29 Mart 2019 Cuma

SARTRE FRANSA DEMEKTİR



Yüz Bin insan;bir yazarın ölüm töreni değil
doğum anına yürür;aynı zamanda kendi
var oluş gerçeklerine tutunmak isterler...





SARTRE FRANSADIR
--------------------------------

  Fransız yazar, düşünür zamanının hükümetine-iktidarına yüklendikçe yüklenir. İktidar yanlıları da boş durmaz. Tekrardan idam yasasının çıkmasını isterler. Sartre’nin kurşuna dizilmesi istenir…

  O günün Cumhurbaşkanı de Gaulle’dir. Sartre, iktidara yüklenir, iktidar yanlıları da Sartre’nin kurşuna dizilmesini ister. De Gaulle çok ilginç bir yanıt verir; bizlerin alışık olmadığı ilginçlikte; “ Sartre’a dokundurtmam! Sartre Fransa’dır.”

  Var oluşçu felsefeyi savunan, ezilen, kıyıma uğrayanı gündeme getirip iktidar ve iktidarlara yüklenen Sartre, bilginin mülkiyetle olan ilişkisine de dikkat çeker. Ona göre, dünyanın bilgisine sahip olmak demek, dünyaya sahip olmak demekti…

  Bugünün yazarlarından Mine Söğüt kendi köşesinde alabildiğine özgürlüğü savunur. Bir yazısında, Neden Çekip Gitmiyoruz Kıyılara? Diye bir çalışma içerisinde, gidemeyişimizin nedenlerini sıralar.

  Özgürlüğe hevessiz insanın, kıpırtısız duruşlarından, durdukça en güvenli zemine sahip olduğuna inanan insana dönüştüğünü dile getirir. Bu arada, bu durgun insanın; gezip görmeyen, düşünmekten korkan, her daim sağlamcılık altında ucuz kurnazlıklarla zenginleştiğini savunurken, mahkûm olanın; hedefe dönüştüğüne dikkat çeker.

 Yani kolayca avlandığını haykırır. Yapılan araştırmalarda da ortaya çıkan bir gerçek; 35 Avrupa ülkesinde yalan habere en çok inanan ülkelerin başında; 34.sırada gelmemiz tesadüf değil.

 Sinirbilimi çalışmalarında ortaya bir başka insan örneği çıkıyor. Yani duyular âlemine adım atamayan insanın, insanların yapısının; güzelliklerden, nezaketten, estetikten yoksun kalınınca, ruhsal çöküntülerden söz edilmesi de ayrı bir gerçek…

 Estetiğin, duyu organlarımızla alınacak güzelliklerin insanın mutlu olabilmesi için ön koşul olduğu biliniyorken; bütün bunların insan üzerinde tedavi etkisi olduğu kabul ediliyor.

 Peki, ama her geçen gün, sanattan, bilimden uzaklaşma yaşanıyorken; inanılmaz derecede Fen Liselerine yatırım azlığı yaşanıyorken, çok hızla İmam Hatip Liselerine yatırım yapılması; bu dengenin devam etmesi; her alanda dünya ülkeleriyle; özellikle söz sahibi, gelişmiş ülkelerle yarışmamız; mutlu insanlardan oluşan büyük. İlerici bir ülke olmamız mümkün mü?

 Bizim sanatçılarımızın başına gelenler; hızla dışlanma, ihanetle suçlanmaları; 1960’lı yılların Fransa Cumhurbaşkanının kendi sanatçısı, yazarı için haykırışı; Sartre Fransa’dır, savunması ayrı bir tarihi gerçek…

Güven serin 



21 Mart 2019 Perşembe

GEL,BİZ NEŞEYLE KUTLAYALIM BU BAYRAMI






                   GEL, BİZ NEŞEYLE KUTLAYALIM BU BAYRAMI


  Bir çağrı; uyandırma seslenişi; Goethe’nin sonsuz devinime duyduğu saygının özgün üretimi;

“Orakçılar bunlar; yeniden evlerine dönmekteler,
Ta uzaklara. Topladılar Romalıların hasadını, o Romalı ki,
Bereket Tanrıçasının çelengini kendi elleriyle örmeyi bile küçümser.
O tanrıça ki, meşe palamutları yerine altın başaklar ihsan eder.

Gel, biz neşeyle kutlayalım bu bayramı iki başımıza!
Çünkü seven iki kişi, toplanmış bir halk demektir aslında.”

  Unutulmuş bütün bayramlar, insan yolculuğuna yoldaş olmuş bütün şenlikler; Kutlu Olsun…

Güven Serin 


20 Mart 2019 Çarşamba

KENDİNLE İFTİHAR EDEBİLİRSİN ÖLÜM



Antonius ve Kleopatra

Bu oyunda en son sözü Sezar söyler ve
büyük lafların korkunç ürkütücü oyunlarını
açığa vurur; " Ah soylu zayıflık!" 



"Kendinle övünebilirsin ölüm!" 

Oysa,ölümcül olan,yaşamın da kendisidir;
biliriz ama,bağlı olduğumuz mülkiyet 
zaafların baskısı büyüktür;her daim
boyun eğeriz..." 




KENDİNLE İFTİHAR EDEBİLİRSİN ÖLÜM
------------------------------------------------------


  Ölüm için ne çok öyküler, destanlar, şiirler üretildi. Hiç şüphemiz olmasın ki, insanın yaşamı devam ettiği sürece, günün gecesi gibi her daim bizi tamamlayan bir kavram, korku, neşe olarak bizle olacaktır.

  Kaçınılmaz bir sonun başlangıcıdır ölüm. Dönüşüm onla başlar ve onla sonlanır insanın öyküsü.

  Otuz altı eserinin 26’sı başyapıt kabul edilen Şekspir’in ölümü anlatan, ölümle sonlanan; Julıus Caesar ve Antonus ve Kleopartra oyunları, ölümün ölümcül ve acılı tarafını bize bırakırken, bu büyük oyunun, yaşam oyunlarımızın sönük çaresizliği içinde açıklaması çok sığ kandırmaca oyunlarına kurban gidişimizin yüzleşmesi de Şekspir zekâsının oyunlarında, apaçık ortadadır.

  İşte; Sezar’ın 33 bıçak darbesiyle ölürken dahi, bir sürü tanıdığının bıçaklarının bedenine açtığı yara ve acılara önemsizmiş gibi bakarken, sadece en sevdiği arkadaşının bıçak yarasını, derin acısını, ancak bu basitlikte bir sözle en yüce hale getirir; “ Sende mi Brutüs”

  Bu büyük acının ölümcül safhasında görmesi gereken şunu görür; geriye kalan, yaşamın içinde bulunan Brutüs, ölen Sezar’dan daha yaralı ve acılıdır…

  Ya Kleopartra’nın ardından, onun zehirli yılanı koynuna alarak Antonıus’un ardından yapmış olduğu ölüm dalışı? Yardımcı kadın arkadaşı; insan olan herkese; bütün dünyaya, çok ötelerden; tüm zamanlara seslenir;

“Bu viran âlemde, değil mi? Güle güle.
Kendinle iftihar edebilirsin ölüm,
Eşsiz bir sevgilidir aldığın. Kadife pencereler, kapanın.”

  Arkadaşı Antonius ve Mısır Kraliçesi Kleopatra’nın ölümleri üzerine, Sezar’ın birkaç sözcüğü; ölüm ile yaşam arasında ki o ince farkı, ancak Şekspir gibi bir dehanın fark edip sunabileceğini düşünmeden edemedim;

“ Ah soylu zayıflık!
Eğer zehir içmiş olsalardı, şişerdi vücutları.
Ama sanki uykuda gibi görünüyor kraliçe,
Büyülü tuzağına bir başka Antonius düşürecekmiş gibi.”


Güven Serin 





19 Mart 2019 Salı

SOYLU ASKER-ARMANDO


  




ARMANDO




SOYLU ASKER


   Bu çocuk, çok değerli; İsmi Armando; Soylu Asker; Bir milyon 252 Bin Avro'ya satılmış; vay canına; çocuk zamanlarda beslediğim kuşlara o kadar çok benziyor ki; bizler onlara;"yoz”derdik; yani verimsiz, pek işe yaramaz cinstendi... Oysa hep onları sevmiştim; ne paçalı, ne mısır gagalı ne de taklacıydı; yabanıl olanın peşinde bir ruh âlemi içinde bir çocuk...


Güven Serin


TANGOLARA NE OLDU


NURAN DAMCIOĞLU;ALKIŞLARLA



ŞECAATTİN TANYERLİ;ALKIŞLARLA

                                       TANGOLARA NE OLDU?


  Latin Amerika kökenli Cumhuriyet ile birlikte Türk müzik ve dans hayatına önemli katkı yapan bu tınılar; besteci ve müzisyenlere ne oldu? Değişen dünyanın yozlaşan, yalnızlaşan insan ve insancıkları bu kadar önemli ve güzel sanatın kenara itilmesine, yok sayılmasına neden oldu.

  İlk hatırladıklarım; Türk tango yaşamında önemli yer tutan tango sanatçılarından Şecaattin Tanyerli ve Nurhan Damcıoğlu gelir akla. Daha eskilere gidersek; Seyyan Hanım, Zehra Eren, Dilek Türkan…

 Şecaattin Tanyerli’nin sesini yaşam kargaşası içinde unutmuşum… Nurhan Damcıoğlu halen kulaklarımda. Ve çok uzun zamandır tango dinlemediğimi utanarak fark ettim. Ne büyük çırpınış bu… Üstelik teknolojinin bu kadar çok içindeyken…

 Şehirlerimizin araçlarla dolup taşması, alışveriş merkezlerinin moda oluşu ve çılgınlar gibi kirli bilgi yükleri, bizi duru sanatlardan, huzurlu dinlencelerden uzaklaştırıyor.

  Atölyeme gelir gelmez tango müziklerini dinlemeye başladım. Tangonun tarihini Latin Amerika; Arjantin kökenli olduğunu öğrendim. Ana çalgısı Bandoneon’muş! Arjantin kökenli bir çalgı! Çalması zor olduğu için bizde bunun yerine bir başka körüklü çalgıyı kullanmışlar; Akordeonu.

 İlk işim Şecaattin Tanyerli’nin seslendirdiği tangoları dinlemek oldu. Bu çalışmam tango şarkıları eşliğinde yazıldı. Ruhumun banyo yapması gibi bir şey; yüzme, sauna ve duş sonrası dinlence ortamında ki o büyülü duruluk…

“ Seni nasıl unutmalı
Bu sevgiyi unutmalı
Çok ağladım
Çok inledim
Günlerce ben
Dert dinlerim
Senin gezdiğin yerlerde gezmiyorum
Senin geçtiğin yerlerden geçmiyorum
Seni bir gün görürsem
Bin yıl yaşarım
Senden kaçayım derken
Seni ararım
Elimden gelse seni unutmak için
Seni seven bu gönlü hemen yakarım
Biliyorsun bunların sebebi sensin
Sen sevgili benim başıma dertsin.”

  Fehmi Ege’nin bestesi ve Şecaattin Tanyerli’nin seslendirmesiyle; iç içe geçmiş günlerin hürriyeti, kendimizi fak etmek ve tercihlerimizi sıklıkla gözden geçirmek, uygar dünyada, yenilik peşinde koşuyoruz derken benliğimizi unutmamak adına çok iyi geldi.

 Müziğin demi, insan ruhuna olan denge sinyalleri, hele bir de emeğin, bestenin, sesin tadı ahengi oturmuşsa; değmen benim gamlı keyfime…

  Şecaattin Tanyerli’yi dinlemeye devam edeceğim elbet. Daha başkalarını da… Biraz da Nurhan Damcığlu’nu hatırlamak, hatırlatmak adına;

Muhteşem ses; tiyatro sanatçısı kıvamında bir müzikhol gösterisi; sesi, figürleri ve sahnesiyle Nurhan Damcıoğlu;


“Ben kalender meşrebim güzel çirkin aramam
Gönlüme bir eğlence isterim olsun
Ben kalender meşrebim güzel çirkin aramam
Gönlüme bir eğlence isterim olsun
Saçları samur, gözleri mahmur, biraz da şirin olsun

 Bu çalışmayı yine bir şecaattin Tanyerli tangosuyla bitirelim;

“Sevdim bir genç kadını
Ansam onun adını
Her şey beni ona bağlar
Kalbim durmadan ağlar”



 Güven Serin 









16 Mart 2019 Cumartesi

SIZLANMALAR BAHÇESİ


Mehmet GÜLERYÜZ



Mehmet GÜLERYÜZ


SIZLANMALAR BAHÇESİ
-----------------------------------------

  Sanatçı Mehmet Güleryüz’ün “Sızlanmalar Bahçesi” isimli sergisi Fransa Paris, Galeri Cyril Guarnieri’de açıldı. 6 Nisan’a kadar sürecek sergide, insanın; hatta insanlık yolunda üretmeye başladığı ilk yıllardan beri farklı sanat dallarından birisi; çizgiler, desenler; resmin yardımıyla iç sıkıntılarını, şikâyetlerini anlatma biçimlerini dile getiren bir çalışma…

  81 yaşına giren sanatçını, en çok huzur bulabileceğimiz olan bahçenin özgürlüğüne, kendimizi bulup, üretim yapma, yorulma, sızlanma eşliğinde yaşam trajedi ve çelişkilerinin hafifleyecek oluşunun, olma ihtimalinin dikkatini çekiyor.

   Sanatını, müziğe benzeten Güleryüz, insan dinamiği olan yüz hatlarına düşen, ruhsal, psikolojik titreşimleri de göz önünde bulundurarak, düşsel alanla, bilinen zamana, oradan da bir üçüncü boyuta adım atıyor.

  Tıpkı Dante’nin İlahi Komedyası eserinde ki özgürlük alanından seslenişini yapar;

“Sağıma döndüm ve öbür kutbu düşündüm,
Ve ilk insandan başka hiç kimsenin
Görmediği o dört yıldızı gördüm.”

   Dört yıldız diye anlatılmak istenen; “ Adalet, Hakkaniyet, Öngörü ve Ilımlılık”

  Mehmet Güleryüz de desenlerin, ritmi, düşünce ve çabanın genişliği, iç sıkıntılarımızın ferah bir bahçede yön ve irade bulacağının titreşimlerini yayıyor, sanata gönül vermiş, yaşamın ağır yükünü üstlenmek yerine, yükleri hafifletme telaşı içinde olan biz insanlara…

Güven Serin 





15 Mart 2019 Cuma

VAROLUŞ ZORUNLU DEĞİLDİR







VAROLUŞ ZORUNLU DEĞİLDİR
-------------------------------------------

 Sartre, insan denen canlının düşün dünyasını “bulantı” isminde kitabıyla çoktan beri bulandırmaya devam ediyor.

 Var oluş zorunluluk değildir, diyor! Kendi var oluşumuzun vazgeçilmez efendiliğine soyunmuş bizler için ne büyük hayal kırıklığı. Sanki dünyanın en merkezinde bizmişiz gibi! İnsandan çok önce de var olan gezegen ve evren, göbeğini oynatarak gülüyordur bizlerin haline…

  Zeus bile insanın savaşını kendi tepesinden; Kaz Dağlarından seyretmeyi tercih ediyor. Sartre bulantı kavramını, bizim üzerimizde ki etkiyi görmek, anlamak veya ölçmek adına devam ediyor;

  “ Var olmak, burada olmaktır sadece, var olanlar ortaya çıkarlar, onlara rastlanabilir, ama hiçbir zaman çıkarsayamayız onları.”

 Ne çok kavramlara tutunduk, kendimizi tarif etmek adına. Ne ölümsüz hikâyeler, ölümsüz tanrılar yarattık; destanlarda, ölümü arayanlardan tutun da, yarı ölümlü tanrı insanlara kadar… Hepsinin sonunda, Sartre’nin bulantısına yaklaşır gibi oluyoruz…

 Belki de yaşamın, evrimin destansı seçeneklerinden; milyarlarca değişiminden sadece bir toz parçacığı; yıldız tozlarından, uçsuz bucaksız alanlardan gelip, bu gezegende mucize gibi görünen, insanın düşünce, analiz etme yoluyla ortaya koymaya çalıştığımız hikâyeyi anlam yükleme çabalarıyla sürüp giden güzel veya kötü sayılan bir yudum ömürler içinde dolanıp 
duruyoruz.

Güven Serin 

13 Mart 2019 Çarşamba

BAKAN MIYIZ? YOKSA BAKILAN MI OLDUK?



  "Bakan mıyız?Yoksa bakılan mı olduk?"
Sanatçı, Akademililer Sanat Galerisi’nde “Bedenin Hafızası (2011)” ve Karşı Sanat’ta “Kara Duyu (2015)” adlı kişisel sergilerinde hesaplaştığı temayı 1 Nisan kadar açık olacak “Corpus Magnum” sergsiyle başka bir plastiğe taşıyor.
Kıvrılan beden, açılan ağızlar; hep bedenin devinimiyle uğraşan ressam, “Sarının salınımı, titreyen melankolisi ve grinin gölgesiyle parlayan, açılan bir yüzey. Bedenin kıvrımı ve sancısı insanlığımızın gözüne evriliyor sarsıntılı güncelliğiyle. Bakan mıyız? Yoksa bakılan mı olduk hep” diye sorguluyor ve “Corpus Magnum” ta bu bakışı bir kez daha resmediyor. İstanbul’daki atölyesinde çalışmalarına devam eden sanatçı, Türkçeye kazandırdığı Paul Virilio’nun “Sanat Kazası” gibi çevirileriyle sanat dünyasına katkıda da bulunuyor.
Nesli Türk
Corpus Magnum
Cumhuriyet Kültür

1 Nisan 2019'a kadar; MERKUR Galeri-Nişantaşı

12 Mart 2019 Salı

YETERİNCE GENİŞ BOYUTLU YALNIZLIK


Bu çalışma,iki dostun anısına,yüksek duyguların aziz
hissiyatı içinde,onlara adanmıştır;

Ahmet Cemal ve Erdal Öz'e...



                        YETERİNCE GENİŞ BOYUTLU YALNIZLIK


  

    Ahmet Cemal’in yalnızlığı sığınılan bir liman görmenin yanında üretim atölyesinde daha çok iş yapma fırsatı da kabul ediyordu. Bu yüzden, evini, neredeyse tamamını atölye haline getirmişti. Aradığı, istediği tek şey;”geniş boyutlu bir yalnızlık”


  Böyle bir zamanda Goethe’nin “Yarat Ey Sanatçı” eserini çevirmeye hazırlanıyordu. Tüm yaşamı boyunca yeterince geniş boyutlu yalnızlığa sığınmış olan Ahmet Cemal, bu sefer limanını dışına çıkacaktır.

  Moda Oyun Atölyesinin antre-giriş cafe’si uzun zaman geçireceği, dizüstü bilgisayarı ve sözlüklerini bir süreliğine bu dış mekana taşıyıp başka bir arayışa girdiğini de göreceğiz. Goethe’nin Şiirleri, Roma Ağıtları, Akhilleus bu kitaptadır. Ve Ahmet Cemal, bir kez daha Goethe’nin huzuruna çıkma cüretini, Goethe sevgisi ile yan yana getirir. Heyecanı, isteği büyüktür.

  Belki de Goethe’nin sıra dışı hayatında kendini bulur. Kendi içine kapanıklığı, her daim kendine yürüyüşü Goethe’nin şen şakrak ve yaratıcı felsefesinde, dinlenmeye çekilmesiyle eş hissediyordur.

  Bu yüzden Goethe’in Faustu’nun trajedisi, bugünün insanının da trajedisi olduğunu kabul ediyor;”akılcılığın, kuşkuculuğun, gerçekliğin” trajedisi olarak görüyor. Faust’un yanında bulunan şeytan; Mefisto; “kötü” olmadığı için, onun akılcılığına, neşesine ili duyuyor; hatta hayranlık…

  “Faust” onun güzünde; “Bilginin iktidarı uğruna ruhunu şeytana satma” işidir. Aslında bu “satma” işi, öteden beri tekrarlanan, evrimin elinde ki en büyük kozdur da. İnsanın yükselme, gücü elinde toplama ve ölümsüz gibi; yarı tanrı kılığına bürünme sahneleri; hep tekrarlanır oldu.

  İnsanın yazgısı böyle olmalı; farklılıkların, acı ile sevincin birlikte var olup ileriye, dönüşüme katkı verme başarısı. Tam olarak hiçbir şey trajedi değil, dünyanın, evrenin ve diğer canlıların gözünde. İnsanın yarattığı kavramlara boyun eğmesiyle her şey, insanın kendi şahsi isteğine göre anlam bulup acı veya sevin yayıyor.

  Bir taraf acıyla, yoklukla tanrıya yaklaşacağına inanıp buna göre, binlerce yıl, kendi içsel mutluluğunu yakalamışken, bir taraf daima zenginlikle yakalayacağı bir ölümsüzlük peşinde, sürekli kurban verme telaşı içinde; en büyük kandırmaca oyununu oynuyor.

  Ahmet Cemal ile yollarımız tam olarak dört beş yıl önce; Hermann Broch’un Vergilius’un Ölümü eserini Türkçeye çevirmesi ve burada yazdığı; Giriş yazısında kesişti. O büyük destan için kırk yıl kadar bekleyişi, korkuları, mahcubiyeti, edebi ve sosyal yalnızlığı; aynaya baktığımızda her iki insanın yüzlerinin; hüzünlü şövalye Don Kişot’a benzeyişi, onun izlerini takip edeceğim anlamına geliyordu.

  Ahmet Cemal’in yaptığı çeviri; Yarat Ey Sanatçı, bittiği an şöyle bir not düşer; “ Yarat Ey Sanatçı kitabının ortalarına vardığım sırada, tanıdığım ender ‘adam gibi adam’lardan olan, yirmi yedi yıllık dostum, çeşitli çeviriler imin ve neredeyse tüm telif kitaplarımın yayıncısı, ‘kendisine telefonda tek ağlayabildiğim insan’ Erdal Öz’ü kaybettim.

  Bu çeviriyi, onun bende hiç solmayacak olan anısına ithaf ediyorum…”

  Dostluğun büyüsü, birbiriyle bütünleşmiş oluşu; ticari, siyasi kaygılardan geçip, başka bir boyuta gelmesi; imrendirici değil mi? Ağlanabilecek, hatta sıradan konularda konuşabilecek kaç insan var çevremizde?

  Ve yine değişmez olan tören başlıyor; bize bırakılan patikalardan yürümek; mola yerlerinde durup dinlenirken; edebi ruhların, esin perilerinin neşeleriyle, şarkılarıyla şenlenmek. Dünyanın derinlerinde büyük inlemeler, insanın inleme ve acı törenlerini bastırmaya yetmediği insan zamanlarına saygıyı yine en güzel yöntemle; yazı sanatının eylemiyle yapmak; yaratıcı olana, yaratma hevesiyle biraz daha yakın olmak…

 Güven Serin 




9 Mart 2019 Cumartesi

DES OTEL'DE KADIN ŞENLİĞİ


Bir keman çalıyor;hemen ardında bir piyona;
acıklı mı acıklı;gerçek mi gerçek;bir değil
bin değil;evrenin hikayesi gibi bir şey bu...



Bir damla gözyaşı;niçin?
Müziğin denetleme,hatırlatma etkisi mi
giriyor devreye?Yarım kalan öykülerin,
eril hissiyatın kırma,üzme törenlerinin
haykırışı,su yüzüne çıkışı mıdır...





Çalma keman diyemezsin;baştan beri vardı
ses ve ahenk,sadece notaların keşfi gerekiyordu.

Öğrt.Gör.Mine Engin Tekay,Prof.Dr.
Yazar Erendiz Atasü,CHP 26.
Dönem Ankara Milletvekili 
Şenal Sarıhan,CHP Tekirdağ 
Milletvekili Dr.Candan Yüceer



Yüzleşemez sin;öldürmenin,eziyetin hiçbir
mazereti olamaz;yüzleşemeyiz;kaçmak,saklanmak
gerekir...


Kutlu Olsun...


                                            DES OTEL’DE KADIN ŞENLİĞİ


  Bu tür organizasyonlara, kutlamalara, panellere, büyük ihtiyacımız olduğu anlaşılıyor. Neredeyse dizilerde, gölgelerde, tenhalarda yaşayan bir toplum haline gelmişiz…

  Büyükşehir Belediyesinin şehrimize kattığı enerji, büyük insan heyecanlarına öncü olması; bu şehirde; edebiyatın, sanatın, sosyal, kültürel olayların; kısacası halk hareketinin başladığını görüyorum.

  Büyükşehir Belediyesinin 2018 yılında duyurusunu yaptığı “Bir Kadın Hikâyesi” öykü yarışması öyle güzel bir güne denk getirilmiş ki; o kadar olur. Günün Adı; Dünya Emekçi Kadınlar Günü…

  İlyas Bey ile Des Otele yürüyerek yol alırken, ardımızda, önümüzde bir sürü kadının da Des Otel’e doğru yürüdüğünü gördük. Genç, orta ve yaşlı kadınların yaşama dair anlattıkları, anlatacakları ne çok hikâye var; hepimizin ortak öyküleri…

  Bizi karşılayan güler yüzlü otel çalışanları, Büyükşehir Belediyesinin Dünya Emekçi Kadınlar Gününe ait, çay, kahve ikramları ve çok önemli konuşmacılar da oradaydı. Etkinliğe gelenlerin neredeyse tamamı kadınlardan oluşuyordu.

  Bu kadınlar buraya iki amaç için gelmişlerdi. Dünya Emekçi Kadınlar Gününün kutlaması ve “Bir Kadın Hikâyesi” Öykü Yarışmasının ödül törenine ev sahipliği yapmanın yanında TANIKLIK etmek…

  Bu öykü yarışması başlı başına edebi bir çığlığın, coşkunun TEKİRDAĞ SÜLEYMANPAŞA’DAN yükselmesidir. Büyükşehir Belediyesinin bir sürü büyük projesi olabilir; ama esas olan bu tür projelerin insana kattığı heyecan, onur çok daha büyük…

  Leningrad Senfonisi; savaşın ortasında, o büyük insan çığlıkları, açlııklarının, ölümlerin merkezinde yazılmıştır. Niçin? Sanatın, müziğin insanlar üzerinde ki etkisinin ne kadar büyük olduğunu bildikleri için! İnsanlık tarihi durduğu sürece bu Leningrad Senfonisi de hep çalınacak, dinlenecektir.

  Öykü yarışmasına, neredeyse ülkemizin tüm şehirlerinden katılanlar oldu; bir uçtan diğer uca kadar 1304 eser; kalp, yaşam parçacıkları bizlerle buluştu.

  Söyleyişi katılımcıları; CHP Milletvekili Dr.Candan Yüceer, CHP Ankara 26.Dönem Milletvekili Av.Şenal Sarıhan, Yazar Prof.Dr. Erendiz Atasü,Öğr.Gör.Mine Engin Tekay;çok canlı,yaşamdan alınan herkesin gözlerinde,vicdanlarında büyük kabartmalara yol açan ilk konuşmayı;Öğr.Gör.Mine Engin Tekay yaptı. Hiç kimsenin yok sayamayacağı KADIN CİNAYETLERİ; anlattığı yaşam trajedileri bunlardı.

  Beş kadını anlattı. Nasıl öldürüldüklerini ve onların fotoğraflarını da elinde bizim yüzümüze tutarak gösterdi. Herkesin ortak duygusu ;”yeter” anlatma artık! Bu yüzleşmeye dayanamayacağız…

 Bizler nelere dayanmışız; buna mı dayanamayacağız? Büyük, korkunç göçlere, Gelibolu Savaşına ve daha nice kayıplara... Belki bu yüzden; unutkan bir ulus, Milet olmuşuz… Zaten, Dr.Candan Yüceer konuşmasında bunu hatırlatmadı mı?

“ Bugün 8 Mart; Dünya Emekçi Kadınlar Günü! Ama yarın 9 Mart ve biz bunu unutacağız!”

  Kadına dair; aslında insana dair biz erkeklerin ne çok; AYIPLARIMIZ var… Genetik yapımıza, evrime, sosyal çevreye, baskın geleneklere, ERİL kültüre; her şeye mazeret yükleyebiliriz. Yetmiyor; beni ben yapmaya hiçbirisi yetmiyor…

 Yine edebiyat yoksunu olmamızın, sanattan uzak kalmanın kabalığı içinde sürekli bir kabuğun altında gizlenmek bir çıkar yol olmamalı. Hepimiz bir sürü gizli, örtülü, makyajlı ayıplarla yaşıyoruz.

  Öykü Yarışması, bunca katılımcının arasından büyük gayretlerle seçilen yazarlarımızın heyecanı ise görülmeye değerdi. Hatice Dökmen; “R’leri Söyleyemeyen Çocuk” Öyküsü ile birincilik ödülüne layık görüldü. Fatma Er; “Bir Masaldın Oğlum, Bir Vardın Şimdi Yoksun” Öyküsü ile ikincilik ödülünü, Ayça Irmak; “ Dünyayı Kucaklayanlar” Öyküsüyle, Sibel Apaydın ise; “Kesemin Nağmeleri” öyküsüyle mansiyon ödülünü aldı.

  Kutluyorum… Değerli, unutulmaz bir anın; yürüyüşün, kültür, sanat tohumlarının ekilmesinin; toplumumuzun ıslahı için önemli başlangıcın zamanına tanıklık ettik.

 Bu tür organizasyonlar sıradan işler değil. Parasal tarafından tutun da, akademik, sosyal, kültürel, inanç tarafına kadar bir süre etkenin bir araya gelmesi gerekiyor. Böyle yarışmalar büyük kentlerde; Özellikle İstanbul’da çok yapılıyor. Çok azı, halkın, sanatçının gözünde SAYGIN hale gelmiştir. Yapmak değil bütün mesele; inanmak, adaletli, tarafsız; sadece sanatın, insanın, doğrunun tarafında olmaktır.

 Büyükşehir Belediyesine; katkısı olan bütün birimlere; ayrı ayrı TEŞEKKÜR ediyorum. Öykü Komisyon Üyelerine; önemli bir başlangıca destek verip, saygınlık yarattınız; iyi ki varsınız…

 Güven Serin








6 Mart 2019 Çarşamba

ONU TANIMAK LAZIM


Teşekkürler;minnetle...




ONU TANIMAK LAZIM
--------------------------------------

  Çiftçilik yapan bir tanıdığımla rastlaştık geçen gün. Çoğunlukla hareket halinde selam verip geçtiğim tanıdığımın elini sıkmak geldi içimden. Durdum; merhaba der demez elimi eline uzattım.

    Her daim hareket halinde selamlaştığım tanıdıklardan birisi olduğu için yakında elini sıkıp ayaküstü olsa da sohbet etmemiştim. Zamanı şimdiymiş! Bildiğimiz tokalaşma esnasında aynı zamanda tanıdığımın mübarek ellerine de baktım.

  Elleri yüz yıl öncesinin Anadolu insan eli. Nasırlı, çatlamış, kabalaşmış ve bir o kadar bildik insan eli…

 Sanırım Orhon Murat Arıburnu; Onu Tanımak Lazım şiirini tanıdığım gibi kişiler için yazdı. Bakın Arıburnu ne güzel anlatıyor bu tür insanları;

“Tabanları yarılmış
Yol yürümekten
Kolu kanadı kırılmış
Sapan sürmekten
Dünyayı insanca görmekten
Gözlerinin bebeği çatlamış…”

  Tanıdığımın tarlasını işleyecek motoru, takım taklavattı fazlasıyla var. Köyüne giderken yayan kalmamak için aracı da var. Var olmayan şey; belli yaşa gelince, bakımlı, sağlıklı ve huzurlu olma halleri…

 Günümüzün insanı nerelere para ayırır da, iş sağlığa gelince;”Nerede trak, orada bırak” felsefesiyle bir güzel yaşar.

 Tanıdığımın el kremi, ayak kremi alacak parası da var. Onun tercihi nasırlı, çatlak, patlak eller. Ayakları görünmüyordu, kim bilin hangi şikâyete hazırlanıyorlar…

 Güven Serin 

4 Mart 2019 Pazartesi

GANOSLAR'DA ŞENLİK VAR


Kamera; Güven Ganoslar Ardıç Ağacı
Sımsıkı yapışmış toprağa


Kamera; Güven HORA FENERİ

Gerçek ile düş arasında çok ince bir çizgi
ah görüldü ah görülecek;ah hissedildi,
ah hissedilecek vaziyette...

Kıyı Emniyet Müdürlüğüne minnetle;
nihayet onarıldı.


Kamera; Güven
Mürefte Yakınları;Karabatak sürüsü
en sevdikleri şey;haylazlık;benim gibi...


MÜRFETE TEPEKÖY
Ben,Yunus Usta,Köy insanı;Hasan Bey,
Bülent


Kamera; Güven Tepeköy Kilise

Dört Hak Din güya;her daim birbirini
alt etmekle meşgul insan ve insancıklar...


Kilise yakınında yaşayan Ümmügül Hanım

Kiliseden daha viran görünüyor;oysa
yaşı;73...Onun da beklentisi,acaba burada
hazine var mı?Komşuda pişer,bize de düşer!
Öyle inandırılmış insanımız;mucize öyle
bekletilmiş;tıpkı yüzyıllarca tanrılara
kurban adayan medeniyetler gibi;beklenti
her daim hiçliğe mahkum...


Kamera; Güven
Tepeköy yakınlarında ki Meşe Ağaçları
Arkalarında zeytinlikler,önlerinde deniz ve
adalar;gel gör ki bir rüya gibi geçer gider
insanlar nice hazine peşinde...


Kamera; Güven
Tepeköy Yakınlarında bağ

Bir başkasının,yabancının bağı,Yunus Usta
dayanamadı;budaması gereken küçük bağı
kaşla göz arasında budadı. Bülent ise figüranlık
yaptı.Marifetli insanların yaşamdan
aldığı haz;çoğunluk karşılık beklemez...


Kamera; Bülent
Tepeköy Yakınları;gündüz kampları gece kampı gibi
olmasa da,bir ateş muhakkak yakılıyor. Bir de manzaraya
tabi bir tepe...Mülkiyeti tüm evrene ait olan bu yerlerde
mülkiyetsiz,tapusuz sevmek;bir yudum şarap ile
kutsanma törenine katılmak;hiçbir din adamının
onayını beklemeden;mucizevi bir şey...


Kamera; Güven
Mürefte Yakınları;zeytinlikler ve deniz...


                                          GANOSLAR’DA ŞENLİK VAR



  Halk takvimine göre, havaya, suya düşen cemrelerden sonra toprağa düştü düşecek olan cemrenin ayak sesleriyle birlikte doğa da uyanmış. İnsanımız, insanlar olduğu gibi Kumbağ, Yeniköy, Uçmakdere yeşilliklerine uzanmış.

  İşin ilginç yanı, bu bölgelerde kış, giderayak kışlığını da yapmış. Kumbağa’dan Yeniköy’e uzanan yolların, tepelerin, yamaçların kenarında; yer yer, yarım ile bir metre kar yığınakları var. Bir taraftan yüce beyazlık, ağır ağır toprağa süzülen hayat kaynağı, bir taraftan gün yeli rüzgârına rağmen doğayı ve insanı ısıtan yüce güneş!

  Aracına atlayan doğanın kucağına koşmuş. Ganoslar-Işıklar Bölgesinde ki imkânların haddi hesabı yok görünse de, en büyük sorun; buralara gelen güzel, mutlu insanlar tarafından inanılmaz bir şekilde kirletilmesi.

  İnsana dair alınacak en önemli önlem, kirliliktir. Turizmin gelişmesi için de önemli engellerden birisi; kirlilik…

  Orman Müdürlüğünün titiz çalışmaları tepelerde ki yeşil çam ağaçlarının gösteriye dönüşmüş şölenleriyle ispata gerek görülmeyen bir panorama… Güzelliklerin ardı arkası kesilmiyor; her dönemeç, ayrı bir şölen; beyaz karların, yeşille kavuşumu, sevdası ve sevişmesi…

  Yeniköy’e yaklaşırken, karşıki tepede görünen köyün yalnızlığı, köy politikalarının yanlışlığını çok güzel anlatıyor. Burada ki insanların niçin terk edip gittiğini anlatacak bir tane inançlı, aklı başında bir açıklama yoktur. Yeniköy kar ve yeşil ile destansı bir sessizlik içinde her zaman olduğu gibi kendi çağrısını yapıyor.

  Uçmakdere kendi zamanının uyanışı, kıpırtıları ve neşesi içinde; turizmin kıpırtılarını hisseden esnaf, yöre insanı bin bir telaşı, heyecanı işletmelerine yansıtmışlar. Her geçen gün gelişme, tatlı bir rekabet içindeler. Marifetleri bir yana, işletmelerinde ki temizlik, birbirinden daha büyük olsun düşüncesiyle gösterişli tabelaları, ustalıklarının önüne geçmiş derecede.

  Ganoslar Diyarında Şenlik Var. Baharın, yeşilin, dönüşümün, denizin; ardıçların, katırtırnakları, ıhlamurların, adaçaylarının şenliği… Bu şenliğe çok fazla görmediğim yırtıcı kuşlar; doğanlar, şahinler de katılmış. Hava akımlarını kanatlarıyla yoklayan, yönlendiren, kimi süzülüş, kimi olduğu yerde bir uçurtma gibi sessizce duran yörenin kuşları.

  İlk durak; Hoşköy HORA FENERİ. 2018 yılı içerisinde Kıyı Emniyet Müdürlüğü tarafından onarılan Hora Feneri; şairleri, yazarları bekler gibi ona gelecek güzel insanları bekliyor. Fener onarılmış onarılmasına ama turizme açılma zamanını tel örgülerinin içinde bekliyor.

  Nice zamandır Hora Feneri ile başlayan dostluk, neredeyse birbirimizi anlama, dinleme aşamasına geldi. Bu dostluğa katılan iki arkadaşım; Yunus Çakır ve Bülent Yorulmaz da bu kaplatışları, nefes alışları duyan değerli insanlar.

 Hora Feneri’nin neşesi yerine gelmiş. Tepesine kurulmuş vaziyette; kar beyazlığında, Fransız işçiliğinin Türk insanına emanetinin iki yüzüncü yaşını beklemekte. Bir isteği, dileği var bizlerden;”Beni insansız bırakmayın” diyor. Yeterince rüzgârın şarkılarını dinledim. Şimdi insanın, çocukların, neşenin de şarkılarını dinlemeliyim, diye fısıltısı karıştı keşişleme rüzgârının içine.

  Gaziköy,Güzelköy,Hoşköy,Mürefte;kısacası yöre insanlarının çoğunluğu doğaya;tarla ve bahçelerine gelmişler. Zeytin fidanları budanıyor; ortaya çıkan çalı çırpı temizleniyor, tel örgüler onarılıyor. Doğa ile birlikte insan da kendine düşeni yapıyor.

 Yol yordam sorduk; Tepeköy’ün yolunu öğrendik. Tabelası olmayan yollardan; sağa ve sola zeytin bahçelerinin olduğu tepelere doğru yöneldik. Tabiatla birlikte yeşilin her tonu; zeytin ağaçlarının insan üzerinde ki olumlu, yatıştırıcı, huzur verici etkisini hissettik.

  Ganoslar-Işıklar Bölgesi Tekirdağ insanı, ülke insanı için yüce yaratıcının ayrı bir hediyesi olmalı! Deniz ve adalar; ışığın dansı, her an değişen pırıltısı eşliğinde, büyük tonajlı yük gemilerine eşlik ediyorlar.

  Yörede ki insanların büyük çoğunluğu Türk insanının büyük çoğunluğu gibi; hayali bir zenginlik peşinde! Buralarda bir düş var; “ Define Bulmak!” Ne yazık ki en büyük define bir türlü fark edilemeden boşaldı birçok köy, kasaba…

  Zeytin, Üzüm, İpekböceği, Adaçayı, Ihlamur; bu bölgenin definesi olsa da, yanlış politikalar, beceriksiz idareciler ve kolay pes eden çiftçiler tarafından bir yenilgiye dönüştürüldü.

  Zafer, kaçmayanların, korkmayanların ve yenilikçilerin olacağı bellidir. Kolaya herkes gider. Mesele; zor olana; Ganoslar gibi rüzgârın, doğa şartlarının her çeşidine göğüs germek lazım…

  Hoşköy de Tepeköy’ün adresini sorduğumuz gencin bize yaklaşımı; “ Ağabey define arıyorsanız ben de anlarım o işlerden. Adam lazımsa gelirim.”

  Tepeköy’ü sormamız, define arayıcı rolüne bürünmemize neden oldu. Bu gibi karşılaşmalar kim bilir ne kadar fazla oluyor ki, gelen yabancıların neredeyse tamamına defineci gözüyle bakılıyor. Hoşköy’de ki genç adam bizden ayrılırken son uyarıyı da yaptı;” Tepeköy’de viran kiliseyi görmeye gidecekseniz, orada bir deli var, dikkat edin. Hemen şikâyet ediyor.”

  Bol rüzgârlı, Gün Doğusunun çalım sattığı Tepeköy’e ulaştık. Suyu da rüzgârı gibi bol! Havası ve ışığı, insanın iliklerine kadar işliyor. Viran Kiliseye gideceğimizi anlayan birkaç aylak Tepeköy insanı; hemen define işinden söz etti. Hasan isimli bir kişi cebinde ki el çizimi bir haritayı uzattı bana. Kayıtsız kaldığımı görünce şaşırdı. Anladığım kadarıyla kolay yoldan para kazanmak, harita karşılığında bir şeyler bekleme içindeydi. Zararsız bir beklenti…

  Kilisenin dört duvarı küçük bir kitabesi duruyor. Bugüne kadar yok sayılmış. Tekirdağ Büyükşehir Belediyesi turizm politikası içinde olan Tepeköy, Kilise ve eski haline getirilmeyi bekleyen çeşme… Kilisenin yakınlarında yaşayan Ümmügül Hanım da beklentisi; kilise civarında hazine olup olmadığı üzerine…

  Onların hazinelerine, beklentilerine her zaman olduğu gibi, içimden, ilikler imden, genlerimden gelen evrensel gülümseme ile cevap verdim. En büyük hazine o ana tanıklık ettiğimizin farkında olmak. Bize ait olan bütün duyu organların farkında olmak, şanstan öte, bir mucizevî zenginlik; hazine…

 Güven Serin 

















1 Mart 2019 Cuma

NİETZSCHE'NİN TEKMESİ




NİETZSCHE’NİN TEKMESİ
--------------------------------------------

  Bir gün Nietzsche annesine bir tekme savurur. Kadın neyi uğradığını şaşırır şaşırmasına ama ardından Nietzsche şöyle der; “ Seni bir gün bu tekme tarihe geçirecek!” Sâlah Birsel’in yazılarından yeni öğrendim.

 Ve yıllar yıllar sonra Nietzsche’nin annesini bu tekme sayesinde hatırlıyoruz. Bir filozofun sosyolojik deneyimidir yoksa o anda yaşadığı krize olumlu bir yan, neden buluşumu bilinmez…

  Bu tekme olayını öğrenip bunun üzerine epey düşünme ve gülümseme nedenini burada paylaşmak istedim. Nietzsche gibi filozofların ileriyi görüşü tartışılmaz bir güçtür. Mağarasından çıkan Zerdüşt’ün insanlığa seslenişi gibi bir şey; tekmeleme olayını mı, yoksa insanların peşinde koştukları skandal veya aksiyon olaylarının çekiciliğini mi anlatmak ister; düşündüm, gülümsedim…


  Nietzsche’yi hatırlayacağım o kadar çok şey var ki! Post bıyıklarından tutun da, bir ata sarılıp ağlaması, yaşadığı o büyük zekânın büyük sancılarının krizlerine kadar… Hele insanları oyalayan papazlara seslenişi;

” Sizler mum kokulu mağaralarınız da öldürdünüz tanrıyı!” Bugünün konusu tekmeydi güya! Tekme, tekmeleme; yavaş atın tekmesi ağır olur, derler. Acaba Nietzsche’nin tekmesi nasıldı? Laf ola beri gele mi? Yoksa bütün gerzeklere olan kızgınlığını o an en yakınında olan annesinden mi çıkarmak istedi?

Böyle Buyurdu;
Güven Serin