29 Mayıs 2014 Perşembe

GÜNEŞ BATIYOR BALKANLAR ÜZERİNDE


Kamera, Güven İpsala Ovası

Kamera; Güven İpsala
Saz bülbülleri, kurbağalar bestesi kimin tarafından
üretildi ama hep söylenen marşları söylüyorlar;
gecenin, var oluşun, yaşam döngüsü adına,
üremenin...

Kamera; Güven İpsala Ovası
Yılmaz,Mehmet,Cem;
anılar toprak altına gömülmüş değilse,zamanın
şimdiki heyecanıyla yarınlara inşa edilecek
güzel şeylerin seslerini çıkartır ortaya.

GÜNEŞ BATIYOR BALKANLAR ÜZERİNDE

  Bilinen sözler geliyor aklıma; “ Doğduğun yerde değil, doydun yerde!” diye… Elbet, serpilip şekillendiğimiz, yaşam enerjimizi yücelttiğimiz yere derin saygılar duyar insan. Çünkü kökler, sarmaşık dalı gibi sarılır; yürüdüğünüz sokaklara, caddelere sahile…

  Mevsimler elinizde doğar, yaşadığınız şehrinizin tüten evinizde. Hüzünler ve sevinçler yaşadığınız yerin kaldırımlarında, kıyıya vuran dalgaları gibi vurup durur beden duvarlarınıza.

 Doyduğum, beslendiğim yerden batıya doğru bir yolculuk yaptım. Balkanların gölgelerinin, balkanlardan doğan Meriç’in kıvrıla kıvrıla aktığı yere ulaştım. Beden ihtiyarlar, göz görmez olur, kulak küstahlıkları reddeder. Ama ses, damağın tatları gibi aynı yerinde kalır. Ziyaret ettiğim Kamile Teyzem; doksan yaşı aşmış karaçam, karaağaç; tükenmişliğe inat, kırk yıl öncesinin sesiyle, taze bir kadın seslenişiyle karşıladı.

 Yaşlılar çocuktur aynı zamanda. Hoşluk isterler, büzülmüş derilerinde kalan son nefesleriyle. Hoşluk iyidir; verene de alana da… Gözlerinden, yanaklarından öpülmek ister kamburu çıkmış, sesleri bir genç kız gibi sağlam duran ihtiyarlar. Ve ben de öyle yaptım; elini tuttum; buruşuk, kuru, kemikleri ortaya çıkmış o güzel eli… Yüzünü öptüm; o kara kahverengi yüzü…

 Gelişime en çok yeğenim Ata sevindi. Babasız geçen yılları, belki bir parça “amca” açlığıyla selamlamak isteyen o mahcup çocuk. Şehirli olmaktan öte çiftçi olmanın peşinde, toprağı sürüp, ekmenin, onu mıncık mıncık yuvarlayıp ellerini, çocuk bedenini toprakla yıkamanın düşleriyle selamladı beni.

 Cem koca adam olmuşluğun kırılgan bakışlarıyla askerlik hazırlığı içinde. Büyük hoparlörün gölgesinde kendi yatağını hiç çekinmeden büyük bir konukseverlikle bana veren; II.Bayazıt’ın kovaladığı, dışarıda tutmak istediği Cem Sultan kadar nazik ve zarif Cem…

 Çocukları çocuk yapan oyunlardır. Oyunları da eğlenceli kılan şey; iyi bir rakibiniz olmasıdır. Amcaoğlu Yılmaz da öyle bir kişi. İyi bir rakip… Bizim Köyün dut ağacına gitseniz, özünde bulunan kayıtları ortaya dökseniz; Yılmaz ile benim çığlıklarımı duyar, ter kokularımızı koklarsınız. Sığırcık kuşlarının bol gürültüleri bile bastıramazdı sesimizi. Kimi futbol, kimi voleybol, kimi basket, kimi zıp zıp…
 Mahalle kızları, büyük eğlencenin, Roma savaşçılarını izleyen seyircileri gibi destek verirdi çiğnediğimiz bahçenin toprağının beton gibi zemini üzerinde duran antik Yunan savaşçılarına benzeyen hallerimize…

 Zagor, Kızıl Maske yakın dostumuz Çiko uzaklarda olsa da, Kemal ve Osman Çiko’nun hatta dünyanın en iyi seyisi Sancho Panza kadar itaatkâr, marifetli ve sadakat duygularıyla takip ederlerdi bizleri.

 Amcaoğlu Yılmaz toprağı hep sevdi. Uğraşı, büyük İpsala Ovası’nda ilahi bir dans eder gibi arı telaşıyla zamanında bal yapmayı bildi. Ve şimdi, onun davetiyle su kanallarıyla insan bedenini andıran çeltik tarlaları arasında küçük kulübede, kulübenin dışında kanalların içinden geçen sular ile iştahlı ve doymaz yeşilliklerle beslenen otların üzerinde seyrediyorum batan güneşi.

  Tıpkı çocukluğumda seyrettiğim gibi; güneş batıyordu bildik halk dilinde. Hâlbuki batan güneş değil, uzay aracımız dönüyordu etrafında kendinin. Ve döngünün yaşam geçişlerini; ilahi bir zorunluluk içinde sunuyordu; taklit ediyorduk; ölüm ile yaşamı… Uyuyup, uyanarak…

 Çeltik tarlasını insan bedenini saran damarlar gibi sarmış kanalların su kenarlarında göğe yükselen sazların içinde; saz bülbülleri ve kurbağalar; dünyanın en muhteşem korolarıyla boy ölçüşmeye, yarışmaya aday, müzisyenler topluluğu gibi, milyar yıl önce yapılmış bestelerin şarkılarını seslendiriyorlardı.

 Ve ben dostlarım, kandaşlarım yanımda, şımarık isimi köpeğin küçük sınamaları ve gözetimiyle balkanlar üzerinden geceye çekilen güneşe; o büyük kızıllığa baktım… Bu bakışımın derin izleri, kulübeye çöken karanlığı aydınlatan ampulün altında, Mehmet Amcanın temizlediği masanın etrafına dizilmiş, İsmail Amca ile kaldığımız yerden, dünmüş gibi sohbetlerimiz; kimi müzik, kimi tarih ve bazen de romantizm renkleriyle; kurbağa, bülbül seslerine, geceye karışan güneş gibi;

 Döngüye saygı duyan insanlar olarak, birbirimizi unutmamış olmanın, anıları mezarlığa gömmek yerine, patikaya döşenmiş granit taşları gibi döşeyen ustalar olarak ayrıldık birbirimizden.

 Güven Serin  





Hiç yorum yok: