TÜRKÜ SÖYLEYEN HAMALLAR, ISLIK
ÇALAN SIVACILAR
Yazı insanı için neredeyse tanıklık yaptığı bütün olaylar, zamanı geldiğinde, gün yüzüne çıkacak küçük pınarlar gibidir. Muhakkak duyacaktır yazı insanı, esen yelin; insanın türküsünü söyleyip anlattığını…
Belki biraz şans, belki de içinde bulunduğum kurumsal ortam sayesinde hamallara yakın oldum. Tekirdağ Trakya Birlik depoları olarak bilinen yerde yaklaşık bir yıl bulundum. Çoğunlukla, yem, yağ satışları yapılırdı.
Trakya Birlik ortağı olan çiftçiler, ellerinde yem kâğıtları, kâğıtta ne kadar yem alacakları yazılı gelirlerdi büyük depoların, küçük idare binasının olduğu yere. Hamalbaşı Remzi hemencecik çiftçiye seslenir; “ Dayı, kaç ton alacaksın?” Çiftçinin elindeki kâğıdı alıp, kaç ton alacağını kendi gözleriyle de görürler, çiftçinin alacağı çoksa; 10–15–20 ton gibi sevinirlerdi. Küçük çiftçilerin çoğu, birkaç ton almak için geldiğinde hamalların yüzü düşer “kalkmaya değmez” derler gibi yüzlerini asarlardı.
Hamalların büyük yem
yığınları üzerinde cambaz gibi gezinip, alması gereken yerden çuvalları,
tonlarca yükü beş on dakika içinde traktör römorklarına yüklediklerini
hayranlıkla izleyen birisi vardı. Sırtlarına savurdukları çuvalların
Hamalların yanık sesli olanları türkü söylemeden edemez, şiir tadında söylerlerken, tiyatro tadında yüklerini 1 kg’lık yükler gibi sırtlarına alıp taşırlardı. İnanılmaz bir ustalıktı onların yaptığı işler.
Ne derdi eski insanlar? Bir işin çalımını alacaksın! Almazsan çalımını sakatlarsın belini, elini, bedenini…
İşlerinin çalımını almış bir başka iş dalı var; SIVACILAR… Ahşap, metal iskeleleri üzerinde bizim yolda yürüdüğümüz kadar cesur, rahat, koşulsuz yürüyen, sıva yapan işçiler görür; en çok iş kazalarından sonraki trajik sonları…
Onlar, yer ile gök arasında bir yerde; kimi birinci katta, kimi onuncu katta, hele bir de kış aylarının kuzey ayazı çarpıyorsa bedenlerine, ıslıkları daha bir gür ve melodik çıkar. Bilirler, mola verecekleri zamanda, inşaatın en kuytu yerinde bir çay molası, birkaç odun parçasıyla yakılan ateşin, güneş kadar değerli olduğunu. Ateşi, yağmuru, rüzgârı, fırtınayı, ovaları, dağları, özlemleri, gurbeti yudumlarlar sıcak çayların eşsiz muhabbetlerinde…
Çoğunlukla sessizliğin muhabbetine tutunurlar. Bitmeyen sıvaların, bir an önce bitirilmiş olmasına, alacakları yevmiyeleri, gurbet dedikleri yerden gönderecekleri yere ulaşıp, analarını, babalarını, kadınlarını, çocuklarını, gurbetin türküsüyle mutlu etmenin suskunluğudur onların, is kokan çay yudumları…
Laf aramızda, hamalların, sıva işçilerinin yemek zamanlarını onlardan izin alarak izlemenizi, hatta katılmanızı isterim. Sanırsınız ki dünyanın en lezzetli yemeğidir yedikleri, kâğıt üzerine serilmiş besinleri…
Sanırım 1980’li yıllarda, bir kamyon un çuvalını boşaltan üç hamalı izlemiştim. Unları indirdikleri yer Paşaköy’ün en titiz- temiz ve üretken insanların deposu-kileriydi. Ahmet Amca’mın kayın validesi Hafize Yenge’nin turşu, pekmez, tarhana kokan deposuna inen unlar da, çalımını bilen hamallar sayesinde görsel bir şölene dönüşmüştü. Çuvallar bir yük olmaktan çok öteydi. İşlerini titizlikle yapan, tonlarca yükü, şakalaşarak taşıyan hamallardan birisi, bir ara oraya gelmiş Hafize Yenge’ye seslendi;
“ Anacığım, turşuları çok güzel kokuyor, özendik” der demez, her üreten insan gibi Hafize Yenge, getirdiği kocaman tepsiye, çarçabuk birkaç kg turşu çıkarttı. Organikse organik, içine sevgi katıldıysa sevgi katılmış olan turşuları yiyen hamalların ağız şapırtıları, muhteşem tat almaları, kütür kütür eden o biberlerin türküsünü unutamadım bir türlü…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder