Kamera; Güven Jesenko Gavrıc-Bienal Etkinliği-ÇIĞLIK
Modern Sanat Müzesi
GENÇ DOKTOR MELİKE ERDEM
30 Kasım 2012
tarihinde İstanbul Samatya Eğitim ve Araştırma Hastanesinin 6. katından boşluğu
bırakılan bedenin sahibi Asistan Dr. Melike Erdemdir.
Kayıtlara intihar
vakası olarak geçti. Genç bir hekimin depresyona girmesi… Onun bıraktığı hüznü,
yokluğu ve boşluğu ele alan bir başka psikiyatr Dr. Doğan Şahin şu şekilde
değerlendiriyor;
“ Yaşatmak için
çırpınan biri neden ölümü tercih eder?” , “ İnsan neden hekim olmayı seçer?”
Ölümün dayanılmaz
cazibesi değildir intiharlar. Kazalar da değildir… Tıbbı seçen, doktor olana
kadar nice badirelerden sıyrılan birisinin 6. kata çıkıp boşluğa bıraktığı
bedenen bir anlamı olmalı…
Ölümünden bir hafta
önce acil bölümde çalışırken bir hasta yakını tarafından şikâyet edilen ve
ondan savunma istenince başlayan altı günlük süreçte neler yaşandı?
Genç doktorun
savunması oldukça basitti oysa. Hastanenin acil bölümünde nöbet tuttuğu sürede şikâyet
konusu hiçbir korku, endişe taşımadan savunulacak bir nedenden… Savunmasını da
yazmıştı. Hiçbir şahsi hatası olmadığı halde, savunmasını yazma sürecinde
etrafta dolaşıp sıkça tekrarladığı sözcükler kaldı geriye;
“ Ne yazacağım buna
ben?” Altı gün boyunca bu seslenişi yaptığı halde, hastanelerin durmak bilmeyen
gürültüsü, şamatası, yorgunluğu onun sesini perdelemişti. Sanki bütün nefesler,
atan kalpler, duyan kulaklar, hisseden beyinler buzul çağın başlangıcına esir
olmuştu.
İntihar edeceği gün
yazmıştı savunmasını. Hastanenin 6. katına çıktığında savunması da elindeydi;
“ Hastanenizin Acil Tıp Asistanı olarak çalışmaktayım.
22.11.2012 tarihinde saat 17:00 da nöbeti devraldım…” Savunma yazıldığı halde
yollanmamıştı. Yollanmayışın nedeni yaşamın savunulacak kadar öneli olmadığına
inanmış olmasıydı. Hâlbuki o ana kadar; yaşamın en iddialı insanıydı. Neredeyse
ömrünün tamamını okul sıralarında hekim olmaya adanmış bir şekilde geçiren genç
bir doktorun en kıymetli insan bedenine; kendi canına; yaşamın paha biçilmez
soluk alış-verişine nihayetsiz bir son veriş…
Burada suçlu kim? Her
şehre üniversite açtığınla övünen iktidar mı? Emekli maaşından öteye çare
üretemeyen muhalefet mi?
Yoksa Ayda 15 nöbet
yazdığı kurumu mu? Dr. Melike Erdem ölmeden önce 48 saat nöbet tuttu. Aylık
çalışma saati 160 yerine 300 saati aşıyor. Yorgunluğun bir virüs gibi o
değerli, hassas, idealist beyni etkisi altına aldığı ortada.
Bir başka şey daha
tüm çıplaklıyla göz önüne seriliyor. İnsanın diğer insanlara olan ihtiyacı… Söz
konusu olan doktor da olsa, avukat da, hakim de olsa bu insani ihtiyaç hep
aynıdır.
Bu yüzden Dr. Melike
Erdem ölmeden altı gün boyunca savunmasına ne yazacağını fısıldayarak geçirdi.
Aslında bu fısıltı; yardım çağrısıydı. Uzatılacak ellerin, iradelerin yardımına
ihtiyaçtı istediği en hakiki yaşam gerçeği…
Çünkü onun ölmeden
önceki yaşamını inceleyen psikiyatr herhangi bir intihar belirtisi
gözlememiştir. İntihar ettiği günde normal görünüyordu. Normal olmayan tek şey;
artık neyin normal, neyin anormal olduğunu bilemeyecek kadar kirli seslerin,
iradelerin, seçeneklerin içinde çırpınıyor oluşumuzdur.
Nöroloji doktoru
Antonio Damasio araştırmaları sonucunda şu bulguları netleştirir;
“ Evet, günlük hayatımızdan da biliyoruz ki duygu ve hisler
akıl sürecini alt edebilir ve yanlış davranmamıza neden olabilir, fakat duygu
ve his yokluğu bizim için daha da zararlı olabilir, bizi insan yapan kişisel
gelecek, sosyal uyum ve ahlak ilkelerine uygun karar vermemizi sağlayan
düşüncelerimizi daha fazla tehlikeye atabilir.”
Dr. Melike Erdem,
genç kadın da tam da o anı yaşıyordu; duygu ve düşüncelerinin yetmezliğini.
Ağır yorgunluğun, aklını bastıracak kadar güçlü bir yalnızlığa neden olduğu ve
bu yalnızlığı görmeyen kalabalık kurumlar; makineleşmiş insan görüntüsünde
insancıklar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder