Ganoslar;esinti,tabiatın ta kendisi...
TÜRKİYELİYİM
Tüm evreni algılama
telaşındayken, tüm insanlığı sevme hasretiyle, tüm sınırların kalkmasını
düşlerken bile aitlik içinde, doğduğun, yaşadığın, yaşam şöleniyle kutsandığı ülkeyi sevmek oldukça yüce bir duygu.
Nasıl ki daha ABD
yeni kurulmuş ülkeler topluluğu ve bu topluluğun insanları yaşadıkları ülke ile
onur duyuyorsa, bu kadar büyük sancılar ve büyük göçler, göklere yükselen en
kıdemli ağıtlarla süslü bir tarihin insanları; yani bizler de yaşadığımız
topraklarımızla, ülkemizle onur duymanın yüksek erdemine ulaşmak zorundayız.
Bu ülkeyi seviyorum,
bu ülkeye aşığım diyen insanın yüce coşkusu kadar, bu ülkeyi sevmiyorum, bu
ülkede yaşamaktan yoruldum diyen insanın da bu sözleri söyleme içtenliği,
zorunluluğu vardır. Bu ülkeyi seviyorum diyen insan, nasıl yüceltilmek
isteniyorsa, sevmiyorum diyen insan da iyi anlaşılmak zorundadır!
Niçin sevemedi? Niçin
küstürüldü? Niçin yorgun ve bitap düştü? Kime sorursanız sorun, sevgisiz
büyüyen, sevgisiz gelişen toplumlar, bölgeler sevgisizliği yüceltecektir.
Bülent Ecevit yıllar önce 1969 yılında deprem
nedeniyle gitmiş olduğu Pülümür de gördükleriden etkilenir. Bir insan duygu
yüklüyse, sevginin rüzgârlarıyla serpildiyse, sevgiye muhtaç, sevgiye uzanan
ellerin düştüğü müşkül durumdan oldukça etkilenir. Tıpkı Bülent Ecevit de böyle
bir etkilenme içinde duygu yüklü bir şiir yazmıştır.
Bu şiirdeki Türkiye
vurgusu o zamanın sağcı politikacılarının tepkisini çekmiştir. Elbet
çekecektir; kişinin algıları yetersizse, dünyayı algılamayı sadece kendi soylu
arzuları ve çıkarlarıyla süslemişse, evrene uzanan ellere öfke duyacak; ilk
fırsatta yok edilmesini arzulayacaktır; işte bu düşüncenin meyveleri, yüzlerce
aydının yok edilişiyle doludur. Hangisinin ismini hatırlatalım? Hangisini
analım? Hangisinin şiirlerini, türkülerini, soylu ağıtlarını fısıldayalım?
Bırakalım, zaman
onları kendi bildik döngüsüne taşısın ve kalbi tortularla dolu olanlar, kendi
yüksek çıkarları içinde eziyor sanıp, ezilmenin en haşmetlisini yaşayıp
boğulsun…
Yıl 1969. Ben üç
yaşına girmiş olmanın dut ağaçlı, gül, sümbül, erguvan kokulu bahçede
serpilirken Ecevit o meşhur şiirini, zamansızlığın içli, duyarlı, zarif ve
merhametli zamanlarına armağan etmiştir. Ecevit’in insan kokan sesiyle
hissederek ve bu bölgelerin hangi dönemlerden geçtiğini, her dönemin insan
yüreğinin, düşüncesinin şekillenirken esas özün asla yok olmayacağını
anımsatayım!
Pülümür’ün Yaşsız Kadını
“ Pülümürün bir dağ köyünde gördüm onu/Yaşını sordum bir giz
gibi güldü/Kimi seksen dedi köylülerden kimi yüz/ Yüzüne baktım bir giz gibi
güldü/ Bir asa vardı elinde/Bir solmuş krallığın/Kadifeden harmanisi
üzerinde/Bir Hititliydi, bir Selçukluydu/ Bir Ermeniydi, bir Kürttü/ Bir Türk…
Yaşını sordum bir
giz gibi güldü/Koluma girdi bir soylu kadınca/Tozlu köy yolunda sürüyerek
eteğini/Beni tek gözlü sarayına götürdü/ Köy yapısı kulübesinin…
Zamanı onda yitirdim
ben/ Yitik zamanlara onda eriştim/En soylu yoksulluğun toprak döşeli
sarayında/Bir taç gibi kondu başıma Türkiyeliliğim”
Bu ülkeyi anlamak
için illa ki tarihçi, feylesof olmak gerekmez. Bu ülkenin türkülerini,
yemeklerini, giyimlerini, insan yüzlerini, gülüşlerini, ağlamalarını, hiç
bitmeyen kan davalarını, başlık paralarını, birkaç diplomayla çalım satanları,
bir tek göz evin toprak döşeli sarayı içinde sizi aylarca ağırlamak isteyenleri
bilin ve görün!
Ve insan sezgileriniz ile zamanın hem gerisine hem de
ötesine gidin; en mucizevî canlı insan; bizi bir arada tutan, bu kadar muhteşem
çeşitliliği karıştırıp bir aşure tadında sevgi, barış, bahar aşkına sunan şeyde
de insan var; sadece insan…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder