29 Mayıs 2014 Perşembe

GÜNEŞ BATIYOR BALKANLAR ÜZERİNDE


Kamera, Güven İpsala Ovası

Kamera; Güven İpsala
Saz bülbülleri, kurbağalar bestesi kimin tarafından
üretildi ama hep söylenen marşları söylüyorlar;
gecenin, var oluşun, yaşam döngüsü adına,
üremenin...

Kamera; Güven İpsala Ovası
Yılmaz,Mehmet,Cem;
anılar toprak altına gömülmüş değilse,zamanın
şimdiki heyecanıyla yarınlara inşa edilecek
güzel şeylerin seslerini çıkartır ortaya.

GÜNEŞ BATIYOR BALKANLAR ÜZERİNDE

  Bilinen sözler geliyor aklıma; “ Doğduğun yerde değil, doydun yerde!” diye… Elbet, serpilip şekillendiğimiz, yaşam enerjimizi yücelttiğimiz yere derin saygılar duyar insan. Çünkü kökler, sarmaşık dalı gibi sarılır; yürüdüğünüz sokaklara, caddelere sahile…

  Mevsimler elinizde doğar, yaşadığınız şehrinizin tüten evinizde. Hüzünler ve sevinçler yaşadığınız yerin kaldırımlarında, kıyıya vuran dalgaları gibi vurup durur beden duvarlarınıza.

 Doyduğum, beslendiğim yerden batıya doğru bir yolculuk yaptım. Balkanların gölgelerinin, balkanlardan doğan Meriç’in kıvrıla kıvrıla aktığı yere ulaştım. Beden ihtiyarlar, göz görmez olur, kulak küstahlıkları reddeder. Ama ses, damağın tatları gibi aynı yerinde kalır. Ziyaret ettiğim Kamile Teyzem; doksan yaşı aşmış karaçam, karaağaç; tükenmişliğe inat, kırk yıl öncesinin sesiyle, taze bir kadın seslenişiyle karşıladı.

 Yaşlılar çocuktur aynı zamanda. Hoşluk isterler, büzülmüş derilerinde kalan son nefesleriyle. Hoşluk iyidir; verene de alana da… Gözlerinden, yanaklarından öpülmek ister kamburu çıkmış, sesleri bir genç kız gibi sağlam duran ihtiyarlar. Ve ben de öyle yaptım; elini tuttum; buruşuk, kuru, kemikleri ortaya çıkmış o güzel eli… Yüzünü öptüm; o kara kahverengi yüzü…

 Gelişime en çok yeğenim Ata sevindi. Babasız geçen yılları, belki bir parça “amca” açlığıyla selamlamak isteyen o mahcup çocuk. Şehirli olmaktan öte çiftçi olmanın peşinde, toprağı sürüp, ekmenin, onu mıncık mıncık yuvarlayıp ellerini, çocuk bedenini toprakla yıkamanın düşleriyle selamladı beni.

 Cem koca adam olmuşluğun kırılgan bakışlarıyla askerlik hazırlığı içinde. Büyük hoparlörün gölgesinde kendi yatağını hiç çekinmeden büyük bir konukseverlikle bana veren; II.Bayazıt’ın kovaladığı, dışarıda tutmak istediği Cem Sultan kadar nazik ve zarif Cem…

 Çocukları çocuk yapan oyunlardır. Oyunları da eğlenceli kılan şey; iyi bir rakibiniz olmasıdır. Amcaoğlu Yılmaz da öyle bir kişi. İyi bir rakip… Bizim Köyün dut ağacına gitseniz, özünde bulunan kayıtları ortaya dökseniz; Yılmaz ile benim çığlıklarımı duyar, ter kokularımızı koklarsınız. Sığırcık kuşlarının bol gürültüleri bile bastıramazdı sesimizi. Kimi futbol, kimi voleybol, kimi basket, kimi zıp zıp…
 Mahalle kızları, büyük eğlencenin, Roma savaşçılarını izleyen seyircileri gibi destek verirdi çiğnediğimiz bahçenin toprağının beton gibi zemini üzerinde duran antik Yunan savaşçılarına benzeyen hallerimize…

 Zagor, Kızıl Maske yakın dostumuz Çiko uzaklarda olsa da, Kemal ve Osman Çiko’nun hatta dünyanın en iyi seyisi Sancho Panza kadar itaatkâr, marifetli ve sadakat duygularıyla takip ederlerdi bizleri.

 Amcaoğlu Yılmaz toprağı hep sevdi. Uğraşı, büyük İpsala Ovası’nda ilahi bir dans eder gibi arı telaşıyla zamanında bal yapmayı bildi. Ve şimdi, onun davetiyle su kanallarıyla insan bedenini andıran çeltik tarlaları arasında küçük kulübede, kulübenin dışında kanalların içinden geçen sular ile iştahlı ve doymaz yeşilliklerle beslenen otların üzerinde seyrediyorum batan güneşi.

  Tıpkı çocukluğumda seyrettiğim gibi; güneş batıyordu bildik halk dilinde. Hâlbuki batan güneş değil, uzay aracımız dönüyordu etrafında kendinin. Ve döngünün yaşam geçişlerini; ilahi bir zorunluluk içinde sunuyordu; taklit ediyorduk; ölüm ile yaşamı… Uyuyup, uyanarak…

 Çeltik tarlasını insan bedenini saran damarlar gibi sarmış kanalların su kenarlarında göğe yükselen sazların içinde; saz bülbülleri ve kurbağalar; dünyanın en muhteşem korolarıyla boy ölçüşmeye, yarışmaya aday, müzisyenler topluluğu gibi, milyar yıl önce yapılmış bestelerin şarkılarını seslendiriyorlardı.

 Ve ben dostlarım, kandaşlarım yanımda, şımarık isimi köpeğin küçük sınamaları ve gözetimiyle balkanlar üzerinden geceye çekilen güneşe; o büyük kızıllığa baktım… Bu bakışımın derin izleri, kulübeye çöken karanlığı aydınlatan ampulün altında, Mehmet Amcanın temizlediği masanın etrafına dizilmiş, İsmail Amca ile kaldığımız yerden, dünmüş gibi sohbetlerimiz; kimi müzik, kimi tarih ve bazen de romantizm renkleriyle; kurbağa, bülbül seslerine, geceye karışan güneş gibi;

 Döngüye saygı duyan insanlar olarak, birbirimizi unutmamış olmanın, anıları mezarlığa gömmek yerine, patikaya döşenmiş granit taşları gibi döşeyen ustalar olarak ayrıldık birbirimizden.

 Güven Serin  





27 Mayıs 2014 Salı

SAHİ SAAT KAÇ?


Kamera; Güven Pera Müzesi- Makas


Bu resim Pera Müzesi için özel üretilmiştir.
Bir Flaman ata sözünü anlatır;

" Üzgün üzgün bakıp durmanın manası ne,
buzağı boğulunca,
kuyuyu doldururum iyice."


Kamera; Güven Pera (kaçırılmaması gereken bir şölen)
Büyük Ülke ve Diğer Hikayeler


Pera Müzesi
Berlin Dijital Konser, genç sanatçı Sol Gabetta
Berlin Filarmoni Orkestrası işbirliğiyle...


Kamera, Güven İstiklal
Yine sıra dışılık, yine yaşamın ezber olaylarına meydan okuma...


İstiklal Caddesi

Bir tarafta evrenin gösterisi; birbirini taklit etmeyen büyük
çığlıklar;boşluğun enerjisi gibi yeni bir evren oluşumu içindeler.
Bir taraftan sıra dışı bir insan figürü; bütün zenginliğiyle
orada; bütün arınmışlığıyla...



SAHİ SAAT KAÇ?

  Saatler zamanı gösterir. İnsanoğlunun kendi icat ettiği gün ve gecenin bölümlere ayrılmış dilimlerini; saniye, dakika, saat… Saatler ise günleri, günler, ayları ve yılları, yüzyılları…
 Ve bizler o zamanın peşine takılmış, uygar dünyanın büyük koşturmacasına inanmış halde inanılmaz bir hız içinde; sanki bilinmeyene hizmet eder gibi büyük bir şölenden çok sıra dışı bir panayıra dönüşmüş, kıyameti beklerken kendi kıyametimize doğru trampetler çalarak ilerliyoruz.

 Sahi saat kaç, makale başlığını Zeynep Oral’ın çalışmasından etkilenerek yazdım. Geçim, hak, adalet, işsizlik, merhamet, eğitim telaşına düşmüş insanın zamanı, insan icadı olan zamanı durdurmak istediği zamanlar vardır. İşte o zamanlar hatırına şehrimiz Tekirdağ’a oldukça yakın olan Beyoğlu’na, Pera’ya süzüldüm.

  Birbirlerine oldukça yakın iki mekan arasında, döngünün mevsimleri gibi gidip geldim. Pera Müzesi bir müzeden çok öte, sinema, konser, sergi salonları, paneller ve dinlenme imkanlarıyla insan onurunu yükseğe, daha yükseğe taşıyan itibarlı bir sanat merkezi. Salt Beyoğlu da öyle… Salt Beyoğlu tam da insan selinin akıp geçtiği ve her türlü gelenekselliğe, baskıya direndiği bir yerde İstiklal’in üzerinde bir yer.

 Salt Beyoğlu sıra dışı bir gösterim yaptı. Son gün olması nedeniyle The Clock gösterimi 24 saat hiç durmadan devam etti. Sanatçı Christian Marclay sinema tarihinden zamanın akışına vurgu yapan binlerce sekans kullanıyor. Bu çalışma için, sanat eleştirmenleri sıra dışı bir çalışma, sanatçının başyapıtı olarak övgü ile söz ediyorlar. Birçok ülkede gösterime giren bu çalışma ülkemizde de Salt Beyoğlu sanat merkezi sayesinde ücretsiz olarak gösterildi.

 İki mekân arasında; Salt Beyoğlu ve Pera Müzesi arasında geçişlerim, dış mekanın da sıra dışılığını, insanların kendi baş yapıtları olan eğlence, renk, çeşitlilik ve neredeyse çılgın bir şekilde insan oğlunun ruhuna gem vuran alışkanlıklar, gelenekler, bildik bütün anlayış dışlanıyor gibi büyük bir sahne ile karşılaştım.

  Yaşamı, sadece geçim, kurnazlık sanatı olarak algılarsak, evrenin büyük çeşitliliğine, gelişmenin muhteşem katmanlarına en büyük yanlışı yapmış oluruz. Yaşam, binlerce seçenekten oluştuğu gibi, bu yaşamı zevkli ve daha huzurlu hale getiren en önemli uğraşlardan bazıları da; sanat ve sanatçıların, kendini halkına adamış aristokrat insanların yardımıyla normal akışına dönüyor.

 Pera Müzesi bu ülkede yaşayan her insanı nazikçe ağırlayacak donanımlara sahip. Hiç sıkmadan ve her gün değişen seçenekleriyle… Yaptıkları çalışmalar; zamansızlığın dışına çıkarcasına; “ Sahi Saat Kaç” düşüncesini hatırlatırcasına yoluna devam ediyor. Buraya gelmek için çok zengin olmanıza hiç gerek yok. Hatta kendinizi fakir görüyorsanız da geliniz. Beslenmenin, zenginliğin çeşitliliğini, yeryüzüne bakıp nasıl aldanıyorsak, yeraltının besleyici minerallerini, madenlerini, nasıl ve ne şekilde geldiğini irdelemeyi de hatırlarız.

 Her iki mekanda da sıra dışı çalışmalar; yıllara sarkmış büyük emek harcanmış eserler; hatta baş yapıtlar bizleri bekliyor. Sorumluluklarımızı yıkmadan, zamanı bir günlüğüne ruhsal beslenmemize, esas o zenginliğin bedeni koruyacak bir kalkana dönüşeceğine inanmanızı isterim!

 Andy Warhol’un “Herkes İçin Pop Sanat” Stephen Chambers’in “ Büyük Ülke ve Diğer Hikayeler” bu çalışmalar, sadece mekan içindeki eserlerin bizim zamanımıza sunduğu çeşitlemeler değil, mekanların dışı;
 Beyoğlu gündüz ve gecenin, o büyük döngünün yapmak istediği büyük değişikliği sanki bu büyük sahnede, sıkışık, dar sokaklarda, birbirini tanımayan, yüksek sesle bağıra bağıra konuşan insanların yaydıkları büyük enerjinin gösterimini de görmeniz mümkün. Her an bir başka dar sokakta, çölde değerli bir vah keşfeder gibi yeni keşifler yapabilir, sıkıştığınız küçük mağaranıza bir sürü pencere; aynı zamanda barındığınız yerin nemini, küf kokularını, karanlığını yok edecek ışık huzmelerini de davet edebilirsiniz.

 Her zaman olmasa da zamansızlığın yolculuğuna çıkmak isterseniz; Pera Müzesini, Salt Galata’yı, Salt Beyoğlu Müzelerini, sergi salonlarını hatırlayınız; “sahi saat kaç?” düşüncesini bir kenara itmiş, nazik, zarif bir efendi, hanımefendi, insan; kendini her şeyin üstünde sanmayan bir canlı gibi size akacak her şeye çılgınlar gibi minnet duya bilirsiniz…

 Yakın bir zamanda Pera Müzesine gidecek olursanız (20 Temmuz’a kadar) her daim tuvaletleri temiz, dinlenme salonunda taze çay ve kahve kokularını, tatlarını yudumlayabilirsiniz. Üst katlara çıktığınızda ölü bir bedeni simgeleyen bir esere dikkatli bakmanızı isterim. Sanatçının anlattığı şey;

 “ Karanlık ve güzellik arasındaki olağan dışı buluşmalar… Yerde yatan kişi ölümü simgeler ama bedeni üzerinde ilerleyen desenler ve bacaklarındaki eğrelti otuna benzeyen yapraklar yenilenmeyi akla getirir. Bahar aylarını simgeleyen tavşanlar aynı zamanda yeni bir hayatı simgeler.”

Güven Serin 




 







26 Mayıs 2014 Pazartesi

ÖLMEK HİÇBİR ŞEY DEĞİL...


(Geçmiş Zamanlar) Fransız Kültür Merkezi
"Ağlama Letizia ağlama...)


ÖLMEK HİÇBİR ŞEY DEĞİL

  Acısını dışa vurmayan bir adam, bir yazardır Italo Svevo. Günde altmış adet sigara içmesiyle belki de içindeki acıları öyle bastırıyordu. Bastırdığını sanıyordu…

  Her gün en az altmış sigara içen Svevo’nun ciğerleri hastalanmıştı. Ayrıca geçirdiği kaza sonucu bacağı da kırılmıştı. Öleceğini anlamış başucunda ağlayan biricik kızı Letizia’ya seslenir;

“ Ağlama, Letizia, ağlama. Hiçbir şey değil. ÖLMEK HİÇBİR ŞEY DEĞİL!” Kızı Letizia’nın söylediği gibi ölümü yaşlı bir filozofun ölümüydü. Gözü yaşlı, babaya son bir veda anı, yaşamı boyunca hayatı irdelemiş birisi için neler ifade ediyordu?

 Yaşamın dönüşümü bu dönüşüm içinde farklı algıların hiçliğine düşen ve soluk almakta bile zorlanan insan için belki de ölüm bir kurtuluş çağrısıydı. Ve ölüme ağlayan kızına seslenişi, ölmenin kurtuluş, kurtuluşun dönüşüm, dönüşümün de hiçbir şey olduğu…

 Bizim evrenimiz, hiçbir şeyden doğmadı mı? Boşluğun enerjisinden; sıfır hacimden, o muhteşem patlamalardan sonra… Svevo, bu anlayışa, bu keşfe ulaşmış, kendi yok oluşunun aynı zamanda kendi felsefesinin doğacağını, yepyeni bir yaşam döngüsü oluşturacağını mı anlatıyordu. Yoksa bu düşünür, bu söz cambazı acılardan başka hiçbir şey düşünemeyecek durumdayken, kızının süzülen yaşlarına, dolmuş kalbine bir babanın son sarılımı, evrenin şefkat gösterisi miydi?

 Bilimsel çalışmalar gösteriyor ki, ölüme herkes inanır ama kendi öleceğine kimse inanmazmış. Hasta yatağında, soluk almakta zorlanan, günde altmış sigarayı büyük bir keyifle tüttüren Svevo her insanın yangılısına, ölümsüzlüğe, ölümün onu görmezden geleceğine mi inanmak istiyordu…

 Kâinler, filozoflar, peygamberler yaşam ile ölüm arasındaki ince çizginin yüksek dozajda mutluluğunu anlattıkları halde, insanın bitmeyen soylu kavgası, korkunç mal-mülk edinme sevdası, ün, nam, şan, üstünlük ve büyük alkışların, anıtların kendisinde toplanma arzusu, bilinçaltımızın bize oynadığı büyük oyunun bir parçası mıdır; bilemiyorum…

 Ölüm hiçbir şeyse, yaşam da hiçbir şey olabilir mi? Yaşamın insan aklıyla anlayamayacağı hiçliğin oyunu, görüntülerin, seslerin, kokuların, dokunmaların oyunu; tam zirveye ulaşıldı sanılan büyük mutlulukların eriyip akması, tam dibe vuruldu sanılırken, ümitlerin, bir küçük zerrenin peşinde sürecek büyük yürüyüşün; hepsi bir oyun olma, harika bir rüya, evrenin muhteşem oyunculuğu, yönetmenliği olabilir mi?

 Yazar filozoflar bu yüzden sıra dışı keşiflerde bulunurlar. Bazen anlayamayacağımız kadar etkili ve sıra dışı… Ve bu keşifler onların sıra dışı karakterlerinin bile zorlandığı tanıklığı, sigara, alkol, yalnızlık ve büyük büzülme seçenekleriyle ödüllendiriyor.

 Günde altmış sigara, yaşamı ölesiye irdeleme ve genç kızları son ana kadar sevme; ölümün hiçbir şey olduğunu anlama yolunda yaşlanan bedene taze bir güç mü enjekte ediyordu ki yaşlı filozof ölümü, hiçbir şey olarak görüyordu.

 Almanca, İngilizce, Fransızca bilen Svevo yaşamının son yıllarında Kafka’yı keşfetti. Yazarların, aynı zamanda bir okur, dinleyici, iyi bir izleyici olduğu düşünülürse Svevo da bir başka genç yazar için susuzluğu giderme ilacı gibi görünüyordu.

 O yazar genç yaşta kansere yenik düşen ve gülüşünde bile hüzün sunumu yapan zarif bir kadın olan Tezer Özlü’dür.  Svevo’nin ilk beslendiği yazarlar Goethe, Schiller, Schopenhauer’dir. Hepsi Alman yazınının büyük ustalarıdır; daima verecekleri besinler bulunur; tıpkı, Kafka, Paveze, Svevo gibi; Tezer, Orhan Kemal, Haldun Taner gibi…

  Tezer’in anlattığı gibi;

“ Sınırsızlığı sigara ile dengelemeye çalışan, aşk, kıskançlık, evlilik ve ölümü en güzel anlatan, insanın kendi kendine algılayamadığı, ama Svevo okuyunca tanımlayabildiği tüm gizli duyguların büyük ustası.”

 Güven Serin



   

22 Mayıs 2014 Perşembe

TÜRKİYELİYİM


Ganoslar;esinti,tabiatın ta kendisi...
TÜRKİYELİYİM

 Tüm evreni algılama telaşındayken, tüm insanlığı sevme hasretiyle, tüm sınırların kalkmasını düşlerken bile aitlik içinde, doğduğun, yaşadığın, yaşam şöleniyle kutsandığı ülkeyi sevmek oldukça yüce bir duygu.

  Nasıl ki daha ABD yeni kurulmuş ülkeler topluluğu ve bu topluluğun insanları yaşadıkları ülke ile onur duyuyorsa, bu kadar büyük sancılar ve büyük göçler, göklere yükselen en kıdemli ağıtlarla süslü bir tarihin insanları; yani bizler de yaşadığımız topraklarımızla, ülkemizle onur duymanın yüksek erdemine ulaşmak zorundayız.

 Bu ülkeyi seviyorum, bu ülkeye aşığım diyen insanın yüce coşkusu kadar, bu ülkeyi sevmiyorum, bu ülkede yaşamaktan yoruldum diyen insanın da bu sözleri söyleme içtenliği, zorunluluğu vardır. Bu ülkeyi seviyorum diyen insan, nasıl yüceltilmek isteniyorsa, sevmiyorum diyen insan da iyi anlaşılmak zorundadır!

 Niçin sevemedi? Niçin küstürüldü? Niçin yorgun ve bitap düştü? Kime sorursanız sorun, sevgisiz büyüyen, sevgisiz gelişen toplumlar, bölgeler sevgisizliği yüceltecektir.

   Bülent Ecevit yıllar önce 1969 yılında deprem nedeniyle gitmiş olduğu Pülümür de gördükleriden etkilenir. Bir insan duygu yüklüyse, sevginin rüzgârlarıyla serpildiyse, sevgiye muhtaç, sevgiye uzanan ellerin düştüğü müşkül durumdan oldukça etkilenir. Tıpkı Bülent Ecevit de böyle bir etkilenme içinde duygu yüklü bir şiir yazmıştır.

 Bu şiirdeki Türkiye vurgusu o zamanın sağcı politikacılarının tepkisini çekmiştir. Elbet çekecektir; kişinin algıları yetersizse, dünyayı algılamayı sadece kendi soylu arzuları ve çıkarlarıyla süslemişse, evrene uzanan ellere öfke duyacak; ilk fırsatta yok edilmesini arzulayacaktır; işte bu düşüncenin meyveleri, yüzlerce aydının yok edilişiyle doludur. Hangisinin ismini hatırlatalım? Hangisini analım? Hangisinin şiirlerini, türkülerini, soylu ağıtlarını fısıldayalım?
 Bırakalım, zaman onları kendi bildik döngüsüne taşısın ve kalbi tortularla dolu olanlar, kendi yüksek çıkarları içinde eziyor sanıp, ezilmenin en haşmetlisini yaşayıp boğulsun…

 Yıl 1969. Ben üç yaşına girmiş olmanın dut ağaçlı, gül, sümbül, erguvan kokulu bahçede serpilirken Ecevit o meşhur şiirini, zamansızlığın içli, duyarlı, zarif ve merhametli zamanlarına armağan etmiştir. Ecevit’in insan kokan sesiyle hissederek ve bu bölgelerin hangi dönemlerden geçtiğini, her dönemin insan yüreğinin, düşüncesinin şekillenirken esas özün asla yok olmayacağını anımsatayım!

Pülümür’ün Yaşsız Kadını

“ Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu/Yaşını sordum bir giz gibi güldü/Kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz/ Yüzüne baktım bir giz gibi güldü/ Bir asa vardı elinde/Bir solmuş krallığın/Kadifeden harmanisi üzerinde/Bir Hititliydi, bir Selçukluydu/ Bir Ermeniydi, bir Kürttü/ Bir Türk…

  Yaşını sordum bir giz gibi güldü/Koluma girdi bir soylu kadınca/Tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini/Beni tek gözlü sarayına götürdü/ Köy yapısı kulübesinin…

  Zamanı onda yitirdim ben/ Yitik zamanlara onda eriştim/En soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında/Bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim”

 Bu ülkeyi anlamak için illa ki tarihçi, feylesof olmak gerekmez. Bu ülkenin türkülerini, yemeklerini, giyimlerini, insan yüzlerini, gülüşlerini, ağlamalarını, hiç bitmeyen kan davalarını, başlık paralarını, birkaç diplomayla çalım satanları, bir tek göz evin toprak döşeli sarayı içinde sizi aylarca ağırlamak isteyenleri bilin ve görün!

Ve insan sezgileriniz ile zamanın hem gerisine hem de ötesine gidin; en mucizevî canlı insan; bizi bir arada tutan, bu kadar muhteşem çeşitliliği karıştırıp bir aşure tadında sevgi, barış, bahar aşkına sunan şeyde de insan var; sadece insan…

 Güven Serin 




21 Mayıs 2014 Çarşamba

DİRENMENİN SAĞLAMLIĞI


Kamera; Güven   

Direnmenin sağlamlığı;taşa,mermere süzülmüş
direnişe minnet ile...


Kamera; Güven 
Güzeldir direniş; isterse zirvenin dağlarında...Güzeldir,özdür...

DİRENMENİN SAĞLAMLIĞI

  Tekirdağ Hükumet Caddesinde 7 numaralı halk otobüsünü bekliyorum. Her zaman ki gibi uzun bekleyiş… Belediye taşımacılığı özelleştirdi. Özelleştirmenin yüksek kar mantığına ilgi duyan araç sahipleri şimdilik zarar ediyor.

 Araç sahiplerinin zarar edişi, şoförlerin yüzlerine de yansıyor. Daha şimdiden yorgun, bitkin ve kızgın yüzler…

 İşveren olmak da, işçi olmak da ileri-üst ve tokluk anlayışı gerektiriyor; belli… 7 numaralı otobüs yığınla öğrenci ile birlikte geldi. Akşam saati, öğrenciler okuldan çıkınca ilk aracı derhal dolduruyorlar. Bütün doluluğuna rağmen durakta bekleyenlerle birlikte bende bindim. Zor zor ayakta olsa beden yığınlarıyla koyun koyuna… İki bakımlı kadın, ikisinin de elinde nüfus kâğıtları var.

  65 yaşını geçenlere tanınan ücretsiz halk otobüslerinden faydalanma hakkını kullandılar. Zarar eden halk otobüsü şoförü, zararın sebebi 65 yaş üstü bakımlı kadınlarmış gibi, onlara hor bakmaktan öte kaba davranış içinde bulundu. Kadınların yüzündeki alçak gönüllü mahcubiyet görülmeye değerdi. Sanki hırsızlık esnasına yakalanmışlar gibi; “bizim bir suçumuz yok” diye haykırmak yerine sadece utangaç bir sırıtma ile durumu idare ettiler.

  Halbuki böyle bir uygulama karşısında araç sahiplerinin yapacağı tek şey, zararlarının karşılanması için ilgili müdürlüğe, bakanlığa başvurmaktır…

 Bu olaydan bir gün sonra Süleymanpaşa Belediyesinin alt sokağında Roman kadını küçük çocuğu ile ilerlerken, sokağa dönen minibüs neredeyse küçük çocuğu altına alacaktı. Roman annenin çocuğuna sarılışı saniyenin alt dereceleri içerisinde olduğu gibi, şoförün frene basması da aynı zaman dilimiyle çakıştı. Şoför de, Roman anne de korkmuştu. Oysa çocuk farkında bile değildi, küçük bedenine zarar verecek lanet gürültüler çıkartan teneke, demir ve çelik yığınının…

 Roman anne çocuğunu neredeyse içene çekecek kadar çekti kendine. Ve çocuğuna bir şey olmadığını anladıktan sonra, aracının içinde bir et yığını gibi oturan, sanki ruhu çoktan onu terk etmiş şoföre baktı. Bakışında kor gibi yanan oklar vardı. Lanetli duaları çıkartan sesiyle bakışları bir oldu. Araç şoförü de dondu, içindeki yolcular da. Biliyorlardı ki Roman kadın, diğer zarif, sessiz, mahcup kadınlar gibi utanarak sıkılmayacak, bir kenara büzülmeyecek. Biraz daha bağırırsa başka Romanların nasıl bir insanlık dayanışması, nasıl bir direnme sağlamlığı göstereceğini, bir et yığınına dönmüş şoför çok iyi biliyordu.

 Roman kadın, gerek ses enerjisi, gerek bakış, gerekse ellerini kullanarak, bildiği bütün lanetleri yağdırdı. Bir gün arayla yaşanan iki kadın olayı; biri dram gibi; ona verilen hakkı bile savunamayacak mahcubiyet içinde şoförün kurbanı gibi suçlanma ezikliği yaşarken bile sesini çıkartmıyor. Diğeri ise meydan okuyor…

 Muhtemelen Roman anne ilkokul mezunu bile değil. Ama nasıl derler, hayat üniversitesi başka şey… Direnme Sağlamlığı, ise çok başka şey…

 O yüzden, nice direniş hep yarım kaldı… İşçi, memur, çiftçi, emekli, esnaf; fark etmiyor, inancın varsa, direnme sağlamlığı kök saldıysa, yapamayacağı şey yoktur. Halbuki bu ülkenin hırsızları, hilebazları direnmeyi bile kültürleştirmişler bizim haberimiz bile yok; 

ne hazin…

 Güven Serin 



19 Mayıs 2014 Pazartesi

AZİZ MİLLETİM


Kamera; Güven Karşıyaka Latife Hanım Konağı


AZİZ MİLLETİM

  Böyle bir sesleniş, kulağa ve ruha ne iyi geliyor. Sevgide en üstün tutulan bir millet ve o millete seslenen büyük insan… Ne hazindir ki büyük anlamı olan, ruha oldukça iyi gelen seslenişlerin büyük çoğunluğu da çürüktür. Özde, millete değil, seslenen kişinin siyasetine adanmıştır.

 Nasıl oluyor demeyin sakın! Böyle seslenişleri Cumhuriyetten bu yana, özellikle son 60 yıl incelerseniz, “Aziz” kabul edilen milletin nasıl hüsrana uğradığı, bu aziz milletin içinden çıkan değerlerin nasıl da dar ağaçlarında, kurşunların hain pusularında, bombaların şarapnel parçalarında yok edildiğini göreceksiniz.

 Benim Aziz Milletim,
Ne büyük seslenişlerle, ne büyük unvanlarla yan yana getirildi. Övgüler dolu seslenişe kanan bu aziz millet, bazen çıkıp da;

Ben aziz değil, açım, işsizim, bitkinim, moralsizim, dediğinde azizlikten hemen atılıp, zindanların nemli işkencelerine terk edilmiştir. O yüzden, bu tür seslenişlere kanmayın. Bu tür seslenişlerin ne büyük felaketlere zemin hazırladığını, süslü köprüler ile uçurumların üzerilerinde, can pazarları yaşanacağını da unutmayın.

 Bugün tüm dünya insanlarının saygı ile andığı, şiirlerini insan içtenliğiyle söylediği Nazım Hikmet 19 Kasım 1951’de vatandaşlıktan çıkarıldı. Vatan haini ilan edildi. Ne büyük, ne yaman çelişki de olsa; Nazım Hikmet de bu aziz milletin içinde olan en güzel azizlerden sadece birisi.

 Bu aziz kişiye, bu büyük şaire vatan haini diyenlerin büyük kültüründen gelen siyasetçiler, yine aynı utanmazlık içinde zamanı geldiğinde Nazım’ın, bu aziz kişiliğin şiirlerinden okuyarak, yine kendi azizlerine seslendiler.

 Recep Tayip Erdoğan, Süleyman Demirel, Alpaslan Türkeş, Nazım’ın şiirini okuyan siyasetçilerden bazıları ve önemli olanlarıdır. Bu önemleri, yine büyük çelişkiler içinde yol almalarıyla da ülke siyasi tarihinde çok ciddi araştırmalarla değerlendirilip gelecek kuşaklara bir tek sözcükleri atlanmadan, olduğu gibi aktarılmalıdır.

  Bu millete, BENİM AZİZ MİLLETİM, diyerek seslenenler, yine bu milletin en güzel azizlerinden birisini; Aziz Nesin’i bıktıracak kadar azizlikler yapmışlardır. İkide birde tutuklanan Nesin, canından bezdirilmiştir.  

 Yine böyle bir tutuklama anlarında Şevki Paşa (Mutlugil) söze yumuşak tarafından girmiş;

“Senin gibi akıllı ve kültürlü birisinin nasıl olup da kominizim denen belaya kendini kaptırdığını merak ediyorum; söyler misin?” 

 Aziz milletin Aziz evladı Aziz Nesin cevap verir;

“ Paşam, beni komünist yapan sizlersiniz! Yıllarca kafama vura vura, dalıma basa basa siz Komünist ettiniz. Ben aslında sizlere inadımdan komünist oldum. Halimden de memnunum.”

 Nazım Hikmet’in İngilizce ve Fransızcaya çevrilerek dünyaya yayılan şiirine bir bakalım;

Kalbimin yarısı burada ise Doktor/ Diğer yarısı da Çin’dedir./Ordular sarı ırmağa iniyor/ Ve sonra bütün sabahlar Doktor/ Her sabahlar şafak da/ Kalbim vurulmuştur/ Yunanistan’da (…) Çok uzak ta bir yıldızla kalbim atıyor.

 Hiçbir bıkkınlık, hiçbir onursuzluk duymadan halkına, seslenen; Benim Aziz Milletim diyen politikacılar, yine bu halkın en değerli azizlerinden biri olan Sabahattin Ali şu şekilde anılmıştır; “ Hududu geçerken geberdi!”

 Ya diğer azizler; şarapnel parçalarıyla un ufak edildiler. Kurşunlarla akıttılar aziz bedenlerinin taptaze kanlarını. Akan sadece kanlar mı oldu? Hayır! Onların yaradılışlarından gelen o büyük akış; sevgi, bilgi, görgü ve aydınlanma akışı; zannedildi ki, şarapnel, kurşun, darağacı ile yok edilecek.

 Başın öne eğilmesin/Aldırma gönül aldırma, diyerek dilden gönle, gönülden uzaya kazınan bu dizelerin şairi, aziz kişisi Sabahattin Ali’ye aittir. Bu dizelerin şarkısı gökyüzüne yayılınca duygulanmayan, içinde eziklik veya erdem hissetmeyen kaç insan vardır acaba?

 Bu millete, benim aziz milletim, diye seslenenlerin ayıp hisleri körelmiştir. Ama hududu geçerken geberdi, bir komünist daha yok oldu, diyerek sevinen kişilere yine bu milletin gerçek azizi Sabahattin Ali şu cevabı verir;

“ Tarih ve millet karşısında bu memleketin aydınlarının ayıp hissi çok büyüktür. Korkunç haksızlıklar karşısında seyirci kalmak, tarih karşısında ebediyen utanmak için yetmez mi?”

 Güven Serin 



17 Mayıs 2014 Cumartesi

ÖLÜMÜN ADI, SOMA... (100 BİN KİŞİLİK KORO)


Kamera; Güven Gelibolu

Şafak Töreni;yüksek düşüncenin,politikanın,felsefenin ve
sanatın yoğrulduğu anlar...

Gelibolu Motifi,beyaz çiçekli laden ve biberiye dalıdır.
Laden, savaş zamanıyla güçlü bir bağ kurar.
Biberiye,hafızayı iyileştirme özelliğine inanılır. Antik
edebiyatta ise sadakat, anma simgesi olmuştur.
Ya Soma Madencilerinin simgesi ne olacak;
kara yüzler mi_? Sarı baretler mi? Derine,
çok derine bakan,insanın milyar yaşındaki esas
özü mü? Bilemeyiz;bilmek istemeyiz...

ÖLÜMÜN ADI, SOMA…(100 BİN KİŞİLİK KORO)

Sadece ölümün mü? İnsanı hiçe saymanın, mühendisliğin, bürokrasinin, iş adamlığının, iş güvenliğinin, siyasetçinin de ölümü değil mi? …

  Yine bildik ağıtlar… Gözyaşları ve verilen sözler… Hep aynı şeyler; Gereken neyse yapacağız! Yüreğimiz yanıyor! Değişen ne var? Ölüm, bu şekilde garip ölümler hep vardı; değişen tek şey, sayının fazla oluşu.

 Ölü bedenler, diri rakamlara dönüşmüş durumda, hiç ölmeyecek rakamlara; her beden kendi kavurucu sıcaklığını, geceler boyu dondurucu soğuğunu sadece kendi ocağına bırakacak. Her ocak, yine bilinen ağıtları; iş, ekmek, yaşam mücadelesinin soylu tutsaklığını anlatacak.

  Yerin yedi kat altından çıkartılan bedenler, yine yerin altına gömülüyor. Açılan taze topraklar, toprağa hayat verecek taze bedenleri bekliyor; gözyaşlarıyla onları sulayan ölüm çığlıkları…

 Bu büyük panorama ölümün büyük görüntüsü mü? Maya, Aztek, İnka uygarlıklarının adak törenleri mi gerçekleşiyor yeniden; sıra sıra dizilmiş kara yüzlü, ak yürekli, nasırlı elli iyi huylu ölü bedenler…

  Haykırışlar, ağıtlar, destanların samimiyetinden uzak söylemler içimi sızlatıyor. Ruhumu tatmin etmeyen bir şey var! Eksik bir şey…

  Verilecek bütün sözler, alınacak denen önlemler neden tatmin etmiyor beni? Tekrarlanacak büyük acılar direnişinden korktuğum için olmalı!

 Soma, ölümün adı olan diyar... Ölüm, kara suratı, ak yüreği, nasırlı elleriyle geliyor buraya. Öyleyse buranın ölümleri için farklı ölüm törenleri düzenlemeliyiz. 100 Bin kişilik yas tutucular, 1000 kişilik keman sanatçılarıyla birlikte başlasın dünyanın her yanından hissedilen şölene. Önce sessizliği 100 Bin kişinin ayakları, toprağa basan madencileri temsil eden kara çizmeli ayakları inletsin. Sonra kemanlar eşliğinde 1000 çocuğun; kızlı erkekli, madencilerin çocuklarını temsil eden, ellerinde beyaz menekşeler taşıyan çocuklar…

 100 Bin kişilik yas ordusu, madencileri temsil ettikleri için, son anda duydukları çocuk özlemlerini anlatan şiir başlasın;

 Ben çocukları severim/Soluğumu rüzgar ederim uçurtmalarına/Birer torba şiir şekeri veririm/Duraksamaksızın katılırım oyunlarına.

 Yüz bin kişilik yas korosu susunca, kemanlar ölümün hiç çalınmadık, hiç dinlenmemiş bestesini çalmaya başlasınlar. Öyle bir beste ki, gözyaşlarına gerek duyulmayan, küfürlere, hiddete, kine, intikama gerek kalmadan; insanları sakinleştiren, doğruya, akıla, ilme sürükleyen bir buluşun iksirini içiren bir ses…

 Çocuklar beyaz menekşelerini, küçük elleriyle kaldırsınlar havaya. Yüz bin kişilik koro alkışlasın menekşelerin temsil ettiği, “korkuların hiçbir şey olmadığı, sevginin her şey olduğu” imgeyi…

 Ve tekrar şair Hasan Erkek, yüz bin kişilik koronun önünde yüz bin insanın korkusuzluğuyla seslense;

Nereye gitsek bir acı fışkırıyor iki meridyen arasında
Kaşla göz arasında
Acılar paralelleşiyor, çaprazlaşıyor, kaynaşıyor.

 Ve ben en arkada tek başıma yürürken, beyaz menekşelerin, şairin koku ve dizelerini doymayacağımı bile bile içe çekerken şunu düşünüyor olacağım yine;

 Dimdik ayakta duran, birilerine muhtaç olmamak için yerin yedi kat altına girip çalışan ölümler niçin “GARİP ve ZAVALLI” olarak anılsın? Bu ölümler, bütün, zenginliklerden, bütün asil duruşlardan, bol parfüm, viski, dolar, kurnazlık kokan, yalanı, dolanı kültürleştirmiş olanlardan daha ASİL değil mi? Hepsinin ölecek, ölüme bile direnmeyecek kadar cesaretleri vardı; hepsinin…

 Aydınlar sizlere sesleniyorum; sefillere, sefalete karşı çıkarken, aldığı maaş az diye, çalışırken yüzü karalar bağladı, sırtı terledi diye bu insanlara “gariban” muamelesi yapmayınız; yapmayınız; onları bir kez ve bir kez daha siz, kendi ellerinizle, sadece zavallı bulduğunuz için acıma girdabına sokmayınız.

 Güven Serin 




15 Mayıs 2014 Perşembe

NEDİR DEVLETİN VATANDAŞLARINA KARŞI GÖREVİ?


Kamera; Güven  Çitlembik,kökü taşta, gövdesi uçurumda;
Akdeniz'in,falezlerin sessiz, dirençli dostu...

NEDİR DEVLETİN VATANDAŞLARINA KARŞI GÖREVİ?

 1950’li yılların başı; çok partili sisteme geçilmiş; demokrasi adına sancılı dönemler başlamıştır. Bu dönem, aynı zamanda Köy Enstitülerinin kıyım dönemi ve Amerikancı politikaların muhteşem kök salış dönemi de diyebiliriz.

  Köy Enstitüleri çok kasa zamanda büyük başarı kazandı. Yıllardır nadas bekleyen toprağın yağmur, saban, tohum ile buluşması gibi binlerce insanın, doğayla, bilimle, sanatla, fizikle, matematikle buluşup daha yüksek sesle haykırmaya başlaması bu yıllara denk gelir.

 Bu insanlardan birisi de Mahmut Makladır. Bizim Köy kitabıyla, köy yaşantısını, yok sayılan binlerce köyün sanki yeniden keşfedildiği zamandır. Makal, Bizim Köy, kitabıyla köy yoksulluğuna dikkat çeker. Bu kitap ve bu kitabın yazarı bir efsaneye dönüşecek kaydı da 1950’li yıllarda yapar.

  Peki, bu efsane nasıl yetişti? Tabi ki Köy Enstitüleri sayesinde… O döneme, Makalların yetiştiği döneme bakarsak, eğitim sistemindeki devrimin, ne kadar büyük olduğunu da görürüz. Hiçbir işe yaramaz sanılan bakir toprak, yıllardır ekilmeyi, sürülmeyi ve yağmuru bekliyordur ve birden, bir çığ gibi büyür, oluk oluk bereketli Anadolu ovalarına akar.

 Türkiye Cumhuriyeti; kaybolmuş bir milleti, tekrar ortaya çıkartmak, tekrar diriltmektir. Bu milletin, sadece asker olmadığı, aynı zamanda zanaatkâr, sanatkâr, bilim adamı, doktor, öğretmen, hemşire, pilot; kısacası, eğitimin yüceliği, insan üzerindeki ince dokumacılığı muhteşem bir büyük esere; eserler topluluğuna dönüşür…

 Cumhuriyetin ilk yıllarında, aydınlanmaya, yeniliğe ve daha bir insan dönüşümüne katkı veren en önemli isimlerden olan Mustafa Necati, İsmail Hakkı Tonguç, Hasan Ali Yücel; sadece şükran duygularımızla değil, mantığımızla da bakıp, anlamaya çalışmamız gereken üç büyük değerledirir.

 Sert bakışlı kara çocuk Mahmut Makal köy toprağının, ilim, bilim, edebiyat, felsefe ile yoğrulduğu yıllarda Toros’ların esintisinin dağların eteklerini yaladığı yerde İvriz Köy Enstitüsü öğrencisidir. Yıl 1943…

  Okul inşaat halindedir. Fakat müsait olan her yerde eğitim, öğretim yapılmaktadır. Okulu ziyarete gelen Hasan Ali Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç öğrencilerin durumunu görmek için bir takım denetlemelerde bulunurlar.

 İlköğretim Genel Müdürü İsmail Hakkı Tonguç Mahmut Makal’ı ayağa kaldırır ve sorar;

“ NEDİR DEVLETİN VATANDAŞLARINA KARŞI GÖREVİ?”

  Öğrencilerin dersi yurt bilgisidir. İsmail Hakkı Makal’dan cevap alamaz. Belli ki köyün ezilmiş insanları henüz büyüklerinin karşısında ses, hatta nefes bile almakta, çıkarmakta zorlanırlar. İsmail Hakkı Tonguç evlatlarını sevgi, öğreti, akıl ile büyüten bir babanın en samimi ses tonuyla seslenir öğretmene;

 “ Bunlar yedi yüzyıldır konuşmadıkları için çocuğun durumunu doğru karşılıyorum. Konuşturun bunları. Konuşturun ve düşündüklerini söylemeye alıştırın. İlk yapacakları iş bu…”

 Aradan yetmiş yıl geçti; bugünün gençliği, geçleri, öğrencileri kendi seslerinden, aldıkları nefeslerden korkmadan konuşa biliyorlar mı acaba? Ya sonsuz bir şımartma, beslenme semizliği içinde komik, tombul, hormonlu dönüşümün bibloları, ya da büyük suskunluğa ant içmiş askerler gibi; kırık, dökük, küskün gençler topluluğu…

 Bugün gelinen noktada, bu güzel ülkede, kazalarda, binlerce insan ölüyorsa, işlenen vahşetler “Elm Sokağı Kâbusu” filminden bile daha büyük kâbusa dönüşmüşse; yetmiş yıl önce yapılan sesleniş; o büyük aydın, ülkesini seven insan; Tonguç’un yaptığı nazik uyarı, ne hazindir ki yerine getirilmem işe benziyor…

 Eğer yerine gelseydi, ne doğunun güzel insanları çığa dönüşmüş göçler ile şehirlerin köleleri, kenar mahalle kurucularına dönüşür, ne de hakkımızı yiyen, dalaverenin en büyüğünü, politika adı altında bizlere yutturanlara sessiz kalırdık…

 Sessizliği bozan ses; ülkenin büyük adam rolündeki insandan geliyor. Soma’da ölen onlarca madencinin, kara yas tutan ailelerini, ülke kamuoyunun patlama noktasına gelmiş merhametini yatıştırmak için insanlık tarihine harika bir komedi sunar gibi sesleniyor;

 “ Her türlü önlemi alacağız. Yapılması gereken ne varsa yapacağız!” Bunca ölüm, bunca kıyımdan sonra; ne yapıla bilinir ki; bol bol; “ kanları yerde kalmayacak, yüce Allah'tan rahmet” sözleri…

  Güven Serin 








14 Mayıs 2014 Çarşamba

ÖTEKİLER BELKİ DAHA İYİ SÖYLEYEBİLECEKTİR BU ŞARKIYI


Kamera; Güven    Düden,Akdeniz ile buluşuyor;
ne hazindir ki bu ülkede hak ve adalet bir türlü buluşamıyor;
üstelik, adalet mülkün temelidir seslenişinin, yeminlerin
ahlak dolu yüzlerin bulunduğu yerde...


Kamera; Güven Eski Liman Antalya

ÖTEKİLER BELKİ DAHA İYİ SÖYLEYEBİLECEKTİR BU ŞARKIYI



 Yaşamın durağan olmadığı hemen hemen herkes tarafından bilinir. Bilinmesine rağmen, peşine takıldığımız, kimi korkularımızdan sımsıkı tutunduğumuz alışkanlıklar yüzünden direniriz değişime.

  O yüzden her insan sevdiği işe yönelmeli. Daha iyi şarkıları, daha iyi şiirleri yazmak için… Daha iyi binaları yapmak için… Daha iyi kitapları yazmak, daha iyi çocukları yetiştirmek için…

 Toplumsal çığlık ve birbirine benzeme, birbirini ezme gösterisi evrenin yasaları karşısında aciz kalır; bu yasa, sonsuza adanmış gerçeklikte ve doğruluk tadır.

  İnanın bana, yazı yolculuğum, gazete yazarlığına soyunduğumda bu evrensel yasa ilam verdi bana. Hüzünler zirve yapmıştı, dağların zirvesi gibi soğuk, çöllerin ince kumları gibi yakıcı; çaresizliğin çaresidir evrensel yasaların devreye girmesi…

 Daha iyi, daha farklı, daha özgün yazabilmek, küçük aydınlıkları elden ele aktaran bütün insanlığın ilerlediği patikada elinde bir fenerle, daha iyi ışık tutabilmek, daha iyi ses verebilmek, daha iyi umut söylemek için…

 Biliyorum, bütün sıra dışı seslenişler, alışılmış cesurlukta, kabalıkta, sıradanlıkta değilse kuşkulu bakışları, umursamaz suratları da çıkartır sahneye. O yüzden, bazıları yazı savaşımı, edebi inancımı, yaşam felsefemi Don Quıjote’un (Don Kişot) yel değirmenleriyle savaşı gibi görmüştür.

  Biliyorum, kimileri içinse Orhan Kemal’in Bekçi Murtaza karakteri gibi, sabit fikrin, cehaletin, sıkı disiplinin aşkıyla katlettim en sevdiklerimi.

  Bazen Goethe’nin başkahramanı Faust olup takıldım sözlerin peşine;

“ Zavallı şeytan, ne verebilirsin ki sen bana? İnsanın yüksek hedeflere doğru çabalayan ruhunu, anladığı görülmüş müdür senin gibi birinin? ”

 Ve Faust’a seslenen iblis oldum bazen; zamansızlığın, kurnaz, bilge sözcükleriyle yüklü bir iblis; Mefisto…

  Bazen de Müfettişler Müffetişi üçkâğıtçılığına büründüm, kimileri gözünde. Orhan Kemal’e, Yaşar Kemal’e, Cemal Süreyya’ya, Sait Faik’e tutundum kimi… Anakaraları, adaları, dağları ve ormanları dolaştım; insan beyninin milyarlık kıvrımları hatırına.

 Nietzsche’ye, Goethe’ye, Kleist’e, Dante’ye, Cervantes’e oyun arkadaşıma sarılır gibi sarıldım sarhoşluğun yara dizli çocuk şarkılarında.

 Bilmenizi isterim dostlarım, asıl olan şey, ilahi bir takdirin, evrensel yasalara adanmış bir canlının geçiş töreni, müzikaline katılan bir insan gibi katıldım bu büyük yaşam törenine. Yaz dendi bana; yazdım durmadan. İnsan bakışlarıyla, hissedişlerini, bilgi kırıntılarını ve sezgilerimi birleştirdim; bu şarkıyı bizden sonra daha iyi söyleyecek insanların var olacağı hatırına…

 Tıpkı bize bırakılan büyülü sözcükler, dizeler, resimler gibi; bize gülümseyen, bize yaşam içinde yaşam sunan, evrenin bütün evrelerini anlama kabiliyeti sunan, bizden önce çaba, düşünce, iyilik, fayda üreten her canlı gibi, bende, çirkinliğin, kötülüğün, kurnazlığın, iyiliğin, güzelliğin farklarını; bilinenden öte olduğunu anlatmak istedim.

 Çirkin ve kötü bilinenin bir şövalye tarafından, iyi ve güzele dönüşeceğini, zengin ve soylu bilinenin, hakikat karşısında, soysuz ve fakir kaldığını; ebediyeti savunanın, dünyada yok olabileceğini hatırlatmak istedim.

 Sözlerimi, Cervantes’in başkahramanı Don Kişot (Don Quıjote) nin sevgilisi Tobosolu Dulcınea için, onun mezar taşına yazılmış mezar yazıtına bırakıyorum. Don Kişot tüm yaşamını adadığı, hiç görmediği halde ona büyük bir aşkla bağlı kaldığı, bütün onurlu savaşlarını ona adadığı Dulcınea’ya âşıktı. Ama Dulcınea’yı bir de ona akademik gözle bakan ve onun mezar taşına konan yazıt ile analım;

Görmüş olduğunuz pis suratlı
Koca göğüslü, dağınık kadın
Burada Dulcinea yatıyor
Taze ve tombuldu ama
Korkunç iğrenç ölüm
Toza ve küle döndürdü
Soyluydu, hanımefendiydi
O hem büyük Don Kişot (Don Quijote’nin ateşi
Hem köyünün gururu oldu.

 Güzel ve çirkin, iyi ve kötü, edebiyatın yasaları, sevginin ve düşlerin ilahi gücüyle yer değiştirir; en çirkin, en güzel kraliçeye, en kötü en iyi insana, en iyi insan da kötülüğün baş yaverine dönüşebilir; unutmayınız!

 Bir şeyi daha unutmamak lazım;Soma,acının diyarı değil… Soma maden işçileri kaderin onlara sunduğu buyruk için ölmediler; halkın,halkımızın,hakkımızı savunanların zavallı düşkünlükleri için öldüler…

 Güven Serin 





13 Mayıs 2014 Salı

KUTUPTA YAZLAR KISA GEÇER


Bir Fransız kadın; o, Sylvie... Türk dünyasını,ticaretini, duygusallığını
anlayıp, Fransız zekası,zarafetiyle güzel sunumlar yapan insan...

Kaç yaşam,anılar mezarlığına,hiçlikler bataklığına dönüşmeden
taze kılar yaşamı; kaç yaşam,bu tazelik için durmadan
tohum üretir...

Kadehler sadece şarap ve rakı ile yükselmez göğe,
kahve ve meyve suyunun da zafer çığlığı atma
nedeni vardır; insan,dönüşüme,yeşermeye muhtaç
insan çağlayanları oluşturmak için...

KUTUPTA YAZLAR KISA GEÇER

  Okuduklarımız, dinlediklerimiz ve izlediklerimiz sayesinde dünya hızla küçülüyor. Eğer ki bu dünyayı insan kalıcılığı, doymazlığı ve cahilliğinde kabul etmediyseniz, gezmenin, görmenin, öğrenmenin ve paylaşmanın yüksek erdemiyle esas göçe, yolculuğa hazır olma çalışmaları içindeyseniz, çevrenize, yaşadığınız coğrafyaya ve dünyamıza ilgi, alaka ve sevgi gösterirsiniz.

  Neredeyse çürüme noktasına gelen politik savaşlar sayesinde aynı zamanda iyi bir belgesel takipçisi de oldum. Kuzey Kutbunu tanıtan belgeseldeki görüntüler oldukça güzeldi. Uzun süren kış, büyük kar ve buz tabakaları eriyip kısa süreli yaz güneşi, yeşilliği ve neşesi çıkmıştı ortaya. Buna benzer belgeseller fazlasıyla izledim. Kuzey Kutbunun yazının kısa olduğunu da biliyorum.

  Kuzey Kutbunu ve görüntülerdeki güzellikleri tanıdan kişi, o yöreyi sevmiş olmanın, göz pırıltılarını, yüz mimiklerini de saçıyordu. Ve parıldayan güneşin yaşama akan sularının şırıltısında karınlarını doyurmuş ayı yavrularının oyun sahneleri, kuşların sevinç türküleri eşliğinde yapımcı ruh ve beden bütünlüğüyle seslendi izleyicisine;

 “ Kutupta yazlar çok kısa geçer. Ama oldukça güzeldir.”

 Bu söz, bu kelimeler seslenişi, bazen bir romanın, bir ömrün, bir hikayenin anlatımı kadar uzun ve anlamlı, söylenecek bütün sözleri içine almış yaşam dolu gezegen kadar yaşam kokuyor.

 Nice yaşlı insanla konuştum. Kendi deneyimlerimden şunu edindim. Birbirine benzeyen yaşam biçimleri bir süre sonra tekrarın girdabına düşüyor. O girdap, aynı yaşamları sıradanlaştırıp iç içe geçiriyor. Bir ömür, koca bir ömür de sürseniz, birbirine benzeyen günler, aylar yaşamın tadını, tuzunu, heyecanını da kemirmeye başlıyor.

 Yaşamın içinde, bir sürü deneysel gözlemlerimde şunu da gördüm ki, bolluğun, hazırın, emek harcamadan kazanılan her şeyin, her hak edişin veya kavuşumun tadı-tuzu da olmuyor. Tıpkı, çocukluğumuzda karpuzu, kavunu, domatesi, biberi çuvallar dolusu görüp kıymet bilmediğimiz gibi; günde beş-on karpuz kırardık, en iyisini bulana kadar. Kimine kelek der, kimisine burun kıvırırdık.

 Bolluk da şımartır insanı, emek sizlik de… Tekrarlanan, özlemden, yorgunluktan uzak her şey de kendi doğal bıkkınlığını yeşertir. İşte bu yüzden bu söz içimi titretti. Kısa olan kutup yazlarının ne kadar güzel olduğunu, o güzelliklere gönül vermiş bilim insanı tarafından anlatılırken, bir başka anlamları bir yazarın evrene adanmış amatörü öğrenciliğin öğrenme telaşıyla kabul ettim.

 Bir tanıdığım vardı; sevdiği insanı hep yanında görmek isterdi. Ve bir gün, uzak oluşlarını, yeterince doğru olmayışlarını bahane ederek ayrıldılar. O ayrılışları gelince aklıma, kutup yazını, o muhteşem güzellikte oluşu da dönüşüm yaşadı. Ayrıntı dolu, yaşam telaşına, bir tek güne önem veren tabiatın dirilişine, hayvanların koşturma cısını düşündüm; güzel ve mutlu olan şeylerin kısalığı, tabiatta bile kendi uyumunu, dengesini oluşturmuşken, insan denen büyük ustanın sınırsız beklentileri, azı, sınırlı olanı kabul etmezken, çoğu yok etmenin sarhoş ve bıkkın eylemlerini içim sızlayarak hissettim.

 Biliriz ki, KUTUPTA YAZLAR KISA GEÇER. Ama oldukça güzeldir, hareket, renk, ışık, ses kokar… Eriyen buzların şırıltısı beyazlığın diğer renklere dönüşümü güzel ve kısa bir yaşamın tekrarıdır. Belki de tabiatın bol seçenekli güzelliklerinden sadece birisini, biz düşünen insana, insanlığa bir anlatış biçimidir; kim bilir…

 Güven Serin 




10 Mayıs 2014 Cumartesi

DÜNYAYI GÜZELLEŞTİREN KADINLAR


Kamera; Güven Karşıyaka-İzmir Latife Hanım Köşkü

Anı Evi
Bildik,ölü anılardan değil;yaşama,görgü,neşe,hüzün taşıyanlardan...


Kamera; Güven   Karşıyaka

Zübeyde Hanım; 

"Oğlum beğenmiş o kızcağızı."


Kamera; Güven  Karşıyaka İzmir 
Latife Hanım Köşkü

Akıl ve duyguların şaşmaz terazisi; bitmeyen öğrenim ve öğreti
açlığı;

" Annem çok çekti.Annemi kaybettiğim için çok üzgünüm.
Tek tesellim ana vatanı, yoksulluğa sürükleyen idarenin yok oluşunu
görmüş olarak ölmesi." 


Kamera; Güven Göztepe 
Vişne likörü. İçinde neler var, neler yok... Formülü göz nuru
döken,üreten dostlukta saklı... 


Kamera; Güven Göztepe

Yorgunluk,gün batımı... Bira,güzel tercih...



DÜNYAYI GÜZELLEŞTİREN KADINLAR

  Sosyal medyada bir söz dolaşıyor;

Akıllı erkek güzel kadını değil, dünyayı güzelleştiren kadın ister. Aynı şeyi, kadın gözüyle de tam tersi düşünebiliriz. Dünyayı güzelleştiren herhangi bir insan, yine evrenin o muhteşem ödülünü alır; GÜZELLEŞİR…

 Yakın tarihimize izler kazımış, kadın olmaktan öte özel güzellikleri bu ulusa armağan etmiş kadınları, bir kadın olan annelere adanmış kabul edilen bu zamanlarda anmak isterim.

 Zübeyde Hanım ve Latif Hanım. Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in biricik annesi. Yerle bir olan ulusun, yeniden kurtuluşa giden kurucusunun anası.

  Latife Hanım, 1898’de İzmir’de doğmuş. Çok iyi bir eğitim almaktan öte algıları oldukça gelişmiş, üç yabancı dil bilen bir hanım. Zübeyde Hanımın Rumeli şivesiyle söylediği gibi;

 Benim oğlum beğenmiş o kızcağızı. Gidip bakayım, bir göreyim…”

 Mustafa Kemal yaverine bağırdı;

“ Görmüyor musun çocuk?.. “Benim kimseyle görüşecek vaktim yok…”

“Genç kadın aralık kapıdan heyecanla odaya girdi. Mustafa Kemal’in önünde durdu. Mustafa Kemal davetsiz misafirin sağanak halindeki konuşmasını dinlemeye başladı;

 Paris’te okuyordum. Güzel İzmir’in işgali beni kahretmişti. Beni bu bunalımdan Sakarya Zaferi kurtardı paşam. Ailem kardeşimin tedavisi için Fransa’da. Ben sizi İzmir’de karşılamaya geldim.”

 Bu davetsiz ve heyecanlı konuk Latif Hanımdır; üç dil bilen, kadın ile erkeğin arasında hiçbir fark olmadığını, bütün yobazlığa, bütün korkaklığa, zavallılığa anlatan kadın… İşte bu kadın 29 Ocak 1923’te Mustafa Kemal ile evlenen o örnek kadındır. Kadını yerle bir eden geleneklerin, seçme ve seçilmeden, miras hakkına kadar yok sayılan zarafetin ilk örnek nikahını kıyan kadın…

 Kadim zamanların dostuyla buluştuk İzmir’in garında. Bir sevdalı gibi sarıldık, kadim zamanların kokularını bilerek. Sonra, ver elini Konak… Karşıyaka ve Latife Hanım Müzesi. Zübeyde Hanımın hastalığında Latife Hanım tarafından ağırlandığı, iki kadının birbirini tanıma telaşıyla kadına yüklenen o güzel duyguları, merak, öğrenme ve öğretilerin yüz yüze, koyun koyuna yaşandığı konak…

 Bu konak, Karşıyaka'nın gururu gibi, tertemiz, pırıl pırıl ve anılara hiç dokunulmamış gibi; mimarinin, mühendisliğin, plastik sanatların ve insan sezgilerinin dünyayı hiç terk etmediğini sandığımız soylu ruhların bulunduğu yer.

 Gerçek bir dost anıları mezar taşlarına taşımaz. Gerçek bir dost, geçmişe ölü gözüyle bakmaz. Bilinir ki, mesafeler, akan zaman, insanın yüksek sezgileri, yaşama her an kattığı muhteşem iksirlerle yeniden yenilenir; ilk günkü gibi, insanı vaftiz eder.

 Kadim zamanların dostu ile İzmir caddeleri, sokakları ve İzmir sohbeti, nağmelerden nağmelere akarken, günün, gün sürprizi yine onun tarafından yapıldı. Karşıyaka vapuru ile Göztepe’de gün, geceye ilerleme telaşı içindeyken, küçük likör bardakları çıktı önce. Sonra, vişne likörü; el emeği, göz nuru…

 İnsanlığı güzelleştiren, zarif ve zarafet temsilcilerine; kadınlarımıza kaldırdık küçük kadehleri; baş dönmesi, küçük esinti ve büyük döngünün soylu hatırına.

 Gece düşmüştü Basmahanenin üzerine. Hiç bitmeyen tekrar; gün geceye, gece güne… Dostumla el sıkışarak, hoş çakaldan öte buluşmanın, görüşmenin dilekleriyle ayrıldık. Gecenin içinde Basmahane Olimpiyat Otelin loş sokaklarındayım; yine bildik o türküye yakın olan yerde; Agora Meyhanesinin kadehlerinin hüzne, sevince kalktığı yerlerde…

 Gün, Ege’den Akdeniz’e göç zamanı. Olimpiyat Otelin küçük, temiz, mavi beyaz salonunda diğer günün birikimleriyle güzel bir kahvaltı. Otel görevlisi İhsan;
 —Teşekkürler İhsan; temiz, samimi, güvenli ve huzurlu bir mekân
İhsan, esnaflığın, ticaretin bildik, akılcı hamlesini yapıyor; gülümsüyor, üretmek, devamlılık ve var oluş adına; samimi bir gülümseme.

 Bavullarım hazır; hoşça kal dedikten sonra son bir defa arkama bakıyorum; otel hizmetlisi bayan temizliğe çoktan başlamış; sanki tüm güzellikleri temsil eden başı, ışıldayan yüzüyle göz göze geldik. Belki birkaç saniye; ama işte asıl mesele o; zaman var mı yok mu bilinmez; bazen yıllar yetmez, bazen birkaç saniye...

Güven Serin