8 Ekim 2015 Perşembe

GENÇ DOKTOR MELİKE ERDEM


Kamera; Güven   Jesenko Gavrıc-Bienal Etkinliği-ÇIĞLIK
Modern Sanat Müzesi

GENÇ DOKTOR MELİKE ERDEM

  30 Kasım 2012 tarihinde İstanbul Samatya Eğitim ve Araştırma Hastanesinin 6. katından boşluğu bırakılan bedenin sahibi Asistan Dr. Melike Erdemdir.

  Kayıtlara intihar vakası olarak geçti. Genç bir hekimin depresyona girmesi… Onun bıraktığı hüznü, yokluğu ve boşluğu ele alan bir başka psikiyatr Dr. Doğan Şahin şu şekilde değerlendiriyor;

  “ Yaşatmak için çırpınan biri neden ölümü tercih eder?” , “ İnsan neden hekim olmayı seçer?”

 Ölümün dayanılmaz cazibesi değildir intiharlar. Kazalar da değildir… Tıbbı seçen, doktor olana kadar nice badirelerden sıyrılan birisinin 6. kata çıkıp boşluğa bıraktığı bedenen bir anlamı olmalı…

 Ölümünden bir hafta önce acil bölümde çalışırken bir hasta yakını tarafından şikâyet edilen ve ondan savunma istenince başlayan altı günlük süreçte neler yaşandı?

 Genç doktorun savunması oldukça basitti oysa. Hastanenin acil bölümünde nöbet tuttuğu sürede şikâyet konusu hiçbir korku, endişe taşımadan savunulacak bir nedenden… Savunmasını da yazmıştı. Hiçbir şahsi hatası olmadığı halde, savunmasını yazma sürecinde etrafta dolaşıp sıkça tekrarladığı sözcükler kaldı geriye;

 “ Ne yazacağım buna ben?” Altı gün boyunca bu seslenişi yaptığı halde, hastanelerin durmak bilmeyen gürültüsü, şamatası, yorgunluğu onun sesini perdelemişti. Sanki bütün nefesler, atan kalpler, duyan kulaklar, hisseden beyinler buzul çağın başlangıcına esir olmuştu.

 İntihar edeceği gün yazmıştı savunmasını. Hastanenin 6. katına çıktığında savunması da elindeydi;

“ Hastanenizin Acil Tıp Asistanı olarak çalışmaktayım. 22.11.2012 tarihinde saat 17:00 da nöbeti devraldım…” Savunma yazıldığı halde yollanmamıştı. Yollanmayışın nedeni yaşamın savunulacak kadar öneli olmadığına inanmış olmasıydı. Hâlbuki o ana kadar; yaşamın en iddialı insanıydı. Neredeyse ömrünün tamamını okul sıralarında hekim olmaya adanmış bir şekilde geçiren genç bir doktorun en kıymetli insan bedenine; kendi canına; yaşamın paha biçilmez soluk alış-verişine nihayetsiz bir son veriş…

 Burada suçlu kim? Her şehre üniversite açtığınla övünen iktidar mı? Emekli maaşından öteye çare üretemeyen muhalefet mi?

 Yoksa Ayda 15 nöbet yazdığı kurumu mu? Dr. Melike Erdem ölmeden önce 48 saat nöbet tuttu. Aylık çalışma saati 160 yerine 300 saati aşıyor. Yorgunluğun bir virüs gibi o değerli, hassas, idealist beyni etkisi altına aldığı ortada.

 Bir başka şey daha tüm çıplaklıyla göz önüne seriliyor. İnsanın diğer insanlara olan ihtiyacı… Söz konusu olan doktor da olsa, avukat da, hakim de olsa bu insani ihtiyaç hep aynıdır.

 Bu yüzden Dr. Melike Erdem ölmeden altı gün boyunca savunmasına ne yazacağını fısıldayarak geçirdi. Aslında bu fısıltı; yardım çağrısıydı. Uzatılacak ellerin, iradelerin yardımına ihtiyaçtı istediği en hakiki yaşam gerçeği…

 Çünkü onun ölmeden önceki yaşamını inceleyen psikiyatr herhangi bir intihar belirtisi gözlememiştir. İntihar ettiği günde normal görünüyordu. Normal olmayan tek şey; artık neyin normal, neyin anormal olduğunu bilemeyecek kadar kirli seslerin, iradelerin, seçeneklerin içinde çırpınıyor oluşumuzdur.

 Nöroloji doktoru Antonio Damasio araştırmaları sonucunda şu bulguları netleştirir;

“ Evet, günlük hayatımızdan da biliyoruz ki duygu ve hisler akıl sürecini alt edebilir ve yanlış davranmamıza neden olabilir, fakat duygu ve his yokluğu bizim için daha da zararlı olabilir, bizi insan yapan kişisel gelecek, sosyal uyum ve ahlak ilkelerine uygun karar vermemizi sağlayan düşüncelerimizi daha fazla tehlikeye atabilir.”

 Dr. Melike Erdem, genç kadın da tam da o anı yaşıyordu; duygu ve düşüncelerinin yetmezliğini. Ağır yorgunluğun, aklını bastıracak kadar güçlü bir yalnızlığa neden olduğu ve bu yalnızlığı görmeyen kalabalık kurumlar; makineleşmiş insan görüntüsünde insancıklar…

 Güven serin 





Hiç yorum yok: