zamanda kılcal damarların, görünmeyen hücrelerin bile yaşam taşımak için daha da büyük çaba harcayacağı kesinlikle bilinmesi gerekir dostlarım.

  Rutin niçin öldürür? Askerlik anılarından başka bir şey kalmadığı için. Komşunun kızı, oğlu, gelini, karısı, çocuklarıyla uğraşmaya başladığımız için. Her gün heyecanlı bir olay olsun diye camda gözümüz, kapıda kulağımız sersem bir tavuk gibi; yaşamı sadece yemek, içmek ve yumurtlamak olarak kabul ettiğimiz için…

  Rutin sizi öldürmeden önce, siz onu nazikçe olması gereken yere; kümesine gönderin. Nasıl mı? Edebiyatın sularına ilerleyerek; ilk önce derelerine, sonra göllerine, ırmaklarına ve denizlerine adım atarak; yaşam, her yaşta serüven kokuyor, taşıyorsa; bilin ki kendi mitolojinizi yazmaya başladınız ve artık; pafta, parsel ve banka hesaplarının, unvanlarının eseri; kölesi değilsiniz…

 Son sözü Oruç Aruoba söylesin;



 “ Yola çıkacak kişinin aşması gereken ilk ve en önemli engel, kendi yerleşikliğidir; kendi yeri-kendisidir…” 

Güven Serin 

4 Ekim 2016 Salı

DAMIZLIK MANDA PROJESİ BAŞARILI OLACAK MI?


İnternetten



                       DAMIZLIK MANDA PROJESİ BAŞARILI OLACAK MI?



Kısa bir zaman önce Saray Göngörmez ve Safaalan bölgelerimizde Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Albayrak, AKP Milletvekilleri, Ayşe Doğan, Metin Akgün, CHP Milletvekili Candan Yüceer, dönemin Tekirdağ Valisi, Enver Salihoğlu, dönemin Gıda ve Tarım Hayvancılık Bakanı Faruk Çelik, Tekirdağ İl Gıda Hayvancılık Müdürü Zekeriya Sarıkoca, Hayvancılık Genel Müdür Yardımcısı Burhan Demirok, Tekirdağ Damızlık Manda Yetiştiriciler Birlik Başkanı Mustafa Bostancı’nın ve çok sayıda yöre insanının katıldığı etkinlik projesi üzerinden 1,5 geçmeden meyvesini verdi.


  Bu etkinliğin ana amacı mandacılığın gelişmesi; yöre insanının en iyi bildiği işi-işleri yaparak kalkınması… Neredeyse bu işle ilgili devletin bütün kurum ve kuruluşlarının yöneticileri bu etkinliğe katılıp, alkış-onay verdiği gibi sorumluluk almıştır.


 Yöre insanı, derhal Damızlık Manda Yetiştiriciler Birliğini kurmuştur. 84 üyesi olan birliğin amacına uygun çalışmaları manda sayısında ve süt oranlarında istenen artışı sağlamıştır.

  Bu projede en önemli öncü proje adı altında Büyükşehir Belediyesinin desteği ile 137 baş gebe manda Saray İlçemizin Göngörmez ve Safaalan Mahallelerinden yetiştiricilere verilmiştir.

 Bu projeyi onaylamayan çıkmaz. Herkesin “ VAY BE!” diyeceği güzel bir çalışma… Yörenin doğal yapısı manda yetiştiriciliğine çok uygun! Yöre insanı da bu teşviki iyi anlayıp dört elle sarıldı. Manda sayısı ikiye katlamakla kalmayıp, süt oranları da iki katına çıktı.

 Keçi sütü, eti kadar doğallığını koruyan manda sütü, yoğurdu ve eti; en ufak bir artış olmasıyla birlikte bu projenin eksik yanlarını da ortaya çıkarttı.

 Üretilen sütler nasıl pazarlanacak? Piyasaların istikrarsız olduğu gibi; Y, Z, hatta X Kuşağının manda sütünü, yoğurdunu tanımaması, neredeyse kırk yıldan bu yana reklâmı bol olan gıda ve içecekler ile beyinleri; neredeyse genetik yapıları değişmiş durumdayken, bu sütün, yoğurdun önemi, öncülüğü yine devlet kurumları sayesinde tanıtılmak; ısrarla üzerinde durulması gerekiyor.

 Bugünkü hastalıkların ana sebeplerinden önemli bir tanesi de YANLIŞ BESLENME! Dünya Sağlık Örgütü bu açıklamayı yapalı çok oldu. Peki, ne değişti?

  Manda sayısında ve sütünde artış bölge insanı, doğal yaşam ve beslenme adına çok önemli olurken, bu artışla birlikte marketlerde ki MANDA YOĞURDU markaları da arttı. Dikkat ederseniz, içinde az manda sütü dahi olsa; kocaman yazılarla MANDA YOĞURDU yazısını görmek mümkündür. Oranları, okuyamayacağımız kadar küçük yazmaları;

 İl Gıda ve Tarım Müdürlüğümüzün sorumluluğunda değil midir? Bu konularda kimlere, kemler tarafından göz yumuluyor? Bu göz yumma, bu güzel projeyi daha başlamadan yok etme anlamına gelmiyor mu?

 Sayın İl Gıda ve Tarım Müdürüm; üzerlerinde oranları yazılmayan ve küçük yazılıp, hileli satış kurnazlığına giren üretici veya taşeronların acilen tespit edilip, bu haksızlığa dur demek, sizlerin görevidir.

 Aynı zamanda yöreye giderseniz; bu projenin başladığı yerde; Göngörmez Mahallesinde doğal üretimin bolluğu, bereketini görür, insanların sütlerini değerlendirmek için kendi çabalarını, kendi üretimlerini göre bilirsiniz.

 Biraz daha ileri giderseniz; Bahçeköy’de iseee büyük yazılarla Manda Yoğurdu Satış yeri diye açılmış yerlerin, bazılarında yukarıda yazdığı gerçek ile; manda ve inek sütü karışımı yoğurtların satıldığı, bu satışlardan büyük karlar edildiğini tespit etmek mümkündür.

 Aynı yerde manda yoğurdu adı altında satış yapılan Bahçeköy esnafına bu yoğurt nerede üretiliyor diye sorduğunuzda size üretim yeri gösteremeyecektir. Sizin anlayacağınız, pastanın büyük bölümünü, üretenler değil, yine aracılar, üstelik küçük, büyük yazı oyunlarıyla çok iyi kazançlar elde etmektedirler.

 İl Gıda Tarım ve Hayvancılık Müdürüm bu işi çözmek, kesin bir sonuca kavuşturmak size düşüyor. Üretici daha şimdiden bu iş konusunda çelişkiye düşmüş durumda. Üretiyoruz ama nasıl pazarlayacağız?

  Doğal yoğurdu, sütü ayıracak kaç kişi var? İşte bu yüzden, halkın yararına kurulan kurum ve kuruluşlar devreye girmeli! Halkımızın sağlığı, bütçesi ve üretimi kıymetlidir sayın müdürüm; müdürlerim…



 Güven Serin 



3 Ekim 2016 Pazartesi

TEKİRDAĞ BALON TURİZMİ



İnternet'ten


                                      TEKİRDAĞ BALON TURİZMİ




  Bir gün bir idareci; bu şehri seven; sevmekten öte kalıcı bir hizmet aşkıyla yanan birisi çıkıp da tıpkı Yamaç Paraşütü gibi Balon Turizmi için balon uçuşlarının başlayacağı haberini verecek mi?

  Vereceği bellidir ama ne zaman? Oysa Tekirdağ’ın Ganos Diyarı (Işıklar Dağları) Balon Turizmi için o kadar uygun ki; neredeyse; HAYKIRIYORLAR…

  Tekirdağ’dan Gelibolu Diyarına kadar; tabiatı ve tarihi; iç içe geçmiş güzellikleri izlerken, aynı zamanda insanımıza; insanlığa; tarihsel gerçekleri, şimdiki sükûnet içinde duran o aziz güzellikleriyle anlatıp, izletmek ayrıcalıktır; vazgeçilmez bir öneme sahiptir.


  Doğal, tarihi değerlerimizin yanında bir başka güzelliğimiz daha var. Mitoloji… Neredeyse tüm dünyanın bildiği Truva, Marmara Denizi ve Adalar, Çanakkale, Ganoslar, Trakya, Ege Denizi; Antik zamanların, bu zamanlara dizili; süreçleri mitolojik hikâye, anlatırla, öyküler ve savaşlarla insanlığın emrine kurban eder gibi bırakan Homeros Destanları, antik zamanların şairleri; sanki şimdiki zamana; Tekirdağ Turizmine hizmet etmeyi amaçlamış.


 Merkezinin Tekirdağ olacağı Balon Turizmi, özel yatırımcı, turizm şirketleri için şimdilik uzakta görünse bile, bu işe öncülük yapacak şehir yöneticilerimiz; VALİLİĞİMİZ, BELEDİYELERİMİZ; kar amaçlı olmaktan, ticari düşünmekten öte; sosyal, kültürel bir projenin başlangıcıyla Tekirdağ Turizmi için yepyeni bir başlangıç, belki de ayrı bir milat; yenilik ve yenilenme; hatta kalkınma devrimi olacaktır…


 Sayın Valim; Başbakan Binali Yıldırım’ın en önde isteklerinden birisi, size ilk bildirdikleri; şehir insanlarını heyecanlandıracak bir projeydi!

 İşte; sizler için en önemli projelerden birisi; Tekirdağ Turizmine hizmet edecek, öncülük yapacak BALON TURİZMİ… Daha önceki Yamaç Paraşütünü yine bir başka valimiz başlatmış, maya tutmuş, artık Tekirdağ için, bu spora gönül verenler için Ganos Tepeleri; Uçmakdere, Yeniköy, Gaziköy, ayrı bir başlangıca kapılarını açtılar.

 Balon Turizmi; balonla yapılacak uçuşlar, ilk önce kendi insanımıza bu yörenin; yöremizin doğal güzelliklerini, mitolojik anlatılarını gösterirken; Gelibolu’ya uzanacak bir güzergâhla çok daha kalıcı, ciddi bir hamlenin; turizm hareketin sıçraması da olabilir…

  Bu tür teşvikleri, fikirleri Tekirdağ Kültür ve Turizm Müdürlüğünden boşu boşuna beklediğimi belirtmek isterim. Kapılar ardına sığınmak, ağır masalar ardında yılda yapılacak birkaç sergiyle vakit geçirmek onları mutlu ediyor olmalı…

  Sayın Büyükşehir Başkanı Kadir Albayrak; sizin de idealiniz olan şey yörenin; yöremizin kalkınması. Kafanızda ki fikirlerin turizmden yana olduğunu biliyorum. Norveç’ten, insan, doğa, ilim merkezli yöreden daha yeni geldiniz. Kalkınmanın anahtarlarından birisinin de doğal güzellikleri, tüm insanlığa turizm sayesinde tanıtmak, göstermek olduğunu biliyorsunuz.

  Öyleyse ne duruyorsunuz? Altayapı, üst yapılara muhtaçtır. Şunu yapıyorum, şu sorunum var, derken, diğer başlangıçların yapılamayacak olması demek değildir.

  Tekirdağ'ın olmayan aristokrasisi, zengin insanları azcık kulak verip dinlesinler; bu şehri sevmek, sadece bu şehirde yapıt kalkmak; bankalara, banka hesaplarına yaslanmak değildir… Bu şehre yaratıcı bir eser vermek, sunmak ve ayrıca turizmin iyi bir kazanç olduğunu hatırlatmak isterim.

 Bu işin; balon turizminin öncüleri, ciddi yol alması, iyi kazançlar elde etmesi kaçınılmazken, yaşadığı yere hizmet etmenin yüksek maneviyatı da ayrı bir kardır…


 Güven Serin