25 Kasım 2009 Çarşamba

İYİ BAYRAMLAR


DUA EDEN ÇOCUK
RÜSTEM PAŞA CAMİİ İÇ MEKAN

Usta Mimar Sinan'ın Güzel eseri,Doğa Irmak
adına da güzel bir gezi keyfi oldu.



Kamera; Güven Rüstem Paşa Camii-Tekirdağ



İYİ BAYRAMLAR


Demeyi ne kadar çok isterdim. İyiliği, zenginliği, güzelliği sadece kelimelerde, temennilerde bulmaya çalışır olduk! Hâlbuki dilekler istenirken, dilekleri insanlaştıracak, bedene aktaracak olan da bizlerizdir…

Yine ve yeniden Kurban Bayramını kutlayacak oluşumuz ve alışık olduğumuz karşılaşmaları, temennileri duymamıza, görmemize neden olacak. Biz; İYİ BAYRAMLAR diyeceğiz; onlar da; İYİ BAYRAMLAR diyecek…
İyi olmak, güzel ve huzurlu bayramlar yaşamak; bedenin, sosyal hayatın bütününden gelir. Bayram, bedeni taşmış, özlemle dolmuş insanların eğlencesidir. Eğer ki beklenen bayram; eziyete dönüşmüş, ekonomiyi felç etmişse; o aileler için; İYİ kelimesi lanetli bir kötü gibi algılanır.
Dört kişilik bir ailenin akrabalarına İYİ BAYRAMLAR demesi; asgari ücretin çok ötesinde bir harcama yapmaları demektir. Ve biz soylu, duygusal Türk halkı; boş ellerler gitmeyi, boş gönüllerle seslenmeyi de pek beceremez. O zaman, bayramlarımızı iyi ve hoş bir hale getirme gibi durumumuz var mıdır? Kurbanların kan olup, et olup akacağı bir kurban bayramında daha; devir teslim töreni yaşanacak. Verilecek birer kilo etler, bir yılın fakirliğine derman olmaya çalışılacak…



Her gelenek kendi zorunluluğundan doğar ve halkın sahiplenmesiyle yaşar. Gelenek ve görenekleri çekice yapan; halkın gönülden sahiplenmesidir. Benim bayramlarımı da biz çocuklar sahiplenmiştik. Büyükler her ne kadar kusurlu da olsa, kırgın da olsa; biz çocuklara yansımaz, bizler şekerimizi, harçlığımızı alır, komşuların verdiği kurban etlerini ninemizin közde; mis kokular içinde pişirmesiyle birlikte yerdik.
Şimdi hangi nine, hangi közü canlandıra biliyor? Hangi torun verilecek birkaç şekere, bir iki lira harçlığına minnet duyup, bu bayram” benim bayramım” diyebiliyor!
yüz yıllardır sürüp giden bayramlarımız, kelimede iyi ve lütuf dağıtır hale gelmişken, eskimiş, yenilenmeyi ve yeniden düzenlenmeyi bekler duruma düşmüştür. Şimdi büyüklerin bolca kan akıtıp, kana susamışlığı giderdiği bir bayramı daha iyiye, güzele dönüştürmek için yollara düşeceğiz. Göreceklerimiz, duyacaklarımız beklentilerimizin olmayışı ile aynı doğrultuda buluşacak. Akşam haberlerine baktığımızda, bayram telaşına düşmüş acemi ve aceleci sürücülerin kurban bayramı niyetine kurbanlık durumuna düştüklerini alışagelmiş bir ürperti ile izleyecek; sessiz ve asil lanetlerimizi mırıldanacağız…
Muhtemelen dört günlük bayram bilânçosu; 40–50 ölü, 150–200 ağır yaralı olacaktır. Kaybedilen milli servet; trilyonları aşacaktır. Fakat yine bir yerlerde hayvanlar kesilecek, etler dağıtacak; zoraki gülümsemeler ile ; “ iyi bayramlar” dilenecek…

Muhasebede ÖZÜN ÖNCÜLÜĞÜ ilkesi vardır.

Bayramlarda da özün öncülüğü vardır. Özün öncülüğü akrabalarımız ile buluşmak, dargınlıkları barıştırmak, çocukları sevindirmekse; biz bütün buları yok sayıyorsak; bayramlar, bizim çocukluğumuzun bayramları olamayacaktır. Bir şekilde vaziyeti kurtarmaya çalışıp, bayramı tatile bir başka yerlere kaçarak kutlamaya çalışacağızdır. Ama hiçbir şekilde de, kaçtığımız, saklandığımız yerlerde, üzerimize binen ve özü, pas geçmemizin getirdiği burukluğu da atamayacağız.
Evine, tenceresine et girmeyen insanlara bir parça derman olmak amacıyla kurban kesimleri geçmişin kim bilir kaç fukarasını sevindirmiş, birkaç günlük de olsa, bayram keyfi yaşatmıştır. Elbette insanı insan yapan gelenek ve görenekler yaşatılmalı! Ama bunca değişime rağmen bayramların değişimini algılayamıyor, uyarlanamıyorsak; bayramlar bize nasıl; iyilik, huzur, barış getirsin!
Tatiller tatil gibi, bayramlar bayram gibi kutlanmalı derim. Zoraki olmaktan arınmış, bedeni besleyen, bedeni boşaltan bir algılama içindeki bayram törenleri bizi tekrar biz yapıp, diğer bayrama gidilecek zaman içinde mutlu kılacaktır. Biz biz olmaktan çıktıysak, bayrama asık yüzlü, boş cepli, boş ruhlu girmeye hazırlanıyorsak; hiç girmemek daha iyidir. Kendi inine saklanıp, bayram uykusuna yatmak daha iyidir…
Bayramı bekleyen çocuklar bizim çocukluğumuzun bayram açlığını çekmeseler de, bu çocukların da bayram boşluğu vardır. Boşluğu tamamlayacak; büyüklerin hoşgörülü elleri, cepleri ve sözleri olacaktır…
Değişen dünyanın, sürekli değişen ve sürekli çelişen güzel ülkemin soylu insanları; tüm garipliklere, yanlış politikalara rağmen; özgüveninizi ve kültürünüzü kaybetmeyiniz! Hazır bayram telaşına, yenilenmeye, barışa yaklaşmışken; BİZ NEREDE yanlış yaptık diye düşünüp, bizi; kurban bayramının kurbanlığına çevirmiş siyasilere bayram sürprizleri hazırlamaya başlamalı derim!

Bayramlar, çocukluğumuz bayramları gibi olmasa da, kurbanlar ve kurban olanlar hep aynı! Ve ben, yaşlı annemi ikna edip onu kırmayacağımı bilseydim, küçük bir Ege kasabasında kendi bayramımı yaşar; kendi kendime; İYİ BAYRAMLAR diler olurdum…

İyi Bayramlar, iyi ve hoş sevinçler, kırgınlıkları yok edecek, çocukları sevindirecek bol gülüşler diliyorum sizlere…
Eğer ki bir kilo etin, bayramı tamamlamayacağına inanıyorsanız, kurban bayramını okuma bayramı olarak da algılamak istiyorsanız bu seferlik bir kilo et yerine, ailenin genç kızına, erkeğine bir kitap hediye ediniz. Sanırım bir kitap, verilecek bir kilo etten daha baskın ve daha kalıcı hoşgörülere, anlayışlara doğru el uzatacaktır…

               Güven




























Posted by Picasa

23 Kasım 2009 Pazartesi

İLK ÖĞRETMENİN KİM SENİN


Kamera; Güven-Bozcaada-Rüzgâr Gülleri


Kamera ;Güven Bozcaada Taş Evleri



İLK ÖĞRETMENİN KİM SENİN?

Bizim çocukluğumuzda öğretmenlerimize içten bir samimiyet ile saygı gösterildiği zamanlarda öğretmenler için söylenen bir şarkı vardı;

“ Öğretmen öğretir; A, B, C… İlk Öğretmenin kim senin? Öğretmen kutsaldır ana gibi! Öğretmen kutsaldır baba gibi! Öpülesi elleri var, şirin tatlı dilleri var.” diye devam eder, içimi içimize sığmazdı.
Ali Rıza Binboğa’nın gür ve davudi sesinden bize gelen “ İlk Öğretmenin Kim senin” şarkısı, bıkmadan dinlediğimiz, heyecan duyduğumuz namelerdi. Hâla da öyledir.
Ana, baba ve vatanı kutsal sayıp kutsadığımız gibi kutsadık öğretmeni. Her kutsanan kutsanmışlar gibi öğretmeni anma günlerinde anar, bizden biri olma nedeniyle, yozlaşmış bir sarılma ile kucaklarız.
Öğretmenlerimiz, yere göğe sığdıramadığımız ve de, sadece öğretmenler evine hapsettiğimiz kutsal canlılar; can çekişir de, dert yanmaz oldular. Sıradanlaşmanı bir kültür haline geldiği, yoktan var edilmelerin şans kuponlarına havale edildiği bu zamanda; öğretmenler de kaderlerine terk edildi.
Geçim derdi, siyasi korku ve yılların yorgunluğu; öğretmenleri var ile yok arasında sıkıştırdı. Fakirlik sınırının altında, açlık sınırına yakın maaşlar alan öğretmenlerin EĞİTİMCİLİK yapmasını, kutsanmış bir canlı haline gelmesini bekliyorsak; aldanıyoruzdur. Onlar da ana, baba ve bu ülkenin her canlısının çektiği zorluğu çekiyorlar. Ve kutsanma töreni altında kutsanmış sayılıp, hatasız, günahsız sayılmaları da ayrı bir derttir onlar için!

Branş öğretmenleri, özel ders öğretmenleri; özel dersler, özel emekler altında el üstünde tutulup, kendilerince yol alırken, ezber eğitimin gereksiz bulunan öğretmenleri ise; öğretmen olduklarına pişman edildi!

Kim hatırlar tarih öğretmenini de bir hal hatır sorar? Coğrafya, din, müzik, beden öğretmenlerine içten bir saygı, teşekkür, selam; demeyeli kaç zaman oldu?

Varsa yoksa ezber dünyamızın ihtiyaç duyulan branş öğretmenleri göstermelik el üstü onurlandırmaları ile onurlandırılır.
Yıl 1928. Eski Türkçeden yeni Türkçeye geçildiği zamanların, Millet Mekteplerinin açıldığı heyecan dolu öğrenim ve öğretmeleri hatırlamalı! Tarihe vermediğimiz önemi böyle günlerde verip, kutladığımız, onurlandırdığımız öğretmenlerin hangi şartlarda, hangi karanlıkları yok ettiklerini hatırlayalım. Unutkanlığı bir kültür haline getirmek yerine; hatırlamayı, hatırlatmayı, onurlandırmayı; besleyelim…

Güçlü sesi ile unutulmaz şarkısıyla öğretmenlerimizi onurlandıran Ali Rıza Binboğa, kulağımda çınlıyor hâla. “ İlk öğretmenin kim senin?” diyor. “Alfabeyi kim öğretti?” diyor. Ali Rıza Binboğa diyor da, siz; ilk öğretmeninizi hatırlıyor musunuz? Öpülesi ellerini, şirin tatlı dilini bugünkü büyümüş bedeninizde hissede biliyor musunuz?

İster şefkatli bir hâkim, ister yüzü asık bir hâkim olun. İster başarılı bir avukat, ister kendi halinizde bir memur olun. Sizin de ilk öğretmeniniz, sizin de ellerini öpmek istediğiniz bir öğretmen vardır elbet! Çünkü kutsadığımız, ana ve baba’dan sonra tanıdığımız öğretmenlerimiz; bizlerden duyacakları bir tek; samimi söze ihtiyaç duyarlar. Zaten yeterince hırpalanmış, yok sayılmış, kutsal bellenip, çiğ olarak yenmek istenmiş öğretmenler sadece günlerde, yılda bir değil, her an onurlandırılmalı, gecikmiş saygılarımız, sevgilerimiz; hiç vakit kaybetmeden iade edilmeli.

Şimdi yolları gözleyen, telefonlarının çalmasın bekleyen öğretmenlerimiz; ülkemizin kargaşaya boğulduğu, kimsenin kimseye güvenmediği bu zamanda dahi; öğretmen marşını söylüyorlardır.
Alnımızda bilgilerden bir çelenk,
Nura doğru can atan Türk genciyiz.
Yeryüzünde yoktur, olmaz Türk'e denk;
Korku bilmez soyumuz.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.

Candan açtık cehle karşı bir savaş,
Ey bu yolda ant içen genç arkadaş!
Öğren, öğret hakkı halka, gürle coş;
Durma durma koş.
Şanlı yurdum, her bucağın şanla dolsun;
Yurdum seni yüceltmeye antlar olsun.

Bizi biz yapan, bizden sonraki neslimizi de insanlaştıracak, uygarlığın yarışında ön sıralara taşıyacak öğretmenleri; samimi düşünceler ile gerçekten ÖĞRETİCİ bir ÖĞRETMEN haline getirelim. El birliğiyle. Karanlık aydınlığı hiç sevmez. Cehalette öğreticiyi sevmez. Ama öğrenmek isteyen, yol alıp, karanlığın pençesinden kurtulmak isteyenler; öğretmenine kutsanmış bir canlı gibi değil; hak edilmiş samimi ve uygar dünya şartlarına yakışır değerleri vermeliyiz!

Öğretmenlerimizin bedenlerini suyla yıkandığı kadar bilgi ile vatan sevgisi ile yıkanmalı. Yoksa hızla güneşin gün olduğu yerlerde; gecenin bitemeyecek gece kâbuslarını göreceğimizin çok yakın olduğunun unutmamalıyız…

GÜVEN





















Posted by Picasa

22 Kasım 2009 Pazar

AGORA MEYHANESİ





Kamera; Güven Papatyalar
Seviyor,seviyor,seviyor... :)) 






Kamera; Güven-Tekirdağ Limanı

Küçük kayıkların,beyaz martıların,liman kedilerinin
güzel diyarı. Esaret düşüncede başlar,düşünce de
biter.Liman,düşüncenin esareti biritriği yer!


Kamera; Güven-Tekirdağ Limanı



Kamera; Güven Tekirdağ  Vilayet Binası

Büyük Atatürk,Cumhiriyet ile birlikte
tüm şehirlerde müzelerin,Türk Dil Kurmlarının,
Türk Tarih Kurumlarını kurturmuş.
Neden acaba? Özenesi Avrupa ve Arap
dünyasının hayali görüntüsü için mi?
Yoksa, ilk önce kendi özünü anlayıp,
sonra diğer özleri algılamanın doğrluğu adını mı?

AGORA MEYHANESİ

Çocukluğumun hatırlanası yerlerinden birisi de meyhanelerdir. Ağır adamların ve dedemin de gittiği, olur-olmaz insanların içeriye alınmadığı, meyhane kültürü olan yerlerdi.

Meyhane kültürünün bir adabı vardı. Yol-yordam bilmeyen, meyhanelerin dinlence keyfine varamayan; o yerlerin devamlı konuğu olamazdı.

Yaşayan bir efsane haline gelmiş “Agora Meyhanesi” şarkısını bilmeyen, duymayan yok gibidir! Şiir olarak yazılmış sonraları bestelenip, dillerden düşmeyen bir şarkı olmuş “Agora Meyhanesi.”

Gezmeyi; görmek ve dinlemek ile desteklediğinizde ve şansın da sizin yanınızda olduğunu hissettiğinizde sürprizler sunar hayat size! Gezgin ruhunuzun başkaldırdığı ve kalpleri kıra kıra ilerlediği bir yaz günü gelmiş olduğunuz şehirde, kaybolmak istersiniz loş ışıklı sokak lambalarının aydınlattığı caddelerde.

Agora Meyhanesi İzmir’de Kadife Kale (Pagos) eteklerinde ve Agora (Smyrna ) antik şehrinin yakınlarında hizmet veren bir yer. Belki kimi için bir virane… Adı masalımsı bir anma içinde geçmişe karışmış, bugün var olduğu birçok insan tarafından unutulmuş mütevazı bir yer. Ve hâla açık hizmet vermeye devam ediyor.

Şairin bir sonbahar akşamı uğradığı sekiz köşesinin olduğu ve şimdi yaşlı bir adam tarafından açık tutulan bu yerde; belki de şairin oturduğu cam dibinde oturdum. Ben şiir yazmadım, yazılan bu şiirin burada yazıldığını bilmeden girdim o meşhur şarkının dillendiği bu eski sakin yere.

Şairin yüklü duygularına, ağlayan yüreğine, kanayan boğazına ters orantıda bir yaz gününün akşamında, bulutların geceyi daha da kararttığı zamanda oldum yaşlı adamın işlettiği Agora Meyhanesinde. Önce bir Arnavut Ciğeri ve patates kızartma söyledim. Ardında da soğuk bira istedim. Agora Meyhanesi ölümsüz şarkısında ölümlü bedene can verirken, ardı arkası kesilmeyen kadehlerin anason kokusu da kaplamış olmalıydı sekiz köşeli meyhanenin salonunu.

Yaşlı adamla çabuk kaynaştık. Yorgun yüzün bakışları da yorgundu. O bakışlarda yılların kıymetli izlerini taşıyordu. Karanlık çökmüş şehrin viran sokaklarının loş ışıklı caddesinde ilerlerken bakıyordum yaşlı adamın çalıştırdığı yere. Geçerken o yerden uzaklaşırken gördüm derin bakışların yorgun yüzünü. Ağır adımlar ile geri döndüm ve mantığımın reddettiği girmek istemediği Agora Meyhanesine duygularımın ısrarıyla girdim.

Meyhaneye girmeden önce ne tarihi bir geçmişi, ne dillere destan bir şarkısı olduğunu biliyordum. Sanırım o eski bina o sekiz köşeli meyhane benim oradan öylece geçmeme kıyamadı. Ve yorgun bakışlı meyhaneci buyur etti içeri beni. Fiyatlarının pahalı olmadığı insana güven veren eskinin izlerini taşıyan bu yerde neden olduğumu bilemedim.

“yabancısın buralı değilsin.” dedi yaşlı meyhanece. “evet, buralı değilim. Hasan sağlam öğretmen evinde kalıyorum.” der demez meyhaneci başını salladı. Anladım dedi, senin öğretmen olduğunu anladım.

Öğretmen olmadığımı söylemedim. Öyle sansın öyle bilsin dedim. Onla geçireceğimiz kısacık zamana; “ben oyum-buyum-şuyum” anlamlarını eklemek istemedim.

“burası o önlü yer” dedi yaşlı meyhaneci. “Hangi ünlü yer.” , “ bilinen Agora Meyhanesi!” , “olamaz, gerçekten mi?” , yaşlı adam kanıksamış sorulara, yaşamın içinde olduğu kanıksamış gerçek bakışlarla ; “evet burası o meşhur yer. O efsaneleşmiş şarkının yazıldığı-çizildiği yer. Birçok defa gazetelere de çıktı.”

Farkında olmadan o meşhur yere, efsanevi şarkının mendile kan tükürdüğü yere gelmiştim. Gün içinden antik Agora kentini gezmişken; gün sonunda yalnızlığımın depreştiği zamanda amaçsız yürüdüğüm gece vakti buluşmuştuk şarkısının ölümsüz olduğu yerin ölümlü bedenim ile.

Yaşlı meyhaneci beni okur gibi derinlere baktı. Bir şeyler yazdığımı ve benimde yazı adamı olduğumu hissetmiş olmalı. Yanıma çöktü. Şimdi o meyhaneci değil, meyhanede iki arkadaş, iki dostu gibiydik. Zaten müşterisi de azdı. Sessiz insanların tarihi ile buluştuğu bir yer gibi buluşmuşlardı Agora Meyhanesiyle… Meyhane kendi hikayesini anlatıyor onlarda kendi hikayelerini…

Usta işi Arnavut ciğerini bira ile dönüşümlü yudumlarken; yaşlı adam; “müziği aç” dedi. Sonradan oğlu olduğunu öğrendiğim genç adam Agora Meyhanesini fısıldayan müziği açtı ve çalan müzikle birlikte bu şiirin tamamını mitolojik bir hikâyeyi anlatır gibi okudu bana…

Sana bu satırları
Bir sonbahar gecesinin
Felç olmuş köşesinden yazıyorum.
Beş yüz mumluk ampullerin karanlığında.
Saatlerdir boşalan kadehlerde
Şarkılarımı dolduruyorum.
Tabağımdaki her zeytin tanesinde
“Simsiyah bekleyişlerimi” okuyorum.
Ve kaldırıp kadehimi
Bu rezilcesine yaşamların şerefine içiyorum.
Burası Agora Meyhanesi
Burada yaşanır aşkların en madarası
Ve en şahanesi
Burada saçlarının her teline bir galon içilir.
Gözlerinin her rengine bir şarkı seçilir
Sen bu sekiz köşeli meyhaneyi bilmezsin.
Bu sekiz köşeli meyhane seni bilir.
Burası Agora Meyhanesi




Yaşlı adam çalan müziği tekrar devam ettirip, kalmış olduğu yerden şiirine devam ederken, ben bu masada isimlendirilemeyen, ölümsüzleştirilemeyen diğer şiirlerin şairleri ve onların erişemediği sevgilileri için;

Dedim ya burası agora meyhanesi
Bir tek iyiliğin tüm kötülüklere meydan okuduğu yer
Burası agora meyhanesi
Dedi ve uzaklara daldı yaşla adamın bakışları. Bir ok gibi deldi geçti, mekânın döndüğü sonsuzluğun içinde; bu zamandan diğer zamana öylece süzüldü sessizce…

    Güven



Posted by Picasa

21 Kasım 2009 Cumartesi

 
Posted by Picasa


BALIKÇI SOHBETLERİ

Balıkçılar arasında öteden beri söylenen sözlerden biri de; “ Kıç ıslanmadan balık tutulmaz.” Balıkçıları ve sohbetlerini çok sevmeme rağmen “Kıç” ıslatıp balık tutma merakımı bir türlü ilerletemedim. Balıkların yaşadığı o güzel dünyada, bir tekne ile bir ömür sürecek yolculuğa çıkmak çok daha cazip gelir bana…

Uğrayacağınız her koydu farklı tabi güzellikleri, canlıları ve her şeyden önce daha insan olan insanları görmek; bu dünya gözeyle en çok istediğim ve düşlemekten zevk aldığım hayallerimdendir.

Tekirdağ şehrimizin en güzel, en anlamlı yerlerinden birisi de eski limanıdır. Ve oranın liman çay bahçesinde küçük iğde ağaçlarının ardından bakmaktır limanın diğer limanlara açılan kapılarına! Sıradan bir tatil günü ve ben yine limanımla baş başa kalacağımın çocuksu heyecanı ile oradayım. Ama anlaşılan o ki yağmurun inceden inceye yağmasını bir dinlence gibi gören balıkçılar da orada.

Balıktan yeni dönmüş üç balıkçı yan masaya geldiler. Üşümemek için elbise üstüne elbise giymiş ve en son giysileri de yağmurluk ile tamamlamış balıkçılar uzay adamları gibiydiler. Az ötedeki martılar düşen yağmurun damlaları altında çığlık çığlığa eğleniyorlardı. Belli ki karınları tok ve kaygan kanatları ile yağmura aldırış etmiyorlardı.

Balıkçıların kendine güvenleri ve doğal ortamdaki yüksek sesleri, liman çay bahçesinin sessizliğini gürültüye çeviriyordu. Ama bu gürültü beni rahatsız etmek yerine keyiflendirdi. Biliyordum ki nasırlı ellerin bu güzel bedenleri denizin rahatlığını, coşkunsu karada da yaşarlar. Denizin ortasında nasıl özgürce konuşuyorlarsa, karada da aynı özgürlüğü, bağırışlarla şekillenen konuşmaları devam ettirirler.

Üç balıkçı hemen ötemde gündemdeki siyasi konulardan, balıkçılığa, azalan balıklara kadar her konuyu özetle konuştular. Çayların biri gidip biri gelirken, muhabbetlerinin de biri gidiyor, biri geliyordu. İçlerinden birisi keyfi balıkçılardandı. Yani mesleği balıkçılık olmayan orta yaşlı bir adam! Balıkçılara göre daha akademik konuşup, gündemi belirlemek isteyen girişimlerde bulundu.

Orta yaşlarını geçmiş iki balıkçıya yudumladığı çayın dumanı tüterken sordu; “ Nasıl balık ne durumda?” Yorgun balıkçı ; “ Üç tane balık alabildik. Tüm gece dolandık durduk. Filanca balıkçıyı bilirsin 24 kasa almış. Kısmet işi her balığa çıkışımızda ya kısmet deriz.”

Aldığı yanıtları daha doğru bir zemine oturtmak isteyen akademisyen fikirli adam; “ Diyorlar ki balıkların azalması İstanbul Boğazında yapılan tünel çalışmaları yüzündenmiş!” Yaşlı balıkçı oralı bile olmadı. Bir yudum daha çay aldıktan sonra, başından süzülen tazecik yağmur damlasına aldırmayarak; “ Hadi canım olur mu öyle şey! Boğazda yapılan çalışmalar denizin 60 metre altında. Büyük teknelerin kuralsız avlanması yüzünden buraya geldik.”

Garson Birol’ sürekli çay taşıyan enerjik bedeni ile yine; “ Çay” Diye bağırıyor. Balıkçılar ; “Tazele koçum” dedikten sonra yine kendi fikirlerini de doğanın tazelenmesi gibi yapıyorlar. Akademisyen fikirli adam; “ Eğer duyduğum doğruysa Japonlar Çanakkale Boğazının yakınına, balık akını olan yerler üzerine Orkinos çiftlikleri kormuş. Balıkların azalması ondanmış!”

Anlaşılan o ki akademisyen fikirli adam, sürekli gündemi belirlemek ve belirlemek istediği düşünceyi de hep bir duyum olarak vermek istiyor. Yaşlı balıkçı Orkinos çiftlikleri fikrine de aldırış etmedi. Derin bir nefes çektikten sonra yine çayını yudumladı.

“ Olur, mu öyle şey koçum! Çanakkale boğazının orta yerine çiftlik kuracaklar değil ya! Koskoca boğaz ve müthiş bir akıntı var. Hem balıkların azalmasının asıl suçu büyük teknelerin, zamansız ve kuralsız avlanmasıdır.”

Yaşlı balıkçının kendine göre açıkladığı her düşünce akademik düşünceli adamı, sürekli başka konuların içine çekiyordu. Bu sefer de yağan yağmura akademik bir ölçü içinde yaklaşmayı denedi. “ Her 30–35 yılda bir yağmurlar artıyormuş. Ben hatırlıyorum çocukluğumda da böyle çok yağmur yağardı.”

Yaşlı balıkçı yine çay sıcaklığında ve çay tadındaki karşıt düşüncesini akademisyen fikirli adama; “ Yağmurların yağması buzulların erimesi, atmosferin delinmesi ile ilgilidir. Dünyanın doğal dengesini bozacak bir sürü işler yapıyorlar.” Yaşlı balıkçının bu fikrini hemen sahiplenen akademik düşünceli adam; “ Ne olacak eskiden uzaya yolladıkları füzeler yanıyordu. Şimdi atmosferde bir delik açtılar rahat rahat gidip geliyorlar.”

Balıkçıların ve akademik fikirli adamın konuşmaları konudan konuya gidip geldi. Sonunda hiçbir konuda tam manası ile fikirleri olmadığı da anlaşıldı. Her insanın yaptığı sıradan sohbeti yağmurun temizlik saati esnasında onlarda yapmıştı. Doğanın doğal döngüsü kendi bildiğini milyarlarca yıldan bu yana yaparken, biz bir sürü gerekçeyi, mazereti üreteceğiz. Ve sonunda insanoğlunun yapmış olduğu bir haksızlık varsa; doğanın ilahi adaleti hiçbir kin-nefret gitmeden kendi doğal dönüşümünü yapacaktır.

Bir tatil günü, tatile girmemiş doğanın doğal döngüsünü izlerken bizim balıkçılarımızı da izlemek, dinlemek adına beslendiğimin farkındayım. Emeğin bol olduğu, nafakanın denizde arandığı bu diyarlardaki nasırlı ellerin bedenlerinin coşkulu ve bağrış dolu varlıklarını seviyorum. Ama bir şey daha var ki her insan kendi işini yapıp, kendi bildiği konuları irdeleyip, öğrenimini artırırsa çok daha faydalı insanların olacağıdır…

Neredeyse kronik sorun haline gelmiş kuralsızlıklar deniz insanına da büyük darbeler vurmuştur. Büyük teknelerin zamansız ve kuralsızlığı nice küçük balığı yok ettiği gün gibi ortadadır. Balıkçılıktan emekli olmuş Mustafa Bey amcamı dinlerken bu diyarlarda yüzlerce çeşit balık olduğunu duyup, şimdi birkaç çeşide düşmüş olmanın garip sancısını de hissederim.

Fakat bizim olan diyarları sahiplenemeyişimize de ayrı bir yanık türkü söylerim. Deniz, dağlar, ormanlar, ırmaklar bizimdir. Göç ettiğimiz son diyarların güzel topraklarıdır. Daha iyi sahiplenmek için; daha çok okumalı, dinlemeli, gezmeliyiz. Yoksa her konudan haberdar olduğumuz sandığımız diyarlarda, hiçbir konudan haberi olmayışının buruk ve garip bedenlerinin gülmeyen yüzleri haline gelir gideriz…

GÜVEN

GELİBOLU

 
Posted by Picasa


ŞAFAK TÖRENİ

İnsanların soylu vicdanları, soylu geçmişler üzerine kurulu hatıraları yâd etmek ister. Kirlenmiş geçmişlerin gölgesinde eğri-büğrü durmak istemez; insanoğlu…

Yakın tarihimizin en önemli iki olayı ne deseler; Gelibolu savaşı ile Kurtuluş savaşı derim. Bizi biz yapan ve bir ulus, bir öz olarak kalmamızı sağlayan iki büyük savaş…

Yıllar sonra, yine şafak törenine katılmak amacı ile atalarımızın savaştığı Gelibolu’na gittik. Aynı ekibin aynı inancını taşıyan beş kişiydik. Koşulsuz ama irdeleyerek ve binlerce kilo metre uzaktan gelen insanları anlamaya çalışarak…

Bazı ulusların savaşları, maceraları çok az olmalı! Öyle ki Avustralyalı ve Yeni Zelandalılar için “hiç” uğruna girdikleri savaşın kaybedilmesi bile; torunlarına bırakacakları büyük bir miras olmuş. 94 yıl önce, büyük dedeleri, büyük amcaları bu topraklara ayak basarlar iken; bizim dedelerimiz, amcalarımız da bu toprakların sahibinin kim olduğunu hatırlatıyorlardı.

Tam bir ölüm-kalım anıydı. Binlerce mil uzaktan gelen ve maceraya susamış genç insanların tutkuları, istedikleri; zaferle dolu bir savaş olmuşken; bizim dedelerimiz hep buradaydı. Yüzlerce yıl vatan belledikleri ve bu uğurda inanılmaz bir bedel ödedikleri bu yerlerde; son bir kez daha bedel ödüyorlardı. Hem de canları ile… Bir tas çorba, bir dilim kuru ekmek; belki de en büyük şükrandı Allaha; aç kalmayıp vatanlarını koruyabilecek durumda oldukları için!

Anzac Koyu inanılmaz bir kalabalık ve bir o kadar da sukut içindeydi. Binlerce insan; büyük dedelerinin umutla ayak bastıkları ve birçoğunun öldüğü topraklarda; o anı yaşamaya gelmiş. Bazıları gün yorgunluğunu uyku tulumları içinde, yarı uykulu bir halde devam ettiriyor; kimileri de, konuşmaları, gösterimleri dinliyor, izliyorlardı.

Ülkeler üzerine düşeni fazlası ile yapmış görünüyordu. Türk Hükümeti güvenlik sorunlarını en sıkı bir şekilde çözümlerken; Avustralya ve Yeni Zelanda Hükümetleri de işin teknik kısmını son imkânlar ile kabullenmiş ve uygulamış. Harika bir planlama ve düzenleme göze çarpıyor. Işıklandırma ve dev ekranlar görsel ve işitsel tatmini en yüksek seviyeye çıkarmış. Anzac Koyu ve Kaba Tepe’ye uzanan yamaçlar; devasa bir açık hava tiyatro görünümüne bürünmüş. Tabiata, tarihi dokuya hiçbir zarar vermeden çelik kolonlar üzerine kurulmuş oturma yerleri, ince bir mimari ile görkemli hale getirilmiş.

Büyük çoğunluğu genç ve bayanlardan oluşmuş inanılmaz bir kitle; savaşın ve kaybedişin gözyaşlarını değil; onurlu bir mücadelenin, sadakatin, cesaretin göz aşlarını; inceden inceye döküyorlar…

Bir tarafta “ben sizlere savaşmayı değil, ölmeyi emrediyorum” inancına gölge düşürmeden ölen ve tümüyle vatana adanan 57. Alay’ın 94 yıl önceki korkusuz soylu ölümleri; bize vatanımızı, namusumuzu, onurumuzu kazandırmışken; bir taraftan da savaşın kaybeden, ama bu kaybedişi; cesaret, sadakat ile süsleyen insanları torunlarının inanılmaz duygulu gösterimleri devam ediyordu…

Hangi savaş haklı bir sebebe dayandırılır ve ölüm haklı bir vicdan ile diğer nesillere aktarıla bilinir? Elbette bizim; Çanakkale savaşımız, Kurtuluş savaşımızın soylu mücadelesinin tarihe geçtiği gibi! 94 yıl oldu ölümlerin sessizce göz yuman bedenlerinin gidişi. 94 yıl oldu top ve silahların kan akıtmayışı… Şimdi aynı yerde, kan ve ölüm değil, gözyaşı, dualar, ilahiler ve barış umutları bir birine karışıyor.

Gelibolu bülbülleri yine 94 yıl önceki ötüşleri ile selamlıyor bizleri. Ama bu sefer, bülbüllerin sesleri; acı dolu özlemleri değil, saygı dolu savaşların barış umutlarını dillendiriyordu. Ve ben ilahiler okunurken ve benim ülkeme gelip, benim toprağımı almak isteyen insanların torunları ve onların gözyaşları için; duygu büyütüyordum…

Ve ben insanlığa; kahpe bir ders verme, intikam alma duyguları ile değil; aklın, sanatın, sevginin iç içe geçmişliğinin verdiği cesaretle gidiyorum…

Savaş alanlarında bir komutan, siyasi alanlarda bir yönetici ve küçük bir çocuğun karşısında nazik bir adam olan Mustafa Kemal; savaşın en kanlı zamanında, bu ülkede ölen Anzaclar için; tarihe sonlu bir insan sözleri ile sonsuz bir yaşam sunan konuşmaları, şafak sökmeye çok az kala; Türk bir subay tarafından okundu;

Uzak memleketlerin toprakları üstünde kanlarını döken kahramanlar;
Burada dost bir vatanın toprağındasınız.
Huzur ve sükûn içinde uyuyunuz.
Sizler Mehmetçiklerle yana yana, koyun koyunasınız.
Uzak diyarlardan evlatlarını harbe gönderen analar;
Gözyaşlarınızı dindiriniz, evlatlarımız bizim bağrımızdadır.
Huzur içindedirler ve huzur içinde rahat rahat uyuyacaklardır.
Bu topraklarda verdikten sonra, artık bizim evlatlarımız olmuşlardır.

Genç Anzaclı gençler, dedelerinin rahat ve huzur içinde uyuduğu ve kabul gördüğü bu toprakların ruhundan çıkmış ve insandan öte geçmiş bu sözler için; ilk kez alkış yaptılar. Belli ki bu sözleri ezbere biliyorlardı…

Şafak sökerken, binlerce insan tek beden olurken; ilahilerde okunmaya başladı;

Tanrım, bu gün;
Biz kulların olarak ağırbaşlı bir şekilde
Geçirdiğimiz savaşları hatırlıyoruz;
Ölümü, kaderi ve cesareti!
İşlenen günahlar için,
Sen’in affına sığınıyoruz.
Asil ve onurlu her şey için
Sen’i övüyoruz.

Binlerce insanın aklı, disiplini, inancı sükûtu; insanlığın ölüme koşan; ölümcül hastalığını kusuyor gibiydi…

25 Nisan 2009

ORGANİK AYDIN

Gündemden inmeyen ve sürekli bizleri meşgul eden GDO tartışmaları her gün yeni bir açılım, yeni bir sürprizler ile tazeliğini koruyorken, şimdi de ORGANİK AYDIN tanımlaması çıktı ortaya. Hani organik tarım söylemlerine o kadar çok alışmış ve nasıl bir şey olduğun anlamadan bile, iyi bir şey olabilme ihtimaline odaklanmışken, organik aydın da nereden çıktı diyebilir siniz?



Birçoğumuz bilir ki, bizim dedelerimiz bugün Avrupa üreticisi ve tüketicisinin yere-göğe sığdıramadığı organik tarımı zaten yapıyordu. Hem de kralını yapıyordu. Hiçbir ilaç katılmadan yetişen ürünler belki azdı ama insanların damağı da keyif alıyordu, beyni de, midesi de! Ya şimdi? Şüpheler, hastalıklar, ticari kaygılar ve daha bir sürü neden; hastalık hastası olmamızı sağlıyor.

Kendi naçizane fikrim odur ki, bizlerin hasta olması da birilerini hiç rahatsız etmiyordur! Birileri kimdir? Artık silah sanayinin yerini alacak, almak isteyen; İLAÇ SANAYİDİR. Ne kadar hasta olunur, hastalık yayılırsa, o kadar büyük paralar kazanılır. Dünya hali bu, kazan ve küpünü doldur. Ne demişler su akarken dolduracaksın. Gerçi bazılarının çeşmesi hiç akmaz, bazılarını ise hep damlar. Bir türlü temiz su şırıltılar içinde akmaz. Neden? Irmaklar, göletler, denizler; doğanın doğal olmayan döngüsü içinde hep bir tarafa döndürülür de ondan.

Yazar Tayfun Er’in konuşmasına kulak misafiri oldum. Tam da GDO gündemi kendi tartışmalarını en tepe noktasına taşıdığı bu zamanda; Tayfun Er; “ Ben organik Aydınım” diyordu. Dikkatimi çekti. Organik Tarım nedir, ne değildir duymuş, bilgilenmiş, organik tarımın leziz armutları, karpuz-kavunları ile büyümüştüm. Ama organik aydın da kim oluyor?

Organik Tarım, ilaç ve başka bir kimyasal kullanılmadan doğal şartlarda yapılan üretim çeşididir. Yani dedelerimizin, ninelerimizin yaptığı, bizlerin burun kıvırdığımız, uygar saymadığımız tarım; organik tarımdı. Peki, organik aydın da böyle bir şey mi? Yani hiçbir yapaylık, kimyasal birleşen olmadan, tamamıyla kendi kültürünü, özünü benimseyerek halkına; kulak veren, el-yürek veren insanlar mıdır? Sanırım öyle bir şey?

Yazar, organik tarımın unutulmuş ama Avrupa’da hatırlanan ve halkın ısrarla doğal ürünler aramasına örnek bir duruş getirmiş. Tarımın organiği varsa, insanın da, aydının da vardır diyor. Yazar konuşmalarına devam ediyor; “ CHP halktan neden koptu? Çünkü halka inmek yerine aydın yerine koyduğu köşe yazarlarından medet umar hale gelmiştir de ondan kopmuştur. AKP’nin yükselişi halka daha yakın oluşundandır. Ne kadar çok sınırlama yapar, alt kesimlerden koparsanız o kadar kayıp verisiniz. CHP yükselmek, iktidara gelmek istiyorsa; sadece köşe yazarlarından değil, halkından medet ummalı. Halkına doğru yaklaşmalı. Onların yaşadığı yerlere samimi bir şekilde ve sürekli inmeli.”

Bu tepside kim ne diyebilir ki? Halkını inleten inim inim titreten bir iktidarın döneminde yaşarken; muhalefetin oy patlaması yapmaması, sadece belli söylemlere takılı kalması; bir şeylerin eksik olduğunu gösteriyor. Halk yok sayılıyor. Halk sadece deniz kenarlarında oturan, zengin ve üniversiteyi bitirmiş kesimlerden ibaret değildir. Halk, yanlış siyasetler sayesinde yurdundan, yuvasından göç ettirilmiş milyonlarca okumamış insanın şehirlerde birikmişliğin gösterisini sunuyor. Yeni bir halk değildir bunlar. Ama ne şehirli, ne köylü, ne kasabalı da değillerdir. Özlemleri, alışkanlıkları, beklentileri inanılmaz bir şaşkınlık geçiren, her an tepkiler verecek, değişiklikler gösterecek insan topluluklarıdırlar. Peki, böyle bir halka, muhalefet partileri hangi söylemle yaklaşıyor?

İş-aş ve daha iyi bir eğitim, barınma mı? Hayır? Ya laikliğin elden gittiği, ya milliyetçiliğin zedelendiği yaklaşımlar sürekli siyasal bir malzeme olarak kullanılıyor. Hâlbuki insan psikolojisini, toplum bilincini anlayan, araştıran, sorgulayan bilim insanları vardır. Bunlar bilirler, görürler ki; aç-açıkta olan insanlar öfkelidir. Algıları, beklentileri değişebilir, bizim en önemli bulduğumuz sürekli tedirginlik yaşadığımız rejim tehlikesini görmeye bilirler? Ve bu yüzden bir günlük de karınları duymuş olsalar, birkaç çuval kömür alıp, sırtları da okşandığı zaman; bunu kurtuluş gibi görürler. Çünkü umutları, hayalleri zedelenmiş, büyük bir mağduriyetin karanlık çukuruna düşmüşlerdir. Onlara uzanan bakımlı ve bol gül suyu kokan eller, yukarıya çekmese bile, çekebilme ihtimalini gösterir!

Yani AKP halkçı parti olarak kurulmuş, fakir-fukarayı-işçiyi-işsizi gözetme misyonunu üslenmiş partilerden daha önde oldu. Ülke insanın ilaçlı tarımla boğuştuğu, herkesimin kimyasal saldırılara maruz kaldığı bir dönemde, kadınlarla, gençlerle, dinle, dille oluşturduğu yaklaşımı; organik bir insan tiplemesine dönüştürdü. Biz sizlerden birisiyiz, sizin gibiyiz. Yoksulun, mağdurun yanındayız dediler. Bu söylemler tuttu. Ülkemizde yüksek çıkarları olan soylu devletler de bu söylemlere, organik görünen ellere destek verince, AKP yeri-göğü inleten bir yükseliş ve güven sahip oldu.

Dedelerimizin yaptığı tarımı, yetersiz bulan uygarlığı daha fazla üretmek diye algılayan soylu yöneticilerimiz şimdi tartışılan kimyasal birleşenler ile birleşmiş mutlulukları bize 30 yıldan bu yana yayan semirmiş bedenli, karanlık ruhlu insanlar; değişebilirler mi? En hijyenik sabunlar ile yıkanmaları, en iyi parfümleri sıkmaları onları arınmış hale getirdi mi? Uzattıkları elleri sadece acınası bir yardım eli olarak kabul ettirenler, Allahın büyük adaletini hatırlatırken, ADİL olup, tüm yapaylıklardan sıyrıldılar mı? Yani gerçekten de bu ülkede organik, siyasetçi, yönetici var mı?

Varsa nerede? Ve biz neden gırtlağımıza kadar borca, hastalığa, kimyasala batmış durumdayız?

GDO ürünler daha çok tartışılacak. Mısırda, buğdayda, pamukta, domates de vardı, yoktu açıklamaları sürerken, organik olmayan zeki insancıklar bir şekilde kılık-kıyafet, siyaset değiştirip belki de ORGANİK olarak bize el verecekler. Yani, hapırsak hupur da, köpürsek de biz bu sabunları yiyeceğiz efendim.


Görünen o ki bizleri ne organik, ne de inorganik aydınlar, siyasetçiler kurtaracak. Biz, bizi bilmediğimiz sürece, biz daha çok bizi biz edecek insanı arayacağız…


Güven

18 Kasım 2009 Çarşamba

FESLEĞEN KOKULU SEVDALAR

Yaz geçti, son bahar geçmek üzere. Yaz çiçeği olan fesleğenler de dökülmeye, sararmaya başladı. Yeşil yaprakların beyaz çiçekleri koku yayarlar bulundukları yerlere. Güzel ve hoş kokularını; iç çekişlerde almak isteriz bedenlerimize. Fesleğenler geçmişin uzun, vefalı ve şefkatli dostluklarını taşırlar. Ninelerimiz de, annelerimiz de sevmiş, evlerinde fesleğen büyütmüşlerdi. Belki de ninelerimizin anneleri, büyük anneleri de fesleğenleri büyütüp yaz sıcağında sulamışlar, yaz akşamında kokmuşlar içlerine hapsettikleri güzel sevdaları fesleğenlerle paylaşmışlardır…

Çoğumuzun evinde öteden beri büyüyüp yeşeren ve sonra tekrar solup yapraklarını döken fesleğen çiçekleri vardır. Kolay yetişirler. Toprağı ayırt etmezler, dökülecek bir yudum suya, minnet gösterip bereketli tarlalar gibi koku çiçeklerini serpiştirirler. Yeşil ve beyazın uyumlu dansı, rüzgâr estikçe büyülü kokuları yayılır sade, mütevazı mekânlarımıza.

Küçük saksılarda yetişen fesleğen çiçekleri günü soludukları yaz aylarında geceyi içerirde, yanı başımızda geçirmek isterler. Gün yalnız da geçebilir ama gece; yalnız geçirilmek istenmez. Fesleğen çiçekleri hafiften okşanmak isterler. Nazik ve temiz ellerin parmak uçları değdiğinde fesleğenlere; bir annenin bağrını açıp aç olan çocuğuna süt vermesi gibi çiçek kokularını verirler bize. Susamış bir insanın bir yudum suyu içtiği gibi, alışılmış bol olan kokuları, kıtlıktan çıkmışçasına su içer gibi içeriz içe doğru.

Bir ananın bağrından ak sütler akar, bir çocuğu daha insanlığın insan olma yolculuğuna hazırlarken, fesleğenler de bir avuç toprağın bin bağrına eşit koku salarlar, insanlığın insan olma yolculuğundaki canlılarına. Bir avuç toprağa bin avuç koku; adil olmasa da, doğanın adalet anlayışı hep böyle olmuş, böyle anlatılmak istenmiştir biz soylu çokbilmiş canlılara.

Fesleğenler yaz ve son bahar geçişini kış soluşlarıyla yapsalar da, kurumuş bedenlerinde küçük bir soluk saklarlar tekrar ve tekrar; soludukları, bir avuç toprağın bir yudum suya kavuştuğu yerlerde; bin bedene bir avuç koku versinler diye! Kaç sevda fesleğen kokularında, yeşil ve beyazında tekrar gelir; boynu bükük bıraktığı sevdaya! Sorarım kaç bedenin soylu insanı; bir avuç toprağın, bir yudum suyu ile yeşeren fesleğenine kafa tutabilir bu yolun kararlı yolculuğunda?

Elbette fesleğen kokuları içinde, fesleğen vefasını taşıyan sevdalar da yeşermiş, bir ömre sığmış yeşilin, beyazın, pembenin, siyahın geçiş töreninde; ASİ bir bedenin vefalı kaçışlarını yapmamıştır. Vardır böyle bedenler; fesleğenler gibi yeşerir, bir avuç toprağın, bir yudum suyun bulunduğu küçük saksılarda yeşerir gibi yeşerirler sahip olduğu ömürlerin küçük kulübelerinde.

Parmakla gösterilip, parmakla sayılacak fesleğen kokulu sevdalar; iğne ucuyla işlenen çeyizler gibi nuru, kokuyu taşırlar bin bir vefalı bekleyişlerde. Değişimin özgürlüğü açılan pervazsız özgürlükleri onların tercihleri değildir. Beklemeleri beceriksiz bir hapsolmuşluğun bekleyişi de değildir. Bedenlerin adanmışlığı, fesleğen adanmışlığı gibidir. Bir avuç toprağın küçük bir saksı içinde; yıllara varan yeşil ve beyaz yeşermişliğini yaparlar. Şikâyet yerine, güzellik sunarlar.

Aziz bir dostun anlatımı gerçek bir hikâye keyfi içinde sımsıcak saklanır beden saksımda. Nice zamandır, fesleğenler gibi yeşerir, beyaz çiçeklerinde buğulu bir koku salgılarlar ve güz sonrası uykuya dalmak için sararmış kurumuş rolünü yaparlar; bende olan köklü bedenlerinde.

Tekin Bey ile Seher Hanımın yaşanmış fesleğen kokulu, fesleğen yeşili, beyazı olan sevdaları küçük bir anlatım sıcaklığında ısıtır bedenimi. Türkiye’nin birçok yerini gezmiş Tekin Bey ile Seher Hanım, fesleğen kokuları içinde nice bahar, yaz, kış geçirmişler. Ölümlü bedenlerin ölümsüz devredişlerinde Nezihe Figen ve Tülin isimli iki güzel kız getirmişler dünyaya. Fesleğen kokularında, fesleğen sever gibi sevmişler, fesleğen koklar gibi koklamışlar güzel kızlarını.

Bir gün hayatlarının fesleğen hayatı gibi güzel yaklaştığı zamanlarda, Tekin Bey ile Seher Hanım Şehri Tekirdağ’ımıza gelmişler. Aziz dostum, Aziz Bey’in evlerinde misafir olmuşlar. Dost Aziz ve Emine Hanım, fesleğen kokulu güz zamanında, fesleğenler gibi telaşa kapılıp güzün son yeşilini, beyazını, kokusunu veriyor gibi; misafir ağırlamak istemişler. Aziz Bey’de, Emine Hanım’da heyecanı heyecan üstüne bindirip, Tekin Bey ile Seher Hanım’ı daha başka nasıl ve hangi şekilde ağırlar mutlu ederiz yarışına kapılmışlar.

Aziz Bey Marmara ile yeşil tepelerin yeşil çam ağaçlarının buluştuğu lokantaya getirmek istemiş kırk yılda bir gelen misafirlerini. Esmer tenli Tekin Bey ile kahve gözlü Seher Hanım;
“ siz bilirsiniz evladım. Nasıl isterseniz öyle olsun.” demişler.

Bir gön önce yağan yağmur gitmiş tıpkı her yıl açan fesleğenler gibi açmış olan güneş gelmiş. Güneşli günün akşamüstü Aziz Bey ile Emine Hanım baş üstü kabul ettikleri misafirleri ile yola koyulmuşlar. Bazen ne kadar çok titiz davranırsak davranalım, günün kendi güzel sürprizleri olur. Gelecekleri lokantaya az kalmış olmasına rağmen akşamdan yağan yağmur, toprak olan yolu çamur deryasına çevirmiş. O gün için yol bitmiş. Ön tarafta bulunan Aziz Bey ile Emine Hanım, düştükleri durumdan kurtulmak ister gibi, beden sıkkınlığı geçirir, misafirleri olan Tekin Bey ile Seher Hanım’a durumu nasıl izah edeceklerini düşünürlerken; arabanın arka koltuğunda oturan Tekin Bey ile Seher Hanım, paçalarını sıvayıp, araçtan aşağıya inmişler. Bulundukları tepeden Marmara Denizine, maviliğin beyaz ile kesiştiği ufka kadar bakıp;
“haydi, hanım, gün bizim günümüz, zaman bizim zamanımız.” deyip, onların fesleğen kokulu sevdalarının sürprizini yapmışlar.

Paçalarını sıvayan Seher Hanım ile Tekin Bey, çamurdan gidemeyen aracın yanından gidecekleri yere doğru ilerlemeye başlamışlar. Tekin Bey, Seher Hanım’ın ince narin elini tutmuş ve “ bir şarkısın sen bir ömür boyu sürecek.” nağmeleri eşliğinde, fesleğenlerin kış uykusuna girmeye hazırlandığı zamanlarda, şarkı eşliğinde ilerlemişler.

Aynı fesleğen kokularını, vefasını, sevdasını taşıyan Aziz Bey ile Emine Hanım; bir kez daha doğmuş, bir kez daha fesleğenler gibi yeşile, beyaza, şarkıya, şiire, sevdaya dönüşmüşler… Gözler buğulanmış, kalp bir kez daha duygu üretmiş, milyar kez ürettiği gibi…

Güven


***********





17 Kasım 2009 Salı

ZAMANIN RUHU




Kamera; Güven       BÜYÜKADA -  Anılar; özlenesi bir çağrı gibi beni bekler.
                                                          
 Bir dost toplantısında tanıştığın önemli bir görevi olan genç adam bana sordu;


“Zeıtgeıst’i okudun mu?” dedi. Şaşkın ve şaşırmış halde, “Okumadım” dedim. Genç adam, çantasını açtı 122 sayfadan ibaret ince bir kitabı bana uzattı.


“Bu kitabı epey aradım, bugün almıştım, sana hediye etmek istiyorum.” dedi. Şaşırdım. Daha tanışalı yarım saat olmamasına rağmen birbirimize ısınmış, hediye vermeye bile başlamıştık. Genç adamın gözlerine baktım. Oldukça kararlı ve içten bir ısrar sunumu yapıyordu. O zaman;


“ Peki, alırım ama bir şeyler yaz. Senden bir hatıra kalsın. Çünkü yakın zamanda görüşemeyeceğimiz belli.” Batman’da görev yapan genç adamın stratejik bir görevi ve sorumluluğu vardı. Bu kitabı, kitabın felsefesini benle paylaşmak istiyordu. Ardından;


“ Zeıtgeıst’i internette de seyredebilirsin.” dedi.



Bu tür kitapları hemen okumak yerine sindire sindire, birkaç kez okumak isterim. Bakış açısını, vermek istediği felsefeyi, sağ gösterirken sol vurup vurmayacağını anlamak isterim. İlk önce yoğun bir kitap trafiği içinde çıkmış olduğum yolculukta öylesine baktığım kitabın bir sayfasında çok ilginç bir yazı vardı. Diyor ki;



“ Var oluşçu felsefenin edebiyattaki ilk büyük karşılığı diyebileceğimiz Jean Paul Sartre imzalı ünlü BULANTI romanının kahramanı Roquentin, kızıl saçları dışında hiçbir önemli özelliği olmayan, sıradan biridir. 1930’ların Fransa’sında, sıkıcı yaşamından şikâyeti olmayan orta halli bir tarihçidir.


Kahramanımız bir gün sahildeyken eline bir çakıl taşı alır ve aniden irkilir, korkunç bir tiksintiyle karışık korku duymaya başlar. Başlangıçta zannettiği gibi geçici bir delilik anı değildir bu; ‘ Bana bir şeyler oldu’ der. Çakıl taşı, onun yaşamını halüsinasyona dönüştürecek bir başlangıç olmuş, dünyası tutarsızlaşmış, hiçbir şey doğru gelmemeye başlamış. Roquentin baştan aşağı kaygı yüklü bir insan olup çıkmış, yönünü şaşırmıştır. Evren, yaşam, dünya ve insanlar, kısacası var oluş ona artık yalnızca bulantı vermektedir. Yaşamının geri kalanını, ‘dağınık bir acı çekme’ içinde geçirecektir. Fakat aslında bu süreç Roquentin açısından bir ’aydınlanma’ ya da karşılık gelmektedir.”


Sartre’nin 1930’ların sonunda, yani Birinci Dünya Savaşı felaketini geride bırakan insanoğlunun İkinci Dünya Savaşı felaketine doğru koşmakta olduğu bir dönemde sembolleştirdiği meşhur çakıl taşıdır.



Acaba Sartre’nin kahramanının bulantısını yaşamayan kaç kişi kaldı bu diyarlarda? Sartre’nin kahramanı gibi tam manası ile yüksek sesle sorgulanmasa da iç çekişlerde, boyun büküşlerde; her an sorgulanıyor. Çevremize çok dikkatle baktığımızda, Sartre’nin kahramanın bulantısını yaşayan insanları, gömüldükleri sessizlikte bulabilirsiniz. Kozasına girmiş ipek böceği gibi, efendisine ipek üreten sürülerce insan…



Birinci Dünya Savaşı ile İkinci Dünya Savaşı arasında çok az bir zaman, yani çeyrek yüz yılık bir geçiş olmasına rağmen, savaşın vahşete dönüşen çığlıkları insana yüksek erdemi, ahlakı öğretememiş! Öğretememiş ki, Birinci Dünya Savaşının ardından kitaplar dolusu vahşet, acı, tiksinti bunca yıldır yağan yağmurlara rağmen temizlenmedi.



İkinci Dünya Savaşının üzerinden yarım yüzyıldan fazla bir zaman geçti. Değişen ne oldu? Uygarlıkların birbirine daha yakın olması, yeryüzündeki bölünmüşlüğün temsilcisi olan devletlerin artması; daha güzel bir yaşam mı meydana getirdi? Hayır! Daha güzel, daha adil ve daha hoşnut bir yaşam sunmadı bizlere. Elbette daha çok paralar kazanıldı, daha lüks hayatlar tanıtıldı. Biz ilerlediğimizi sandık, ilerleme bizi iyice geriletti. Şimdi Sartre’nin kahramanı gibi çakıl taşlarına bakıp geçirdiğimiz değişimin acılarını çekmeye başladık.



Hiç kimse çevresinde olan-biten vahşetlere şaşırmasın! Hiç kimse bu kadar renkli ve gürültülü çevrelerimiz olduğu halde, düştüğü yalnızlığa küfür edip, kendini Sartre’nin kahramanı gibi olmaktan alıkoymasın. Çünkü algılarımızın yetişemeyeceği değişimler tüm bedenleri inceden inceye sarıyor. Sabahın çiğ damlacıklarının yeryüzüne düştüğü gibi üzerimize düşüyor. Bulantı ile gelen mücadeleye, değişime hazır olmalı derim…


O kadar çok bilgi akışı var ki, hangi bilginin doğru-eğri olduğunu anlamak gayretlerimiz boşa çıkıyor. O kadar çok yorum-açıklama var ki, PARANOYA bizim doğal yaşam kültürümüz haline geldi.


Soylu Medyamız Domuz Gribi ile yatıyor ve kalkıyor. Erdemli siyasetçilerimiz de öyle. Şimdiye kadar 40 kişi öldü. Öyle ya ölen her canlı onlar için ÖNEMLİDİR! Yılda sadece kazalara 5 bin kişi veriyoruz da neden önemli olmuyor; ben bunu anlayamıyorum. Sartre’ kahramanının çakıl taşına takılı kalması gibi; ben bu atlatmaları hiçbir şekilde ANLAMLANDIRAMIYORUM…


Yoksa ben acı çekiyor, ben kendi paranoyalarımın kurbanı olup, zamanın ruhunu yakalamaya doğru mu gidiyorum?


                                                                                                                                                    Guven

***************