Kamera; Güven Marmara Adası
BİR BAYRAM DAHA GEÇTİ
Azize Terasa bir not
düşmüş kayıp zamanlara, kayıp kitaplar kütüphanesine;
“ Ve dünyasal şeylerden umudu tamamen kaybetmişken;
ölmeksizin ölürken…”
Bu bayram da diğer bayramlar olduğu gibi; olanca
sıradanlığımla sıradan halkımın arasına karıştım. Hiçbir farkımız yoktu; soluk
alıp veren bedenlerimizin damarlarımızda dolaşan kanları bakımından. Onlar da
benim gibi telaşsız, kıpırtısız, bir gölge, bir düşün, düşüncenin, sitemin
ardına sinmişlerdi.
Kim sorarsa bayram
kutlanıyordu. Her üç kişiden birinin birine dargın olduğu, birbirlerine
verdikleri sözü tutmadıkları, aldıkları borçları ödemedikleri için. Dargınlık,
zamanın en iyi merhemi gibiydi; birbirlerini en alçak, en zalim ve en kutsal
bir şekilde suçlamaya, mahkeme önünde cezalarının kesilip; sonsuza kadar onları
suçlu ve günahkâr ilan etmeye hazırdılar.
Burada ayrılıyordum
sıradanlığıma dokunan gamsız duygularımı da yanıma alıp; sıradan halkımın
arasından ayrı bir yaratık gibi, zincirleri koparıp kaçıyorum. Ne yapıyorsa bir
parça gökyüzü bilgim yapıyor. Dünyanın süratini, uzayda yaptığı mucizevi
yolculuğu ve uçsuz bucaksızlığı düşününce; kayıp giden tarlalarımıza,
sevdiklerimize, mezarlığa uğrayıp kardeşim Hasan ve babamın mezarına annemin
bahçesinden kopardığım çiçekleri dikerek;en kolay ve en sade, en tarafsız
bayram kutlamasını yapmayı daha öncelikli buldum…
Devasa gökyüzünün
hiçbir ressamın, şairin, yazarın, düş satıcısının erişemeyeceği çılgınlığa
eriştiğini, bitip tükenmek nedir bilmeyen insanlık çığlıklarına göstermek
isteyen çocuk tarafımı, büyük sanılan duruşumla örtüyorum… Ne yaman bayram
kutlaması; ne büyük törensel şey; şekerin, yeni ayakkabının hiçbir anlam ifade
etmediği; tatlıların bile eski keyfinden bihaber olduğu bir şey…
96 yaşında ki Ayşe
Ninenin kurumuş ama halen yaşam olan elleri ellerimdeyken onun fısıltısını
duyuyorum; “ ölmedim daha! Ölemedim!” hemen yanında duran hap dolusu tepsiye
dokunma, diyor. Dokunma, onlar benim kurtarıcılarım. Günde on tane hap
kullanıyorum. Neredeyse elli yıldır onun yanından eksik olmayan hap; Gripin ne
kadar tanıdık ve büyük bir ulusun gücünü-güçsüzlüğünü anlatıyor…
Üreten çiftçi;
üretime dair hep bildik oyunlara kurban gidişini; borçların borçla ödenmesine
dayanarak yaptığı için; borç niyetine yüz yağlarını, erdemli duruşlarını ve
gülümsemelerini vermiş. Çalışırken batmanın, bataklığa dönmüş insan ormanının
bayram kutlamaları; zenginlik gösterisi sayılan harç-borç alınan araç ve
onların arkalarına yazılan isimlerle, anıtsal bir hatırlanma telaşı; yazgıya,
yazılacak bir şeyler, eşe-dosta gösterilecek; hesap sorulacak ve ödetilecek
bayram törenleri…
Hatice ananın mavi
gözleri; deniz kadar, gökyüzü kadar mavi… İçindeki o sonsuz zanaatkârlık aşkı;
çoktan insana, insanlığa dönüştüğü halde bitmeyen bekleyiş, ona verilmiş sonsuz
bir görevmiş gibi ilk fırsatta koşup gittiği mezarlıkta; Hasan ile Yusuf’un
mezarlarını süsleyen çiçek ve ağaçlara su taşıması…
Gün çoktan esir olmuş
geceye. Hiçbir kavrama ait olmayan bu büyük dönüşümün ağıtları, esiriklikleri,
ezgileri, uçsuz bucaksız insan seli; söylemleri, gecenin taze şafağına muhtaç…
İnsanın harekete, yeni öğretilere ve her daim çocuk tarafına; çocukların o
muhteşem unutkanlıklarına, hatırlayışlarına, sevinç, keder ve düşüncelerine
muhtaç…
İnsan görünümünde ki
tanrıça Nike, çok hızlı koşup uçtuğu halde kudret helvasına ve denizin kokusu,
buhura özlem duyar. Buhura denizin kokusu deseler bile adalet ve düzen
tanrıçası Themis, büyünün tanrıçası Kirke, deniz tanırıs Neptün, iyi ve yumuşak
huylu tanrı Nereus, sanatın esin perileri Musa’ların ve şafak tanrıçası Eos’un
da kokusu olduğuna inanılır…
İnsan, sürekli
dövünüp durduğu kapitalizmi, zorla ezberletilen, dayatılan davranışları
dengeleyebilmek için edebiyatın, sanatın, felsefenin ve sosyal yaşama her daim
katkı sağlayan üretimin peşinde koşmalı. Mitolojiye de, realizme saygı
göstermeli. Kapitalizme duyduğu öfke kadar sosyalizme, sosyalizmin
yetersizliğini dengeleyecek adil ve adaletli insanlık miraslarını taşıyan
efsanelere, tarihe, masallara, mitolojiye; bayram muhtaçlığı içinde; ölümden
söz etmeden önce yaşamın sevincini yudum yudum içmeden önce demlemeyi, dem
tanrıçasını kendi içinden bayram sabahı doğurarak yapmalı…
Buhur, belki de
bayramların da kokusudur; ölümün, ölümsüzlerin olduğu kadar yaşamın ve
eğlencenin de; kim bilir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder