Kamera; Güven Ganoslar Işık süzülüyor gecenin içine
aynı zamanda biz de vadinin derinlerine süzüleceğiz
birazdan.
Kamera; Güven Ganoslar
Rüzgarın türküsünü dinleye dinleye indik dinlence yerine.
Karanlıktı patikalar,soğuktu rüzgarın kolları;sıcaktı
bizi var eden toprağın ve insanın derinleri;bilinen
dengeydi,imbiğin,terazinin,adaletin hakiki,
özlenen sıra dışı dengesi..
Kamera; Güven Ganoslar Manastır Vadisi
Kamera; Güven
Zorlu inişin çıkışı da zorluydu. Dinlenme sırrını bulduk;sopanı
iyice kavra ve çeneni koy;bırak tabiat hafifletsin yükünü.
Kamera; Güven
Manastır Vadisindeki küçük haylazlardan birisi
Kamera; Yunus Dağlar,yorgunluğu harika
görsellik,kokularla dengelerler;engin düşlerinize
kapıları aralarlar,sizi korkutmadan
DAĞLAR DAĞIMDIR BENİM
Tekirdağ’ın gecesi
sağanak halinde güne ilerliyordu. Gün uzaktı henüz. Karanlığı delen şehir
ışıkları ve Yunus Usta ile Dağlara (Ganoslara) hiç bitmeyecekmiş gibi duyulan
büyük özlemin çağrısına uyan askerler gibi düştük yollara.
Bir yolculuk, iç içe
geçmiş Ganos Dağları, vadileri gibi yine kendi türküsünü yakacak, kendi
bestesini yapacak olmanın cesur adımlarıyla araç ışığına sarılan karanlık
düşlerin, masalların gölgeleri arasında çam kokulu, ardıç, kekik, ıhlamur,
adaçayı diyarına yol aldık.
Yunus Ustanın
gözleri karanlığı delen canlının pırıltıları gibiydi. Her zamanki tabiat aşkı,
iç huzuru, olmaz ise olmaz dediği ağır yükleri taşıyan mavi çantası; yükten,
üşenmekten, üşümekten, miskinlikten çok öte…
Işık, henüz geceyi
delmiyordu. Marmara Denizi ve Ganoslar karanlığın içinde saklambaç
oynuyorlardı. Sesleri, dans eden gölgeler vardı ama kendileri neredeydi?
Yüzyılların ayak izlerini takip ederek, döne döne aşağılara ilerledik. Kuzeyden
esen rüzgâr oldukça soyluydu; büyük sınayışı; zayıf olan ile güçlü olan
arasındaki ince çizgiye armağan ettiği, yaşamı ve onun öyküsünü anlatıyordu.
Dostlar, hafiften
üşümek, iç motorlarınızın çalıştığını duymak ne güzel bir şey… Yaşamın
seslerini duyan hücreleriniz, her türlü olanağı sizin emrinize hazırlıyor da,
sizlerin haberi bile yok…
Bir arınma türküsüydü
bedene dokunan rüzgârın melodileri. Üşümeyi engelleyen büyük ateşin yanı
başınızda olduğunu attığım her adımda yakından hissediyor, patikanın, kuzey ile
güneyi arasında bir rüzgâr, bir kuytu dengeleri içinde yol alıyorduk birazdan
ışıyacak, ağaracak güne…
Karanlığın içinde,
çam ve ıhlamur kokulu virajlı yolların içinde araçta çalan türkü de aynı şeyi
anlatıyordu:
Dağlar dağımdır benim
Gam ortağımdır benim
Bir yeri sevebilmenin,
yüksek saygıyla anabilmenin en güzel taraflarından birisi de dokunmaktır. Yol
almaktır vadilerine. Tırmanmaktır tepelerine. Coğrafi derinlik, insan beyninin
o muhteşem haritasına eklediği her bilgiyi, en titiz, en güçlü bilgisayardan
daha değerli bir anlam içinde saklar. Gerektiğinde önünüze serecek, yaşama
eklenecek anılar, görgüler, güzellikler, sesler, kokular, dokunuşlar;
üzerimize, tonlarca yağan uygarlık kimyasallarına koruyucu bir kalkan
olacaktır.
Yeniköy, Rum
Kültürünün Türk kültürüyle harmanlamıştı. Yer değişim ve gözyaşları çoktan
akmış, kurumuştu. Kurumayan, akmaya devam eden çeşmeler, yaşlı ağaçlar, ortak
kültürün en hakiki mirasçıları, anlaşılmayı bekleyen en soylu kahramanlarıydı.
Yunus Ustayı en çok otuz
yıl önce gördüğü, ipek böceklerini beslemek için sürekli dallarından
yararlandığı dut ağacı heyecanlandırdı. Yeşil yaprakları, derin vadinin içinde
yemiş vermeye hazırlanan bahar tazeliği içindeydi. Kalın ve yaşlı gövdesi,
selin, zamanın bütün çığlıklarına tanıklık etmiş ama ölüm yerine yaşamı tercih
etmişti.
Günün ağarması,
denizin, denize uzanan Ganos Dağlarının görkemli gösterisini de gözler önüne
serdi. Yaratıcı her türlü estetiği hesaplamış. Kabalığı ve hoyratlığı
törpüleyen planya makinesi gibi insan ruhuna dokunuyordu Ganosların deniz ile
buluşması; aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağıya; çok yönlü, çok boyutlu
görüntüler, ışık oyunları kadar masal, dokunuşların hissedişleri kadar
gerçektiler.
Bir zamanlar büyük
arınma, büyük yaratıcı ile daha iç içe olan yere, Manastıra indik. Zorlu bir
iniş, kaybolmaya başlamış patikalara, sık sık sarılan karaçalılara, küçük yapılar
gibi zorlu rüzgâra tutunmuş pırnallıklara selam ede ede indik Manastır
vadisine. Büyük çınar ağaçları; kimi görkemli bir şekilde yükseliyor vadinin
uçsuz tavanına. Kimiyse, selin, zamanın o muhteşem döngüsüne, yok oluş ile var
oluş içine boylu boyunca, köklerini de göğe dikerek uzanmışlar.
Biraz çaba, biraz
zorlamayla sesleri yüzlerce metreden duyulan küçük şelalelerin olduğu yerlere
gittik. Su akıyordu; geçmiş zamanlarda imbikten akan üzüm suları, şıraları,
şarapları gibi; peri ve Rum kızları üzümleri çiğniyordu türküler içinde. Ak
ayaklarıyla, ruhların temizliği kadar arınmış, kutsal şarabı, insanlığın hiçbir
zaman kutsallığı tam olarak anlamayacağını bile bile topraktan, kökten,
yapraktan, üzüm salkımlarından teknelere, teknelerden imbiğin incecik
süzülmelerine izliyorlardı…
İnsanın zarar
vermeden dokunduğu tabiat ne kadar temiz; ne kadar arınmış ve kendine özgü.
Tıpkı zorlamadan, taklit etmeden ortaya çıkan türküler gibi;
Dağlar dağımdır benim
Gam ortağımdır benim
Söyletme çok ağlarım
Yaman çağımdır benim
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder