22 Mayıs 2014 Perşembe

TÜRKİYELİYİM


Ganoslar;esinti,tabiatın ta kendisi...
TÜRKİYELİYİM

 Tüm evreni algılama telaşındayken, tüm insanlığı sevme hasretiyle, tüm sınırların kalkmasını düşlerken bile aitlik içinde, doğduğun, yaşadığın, yaşam şöleniyle kutsandığı ülkeyi sevmek oldukça yüce bir duygu.

  Nasıl ki daha ABD yeni kurulmuş ülkeler topluluğu ve bu topluluğun insanları yaşadıkları ülke ile onur duyuyorsa, bu kadar büyük sancılar ve büyük göçler, göklere yükselen en kıdemli ağıtlarla süslü bir tarihin insanları; yani bizler de yaşadığımız topraklarımızla, ülkemizle onur duymanın yüksek erdemine ulaşmak zorundayız.

 Bu ülkeyi seviyorum, bu ülkeye aşığım diyen insanın yüce coşkusu kadar, bu ülkeyi sevmiyorum, bu ülkede yaşamaktan yoruldum diyen insanın da bu sözleri söyleme içtenliği, zorunluluğu vardır. Bu ülkeyi seviyorum diyen insan, nasıl yüceltilmek isteniyorsa, sevmiyorum diyen insan da iyi anlaşılmak zorundadır!

 Niçin sevemedi? Niçin küstürüldü? Niçin yorgun ve bitap düştü? Kime sorursanız sorun, sevgisiz büyüyen, sevgisiz gelişen toplumlar, bölgeler sevgisizliği yüceltecektir.

   Bülent Ecevit yıllar önce 1969 yılında deprem nedeniyle gitmiş olduğu Pülümür de gördükleriden etkilenir. Bir insan duygu yüklüyse, sevginin rüzgârlarıyla serpildiyse, sevgiye muhtaç, sevgiye uzanan ellerin düştüğü müşkül durumdan oldukça etkilenir. Tıpkı Bülent Ecevit de böyle bir etkilenme içinde duygu yüklü bir şiir yazmıştır.

 Bu şiirdeki Türkiye vurgusu o zamanın sağcı politikacılarının tepkisini çekmiştir. Elbet çekecektir; kişinin algıları yetersizse, dünyayı algılamayı sadece kendi soylu arzuları ve çıkarlarıyla süslemişse, evrene uzanan ellere öfke duyacak; ilk fırsatta yok edilmesini arzulayacaktır; işte bu düşüncenin meyveleri, yüzlerce aydının yok edilişiyle doludur. Hangisinin ismini hatırlatalım? Hangisini analım? Hangisinin şiirlerini, türkülerini, soylu ağıtlarını fısıldayalım?
 Bırakalım, zaman onları kendi bildik döngüsüne taşısın ve kalbi tortularla dolu olanlar, kendi yüksek çıkarları içinde eziyor sanıp, ezilmenin en haşmetlisini yaşayıp boğulsun…

 Yıl 1969. Ben üç yaşına girmiş olmanın dut ağaçlı, gül, sümbül, erguvan kokulu bahçede serpilirken Ecevit o meşhur şiirini, zamansızlığın içli, duyarlı, zarif ve merhametli zamanlarına armağan etmiştir. Ecevit’in insan kokan sesiyle hissederek ve bu bölgelerin hangi dönemlerden geçtiğini, her dönemin insan yüreğinin, düşüncesinin şekillenirken esas özün asla yok olmayacağını anımsatayım!

Pülümür’ün Yaşsız Kadını

“ Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu/Yaşını sordum bir giz gibi güldü/Kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz/ Yüzüne baktım bir giz gibi güldü/ Bir asa vardı elinde/Bir solmuş krallığın/Kadifeden harmanisi üzerinde/Bir Hititliydi, bir Selçukluydu/ Bir Ermeniydi, bir Kürttü/ Bir Türk…

  Yaşını sordum bir giz gibi güldü/Koluma girdi bir soylu kadınca/Tozlu köy yolunda sürüyerek eteğini/Beni tek gözlü sarayına götürdü/ Köy yapısı kulübesinin…

  Zamanı onda yitirdim ben/ Yitik zamanlara onda eriştim/En soylu yoksulluğun toprak döşeli sarayında/Bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim”

 Bu ülkeyi anlamak için illa ki tarihçi, feylesof olmak gerekmez. Bu ülkenin türkülerini, yemeklerini, giyimlerini, insan yüzlerini, gülüşlerini, ağlamalarını, hiç bitmeyen kan davalarını, başlık paralarını, birkaç diplomayla çalım satanları, bir tek göz evin toprak döşeli sarayı içinde sizi aylarca ağırlamak isteyenleri bilin ve görün!

Ve insan sezgileriniz ile zamanın hem gerisine hem de ötesine gidin; en mucizevî canlı insan; bizi bir arada tutan, bu kadar muhteşem çeşitliliği karıştırıp bir aşure tadında sevgi, barış, bahar aşkına sunan şeyde de insan var; sadece insan…

 Güven Serin 




Hiç yorum yok: