31 Mart 2015 Salı

LÜKÜS HAYAT


Atatürk Kültür Sanat ve Kongre Merkezi-Eskişehir


Kamera; Güven
Eskişehir Büyükşehir Senfoni Orkestrası 
Elleri öpülesi ustalar...


Kamera; Güven   Lüküs Hayat
Oh ne güzel şey/Yan gel yat/Keyfine bak...

ESKİŞEHİR-LÜKÜS HAYAT;illa... Yani...
Siz bilirsiniz...

LÜKÜS HAYAT

Kulağa ne kadar da hoş geliyor bu sözcükler; “ Lüküs Hayat” Oynanan bunca şans oyunu, girilen nice kurnazlık savaşı lüküs hayatın kuş tüyü nazik seçenekleri içindir…

  Beyaz atlı prenslerden tutun da, kurulan nice düşlerin en hakiki heyecanıdır lüküs hayat beklentileri… Büyük; çok büyük eşyalar, arabalar, yalılar, davetler ve asıl önemli olan o büyük gurur; GÖSTERİŞ, lüküs hayatın çemberi içindedir…

  Lüküs Hayatın bir de müzikali vardır. Muhsin Ertuğrul, Cemal/Ekrem Reşit Rey kardeşler ve şarkı sözlerinin bir bölümü Nazım Hikmet olmak üzere dev bir kadronun yarattığı bu efsane oyunu işiterek büyüdüm.

 Dillere destan bu oyunun sanatın mizah, müzik, görsellik ve oyunculuk şölenini görme imkânı bu zamana denk geldi. Üstelik şehrimden çok ötede bir şehirde; Eskişehir’de… Eskişehir, kent olmak isteyen, yaşadığı yere kent unvanı vermek isteyen; bu unvandan öte halkının bilincini, iradesini, huzurunu, yaşam kalitesini arttırmak isteyen her yöneticinin; hangi konumda olursan olsun; hatta kendi şehrinde aradığını bulamayan her sanatseverin uğrayacağı bir kent…

 Eskişehir kent olma yolculuğunda dur durak bilmiyor. Kutluyorum! Eskişehir Atatürk Kültür Sanat ve Kongre Merkezi, 1133 kişilik salona bilet bulmak mümkün değil. Günler öncesinden bitmiş. Çünkü sahnelenen müzikal Lüküs Hayat… Neredeyse herkesin peşinden koştuğu yaşam biçimi;

Şişli’de bir apartman/Yoksa eğer halin yaman/Nikel- kübik mobilyalar/Duvarda yağlı boyalar.

İki tane otomobil/Biri açık biri değil/Aşçı, uşak hizmetçiler/Dolu mutfak, dolu kiler

Hey/Lüküs hayat, lüküs hayat/Bak keyfine yan gel yat/Ne güzel şey/Oh ne rahat

 Lüküs hayatın şarkı sözcükleri böyle yayıldı 1133 kişilik salona. 1133 kişilik dedim de, biletler günler öncesinden satılmasına rağmen, Basın, Yayın ve Halkla İlişkiler Temsilcisi İlkay Altıntaş Tekirdağ’dan Eskişehir ziyaretimizi, şehrime aktaracağım kültürel dönüşümün yararını doğru bulmuş olmalı ki, basın kontenjanından ricamız üzerine yer ayırdı. Teşekkür ediyorum. Böyle bir ayrıcalık olmasaydı, Lüküs Hayatın bana yansıyan efsaneye dönüşmüş bir sanat olayını belki de görmeden olgun dönemin akışını, başka şeylere yoğunlaşıp geçin gidecektim.

 Lüküs Hayat aynı zamanda Eskişehir seyircisinin sanatsal olgunluğunu da ortaya koyuyor. 2014 Ekim ayı itibariyle sahnelenen bu oyunu izleyen, dinleyen seyirci sayısı 12 Bini geçmiş. Eller acıyana kadar alkışlamak geliyor içimden…

 Ya oyunun sahnelendiği Atatürk Kültür Sanat ve Kongre Merkezi; mekânın sanat ve sanatçıya açık, ferah yüzü; Koyu Karmen Pembe, kırmızı ve kayısı renklerinin hâkim olduğu uzaysal bir görünüm içindeki büyük salon; ırmaklara akan derelerin gizemli, dolambaçlı yolculuğu gibi; kendi hiç yolculuğumuzu, kendi ırmağımızı o büyük denize getirecek başlangıç gibi…

 Salonu dolduran 1133 kişinin yüzü, salona, oyuna; kısacası; müzikale, tiyatroya, mizaha hiç de yabancı değil. İnsanların önemsenip, gelişen dünyanın gelişen mimarisi, mühendisliği ve yaşam koşulları dikkate alınarak yapılan mekânların önemi burada çok daha iyi anlaşılıyor. Temiz tuvaletlerinden, çay salonuna, otoparkına, vestiyerine ve o görkemli sahneye kadar…

 Lüküs Hayatın neredeyse bir yüzyıllık eskimeyen öyküsü, sesleri, insanın sanatsal bölümüne süzülen nefesleri; sadece oyunun kendisinde gizli değil. Oyuncular ve Senfoni Orkestrası ve Dansçılar, görünmeyen teknik ekibiyle oldukça kalabalık, ,önemli ve işini çok iyi bilen sanatçılardan, zanaatkârlardan oluşmuş.

 Sahnenin hemen önünde “çukur” denen yerde Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Senfoni Orkestrası Sanatçıları adeta gizlenmiş durumdalar. Sahneyi hiçbir şekilde engellemiyorlar. Kemanlar, Viyola, Viyolonsel, Kontrbas, Flüt, Abua, Klarnet, Fagot, Trompet, Saksafon, Piyano, Vurmalı Çalgılar…

  Sahnenin hemen önündeki kayısı renkli koltuklara huzurlu bir beden içinde yaslanırken açılan sahne, o derin sanatsallık; görselliğin, anlatılan esere katkı veren arka nesnelerin önemini de anlatıyor.

 Oyun başlarken bu derinliğe katkı verecek sanatçılar bir bir ortaya çıkarken; bizim gibi sıradan insanlardı. Yaklaşık 2,5 saat sonra, her oyuncu bir idol olmuştu. Sanki hepsi birer mit; kendi zamanlarından geçici olarak bu zamana; Eskişehir Atatürk Sanat ve Kongre Merkezine misafir gelmişti.

 Sanat böyle bir şey; hakikisi yapılırsa; mekânıyla, yöneticisiyle, oyuncusuyla, seyircisiyle, halkıyla buluşuyor; sımsıkı; yürek yüreğe; içten içe; insanlığın kanayan yaralarına, kokmuş nefeslerine yepyeni bir insanlık dönüşümü, farkı sunuyor…

 Güven Serin 












26 Mart 2015 Perşembe

AMELİE


Fotoğraf, İnternetten


AMELİE (SİNEMA)

  Dünya kendi etrafında dönmenin yarattığı yeryüzü servetini hiçbir tereddüt taşımadan dönmesine; hem de saatte 110 Bin Kilo Metreye yaklaşan bir hızla yol almasına, o hızı alırken çıkardığı sesi duymuş olsak, nasıl taşıyabileceğimize düşünce sinyalleri gönderirken, şehir sinemalarında gitmek için filmleri inceliyordum.

  Altı filmin fragmanlarına ve aldığı eleştirilere bakınca içimdeki sinema izleme isteği gerisin geriye çekildi. Tıpkı, hafif sıcağı hisseden badem ve kiraz ağaçlarının çiçek açıp, sonra soğuğu görünce sessizce döktükleri çiçekler gibi; gerisin geriye çekildim.

  Elimdeki dergiye oradaki sinema makalesini işleyen Gamze İyem’in Amelie filmi için yaptığı yorumu, o büyük yazın resmini hatırladım. Hemen Kafkaokur Dergisini açtım. 46. sayfaya geldim.

  Gamze İyem izlediği filmi Amelie’yi şu soru cümleyle başlamış;

“ Sinemanın büyüsüne inanır mısınız?”

  Kesinlikle evet olan sözcüğü hücrelerimin özlem dolu fısıltılarına kulak vererek duydum. Seçkin filmlerin insan ruhuna yapacağı katkının bir şölene dönüşeceğini, döndüğünü biliyorum.

 Gamze İyem, bir başka soru cümlesiyle Amelie’nin içine girmemi sağladı;

Ya imgelerin büyüsüne ve ayrıntılarda gizli yaşamlara?”

  Kabalıktan gına getirmiş, nerdeyse köşe bucak kaçma telaşı içindeki insana bir kurtarıcı gibi yazın çalışması, hapsolduğumuz dünyayı, sinemanın büyüsüyle Kaf Dağlarının ardına taşımaya hazır.

 Filmin müziği, konusu Fransız felsefesiyle evrensel dünyaya ait oluşu; telaşı, korkuları, kafa karışıklığını, hangi yaşta olduğunuzu bir kenara bırakmanızı sağlıyor. Sevdiğiniz bir öğretmeni dinliyormuş gibi nefes aldığınızı bile duymaktan korkarak, kaçıracağınız bir tek sözcüğün ne kadar önemli olduğunu, filmin titizliği ölçüsünde yaşıyorsunuz.

 Fransızların titizliğini, yaşama olan sanatsal düşkünlüklerini bu filmle biraz daha anlamak mümkün. Büyük kargaşa, araç ve insan trafiğinin büyük uğultusu iki saatliğine yok oluyor. Var olduğunu bilseniz de, sinema sanatının da hep var olacağını, insan denen canlının yaratacağı imgelerle nasıl bir kurtuluş, çözüm, çare, buluş yapacağını Amelie’yi izlerken bulacaksınız.

 Filmin başlanıcı güven veren, babacan, dost bir erkek sesiyle başlıyor;

“ 3 Eylül 1973’te saat 6’yı 28 dakika 32 saniye geçe, dakikada 14.670 kez kanat çırpabilen, mavi bir sinek Monmartre’da ST. Vincent sokağına kondu. Aynı saniyede bir lokantanın terasında masa örtüsünün altından süzülen rüzgârla dans eden bardakları kimse fark etmiyordu.”

 Sanırım bu başlangıç sözcükleri bile bizi şaşırtmaya, bilgi ve görsel kirlilik yüzünden, neleri, hangi sanatsal kanat çırpışları, sesleri, esintileri kaçırdığımızı da hatırlatmakta kocaman bir teşekkürü hak ediyor.

 Böceğin, sineğin dakikadaki kanat çırpışının önemi Fransızlar için çok büyük. Onların böcek dünyasına verdikleri önemi anlamak istiyorsanız Moda’da bulunan Saint – Joseph Fransız Lisesindeki Böcek Bilim Merkezine(müzesine) gitmenizi tavsiye ederim. Yüzyıllık uğraşı, titizliği, böcek çeşitliliği karşısında şaşkına döneceksiniz.

 Bir dakikada ki böcek kanat çırpışının ne önemi var diye düşünürseniz; bizim için önemi olmuyor sanıyor olsanız da bilim için önemi oldukça büyüktür. Tıpkı kuşların kanat çırpışlarının uçağa dönüşüp güzel, kıymetli bedenlerimizi kıtalar arası, şehirler, ülkeler arası harika bir konfor içinde uçurması kadar önemlidir işte…

 Amelie sadece bir film değil. Öğretilerle, insan zekâsının sanata yakışan esprileriyle süslenmiş. Aradığınız şey, insan denen canlının kudurmuşluğunu anlamaksa, nazik ve zarafet taşırken dahi, koruyucu kalkanlarınızdan hiçbir şey yitirmemek, daha estetik düşünceler içinde, bugüne kadar kaçırdığınız rüzgârı, şiiri, sevgiyi arıyorsanız; imgelerden korkuyor, beden hücreleriniz dağınıklık gösteriyorsa, bu filmi izleyin lütfen…

 Dilencinin o gün (Pazar günü) para kabul etmemesini yine Fransız algısı içinde, insan zekâsı, yaşam biçimi, sanat ve bilime ne kadar yakın olursa, argonun, kavganın, kabalığın dilenci ağzıyla “insan hakkına-tercihine” dönüştüğünü görecek, bir parça kabalığı daha yutkunup, kulaklarınızı, dokunaçlarınızı, dilinizi, öğretilere olan eksikliğinizi ayarlama telaşına kapılabilirsiniz.

 Güven Serin 




  

25 Mart 2015 Çarşamba

SUSMA HAKKI



Kamera; Güven -Moda 
Kendinizi keşfetmenin en iyi tarafı,zamanla
oynama hakkı elde edersiniz; bir anlığına veya
bir süreliğine sesleri, nesneleri dondurabilirsiniz...



SUSMA HAKKI

 Kulağa ne kadar güzel geliyor. Susmanın konuşmak kadar yüce olduğunu herkes bilir de, döngünün içerisinden ses yerini başkasına kaptırmamak için bir ömür susmamış olanları düşününce…

  Susmayı herkes yapar; yapmalı da. Her susuşun öğrenme, anlama ve irdeleme kapılarını açacağı bellidir. Kişilerin susması güzel oluyor da; halk adına seçilmişlerin, yine halk için atanmışların susmasını anlayamıyorum.

 Kim bilir kaç kez yazdık durduk. Sadece ben değil, bir sürü gazete, yazar şehrin olmayan kaldırımından, yolundan, sokağından, yine olmayan park yerlerinden söz etti de bir türlü yeterli ve gerekli cevap alamadık.

 Hâlbuki göreve gelmeden önce ne büyük heyecan içinde eller sıkılır. Sözler verilir… Ya sonra? Sonrası malum; şehir henüz bebeklik devrinde; köy ile kasaba arasında gidip geliyor… Nasıl olsa bu memleketin insanın zamanı bol… Kim bilir kaç nesil bekleyeceğiz daha; yaşadığımız yerin kent oluşunu düşleyeceğiz; susarak…

 Şehri kent yolculuğunda düze çıkaracak denizimiz, deniz boyu eğlence, dinlence, turistlik mekânlarımız suskunluk içinde kendi zamanını bekliyor. Yıllardır boş duran, ıssızlığıyla insanları korkutacak yer hale gelmiş Ekmekçi oğlu Parkı da susma hakkını kullanıyor. Şehrin bu kadar güzel yerleri olup da bu kadar başıboşluğa terk edilmesi çok zor bir problem olmalı…

 SGK’ya gidiyorum. Elimde üç tane evrak! Yıllardır tanıdığım memur; susma hakkını kullanıyor. Günaydın diyorsun, günaydını duymuyor. İyi günler diyorsun, yine duymuyor. Saate bakmaca bir dakikalık kayıt işim var; bilemedin iki dakika. Yalnızım, çok işim var deyip yarın uğramamı söyleyip susuyor… Yıllardır yaptığı şeyi yapıyor; acı çekiyormuşçasına acı vermek için daima, aynı şeyi; bekleterek acıtmayı…

 Bazı Kurumların gizemini bir türlü çözemedim. Yönetilmeleri, halktan kopuk oluşları ciddi bir meseledir. Sanki hizmet vermek, insanları huzurla yollamak suçmuşçasına bütün insani değerleri yok sayıp en zor olanı yapıyorlar; susma haklarını kullanıyorlar.

 Aynı SGK müfettişleri esas görmesi, konuşması gereken yerlerde; inşaat tepelerinde hiçbir güvenlik önlemi almadan çalışan karı yağız delikanlıların sigortasız, iş güvenliksiz oluşuna da sessiz kalıyor. Tıpkı Tuğla Fabrikalarında yıllarca sağlıklarından olan, sosyal güvenceleri olmayan genç insanların bilindiği halde, görülmeyip, konuşulmaması gibi…

 Kurala uyan, yüklenici firma, fabrika sahiplerine teşekkür ediyorum. Sadece kanunların korkusu değildir insan olmaya sebep. İnsandan en iyi verimi almanın da gereğidir; doğru, dürüst, kuralına göre insan çalıştırmak…

 Daha iki gün önce şehrin en işlek caddesi üzerinde inşaatın iskelesinde hiçbir güvenlik önlemi almadan çalıştırılan genci gördüm. Ah düştü ah düşecek gibi geldi; korkumu, sesimi içime gizleyerek hızlı adımlarla uzaklaştık oradan. Tıpkı diğer sessizlerin, sürekli hak-adalet-hukuk isteriz diyenlerin yaptığı gibi; susma hakkını kullandım.

 Bu makaleye kadar; eğer ki gazetem, köşem, yazın sanatına gönül vermişliğim olmasaydı; bu suskunluk girdaba dönüşecek sevimli bir rüzgâr gibi gün sayardı.

 Susmanın edebi anlamı oldukça büyük! Yazarı, şairi, filozofu besleyen en hakiki duruş biçimidir susmak. Suskunluğun hakkını veren yazarlardan en önemlilerinden birisi de Enis Batur’dur. Şair arkadaşı Şavkar Altınel onun için , “ Enis kadar az konuşan birini tanımadım” diyor.

 Enis Batur da az konuşmadığını savunuyor. Ama öyle bir edebi savunma ki, insanın içinde bir dere daha akmaya başlıyor; bir küçük fidan ağaç olma yolunda yükseliyor göğe; belik üzerinde kuşları, kelebekleri de olacak zamanla.

 “Az konuşmuyorum, çok susuyorum. Aynı kapıya çıkmıyor mu denilebilir, çıkmıyor; Biriyle birlikteyken, sürenin yarısında susmamızda gariplik yok, öbür yarısında konuştuğumuza göre. Birlikte susulduğunda karşımızdakiler tedirgin oluyor, farkındayım, bense doğal karşılıyorum bunu; Susmak elle de sıkılmak anlamını taşımıyor; sessiz duruşu, sessiz kalışı paylaşmak pekâlâ besleyici.

 Sorun, sanıyorum, çoğu insanın suskuyu alt etmesi gereken bir davranış sonucu olarak algılamasından doğuyor. İnsan, yalnızca bir başınayken mi susma hakkına sahip? Birlikte susmaktan zevk alan birisiyim, kendime yakın bulduğum kişilerle.”  Edebiyatçının susma hakkı böyle bir şey; yok etmek, zarar vermek, mutsuz etmek adına değil; daha da var etmek, varlığı varlıkların önüne sermek adına…

 Susmayı iyi yapanlardan birisi de şairlerdir. Şevkar Altınel kendi suskunluğunu şu dizelerle perçinliyor;

Şimdi yoksun
İyi ki yoksun
Bir çırpıda tüketmedim güzelliğini

 Güven Serin  







19 Mart 2015 Perşembe

SEVİNİN SEVİNİN SEVİNİN


Kamera; Güven     Alaçatı


SEVİNİN SEVİNİN SEVİNİN!

Leo Tolstoy en yakınındakilere bu şekilde seslenirmiş; “ Sevinin, sevinin, sevinin! Günün sevincini sonuna kadar yaşayın! Eğer, o gün sevinemediyseniz, hatayı kendinizde arayın!” diyor; filozof yazar.

 Demesi kolay, bir de uygula; diyenleri de duyuyorum. Senin tuzun kuru, diyenler de var. Hilebazlığın 300 çeşidi varmış. Mazeretin kaç çeşidi bilemiyorum… Soylu mazeretlerimiz; her daim bizi kurtardığını sandığımız; hâlbuki bizi kurutan şeyler…

  Akdeniz, Ege, Marmara’da tekne gezintileri yaparken en çok etkilendiğim şey; kayalık tepelerde, taşların içinden, uçurumun boşluğuna uzanan çam ağaçlarının üstün yaşama gayretidir. Yaşanmaz sanılan yerde ne büyük yaşam; gerçek, yeşil bir dünya kurmuşlardır. İnsanın mazeretlerini yerle bir edecek kadar güzel ve görkem…

  Viran kale duvarları üzerinde de buna benzer örnekleri; özellikle incir ağaçlarının büyük gösterisini izleyerek yapabilirsiniz. Bir avuç toprağa tutunmanın, yaşam dehlizlerine uzanan köklerin toprak, su ile buluşmak için ne muazzam bir yolculuk yaptığını ilim insanı titizliğiyle görmek mümkündür.

 Sevinin, sevinin, sevinin! Sevinmek için her şey var bu diyarda. Üzülmek için yeterince zamanımız oldu. Yüzyıllardır üzülüyoruz. Ağıt yakıyoruz. Destan yazıyoruz… Şimdi, bizden öncekilerin adları bile okunmazken, bizim sonumuz da belliyken; dünyanın hiçbir şeyi; korkusu, sevinci, malı, mülkü, gururu, gaddarlığı, hilebaz lığı bitmeyecekken; onu bitirme görevi “bize verilmiş” gibi yapmanın, durumdan görev çıkarmanın anlamı var mıdır?

  Sevinelim; sevin duyalım! Mizahı unutmadan! Nasrettin Hocayı, Yunus'u, Pir Sultan’ı, Aziz Nesin’i hatırlayarak…

  Sevinilecek o kadar çok şey var ki! Yüze Suyu Takip Sistemine göre Tekirdağ kıyılarında halen yüzülecek plajlar var. İyi, orta derecede… Henüz bütün balıkları bitmemiş görünüyor… Gidene, yok olana ağıt yakmak yerine; ilimin öncülüğünde doğa ile barışın çok kolay olacağını, denizleri çevreleyen illerin, kasabaların bilinçli insanlarıyla birkaç yıl içinde alınacak önlemlerle balıkların, maviliğin yeniden daha çok çeşitleneceği gün gibi ortada; sevinin!

 Hava Kalite İndeksine göre Tekirdağ’ın insan sağlığı açısından şu anki durumu; ORTA! Yani fena değil. Bizleri solunum açısından konforsuz bırakmayacak kadar… Sevinelim buna. Sevinirken daha iyi yaşam, hava kalitelerinin olabileceğini, olması için insanların, insancıkların daha duyarlı olması gerektiğini bilerek; sevinin, sevinin…

  Bir başka sevinilecek şey; Tekirdağ İletişim Merkezi Alo 153 hattını kullanıma açmış; sitelerinde halka duyuruyorlar. Sizde duymuş olarak, kendi duyurularınızı daha çok sevinmek, daha çok mutlu olmak ve daha çok şehirli olma adına yapın; sevinin, sevinin…

 Eskişehir Şehir Tiyatroları 2 TL ile 10 TL arası sanatsal faaliyetlerini yıllardır yapıyor. Eskişehir’de sahnelenen oyun sayısı sadece bir yıl içinde yüzlerce… Eskişehir’in sanat, altyapı, kültürel, ulaşım, otel, turizm bakışı batı ölçülerini zorlayan düzeyde… Eskişehir’in iyi bir ölçü, öncü kabul edileceğini düşünerek; üzüm üzüme bakarak kararacağını bilerek; sevinin, sevinin…

  Kayseri’nin muhafazakâr bir kent olmasına rağmen; daha 1950’lerde başlayarak altyapı, yol, park, ulaşım, trafik sorunlarını batı ölçüsünde, batılı mühendisliğin, mimarinin yardımıyla çözmüş olduğunu bilerek; aynı şeyi şehrimiz için istemin bir sürü insanca yanı olduğunu bilerek; sevinin, sevinin; SEVİNÇ duyun dostlarım…

 Çeşme, Alaçatı, Bozcaada, Antalya Kaleiçi, Şirince, Beyoğlu taş ve ahşabın kıymetini gördü; getirisinin soylu tadını hissettiler. Bu sayede mimari, mühendislik gökdelen olmaktan kurtuldu. Buruk bedenlerin ruhları bize teşekkür ediyor; Sevinin, Sevinin, Sevinin…


 Güven Serin 



 





 


  

18 Mart 2015 Çarşamba

İLK KADIN (LUCY)


Kamera; Güven 


İLK KADIN (LUCY)

 Küçük kızım Doğa Irmağın tavsiyesiyle izlediğim film Lucy. Bir buçuk saatlik zaman diliminde, bilim ve bilim kurgunun dokunuşları, görselliği, düş ile gerçek arasındaki tünellere davet edişinin şaşkınlığı, dikkatiyle irdeledim.

  Sinema ilimi sayfalar dolusu düşüncelerini birkaç saate özetleyen çok önemli sanat dalı. İlk kadın sayılan Dişi bir maymun, insanın ilk atası olduğu tahmin edilen Lucy ile başlayan yolculuk aklımızı zorlayacak kadar ileri gidiyor.

 Bilim insanlarına göre zorlanan aklımız; yani bugün için beynimizin % 10 gibi kısmını kullanıyoruz. Bu film, beynimizin % 20, % 30 derken % 100 kullanıma geçince nelerin olabileceğini; insan tarafımızın nasıl değişip organizmanın; yani hücrelerin ölümsüzlüğe yol aldığını; bu ölümsüzlüğü bugünkü hislerimizle anlamamızın imkânı olmadığını da anlamaya çalıştım.

 Bilimin ışığında tahminlere göre dünyadaki yaşam 1 milyar yıl önce başladı. 4,5 milyar yaşında olan dünyamızın yaşama hazırlanışı bile ne büyük zaman içerinde gerçekleşmiş. Bütün bunlar, insanlar; bizler için ne kadar uzak, inanılmaz ve derin bilgiler.

  Bu film bilim kurgu aşamasında olmasına rağmen, değişen teknolojik, ilerleyen insan göz önünde bulundurulduğunda, sezgilerinizi de yanınıza alınca, yarınların bu görüntülerde olabilme ihtimalini anlamaya çalıştım.

 Yeryüzünün işleyişi ve insanın hiç durmayan merakı, araştırmaları filmde sıklıkla üzerinde durulan “ zaman kazanma” bilmecesini çok iyi çözüyor. Zaman kazanan insanın iki amacı üzerinde duruluyor;

1-Ölümsüz olmak
2-Çoğalmak

  Şu an yaptığımız şey, tam da budur; çoğalmak… Durmadan kendi genlerimizi çocuklarımıza aktarmak! Farkında olalım veya olmayalım; yaptığımız şey budur… Bilim insanları ise, bir an önce daha fazla yaşam, daha uzun ömür üzerine hiç durmadan çalışıyorlar. Çok yakın gelecekte insan ömrü 140–150 yıl…

 Yarınlar; gelecek, bilim kurgu olmaktan çıkacağı bellidir. İnsanın kazandığı zaman aralığında bir an önce ölümsüzlüğe koştuğu, bütün rüyalar bunun üzerine olduğu; bitmeyen insan savaşlarında, doymayan insan davranışlarında çözülmeye çalışılmalı!


 Bir nöron ile yaşamın, iki nöron ile hareketin başladığı 1 milyarlık serüven son yüzyılda akılları zorlayacak kadar hızlandı. Daha nelere tanıklık edeceğiz; neleri anlamadan göçüp gideceğiz; zamanın akışıyla birlikte izleyeceğiz…

 İnsan mucizesi, insanın anatomisi incelendikçe ortaya çıkıyor. Bugünkü sinir hücrelerine bile 400 bin yılda sahip olduğumuz düşünülünce, alınan yolun, hücrelerimizin sabrının büyüklüğünü düşünmekte zorlanıyorum.

 Her insanda bulunan 100 milyar nöron olduğunu düşününce, bilim insanlarının söylemesi; “ galaksideki yıldızlardan daha fazla bağlantı, kendi vücudumuzda var.” Ne büyük mucize; görkem…

  Lcuy filmin sonuna geldiğimde ciddi bir şaşkınlık yaşasam da, bilimin, hücrelerimizin alacağı yola saygı duymakla beraber; şu anki insan halime minnet duydum. Beynimin ister % 5, ister % 10 civarını kullanayım; normal insan yürüyüşü içinde, hücrelerimle dünyevi ölümsüzlük üzerine bir kargaşa yaşamadan, rüzgârı, güneşi, dağları, tepeleri, insan, hayvan seslerini bilip, duymanın ayrıcalığını, sıcaklığını; beyin kapasitem artıkça insan hislerimizden da ayrılacağımızın ayrılmamış haliyle; bedenime, bedenimi saran ruhuma teşekkür ettim.

 Film sonunda iki sanatçıyı düşündüm. Birisi şarkılarıyla, besteleriyle, davranışlarıyla dünya sanatına önemli bir miras bıraktı. Michael Jaekson.

 Diğeri ise ülkemizin yazarı olmaktan öte o da dünya yazarları arasına taht kurmuş birisi. Yaşar Kemal.

  İki sanat insanı arasında ve filmin beynime aktardığı değişim, bilim kurgu dokunuşlarıyla yaklaştım. Birisi sımsıcak. Diğeri ulaşılmaz kadar uzak ve soğuk. Birisi sürekli kendisi kalmayı başarmış. Diğeri kendisin olmaktan sürekli kaçmış. Birisi derisini, ırkını değiştirmekle korkunç girdaba düşmüşken, diğeri yaşadığı topraklara, milletine, insan paylaşımına, vefasına her türlü hilebazların, hokkabazların gülen yüzlerine sadece sanatıyla alkış vermiş; kendi ruhunu, bedenini daha da bu topraklara; Anadolu’ya kök salmış…

 Yaşar Kemal; bizi biz yapan insan erdeminin sımsıcak kişisi. Hırsını, kinini, öfkesini edebiyatın nezaketi, sevgisi, birleştiriciliğiyle sulamış.

 Öğrenme, merak, şaşkınlık ve sezgisel analiz var olduğumuz anı, özgünlüğü, doğallığı, sadeliği, edebi ve felsefi düşüncenin en insan, en evrensel halini çok iyi hatırlatıyor. Bu hatırlayış sayesinde, güne, geceye, sevdiklerinize sımsıkı sarılıyorsunuz; büsbütün doğa, doğallık oluyorsunuz; Lucy filminin kahramanının aradığı ölümsüzlüğün bir başka şekli; her yerde oluyor insan; aklının % 10’nu kullanırken…

 Güven Serin 




  

17 Mart 2015 Salı

İHANET DEĞİL KÖTÜ BİR TARİH BİLGİSİ


Adalet eksik olmaya görsün;kaç dereden akar,doğru
haklı diye kirlenmiş sular;kaç canlıyı bulanık,hastalık
ateşler içinde bırakır.

İHANET DEĞİL KÖTÜ BİR TARİH BİLGİSİ

  Orhan Pamuk Nobel Barış Ödülünü almadan önce 1 Milyon Ermeni katliamından söz ettiği için büyük tepki almıştı. Birçok tarihçi ölüme gönderilenlerin sayısıyla meşgul… Osmanlı İmparatorluğunun son zamanları tarihe bir sancı daha bırakmıştır.

 Bir devlet kendi vatandaşını şartlar ne olursa olsun koruyamazsa, iç güvenliğini sağlayamazsa; bunun vicdani, hukuki, ahlaki hesabını da vermelidir. Bu koca İmparatorluk nice diğer İmparatorluklar gibi; tarihten bugüne gelen büyük savaşların, yanlışların, doğruların harmanıyla bu toprakları bir kez daha gözyaşıyla suladı.

 Ve tartışma devam ediyor. Edecekte. Kimi, bu iş tarihçilerin işi, kimiyse sayı şu kadar değil bu kadar… Kimi, çetelerin saldırılarıyla, kimiyse bulaşıcı hastalıklarla şu kadar insan öldü, öldürüldü diyor.

 Söz konusu canlar oluyorsa, doğruluk, hak ve adalet olacaksa; niçin bu acılı, bu bereketli topraklarda başlamasın. Benim sarıldığım, milletim dediğim yücelik, arınmanın en hakikisini niçin başlatmasın?

 Almanya'nın büyük kıyımını bütün dünya biliyorken; bugünkü Alman'ın ilim, sanat, sosyal, kültürel vicdanı bu kadar hür, kararlı ve inanmışlık içinde yaşaması da düşündürücüdür. Aynı şeyi Fransızlar için, Amerika Birleşik Devletleri halkı için, Avustralya, İngiltere, Rusya için de söyleye biliriz.

 Tarih, matematik, fizik, kimya bilimi gibi önem kazanıyor. Esas arınma topyekûn olmalı; şöyleydi, böyleydi; bu olmasaydı, şu olmazdı; büyük mazeretleri yerle bir eden cana kıyımları, nice masum ruhu huzur içinde selamlayarak…

 Orhan Pamuk kendi bu sözü söyledikten sonra derhal yargılama, derhal ihanet içinde olduğunu hatırlatma, ne büyük panik, sancı, karanlık içinde olduğumuzu da anlatıyor. Niçin korkuyoruz? Niçin büyük bir milletin, muhteşem kavuşmaların zenginliğine, merhametine, yüceliğine, adaletine sığınmıyoruz?

 En çok konuşan, en çok bağıran en az bilgisi olanlar! Ne hazin bir insanlık töreni…


 1877 yılında Amerika Birleşik Devletlerinde Kara Bart isminde gizemli birisi ilk soygununu yaptı. Daha sonra 27 soygun daha gerçekleşti. Kara Bart soyduğu her posta arabasına bir şiirini bırakıyordu.

 Posta arabası soyulunca gelenler boş sandıkta bir tane şiir buluyorlardı. Krem renkli uzun bir pardösü giyiyordu Kara Bart. Başına da torbaya benzer bir örtüyü başlık olarak takıyordu. İki delikten görülen mavi gözleriyle gizemli bir soyguncu, bir de bir şiir bırakarak kendince bir şeyler anlatıyordu.

 Yine böyle bir soygunda posta arabasının yanına gelen güvenlik görevlileri boş para kasasında şu şiiri bulmuşlardı;

Uzatın buraya beni
Uyuyayım,
Bekleyeyim yarını sessizce…
Belki başarı,
Belki zafer,
Belki de keder

  Kara Bart bu şekilde tam olarak 27 soygun yapar. Her soygundan sonra bırakılan bir şiir… Altı yıl süren 27 soygun ve şiirler Kara Bart’ı ayrı bir efsane yapar…

  27. Soygundan sonra bir şekilde yakayı ele verir. Kimliği ortaya çıkar. Kentin en saygın insanlarından biri olan Charles E. Bolton’dur bu kişi.

 Bolton, cezaevinde geçen yıllarda, bu soygunları yaptığı için değil kötü şiirler yazdığı için suçlu olduğunu söyler;

Fakir doyurmak için/Vurdum zengini/Günah mı?/Bu suç değil/Saçları saman renkli insanlar/Lanetlemeyin beni!/ Küfredecekseniz bana/Soyguncu olduğum için değil/

Kötü şairdi

  Diye edin!

Güven Serin 


  

14 Mart 2015 Cumartesi

ENTELEKTÜEL GÜNDEMİ TARTIŞMAZ


Kamera; Güven  Büyükada 

ENTELEKTÜEL GÜNDEMİ TARTIŞMAZ

 Peki, ama canım gündem dururken entelektüel neyi tartışır? O narin bedenini, hassas ruhunu zora sokup da ne yapacak? 

  İmalı imalı konuşuyorsun, ağzındaki baklayı çıkart artık diyenler olabilir. O zaman hazır ülke gündemi havanda su dövme, sürekli kaleler, surlar yükseltip ordular kuşatmaya dönüşmüşken bizde sıranın bize geleceği güne bir şeyler düşelim…

 Bu fakir! Bu içinizden biri! Halkın adamı, hakkın adamı diye diye halktan kopanları, zırhlı araçları, koruma ordularını yok saymak mümkün değil. Böyle bir imkânı reddedecek insanda az bu diyarda. Var olanlar da ortaya çıkmamaya gayret gösteriyor. Haklılar kendilerince…

  Entelektüel gündemi tartışmaz! Gündem vahim olaylarla; kan, barut, entrika ile yüklü. O zaman entelektüel ne yapar? Eğitimin eksikliğini, çocukların beş dakika denilen teneffüs rezaletiyle güneşe, rüzgâra, yağmura aç kaldığını; renklerinin solup, bedenlerinin normalin dışına çıktığını tartışır.

 Başka ne yapar entelektüel?

  Üniversitelerimizin sürekli patinaj yaptığını; uluslar arası eğitim, öğretim, bilim, sanat, spor yarışında neden gerilerde kaldığını konuşur. Son zamanlarda sinema seyircisinin, kitap satışlarının arttığını ve bu artışın hangi oranda topluma yansıyacağını bilmek ister; bunları konuşur ve tartışır.

 Entelektüel sürekli patlayan su borularını ve yamanan yolları; döşenmeyen parke taşlarını, yetmeyen parkları, bahçeleri; şehir denilen kentlerin olmayan kaldırımlarını konuşur. Kaldırımlara dikilen ağaçlara bakılamayışı, ağaçlar kururken, insanların göz pınarlarından öte vicdanlarının da kuruduğunu tartışır.

  Entelektüel en iyi hizmeti düşlerken, hizmete adanmış tüm çalışanları, onlara sunulan imkânları da tartışır. Sağlık sektörü en başta olmak üzere neredeyse tüm kurumlardaki Mobbing olaylarından tutun da, ruh ve beden sağlığı bozulmuş insanların, diğer insanların sağlıklarına, yaşam koşullarına hiçbir şey katmayacaklarını da tartışır.

 Yetişmiş insanların ilk fırsatta, Avrupa ve ABD’ye kaçışlarını, baş döndürücü geçmişi, iç içe geçmiş uygarlıkları olan bir ülkenin, dünya sineması, tiyatrosu ve edebiyatında niçin sönük kaldığını tartışır.

  Ülke üzerinden yapılan kaçakçılığı, sınır kapılarının kevgire döndüğünü tartışır. İnsan kaçakçılığı, kölelik uygulamalarını, Suriyeli İrvin’in köle ticaretinden kurtulup insanlığa seslenişini tartışır.

 Entelektüel; Orduevlerinin, Öğretmenevler’inin toplumdan kopuşunu, aynı toplumun, aynı dünyanın insanlarının birbirinden habersiz ganimet paylamışı içinde onurlandırılırken nasıl da aldanışlara, yalnızlıklara teslim olduğunu tartışır.

 Başka ne yapar entelektüel?

  Taşeronlaşmayı her yönden anlamaya çalışır. Merkezinde insan olmayan bu uygulamayı yerle bir edecek her türlü insani, bilimsel, ekonomik ve sosyal çözümleri konuşur.

  Şehrinin mimarisinin olmayışını, turist denen şeyin mumla aranacak duruma geldiğini, gece yaşamının çöktüğünü, sahil ve gece yaşamı kültürü olmayışını; denizi olduğu halde Norveç’in balığını niçin yediğini tartışır…

 Entelektüel hiç kitap okumadığı halde; Sokretes’ten, Montaigne’den, Nietzche’den, Mevlana’dan, Yunus’tan, Shakespeare’den söz edilemeyeceğini; yediği, aldığı, sattığı şeylerden çok sindirdiği, özümsediği, özüne sahip olup kendi yaşamını diğer yaşamlar için öncü kılmanın heyecanının nasıl olduğunu tartışır entelektüel…

 Güven Serin 




10 Mart 2015 Salı

TEKRAR ÖTECEK BÜLBÜLLER


Gelibolu Hatıralarından;ölmemiş olanlarından.
Lütfen, hatıralarınızı kırmadan depolayın;
nazikçe ara sıra hal ve hatırlarını sorun...


TEKRAR ÖTECEK BÜLBÜLLER

 Tabiatın dengeleri her yöreye dağıttığı seçenekleri insanoğlunun daha bir insan olması için yüce bir fırsattır. Büyük yaratıcının tabiat eliyle dağıttığı dağlar, vadiler, tepeler, ovalar, dereler, ırmaklar, denizler; bütün bunlara ilave, çiçekler, böcekler, doğanın biricik dengesine uyumlu hayvanlar, büyük görkemin birer parçasıdırlar.

  Tolstoy bize bıraktığı edebi mirasa ek şu seslenişi yapıyor;

 “ Silah seslerinden susan bülbüller tekrar şakımaya başladı; önce yakınlarda bir tane öttü, sonra da uzaklarda diğerleri.”

  Gelibolu Savaşında da bülbüllerin önemi büyüktü. Genç Anzak askerleri, bilmedikleri, ait olmadıkları diyarda, yaşam gerçeği kadar ölümü görüyorlardı. Öldürmek için icat edilen silahlar sustuğu zaman Gelibolu bülbülleri ötmeye başlıyordu. Özellikle şafak vakti; bülbüllerin en sevdiği o gizemli saat…

 Gelibolu Savaşından geriye çok şey kaldı. İnanmış insanın et ve kemikten ve kandan çok öte bir şey olduğu. Alman disiplini, teknolojisinin yanında kurnaz siyasetin yetmezlik içinde sallanan Osmanlı İmparatorluğunu Beylik döneminden daha önemsiz ve çaresiz duruma soktuğu da…

 Gelibolu Savaşı, savaştan geriye kalan zamanlar sadece bülbülleri ortaya çıkartmamıştır. Beyaz çiçekli laden ile biberiye de sembolleşmiştir. Uzak memleketlerden bize ait vatan toprağına gelen bu insanlar kendi vatan özlemlerini;  anne, baba, sevgili, eş, çocuk hasretlerini yine tabiatın zenginlikleri olan Gelibolu bülbülle rinde, biberiyede, beyaz laden de bulmaya çalışmışlardır.

 Tabiatın muazzam dengesi yaşam ve yaşatmak üzerine programlanmış. Bunu anlamamak büyük ahmaklık olmalı! Büyük gürültüler; patlamalar, silah sesleri veya insan eliyle ortaya çıkan her türlü düzensiz haykırış susmaya görsün; bülbüller; Tolstoy’un dediği gibi ilk önce yakında ve sonra tepelerde, daha ötedekiler ötmeye başlar. Çok yakınınızdaki ıhlamur ağacının, iğdenin, güllerin, akasyaların, hatta hiçbir kokusu yok gibi görünen ılgın ağaçlarının bile ibret sel ve zarif bir görüntü içinde bulunduklarını görürüz.

  Tabiatın muhteşem düzeni, eşsiz ahengi insan olmayınca büsbütün sessizliğe bürünür. Bütün kavramları; şiiri, mitolojiyi, hikâyeyi; anlam ve anlamsızlığı insan belirler. İnsan dokunduğu için bülbüller daha bir başka öter. Kimi gamlı, kimi coşkulu…

 İnsan dokunduğu için Gelibolu’nun beyaz çiçekli ladeni savaş zamanı ile güçlü bir bağ kurulur. Gelibolu anısına bastırılan küçük tanıtım kitapçığında beyaz ladenin Gelibolu Savaşına katılan Anzak askerleri tarafından çok sevildiği; o kadar ki bazıları bu çiçeğin tohumlarını alıp Avustralya’ya getirmişler. Bir zaman sonra, bizim diyarımızdan çok ötede Gelibolu Gülü diye anılır olmuş…

 Tıpkı biberiye gibi; o da eski bir anma sembolüdür. Hafızayı güçlendirdiğine inanıldığı gibi antik edebiyatta ve folklorda sadakat ve anma simgesi olmuştur. Biberiye dalları Anzak kutlamaları başlayınca; savaş zamanının kayıplarını anmak için takılıyor.

  Silahlar susmaya görsün dostlar; önce bülbüller ötmeye başlar. Sonra şairler dizelerini gizledikleri derin yerlerden gün yüzüne çıkartır. En yakınımızdaki kumru ürkekliğinden vazgeçer. Kargaların sadece leşçil olmadığı aynı zamanda otçul birer kuzu görünümünde; yaşamın her anını, her fırsatını muazzam bir içgüdü, zekâ ile değerlendirdiklerini görürüz.

  Tekirdağ şehrimin sessizliğe gömülmüş insanını, şehrin tüm zamanlarına, meydanlarına, sahiline çıkartacak bilge ve bilgili insanların icatlarını merak ediyorum. İçinde tüm bilimleri barındıran bu icatlar; sanki şehir meydanlarını, sahilini, plajlarını, denizini, dağlarını, yaylalarını unutmuş bir halkın tekrar; silah seslerinden sonra susan bülbüller gibi yaşamın her anına koşmaları, gülümsemeleri ne güzel olur…

 İnanıyorum, tekrar ötecek bülbüller. Şehrimizin meydanlarını süsleyen çiçeklerin, ağaçların isimleri merak edilip, bu merakı giderecek duyarlı yöneticilerimiz de olacak. Olmalı da…

 Güven Serin 











9 Mart 2015 Pazartesi

TEK ÜLKEM YAZI


CK- LİZ BEHMOARAS 


KAFKAOKUR- KUTLU OLSUN...


TEK ÜLKEM YAZI

 Gamze Akdemir Liz Behmoaras ile Sen Bir Başka Gittin kitabı için CK’da röportaj yaptılar. Yazarın fotoğrafı geçmişin izleriyle dolu! İnsan yüzünün geçmişi bugüne taşıması ve gülümserken bile derin hüzün nehirlerine konan tüm barajları kaldırması var o yüzde.

  Konu, yaşadığımız evlere, geçmişe gelince ortaya çıkan düşünce, evin de roman kahramanı olabileceği… Yazar, onun da ruh sahibi olduğuna inanıyor. Çünkü kahkuno denen küçük ekmek kokularını, pestillerin tadını, mangaldan yayılan ısıları ve onların koruyan bir bekçi olduğunu anlatıyor.  

  Liz Behmoaras İtalyan yazar Pessoa’dan bir alıntıyla anılarına bekçilik yapan evini anlatmak istiyor;

 “ Bir vakitler olduğum, bir daha asla olmayacağım her şey!” ev, diyor.

 İnsanın göç nehirleriyle oradan oraya savruluşunu, geri döndürülemez çocukluk anılarını anlatan, belki de hep o tatta kalan, o sıcaklığı tüm yaşamı boyunca arayan insanlara adanmış bir düşünce…

 Bu düşünceye saygı duyarak, kendi yazarlığıma katkı veren, beni her daim yeşerme yolunda ilerleten; gün ışığına, gece karanlığı kadar; saf duruluğa, güzel bir rüzgar, sağanak yağışa, şiddetli bir fırtına kadar ihtiyaç duymama sebep olan düşüncemi açıklamak istiyorum.

 Geçmişi öldürmek, onun sadece anılarda bir rüya gibi veya unutulması gereken kabus olarak görülmesi bu günü yok ediyor. En değerli olan günümüzü; şimdiki zamanı! Duyup, dokunduğumuz, görüp, içselleştirdiğimiz zamanı; geçmiş ile sevişmelerimizin veya kavgalarımızın hissiyatı belirliyor…

 Yazar, “ Tek ülkem yazı!” diyerek sığınıyor en büyük icada. Bu icadı, kendi sanatıyla destekliyor Muhsin Ertuğrul. Kendi kalıcılığıyla sesleniyor kavga etmeyen geçmişin ait olacağı zamana koşup mayalanması gibi hafızalara kazınıyor sözcükleri;

 “ Dünyada tek bir din vardır, o da ‘Bilgi’. Bu bilgiye erişmek için çalışmak, en büyük cevap ve ibadettir. Dünyada bir tek mukaddes şey vardır, o da öğreten ‘Kitap’. İnsanların bir tane silahı olmalıdır, o da: Kalem. Beşer bu büyük gayeye eriştiği gün dünya bir cennettir, insanlar birer dindardırlar, kütüphaneler birer cami, kilise, havra olur, bıçak ancak kalem yontmak için kullanılır.

  Tiyatrosuz yükselmiş bir millet göremezsiniz. Tiyatronun sahnesi sabun gibidir. Sabun nasıl kir tutmazsa, sahneye de öylece ahlaksızlık kondurulamaz.”

 Kafkaokur Dergisine yazı sanatıyla katkı vermiş Merve Özdolap’ın çalışmasını okuyorum. Emeğin, yaşama dair sevincin, düşlerin, muhakemenin ışıltısı yayılıyor Cafe D Marin’e. Dışarıda dalgalar kendi var oluş çığlıklarını denizin bütün pisliklerini ayrıştırarak haykırıyorlar.

 Özdolap, Neden yaşıyoruz? Sorusuyla dengelemek istiyor yaşamı. Ve devam ediyor;

 “ Yoksa beş yıllık kalkınma planının bir ayağı, aile büyüklerimizin sorularına yanıt mıyız? Bu kadar mı var etmek? Peki ya var olmak… Öyle olması gerektiği için mi varız? ‘Yaşı geçmeden evlensin.’ Denilen kadınların, erkekliğini bir çocukla taçlandıran adamların artıkları mıyız? Yahut belki de tertemiz sayfalarız, beyaz onları aklamak için.”

  Bende benden öncekiler gibi; yaşama katkı sağlayan, bilinen yaşamların ötesini zorlayan insanlar gibi sınırları tanımayan, ancak düşlerde olacak yazı sanatına sığınıyorum. Aslında ait olduğum gerçek ülkeme dönüyorum.

 Irk, din, dil, çıkar kavgalarından çok uzak; canlı olmanın sadece üremek değil, üretmekten ibaret olduğunu, bilginin, deneyimlerin öğretilerin hiçbir zaman doyulamayacağını; aç bedenimle, ülkemin yıldızlı yorganını, ay ışığı yansımış deniz yatağını, üstün sanatçı dokunuşlarıyla şekillenmiş, tepelerini, dağlarını selamlıyorum.

  Bu çalışma yapılırken tüm dünyada 8 Mart Dünya Kadınlar Günü Kutlanıyor. Kutlu Olsun elbet! …

 Güven Serin 



7 Mart 2015 Cumartesi

HAYAT KISA SANAT UZUN


Kamera; Güven   Pera Müzesi
Bizans'ta Şifa Sanatı
İsa'nın mucizeleri ve bu mucizeleri anlatan, şifa dağıtan
azizler


Pera Müzesi-Alberto Giacometti 
Post-kübist eserlerle yola çıkan Giacometti
gerçeküstü eserlerle yola devam etti.

HAYAT KISA SANAT UZUN

  Sayın entelektüel şehrimizin kültürel eksiklerinden söz ediyor. Tiyatro binasının olmayışından, sanatsal faaliyetlerin eksikliğinden, gece yaşamının sessizliğinden, renksizliğinden hararetle konuşuyor.

  Haklı da… Haklılığı, şehre yaptığı düşünsel katkıyı onurlandırmıyor. Yokluğu, kiri, pası, hastalığı var diye söz etmekten öte, bunları yok etme, iyisi, güzeli, tazesi, sağlıklı olanla yer değiştirme görevi ve öncülüğü ona ait bir görev değilmiş gibi…

  Sayın entelektüele sanata dair bir haberi hatırlattım; “ Genco Erkal geliyor. Bir Delinin Hatıra Defteri Oyununu sahneleyecek. Sanat diyorsun, işte sanat! “ Entelektüel yutkundu. Daha önceki Belediye Kültür Müdiresi gibi ; “ Kaç para” diyecek oldu demedi.

  Sanat hiçbir zaman önceliği olmadı toplumun. Bilim de öyle… Saraylara, yalılara, yazlıklara ve abartılara, yüksek gururlara düşkün olduğumuz kadar olsaydık; kabartılı abartılar içinde boğulmakla meşgul olmazdık. Yazlıklar, yalılar kitlenmiş, korkulu bir mekân yığınlarına dönmez; zeka fışkıran gençliğimiz göçmen kuşlar gibi göçmezdi batının çekici kentlerine.

  İstanbul’un aristokratları da sanata, bilime çok geç destek verdiler. Belli ki servet doyumuna yeni ulaştılar. Pera Müzesi sanatı, bilimi baş tacı yapıyor. Tekirdağ’a oldukça yakın. İstanbul’un en uzak ilçesinden daha yakın…

Kış gününün uzayan kısacık günlerine en iyi gelecek şeylerden birisidir sergiler. Pera Müzesi çok önemli iki sergiye daha ev sahipliği yapıyor. Laf aramızda dostlar; Pera, sadece müzecilik yapmıyor. Orada, zaman zaman, sinemayı, müziği de bulabilirsiniz. Her zaman bulacağınız sıcak bir kahve, unutamayacağınız tatlara sahip kekler, somon balıklı salatanın doyuruculuğu ve üzerinize yansıyan sanat titizliğinin insan haliyle onurlu bulacaksınız.

  Pera Müzesi Nisan sonuna kadar iki önemli sergiyi, yine hafızalarda yer tutacak önemli eserleri her şeyin siyaset, mal-mülk olmadığını anlatmanın güzel hatırına bizlere sunuyor.

 Birinci Sergi, Bizans’ta Şifa Sanatını anlatıyor. Resimlerle, nesnelerle, heykellerle… Geçmişin şifacıları, yüzlerce yıl önce insan yaşamına yaptıkları katkının, bugünkü Tıpa ne büyük altyapı hazırladığını da anladım. İlaçların kaynağı, yine doğada bulunuyor. Her türlü bitki; renkleri, kokuları yanında insan yaşamına adanmış; bunu şifa sanatına adanmışlar ortaya çıkartıyor.

  Hippokrates yüzyıllar öncesinden bugüne, aynı ses rengi, coşku ile sesleniyor; “ Hayat kısa, sanat uzun, fırsatı kaçırma!”

 Sanat çok uzun! Fark etmek lazım… Sanatın yansıması, derinliği, içinde barındırdığı coşku; yaşam içinde bize lazım olan mineraller, vitaminler, öğretiler kadar gerçek ve lazım olan şeyler.şeyler. Bütün bunları göze alıyorsanız kör dövüşlere dönmüş, medyanın köleliğinden, üzerinize binen ama bir türlü atamadığınız “el âlem ne der!” mantığını yok edersiniz…

 Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanızı da önler sanat. Avaz avaz bağırmaktan kurtulduğunuz gibi, ses tellerinizi de koruma altına alırsınız. Bazen, susmanın konuşmaktan da daha güzel olduğunu görmenin erdemini tatarsınız.

  Pera’da ikinci sergi yine çok değerli bir isim; İtalyan ressam, heykeltıraş Alberto Gıacomettı Sergisi. 26 Nisana kadar devam edecek; kaçırılmaması gereken iki büyük sergi.


 Elbet sanat düşündürür. Harekete, felsefeye özendirir. Yaşamın, insan bedeninin en çok sevdiği 
 Alberto Gıacometti’nin sanatıyla nasıl bütünleştiğini; iç içe geçmişlie tanıklık edeceksiniz. 13 yaşında başlayan sanat hayatı 66 yaşına kadar devam ediyor. 53 yıllık dönemi; insanın ağır ağır sanatın içine süzülüşünü gördüm. İnsan ruhunun yaptığı resme, heykele akması, bu kadar öne çıkması ancak Alberto Gıacometti’de anlaşılabilir.

 23 metre kareye sığan 53 yıllık sanat yaşamı; yaşamın kısalığını, sanatın uzunluğunu, fırsatların ve tercihlerin aşk ve inançla, hünerle nasıl bir yol ve yolculuk içinde olduğunu da gördüm.

 Alberto Gıacometti’nin çalışmaları masal kadar gizemli, sıra dışı şeyler. Ruhunuzu, bedeninizin gözleri önünde mitolojinin içine bırakıp, tekrar uygar dünyanın büyük gürültüsüyle dengeleyecek şifa, yüzyıllar öncesinin şifacıları gibi sizin ellerinizle yine size dönüyor…

 Güven Serin 
 



  



5 Mart 2015 Perşembe

TEKİRDAĞ'IN ÜZERİNDE KARA BULUTLAR


Kamera, Güven   Tekirdağ


TEKİRDAĞ'IN ÜZERİNDE KARA BULUTLAR

Olimpik yüzme havuzu Tekirdağ'ın batıya bakan tepelerin yakınında bulunuyor. Yüzme; bedenimin suyla oynaşması, suya batı camlarından yansıyan ışık ile içselleşme döngüsünden sonra saunaya gittim. Malkara’dan gelen bisiklet sporuna gönül vermiş arkadaştan sauna kültürü hakkında iddialı öğretiler dinledim.

 İster müze olsun ister tenis kortu veya yüzme havuzu. Mekânların en önemli yerlerinden birisidir dinlenme, çay kahve içme alanları. Üzerinize düşen yorgun sporun, sanatın küçücük damlacıkları, küçük hassas kanallardan geçmeye başlamıştır artık.

  Kahvemi içerken yüzen çocuklara, gençlere bakarak, niçin daha fazla olmadığı sorguladım. Sonra, Cengiz Aymatov’un Dişi Kurdunu kaldığım yerden okumaya devam ettim.

  Olimpik yüzme havuzundan ayrılırken güneş diğer yarım küreye çekilmişti. Büyük tesisin kuzey batıya bakan kapısından dışarı çıktım. Çamların sükûneti karşı tepelerin sessizliği, karanlığı delen şehir ışıklarıyla kucaklaştım.
 Batıya bakan tepeler yeryüzüne ne zaman gelmişlerse o zamanın sessizliği içindeydiler. Güneş yarım saat önce geçmiş tepelerin üzerinden. Tepeler tam da güneşin geçtiği yerde çevreliyorlar Tekirdağ şehrini.

  Güneşin sessizce çekildiği gök tam bir kasvet gösterisi içindeydi. Kara bulutlar muazzam bir karalığa çocukken bizi korkutmak için ninelerimizin çağırdığı “Kara Recep” efsanesine ulaşmışlardı. Beyazlık, mavilik büyük siyahlığın, evrendeki kara deliklerin büyük yıldızları, galaksileri yuttuğu gibi yutulmuştu.

 Yüzmenin, saunanın, edebiyatın taze kırpıntıları, felsefenin öteden beri var olan tohumları hiç olmadık yerde yeşeren yosunlar gibi yeşil tutuyor içimi. Kara kasvete, muhteşem karanlığa baktığımda hiç de kara düşünceler içinde olmadım. Tam aksine güneşin izlerine, izlediği yola, yolun etrafında bulunan yönlere edebi derinliğin düşleriyle sarıldım.

 Güneşin yarım saat önce izlediği yol istikametinde bulunan otobüs durağına ilerledim. Beş metre önümde bir kadın yürüyordu. Büyük kara kasvet onu da ürkütmemişti. Saçlarını daha yeni yaptırmış. Bedenine baktığı giydiği kot pantolonunun üzerine oturuşundan, onun endamından belliydi. Büyük bir huzur içinde yürüyordu. Yüzünü görmesem de, omuzlarına düşen saçları, sallanış ve oynaşmamaları en azından bu akşamlığına yaşamın farkına varmış olmanın zenginliği içindeydi.

 Otobüsün gelmeyişini fırsat bilip tepelere yaradılış açlığıyla, odaklanmış gözlerim, senaryo yazan beynimle baktım. Güneş bilinen döngüyü tekrarlıyordu; tam 4,5 milyar yıldan bu yana. Az önce karşı tepelerin üzerinden geçmişti. Meriç ile Ege’nin buluştuğu Enez kasabasının üzerinden Semadirek Adasına, Yunanistan’a, Adriyatik Denizine ışınlarını yollayacak. Muhtemelen İtalya üzerinden Fransa’ya oradan da Biskay Körfezine geçecek. Sora, Atlas Okyanusu, o derin maviliğin bilinmezlerine kendi sırlarını ekleyerek ilerleyecek Amerika Katılarına doğru.

 Bir parça coğrafya bilgisi, birazcık tarih, arkeoloji, felsefe ve insanın muhtaç olduğu en güzel şey olan edebiyat yardımıyla kara kasvet nasıl da tiyatro sahnesine dönüşüverdi. Bir oyun oynuyordum günün geceye geçiş yeri olan tepelerin yakınında. Edebiyat ile beslenmiş, felsefeyle mayalanmış büyümekte zorluk çeken bir çocuğun oyunu…

  Oyun oynamayı seven İngiliz Şair William Wordsworth insanın yaşamını üçe ayırarak anlatmaya çalışmış;
  1. Çocukluk; her şeyin mükemmel olduğu dönem. 2. Ergenlik; sahip olduğumuz en değerli şeyleri unuttuğumuz dönem. 3. Yaşlılık; Bir kriz dönemi. Görüş yetimizde daralmanın başladığı dönem.
 Yaşamı anlamlı bulan, onun her anına bilim insanı, çeyiz hazırlayan genç kız titizliğiyle katkı yapan her düşüncenin önemi büyüktür. Wordsworth’un düşünceleri de önemi. Bu an, şimdi tam da ellerimizle tutup, değerli ayaklarımızla izler bıraktığımız zaman daha da değerlidir. Bence en şaşırtıcı olan da, insanın kendi zamanında kendi ürettikleriyle yaşama, bir sanatçı, zanaatkâr gibi bir şeyler eklemesi; yoğurmasıdır.

 Tekirdağ'ın batısına, güneşin yarım saat önce üzerlerinden geçen tepelere bakışımı, edebi gezintimi devam ettim. Tepelerin güney batısına yöneldim. Ganoslar; o eşsiz tepeler, vadiler üzerinden Uçmakdere Köyüne, kahveci İbrahim’e, çıplak meşelere, ıhlamurlara el sallayarak Şarköy’ün üzerinden Çanakkale Truva’ya ilerledim. Homeros’un büyük destanı, o büyü savaşı; Akhilleus, Hektor’un naralarını işittim. Zafer, yenilgi, var oluş ile yok oluş, çizgisine edebi ve felsefe titizlikle dokunup Assos’a Athena Tapınağına uğradım.

 Gördüm ki, hiçbir karalık, kasvet insanın kendi beyninde yarattığından daha büyük değil. Tekirdağ’ın tepeleri üzerine toplanan kara bulutlar da öyle. Çünkü ışık, mavilik, büyük sessizlik, üretkenlik hemen o kara kasvetin ardında; edebi, mimari, mühendislik, şehircilik, sosyallik; kısacası, bilim ve sanata önem vermişliği SELAMLIYOR…

 Güven Serin 

 




  

3 Mart 2015 Salı

KAMBER ATEŞ NASILSIN?


Kamera; Güven   Tekirdağ 


KAMBER ATEŞ NASILSIN?

  Kim bilir kaç gün oldu peşimi bırakmıyor bu sesleniş;

“Kamber Ateş nasılsın?” seslenen bir kadın. Bir ana. Kamber Ateş’in hiç Türkçe bilmeyen anası… Dönem 12 Eylül dönemi. Sapla samanın karıştığı, aklın, sanatın, felsefenin darmadağın olduğu dönem.

  Kamber Ateş’in varlığından yeni haberim oluyor. Hâlbuki o genç adam 35 yıl önce üniversite öğrencisiyken 12 Eylülün kurbanı olduğunda biz de babam için fısıltıyla sesleniyorduk;

“ Yusuf Serin nasılsın?” Tabiî ki bize cevap veremiyordu. Karanlık hücrelerde, soğuk ve ıslak küfürlerin tehditleriyle ifadesi alınıyordu. Üç ay süren, zamanın durmuş olduğu dönemler…

 Kamber Ateş’in varlığından 35 yıl önceki ana, oğul konuşmasından yeni haberim oluyor. Selçuk Özbek Kızılışık hocama bana armağan ettiği kitap, aynı zamanda Kamber Ateş ve anasının da var oluş gezegeninde bir zamanlar yaşam savaşı verdiğinin edebi anlatımıyla kendi anıtlarını dikmişler.

 Bu kitap Sunay Akın’ın Onlar Hep Oradaydılar kitabından başkası değildir. Üst kapağında yaşlı bir Kızılderili adam ve sağ kolunda küçük bir kız çocuğunun fotoğrafı var. Kapağı çevirince Selçuk hocamın kendi zarif el yazısıyla yazmış olduğu not;

 “ Barış ve huzur içinde bir dünya umuduyla… Dostlukla…”

 Bir dostun bir dosta hediye edebileceği en güzel nesnelerden birisidir kitap. Hele hele, henüz o yazar, o şair, o hikâye ile tanışmadıysanız yeryüzüne bir yeryüzü daha eklenir…

  Bir Anadolu ozanına göre (Sunay Akın’ın ifadesi) ;

Dil bir anadır. Kucağında çocuğu!

 Anadolu zenginliği ihtilallerin akılcı oluşuna katkı yapmıyordu ne yazık ki… 12 Eylül etrafı kasıp kavuruyordu. Genç insanları, düşünceyi, akılı, sanatı yerle bir ediyordu…

 Kamber Ateş’te tutuklananlardan 11 yıl hapis yatanlardan sadece birisi. Belki de ölmediği için, o ağır işkencelere dayandığı için şanslıdır. 12 Eylül’ün en acımasız olduğu zamanlarında Kamber Ateş’in annesi ziyaretine gelecektir. Kamber Ateş’i büyük bir telaş alır. Annesi hiç Türkçe bilmiyordur. Ve Türkçe bilmeyenler görüşmeden hemencecik alınıyordur. Kamber ateşin kız kardeşi annesine sadece üç kelime öğretmiştir. Oğlunun ismi ve soy ismi ve bir de ne durumda olduğunu bilme adına, nasılsın, sözcüğü.

 Görüşme günü gelir çatar. Kamber Ateş anasıyla göz göze gelir. Annesi karşısında görüp dokunamadığı sadece üç dakikalık görüşme zamanına üç kelimeyi sığdırır. Çünkü başka bir Türkçe sözcük bilmiyordur. Hâlbuki dilbilimcilere göre 6 Binden fazla dil vardır dünyada. Bunlardan biriside Kürtçedir. Ne hazindir ki kardeşiz diye diye, göz göre göre anadillerini yok saymışız. Üstelik onlarca uygarlığın üzerine oturma şerefine sahibiz diye övündüğümüz büyük millet olma düşüncesini yaşarken…

 Kamber Ateş anasına bakar. Anası ona. Annesi seslenir;

Kamber Ateş nasılsın?
-          İyiyim anacığım sen nasılsın?

Kamber ateş anasının Türkçe konuştuğunu duyunca şaşırır ve sevinir. Ama anası yine aynı sözcükleri tekrarlar;
Kamber Ateş nasılsın?
-          İyiyim Anacağım, sen nasılsın?
Üç dakika bu tekrarlarla dolar. Sözcükler hep aynıdır ama bakışlar, seslerin tınıları ana ile oğlun evrensel konuşmasına birbiriyle kucaklaşmalarına neden olur.

 Sarkis Türkiye’de doğmuş, Fransa’da yaşayan bir sanatçıdır. 56. Venedik Bienali’nde Türkiye’yi Respiro-Nefes projesiyle temsil edecek. Kavramsal sanatın öncülerinden kabul edilen Sarkis yapacakları sanatsal çalışmayı şu şekilde anlatıyor:

 “ Zamanların başlangıcına, ilk gök kuşağına, diğer bir deyişle ilk kırılma anına gideceğiz. Tarih içindeki belirli anları sabitlemek yerine, bugünün ve uzak geçmişin güncelliğine aynı anda sahip çıkacağız. Durağanlığa karşı dönüşmeye, dönüştürmeye, nefes almaya, hissettirmeye devam edeceğiz.”

 Dostlar; edebiyat, sanat, felsefe insan aklıyla uyuşup evrensel koşusunu ancak bu şekilde yapar. Kin, nefretten arınıp, aklın, sanatın, edebiyatın dallarına tutunarak karartılmış, donuklaştırılmış, puslu ve ürkek zamanı yerle bir eder.

 Teşekkürler Selçuk Özbek Kızılışık. Teşekkürler Sunay Akın. Teşekkürler Sarkis…


 Güven Serin 



2 Mart 2015 Pazartesi

PUSLU MANZARALAR


Fotoğraf ;internetten Puslu Manzaralar Filmi


Puslu Manzaralar-Theo Angelopoulos



Güle güle;büyük yolun yolculuğu..


PUSLU MANZARALAR

 Yüzleşmenin erdemidir sinema. Duymanın, görmenin, dinlemenin ve hissetmenin yüceliğidir. Puslu bir kış günü tam da Yaşar Kemal’in öldüğünü duyduğum an; kar yerine kasvet, hüzün yağarken…

  Theo Angelopoulos’un Puslu Manzaralar filmini izlemeye başladım. 1988 yılı yapımı, Avrupa En İyi Film ödülünü almış 1989 yılında. Theo sinema sanatıyla evrimin ona yüklediği insanlığı ortaya çıkartıp, insanlığın zaaflarını, yanlış ve doğrularını anlatmaya çalışırken ben esnaflığın bedelini realizme sarılarak, romantizmi reddediyordum.

  Puslu Manzaraları sinema sanatına inanmışlar var olduğu sürece hep yaşayacak. Ama Theo öldü… Tıpkı İnce Mehmet’in roman sanatına inanmışların var olduğu sürece yaşayacağı gibi. Ama Yaşar Kemal öldü…

  Yaşlı bir kemancı çıkıyor sahneye. Nazikçe selamlıyor küçük adamı. Gam teline dokunuyor notaların… Küçük çocuktan başka kimse alkışlamıyor. Çocuk biliyor sanatın yaşama olan büyülü katkısını.

 Bir tiyatro oyuncusuna yine aynı çocuk soruyor; sen ne iş yapıyorsun? İnsanları güldürüyorum ve ağlatıyorum. Ne oynuyorsun? Rolümü! Diyor sanatçı; herkes kendi rolünü oynuyor güya! Yönetmeni, seyirciyi, yazarı; asıl olan kendimizi fark etmeden oynanan bir rol…

 Puslu bir gün! Sosyal Medya Yaşar Kemal’in öldüğünü duyuruyor. Bir efsanenin ardından herkes telaş eder. Tutunmak ister eteklerine. Nice el, dudak, göz, yürek uzanacak… Hâlbuki en iyi tutunma aracı sanattır. İçselleştirir yaşamı. Yaşamın dünyevi ölümle son bulacağını anlamaya çalışır. O ana kadar hazırlık içinde titiz bir sevda yaşar; yaşama dair ne varsa sevişir tümüyle; insanca, insanlığın erdemiyle…

  Abla ile erkek kardeşi hiç görmedikleri babalarını arıyorlar. Hiç görmedikleri babalarını rüyalarında görüyorlar. Bir efsaneyi, bilinmeyeni, gizemi ortaya çıkartıp dokunmak için. Duymak, dinlemek belki de sarılmak için…

 Daima yok olan aranır. Kaybolan, yitirilen çok az bulunan şey nadidedir. Bu toprakların puslu manzarasından çok güneşi, açık günü olduğu halde puslu manzaraların çığlıkları arasında televizyon ve bilgisayara muhtaçlık içinde o kapıdan diğerine, o pencereden diğerine çılgınlar gibi koşuyoruz; neleri kazanıp, neleri kaybettim düşüncesinden çok uzak; biyolojik yapımıza, kırılgan, nazik varlığımıza güç katmak yerine ciğerlerimize; yorgunluğu, bitkinliği, kırgınlığı doldurmakla meşgulüz…

 Puslu Manzaraların yönetmeni Theo Angelopoulos sinema sanatıyla adeta insanı donduruyor. Tabiatı öne çıkartıyor. Kar, yağmur, rüzgâr, deniz, dağlar; insandan çok önce var olan; büyük karanlıktan, sessizlikten ve sulardan sonra karaların ortaya çıkmasıyla var olan tabiat olayları ve nesneleri…

 Yönetmen gurura boğulmuş insanı insandan çok önce var olan görkem, gizem, saf ve doğal evren ile buluşturmak istiyor. Biricik yaşamın farkına varmak için bazen donmuş gibi durup, çevremizi dinlemeyi, anlamamızı, fark etmemizi istiyor.

 Yaşar Kemal gibi; en güzel, en özgün dünyamızın köylerini, mezralarını, kasabalarını roman sanatıyla, hikâye büyüsüyle anlattığı gibi…

 Ölüm, en hakiki gerçek! Pera Müzesi’nin güncel sergilerinden birisi olan Bizans’ta Şifa Sanatı da Hippokrates’in yüzyıllardır eskimeyen sözü gibi;

“ Hayat Kısa Sanat Uzun”

 Korkuyorum, dedi ses. Hemen yanında bir başka ses; Korkma sana o hikâyeyi anlatacağım; Başlangıçta karanlık vardı. Sonra ışık belirdi…

 Son Perde! Tiyatroda söylendiği gibi; büyük sahne, muhteşem seyirci… Kimi seyirci bile olduğunun farkında değil. Ve dünyayı yönettiğini sanan, kendini bile keşfetmemiş insancıklar…

 İç motorlarınız, milyarlarca hücreniz yaşam formuna sarılmışsa; puslu manzaralardan korkmadığınız belli. Çünkü ışık hep var…

 Güven Serin