Kamera; Güven Hora Feneri-Hoşköy-Şarköy Tekirdağ
1861'den bu yana; rüzgarlı,fırtınalı gecelerin dostu fener,
kim bilir kaç insana yön buldurdu,sığınmanın ve
yaşama tutunmanın bir ümidi oldu.
Kamera; Yunus Ganoslar Tepeleri-Tekirdağ
Bir keman,viyola eşsiz uyum ve insan zekası ile
birleşmiş; bütün insanlık kargaşalarına meydan
okuyup, bütün çığlıklara damla damla, sızı sızı
yaşam taşıyor
Kamera; Güven Uçmakdere Köyü - Tekirdağ
Tabiatın en derinine,vadilerin en kuytusuna bir insanlık
sokulmuş öylesine,yaşam diye... Bir çocuk, bir küçük
hayvan yavrusu nasıl sokulmuşsa yaşamak diye;
bir dişi anneye...
Kamera; Güven Ganoslar ve Marmara Denizi
Hiçbir borç ve alacak ilişkisi taşımadan yan yana,
iç içeler. Kim kime ne kadar sokulmuş, kim kime
ne kadar fayda sağlamış ince hesapları bile
yapılmadan; Ganosların Marmara ile
buluştuğu deniz çayırlarının yeşile yem yeşile
büründüğü yerde tazelik kokuyor, şafağın güne
kavuştuğu, günün geceye solduğu her döngü
zamanında.
Kamera; Güven Ganoslar(Işıklar Dağı) Tekirdağ
Kampımızın en pahalı nesneleri; ziller,çanlar ve bir fener.
Fener,eskinin, ninelerin,dedelerin zamanını anlatır bize.
Işığı azdır,bugünün bol ışıklarıyla yarışamaz ama
Karanlığın karanlığa boğulduğu zamanda kampı,
sıcak çadırınızı bulmanıza yardımcı olur. Sislerin
arasından gülümser size; bir ninenin nasırlı ama
samimi gülümsemesiyle...
TEKİRDAĞ ve MARMARA DENİZİ
Eğer insan bedeni
ürettiği sözcüklerin sihrini yazıya aktaramasaydı birçok insan kederler içinde
daha da çok inlerdi. Kederlerimin biraz olsun hafiflemesi sözcüklerin; düşünce,
öğrenim ile sevişmelerinden doğan fikirlerimin biraz olsun huzur bulmasına
neden oluyor.
Ülke sevdamın
yanında yaşadığım yere olan sevgim ve bu yer için büyük üzüntüm belki de
yaşamım boyu devam edecek. Bu sebepten değimlidir; şair Öksel Demir’in bir
türlü vazgeçememesi bu şehirden?
Ben sonradan Tekirdağlı
oldum. Şair ise doğma büyüme bu şehirli. Bu şehrin sokaklarında koştu, bu
şehrin doğal limanları, gem vurulmamış denizinde yüzdü ve balık avladı. O
yüzden bu şehrin rüzgârıyla, yağmuruyla, havasıyla, tarihiyle, sosyal hayatıyla
ıslanmış ve bu hayatları kaderin muhteşem bir seçimi olarak yaşam biçimi
yapmıştır Öksel Demir.
Bazen Frişka
rüzgârını anlatır büyülü dizelerde;
Usulca geçiyorum
Çiçeğe durmuş kiraz ağacının yanından
Başım önünde
Uyumasın ala şafak
Uyanmasın gün doğumu.
Usulca geçiyorum
Dinmiş fırtınalarım heybemde
Yorgun denizlerin kuytu sularından…
Bu viran şehrin
anlatacak o kadar çok hikâyesi var ki… Tıpkı hikâyeleri de kaybolmaya yüz
tutmuş ahşap evleri, burada yaşamış ve büyük anılara, hatıralara katkı yapmış
diğer insanlar gibi…
İnsanoğlu bir
mucizenin ta kendisidir. Ama şaşırtan bir mucizedir. Bazen bir zanaatçının
elinde sanat doğarken, bazen hoyrat bakışlı insanların elleri, binlerce yıllık
sanatları, kültürleri de yok eder. Her ikisinin de insana benzeyen elleri,
gözleri vardır. Ama birisi var ederken,
diğeri yok eder… Bu var edişlerle yok edişler, hüzünlü hatıralarla,
yeniliğe açacağımız ve gün içine taşıyacağımız heyecanlar dengeleyecektir
çabucak geçen yaşamımızı.
Bir ülkenin,
özellikle bizim gibi adı demokrasi ile yönetim biçimi olan ülkemizin kaderi,
kendi milletimizin, yani bizlerin elinde görünse bile, birkaç siyasetçinin iki
dudağı arasındadır. Şehirler de aynı kaderi, aynı gerçeğin içinde yol alırlar.
Şehirlerin aristokratları, sanatçıları, yazarları, şairleri, filozofları varsa,
çok şeyleri de vardır; tiyatroları, sinemaları, kütüphaneleri, gözlemevleri,
çevre ile barışık fabrikaları, ırmakları, dağları, ormanları, dereleri,
müzeleri gibi…
Bizim şehrimizin
yazarı da, çizeri de, şairi de, filozof ve aristokratı da azdır mesela.
Ağlanacak kadar, üzülecek kadar azdır. Be sebepten sporu da, müzeciliği de,
sineması da, tiyatrosu da, alt yapı, üst yapı, park ve bahçeleri, temiz yol ve
kaldırımları da yok denecek kadar azdır.
Hazır yazar ve şairimizi;
Öksel Demir’i yakalamışken onun güzel eserindeki sesleri, geçmiş ile bugünün
kucaklayışını biraz kendime, biraz da okumaya merak salmışlara duyurayım. Şair
150 yıldır ışıldayan Hora Fenerini de unutmamış, onun ışığını, yol
göstericiliğini ve dostluğunu beyaz sayfalara kök salan sözcüklerle
eserleştirmiş;
Gitmek kaldı yine bize
Bir denizi, bir denize taşımak
Bir kenti, bir kente…
Gün yangını vurdu teknemize
Yağmur altında bütün sonbahar rıhtımları
Gitmek kaldı yine bize
Serin, esmer sulara düşmek
Toka edip sirenimize ay ışığımızı
Denizlerin döllediği bir kısraktır ay ışığı
Gece gibi doğurgandır
Esmer bir çocuğun kocaman gözleri yüreğimizde…
Tekirdağ’ı, Marmara
Denizini, yaşamın yaşama sanatına inandığım son nefese kadar yazmaya ve
yazdıkça anlamaya, anladıkça kendimi bulmaya devam edeceğim. Bu şehirde
dizlerimde yaralar oluşmadı ama yüreğimde hiçbir zaman kabuk bağlamayacak
yaralarım var benim.
Kırgın değilim;
buranın bir parçası haline gelmiş Yahudileri, Ermenileri, Rumları gönülsüz
gönderenlere. Değilim çünkü kırgınlık, küsmüşlük getirmiyor gidenleri geriye.
Şimdi bugün eskilerin Sandalcı Mahallesini, kiliselerin, sinagogların çan
seslerini hatırlayan kaç kişi kaldı geriye? Ya hemen evlerin önünden denize
girildiğini, onlarca çeşit balığın dolaştığı yerde açlığın, kıtlığın
olmadığını; pavuryaları, ıstakozları, tekirleri menekşeleri, lüferleri, karidesleri, kılıç balıklarını, kılıç
balıklarının deniz üzerlerinde yüzen palalarını hatırlayan kaç kişi var acaba?
Öksel Demir
kitabının 49. sayfasında kılıç balığı için yazdıkları oldukça ilginç;
“ Kılıç balığı, durgun havalarda suyun üstünde uyur.
Yelesini bir karış çıkartarak salına salına gezinir. Güneş yükseldikçe, ısınan
havayla beraber hareketleri de yavaşlar. Burnunun ucunda boyunun yarısı kadar
palası bulunur.”
Tekirdağ şehrini
güzelleştiren muhteşem renkler cumbalı ahşap evleriyle birlikte azalırken,
Marmara Denizi ve bu denizin reisleri de birer birer yenildiler insan denen
canlının kendi icadı olan zamana.
Denizin Bayram
Reisleri, Mustafa, Güngör, Selahattin Reisleri, Torik Recepleri denizin
maviliklerinde yok artık. Tıpkı denizin üzerinde uyuyan kılıç balıkları gibi
yoklar…
Upuzun boyuyla,
hayatın bütün zalimliğine karşın, deniz güleçliği ve bereketiyle bakan Mustafa
Sürmeli; yani Alınteri teknesiyle tekir ve ıstakoz avlama konusunda uzman, daha
ölmeden mezar taşını yapan Torik Recep, Güngör Reis, ister gökte, ister yerde
olun; ben burada; bugün ile geçmişin köprüsünü inşa etmekle meşgulüm… Şair
Öksel Demir de öyle;
Usulca geçiyorum
Çiçeğe durmuş kiraz ağacının yanından
Anılarım, kavgalarım, sevdalarım heybemde
Heybemde ince bir frişka rüzgârı
Ve yanımda gölge gibi
Doğduğum kentle…
2 yorum:
Merhabalar yazını okuyunca memleketimin göremediğim yerlerinin ılgıt ılgıt kokusunu duydum içime çektim huzur buldum..sevgi ve dostlukla...
Teşekkür ederim Bilge; içe çektiğin kokular gerçekten de huzurun,doğallığın ve insanlaşacağız derken insan kalmanın kokularıdır.
Yorum Gönder