Sayfalar

1 Kasım 2012 Perşembe

TEKİRDAĞ ve MARMARA DENİZİ

Kamera; Güven Hora Feneri-Hoşköy-Şarköy Tekirdağ

1861'den bu yana; rüzgarlı,fırtınalı gecelerin dostu fener,
kim bilir kaç insana yön buldurdu,sığınmanın ve
yaşama tutunmanın bir ümidi oldu.

Kamera; Yunus Ganoslar Tepeleri-Tekirdağ

Bir keman,viyola eşsiz uyum ve insan zekası ile 
birleşmiş; bütün insanlık kargaşalarına meydan
okuyup, bütün çığlıklara damla damla, sızı sızı
yaşam taşıyor 

Kamera; Güven Uçmakdere Köyü - Tekirdağ

Tabiatın en derinine,vadilerin en kuytusuna bir insanlık 
sokulmuş öylesine,yaşam diye... Bir çocuk, bir küçük
hayvan yavrusu nasıl sokulmuşsa yaşamak diye;
bir dişi anneye...

Kamera; Güven   Ganoslar ve Marmara Denizi

Hiçbir borç ve alacak ilişkisi taşımadan yan yana,
iç içeler. Kim kime ne kadar sokulmuş, kim kime
ne kadar fayda sağlamış ince hesapları bile
yapılmadan; Ganosların Marmara ile
buluştuğu deniz çayırlarının yeşile yem yeşile
büründüğü yerde tazelik kokuyor, şafağın güne
kavuştuğu, günün geceye solduğu her döngü
zamanında.

Kamera; Güven  Ganoslar(Işıklar Dağı) Tekirdağ

Kampımızın en pahalı nesneleri; ziller,çanlar ve bir fener.
Fener,eskinin, ninelerin,dedelerin zamanını anlatır bize.
Işığı azdır,bugünün bol ışıklarıyla yarışamaz ama
Karanlığın karanlığa boğulduğu zamanda kampı,
sıcak çadırınızı bulmanıza yardımcı olur. Sislerin 
arasından gülümser size; bir ninenin nasırlı ama
samimi gülümsemesiyle...

TEKİRDAĞ ve MARMARA DENİZİ

  Eğer insan bedeni ürettiği sözcüklerin sihrini yazıya aktaramasaydı birçok insan kederler içinde daha da çok inlerdi. Kederlerimin biraz olsun hafiflemesi sözcüklerin; düşünce, öğrenim ile sevişmelerinden doğan fikirlerimin biraz olsun huzur bulmasına neden oluyor.

  Ülke sevdamın yanında yaşadığım yere olan sevgim ve bu yer için büyük üzüntüm belki de yaşamım boyu devam edecek. Bu sebepten değimlidir; şair Öksel Demir’in bir türlü vazgeçememesi bu şehirden?

 Ben sonradan Tekirdağlı oldum. Şair ise doğma büyüme bu şehirli. Bu şehrin sokaklarında koştu, bu şehrin doğal limanları, gem vurulmamış denizinde yüzdü ve balık avladı. O yüzden bu şehrin rüzgârıyla, yağmuruyla, havasıyla, tarihiyle, sosyal hayatıyla ıslanmış ve bu hayatları kaderin muhteşem bir seçimi olarak yaşam biçimi yapmıştır Öksel Demir.

  Bazen Frişka rüzgârını anlatır büyülü dizelerde;

Usulca geçiyorum
Çiçeğe durmuş kiraz ağacının yanından
Başım önünde
Uyumasın ala şafak
Uyanmasın gün doğumu.
Usulca geçiyorum
Dinmiş fırtınalarım heybemde
Yorgun denizlerin kuytu sularından…

  Bu viran şehrin anlatacak o kadar çok hikâyesi var ki… Tıpkı hikâyeleri de kaybolmaya yüz tutmuş ahşap evleri, burada yaşamış ve büyük anılara, hatıralara katkı yapmış diğer insanlar gibi…

  İnsanoğlu bir mucizenin ta kendisidir. Ama şaşırtan bir mucizedir. Bazen bir zanaatçının elinde sanat doğarken, bazen hoyrat bakışlı insanların elleri, binlerce yıllık sanatları, kültürleri de yok eder. Her ikisinin de insana benzeyen elleri, gözleri vardır. Ama birisi var ederken,  diğeri yok eder… Bu var edişlerle yok edişler, hüzünlü hatıralarla, yeniliğe açacağımız ve gün içine taşıyacağımız heyecanlar dengeleyecektir çabucak geçen yaşamımızı.

  Bir ülkenin, özellikle bizim gibi adı demokrasi ile yönetim biçimi olan ülkemizin kaderi, kendi milletimizin, yani bizlerin elinde görünse bile, birkaç siyasetçinin iki dudağı arasındadır. Şehirler de aynı kaderi, aynı gerçeğin içinde yol alırlar. Şehirlerin aristokratları, sanatçıları, yazarları, şairleri, filozofları varsa, çok şeyleri de vardır; tiyatroları, sinemaları, kütüphaneleri, gözlemevleri, çevre ile barışık fabrikaları, ırmakları, dağları, ormanları, dereleri, müzeleri gibi…

  Bizim şehrimizin yazarı da, çizeri de, şairi de, filozof ve aristokratı da azdır mesela. Ağlanacak kadar, üzülecek kadar azdır. Be sebepten sporu da, müzeciliği de, sineması da, tiyatrosu da, alt yapı, üst yapı, park ve bahçeleri, temiz yol ve kaldırımları da yok denecek kadar azdır.

  Hazır yazar ve şairimizi; Öksel Demir’i yakalamışken onun güzel eserindeki sesleri, geçmiş ile bugünün kucaklayışını biraz kendime, biraz da okumaya merak salmışlara duyurayım. Şair 150 yıldır ışıldayan Hora Fenerini de unutmamış, onun ışığını, yol göstericiliğini ve dostluğunu beyaz sayfalara kök salan sözcüklerle eserleştirmiş;

Gitmek kaldı yine bize
Bir denizi, bir denize taşımak
Bir kenti, bir kente…

Gün yangını vurdu teknemize
Yağmur altında bütün sonbahar rıhtımları
Gitmek kaldı yine bize
Serin, esmer sulara düşmek
Toka edip sirenimize ay ışığımızı
Denizlerin döllediği bir kısraktır ay ışığı
Gece gibi doğurgandır
Esmer bir çocuğun kocaman gözleri yüreğimizde…

  Tekirdağ’ı, Marmara Denizini, yaşamın yaşama sanatına inandığım son nefese kadar yazmaya ve yazdıkça anlamaya, anladıkça kendimi bulmaya devam edeceğim. Bu şehirde dizlerimde yaralar oluşmadı ama yüreğimde hiçbir zaman kabuk bağlamayacak yaralarım var benim.

  Kırgın değilim; buranın bir parçası haline gelmiş Yahudileri, Ermenileri, Rumları gönülsüz gönderenlere. Değilim çünkü kırgınlık, küsmüşlük getirmiyor gidenleri geriye. Şimdi bugün eskilerin Sandalcı Mahallesini, kiliselerin, sinagogların çan seslerini hatırlayan kaç kişi kaldı geriye? Ya hemen evlerin önünden denize girildiğini, onlarca çeşit balığın dolaştığı yerde açlığın, kıtlığın olmadığını; pavuryaları, ıstakozları, tekirleri menekşeleri, lüferleri,  karidesleri, kılıç balıklarını, kılıç balıklarının deniz üzerlerinde yüzen palalarını hatırlayan kaç kişi var acaba?

  Öksel Demir kitabının 49. sayfasında kılıç balığı için yazdıkları oldukça ilginç;

“ Kılıç balığı, durgun havalarda suyun üstünde uyur. Yelesini bir karış çıkartarak salına salına gezinir. Güneş yükseldikçe, ısınan havayla beraber hareketleri de yavaşlar. Burnunun ucunda boyunun yarısı kadar palası bulunur.”

 Tekirdağ şehrini güzelleştiren muhteşem renkler cumbalı ahşap evleriyle birlikte azalırken, Marmara Denizi ve bu denizin reisleri de birer birer yenildiler insan denen canlının kendi icadı olan zamana.

  Denizin Bayram Reisleri, Mustafa, Güngör, Selahattin Reisleri, Torik Recepleri denizin maviliklerinde yok artık. Tıpkı denizin üzerinde uyuyan kılıç balıkları gibi yoklar…

  Upuzun boyuyla, hayatın bütün zalimliğine karşın, deniz güleçliği ve bereketiyle bakan Mustafa Sürmeli; yani Alınteri teknesiyle tekir ve ıstakoz avlama konusunda uzman, daha ölmeden mezar taşını yapan Torik Recep, Güngör Reis, ister gökte, ister yerde olun; ben burada; bugün ile geçmişin köprüsünü inşa etmekle meşgulüm… Şair Öksel Demir de öyle;

Usulca geçiyorum
Çiçeğe durmuş kiraz ağacının yanından
Anılarım, kavgalarım, sevdalarım heybemde
Heybemde ince bir frişka rüzgârı
Ve yanımda gölge gibi
Doğduğum kentle…


 Güven Serin

 








2 yorum:

  1. Merhabalar yazını okuyunca memleketimin göremediğim yerlerinin ılgıt ılgıt kokusunu duydum içime çektim huzur buldum..sevgi ve dostlukla...

    YanıtlaSil

  2. Teşekkür ederim Bilge; içe çektiğin kokular gerçekten de huzurun,doğallığın ve insanlaşacağız derken insan kalmanın kokularıdır.

    YanıtlaSil