Kamera; Güven Marmara Adası
BAYRAM ve İNSAN HALLERİ
Günaydın der,
şafağın sesi; Nazende nazende… Bir kumru tünemiş çam ağacına; belli ki tabiatın
ricasını yerine getirmiş. Birkaç genç kumruyu büyütüp doğaya kanat çırpmaya
göndermiş…
Halk Otobüsleri
bayramın birinci günü ücretsiz! Binen yolcular memnun. Şoför ise hiç değil…
Belli ki çalışma saatleri, şehrin tıkanık caddeleri hırpalamış onu. Bir de
yerle yersiz yüzlerce soruya cevap vermek!
Köy Minibüslerine
gidecek halk otobüsünü 7 numarayı bekliyorum. Bir bekleyen daha var; bir
beyefendi, kilosu pek de hokkalı! Durağa bir dakikada birkaç halk otobüsü
yanaşıyor. Hepsinin ışıklı panoları hangi mahalleye, bölgeye gideceğini
anlatıyor. Ama beyefendi, durakta bekleyen bol kilolu insancık; durmadan
soruyor her otobüs şoförüne;
“ Bu otobüs nereye
gidiyor?” Şoförlerin verdiği cevap onu tatmin etmiyor ve bindiği birkaç
basamaktan tekrar, söylenerek aşağıya iniyor. En sonunda dayanamadım; nereye
gideceksiniz? 100. Yıl Mahallesine. Oraya 7 numaralı otobüs gidiyor, birazdan
gelir. Verdiğim cevap onun için teselli olmuyor. Belli ki şafağın saatinde
kalkmamış… Yüzüne soğuk yayla sularından çarpmamış. İncecik tastan da su
içmemiş…
Sonunda 7 numara
geliyor. Kapılar açılıyor. Ücret vermeden binmek ne güzel… Pek de güzel bir
hediye; bayram hediyesi… Otobüse binen insanlar suskun… Fırtına öncesi
sessizlik gibi… Daha arkaya ilerledim. Orada insan sesleri var. Oldukça kilolu
eskiden beri tanıdığım beyefendiyle tokalaştık. Kutlama töreni; hep bildik…
Yanında oturan diğer
beyefendiye mezarlığa gittiğini söylüyor. Babasının mezarının yol nedeniyle
kaybolduğunu girip bir acıma sesiyle anlatıyor;
“ Garibim yattığı
mezarda rahat edemedi. Allah taksiratını affetsin! Her ölümlünün suçu olduğu
niçin düşünülür? Niçin ölen kişi için garip, zavallı muamelesi yapılır? Yaşayan
insanlar dururken!
Nerede bir köy
türküsü duysam, şairliğim den utanırım diyen şairin köylerinden birine; hatta
birkaçına doğru ilerleyen minibüsün içindeyim. Tekirdağ'ın hızla boşalan yaşlı
köyleri… Tepeleri, bayırları, ovaları ve boş okulları, ama gösterişli camileri
olan köyler… Bütün yatırım öteki dünya adına görünse de, daha iyi bir yaşam
için kentlere göç, iyi bir gösteri ve vurgun yapmış…
Varacağım köye
yaklaşırken bayırda çoban ve sürüsünü gördüm. Beyaz yün, eski kışların yakın
dostu koyunların, postlarıyla sert rüzgara aldırış etmeden küçük taze otları
koparışları yaşam adına vazgeçilmezdi.
Çoban sımsıkı
sarınmış. Rüzgar kuzeyden sınıyor zayıf vücutlu çobanı. Çobanı düşlerin
gezintisine davet ediyorum. Jules Renard’ın köy felsefesine nazik bir selam
vererek;
“ Köyüne büyüteçle
bakan insan olmayalım!”
Renard başka yerlere, hatta tüm dünyaya, belki de
evrene davet ediyor bizi… Bütün sınırları yerle bir etmeye; garip sınır
oyunlarının zavallı kavgalarını terk etmeye…
Çobanın torbasına
birkaç alet, teknolojinin mucizelerini koyuyorum. Bir telefon, bilgisayar
cinsinden… Hem fotoğraf çekiyor, hem video… Hem de tüm dünya ile iletişim
bağları kurmaya yarıyor. Müzik, her an birkaç tuşun ucunda. Çobanın torbasına
birkaç kitap da bırakıyorum. Nasırlaşmış ellerine sürdüğü kremi unutmuyorum.
Yüzü kavrulmasın, “yüzün yağları ve sıhhati önemlidir”, diye kulağına
bağırıyorum çobanın…
Çoban beni duymuyor.
Ben duyuyorum onu; tüm yüreğimle. Çobanın çobanlığını sevdiği kadar, şehri de
sevdiğini, seyahati de, öğrenimi ve öğretileri de sevebileceğini anlatıyorum.
Onun da kravat takıp, güzel kokulu sabunlarla yıkanıp, kız arkadaşıyla
müzeleri, konser salonlarını gezdiğini görüyorum.
Bu işe en çok tepki
verenler; çobanı seviyorum diyen insanlar. Çoban kalmalı o! Öğretileri,
değişimi tanıyan çobanın, çoban kalıp kalmayacağını merak ediyorum…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder